Ancak evren hakkında bilinen şeyler de vardır. Bunlardan biri evrenin sınırları olduğu, ışığın ermediği ötelerde karanlık ve kaosun hüküm sürdüğüdür. Kayıtlarda “Twisting Nether” diye geçen bu bölge sayısız iblis ve benzeri yaratığı barındırır. Bu yaratıklar ki ışıktan ve onun etkisi altında oluşan herşeyden nefret eder, onların yokoluşu için bitmez bir nefretle çaba harcarlar.
Kayıtlarda adı geçen bir başka şey ise en başlardan beri evreni dolaşıp duran tanrısal varlıklardır. Kendilerine Titan diyen bu varlıklar, zamanın sancılı doğumundan beri evrende yürümeyi, geçtikleri her yere düzen ve ışık getirmeyi kendilerine görev bilmişlerdir. Milyarlarca dünyadan geçmiş, bunlara hava, su, ışık ve düzen getirmişlerdir. Okyanusları şekillendirmek, kıtaları yoğurmak ve vardıkları yerlerdeki ilkel türlere kurdukları düzenleri korumaları için çeşitli güçler bahşetmek, onlar için var olmanın anlamı haline gelmiştir. Nether’in kaotik iblislerine karşı ilk günden beri nefret duymuş, onları gördükleri her yerde merhametsizce ezmişlerdir.
Sargeras’ın İhaneti
Titanlar arasında Sargeras adlı bir tanesi vardır ki, ergimiş bronz görünümlü bu Titan hem inanılmaz güçlü, hem de özellikle savaşta maharetlidir. Sargeras diğer Titanların da onayıyla iblislerle savaşma ve onların oyunlarını bozma görevini üzerine alır. Çağlar boyu bıkmadan bu görevi yerine getiren Sargeras, zaman içinde iki büyük iblis kavminin Nether’den evrene sızdığını farkeder. Bunlardan ilki kara sanatlarda usta olan ve ele geçirdikleri dünyaların halklarını da iblis sürülerine katan Eredar kavmidir. Diğeri ise Dreadlords olarak ta bilinen Nathrezim kavmidir ki, bunlar canlıların yaşam güçlerini çalıp onları gölgelere dönüştürmekte, halklar arasına ektikleri nifak tohumlarıyla savaş ve yıkımı körüklemektedirler. Sargeras iki kavime de büyük bozgunlar yaşatır, tutsak ettiği liderleri de kendi eliyle kurduğu zindanlara kapatır.
Ancak çağlar süren savaşlar Sargeras’ı sadece güçlendirmekle kalmamış, umutlarını da ondan çalmıştır. Süregelen sonsuz yıkım ve karmaşa karşısında “düzen” kavramının içinin boş olduğuna, kaos ve karanlığın ise evrendeki yegane değişmez gerçek olduğuna inanmaya başlamıştır. Bu durumu farkeden dostları onu ikna etmeye fırsat bulamadan yanlarından ayrılır ve saflarını sonsuza dek terkeder. Ancak durum daha da kötüye gidecek, Sargeras kendini mahkum ettiği sürgünün yalnızlığı içinde gün geçtikçe daha da karamsarlaşıp binbir türlü vehme kapılacaktır. En sonunda hastalıklı aklının derinliklerinde yaradılışın kusurlu olduğuna ve bundan da Titanlar’ın sorumlu olduğuna hükmeder. Kanaatince yapılan herşey yıkılmalıdır ki, daha iyisi en baştan yapılabilsin.
Sargeras bu hükme vardığında hiddetle yerinden kalkar ve iblisler için inşaa ettiği zindanlara varıp kapılarını kırar! İçin için kaynayan dev bir bronz volkanı andıran bu kara Titan’ın gücü karşısında çaresiz olduklarını çok iyi bilen iblis lordları önünde diz çöküp ona biat ederler. Sargeras içlerinden iki şampiyon seçer, Kil’jaeden The Deceiver ve Archimonde The Defiler. Kil’jaeden evreni dolaşıp bulduğu halkları Sargeras’ın ordularına katacaktır. Archimonde ise Sargeras’ın gün geçtikçe büyüyecek olan ordularını savaşa sürmekle yükümlü olacaktır.
Kil’jaeden ilk olarak halen özgür olan Nathrezim lordlarını bulur ve onları hükmü altına alır. İçlerinde en güçlüsü olan Tichondrius The Darkener bizzat onun emri altına girmeyi ve Sargeras’ın ölümcül hükmünü evrenin her köşesine yaymayı kabul eder. Öte yandan Archimonde boş durmamış, o da Pit Lordları’nı emri altında toplamıştır. Özellikle liderleri olan Mannoroth The Destructor ve yardımcıları Archimonde’un seçkin savaşçıları olarak evrene yıkım getireceklerdir.
Sargeras bakar ve emri altında toplanan iblis ordularının hazır olduğuna kanaat eder. Onları Burning Legion olarak isimlendirir ve sonra kurulmuş herşeyi yıkmaları için evrene salıverir. Burning Legion büyük bir nefretle Burning Crusade adını verdikleri yıkıma girişirler, geçen çağlar boyunca kaç dünyaya ölüm getirdiklerinin hesabını ise kendileri bile tutmayacaklardır.
Azeroth’un Doğumu
Sargeras’ın içine düştüğü çılgınlıktan ve ekmekte olduğu yıkım tohumlarından habersiz olan Titanlar evrende yürümeye, rastladıkları dünyaları uygun gördükleri biçimde şekillendirmeye devam etmektedirler. Yürüyüşleri esnasında küçük ve nispeten önemsiz bir dünyaya denk gelirler ki, burada Old Gods adını verdikleri kötü efendilere tapan elemental varlıklar hüküm sürmektedirler. Büyük ve şiddetli bir savaşın ardından Titanlar beş kötü tanrıyı yeraltına hapseder, elemental varlıkları ise sonsuza dek birbirleriyle didişip duracakları bir öte boyuta sürerler. Bunların gidişiyle dünyanın tabiatı durulur, ahenkli bir varoluş hüküm sürmeye başlar.
Titanlar bu dünya üzerinde uzun süre çalışır, toprakları tek bir kıta oluşturacak biçimde yeniden şekillendirirler. Titanlar bu kıtaya Kalimdor adını vereceklerdir, bu da “sonsuz yıldız ışığı diyarı” anlamını taşımaktadır. Kıtanın ortasına tüm dünyaya yaşam enerjisi saçacak olan Well Of Eternity adını verdikleri sihirli bir göl yerleştirirler. Bu gölden yayılan güç dünyayı her daim canlı ve yaşanır kılmaya yardımcı olacaktır.
Titanlar dünyayı şekillendirme işini bitirdikten sonra, bu dünyanın canlıları içinde en güçlüleri olan beş ejderhayı muhteşem güçlerle donatırlar. Dragon Aspects adı verilen bu varlıkların görevi verilmiş olan emekleri olası tehditlere karşı korumaktır. Herşeyin tamam olduğuna ve bu dünyadaki emeklerinin tamama erdiğine hükmeden Titanlar yolculuklarına devam etmek üzere ayrılırlar ve Azeroth’u sonsuza dek arkalarında bırakırlar. Ancak Azeroth uzun süre barış içinde kalmayacak, Sargeras bu dünyanın varlığından haberdar olacaktır.
Sonsuzluk Kuyusu
İnsanların Orklarla mücadelesi başlamadan yaklaşık onbin yıl öncesinde Azeroth üzerinde tek bir kıta vardı, Kalimdor. Kalimdor’un merkezindeki büyük gölün sihirli sularının kıyısında ilk kamp kuranlar hayli ilkel, insansı bir kavimdi. Ancak gölden taşan sihir onları değiştirmekte, sahip oldukları büyük potansiyeli açığa çıkarmakta gecikmeyecekti. Bu kavmin üyeleri bilgelik, güzellik, her konuda büyük maharet ve ölümsüzlük sınırına dayanan uzun yaşamla kutsandılar. Geçen zaman içinde gölün çevresinde kuleleri göğe yükselen muhteşem şehirler kurdular ve kendilerine “yıldızların çocukları” anlamına gelen Kaldorei adını verdiler. Onlar ay tanrıçası Elune’ye taptılar ve ilahelerinin geceleri Well of Eternity’nin derinliklerinde uyuduğuna inandılar.
Kaldorei çok sonraları başka kavimlerce Night Elves olarak bilineceklerdi, ancak o zaman için uygarlıklarına rakip yoktu. Geliştikçe gölden uzaklara yolculuk ettiler ve dünyayı daha iyi tanıdılar. Bu gezilerinde gördükleri pek az şey onları Dragon Aspects kadar derinden etkiledi. Bu yaşlı ejderlerin beş tane olduğunu ve dünyayı olduğu gibi koruma görevini üstlendiklerini anladılar, ancak bilgelik edip daha fazlasını sormadılar, yaşlıları sırlarıyla başbaşa rahat bıraktılar. Ve dikkatlerini sahip oldukları maharetleri mükemmelleştirmeye yönelttiler.
Zaman akıp geçerken Elf kraliçesi Azshara gölün sihirli sularına bakan büyük bir saray inşaa ettirdi ve zamanının büyük kısmını Quel’dorei, ya da “Highborne” adı verilen yardımcı kastla beraber burada sihir üzerine çalışmaya ayırdı. Ancak gölün sularından elde ettikleri güçleri büyüdükçe kraliçe ve yardımcıları daha ulaşılmaz, uzak ve soğuk varlıklar haline bürünmeye başlayacaklardı. Kendilerini herkesten üstün görüyor, halk arasında yürümeyi bile reddediyorlardı.
Birşeylerin ters gittiğini ilk farkedenlerden biri druidizm üzerinde çalışan Malfurion Stormrage adındaki genç bir bilge oldu. Haklıydı da, çünkü kraliçe daha fazla güç peşinde koşarken karanlığın ötesindeki Sargeras ve Burning Legion iblislerinin dikkatini üzerine çekmiş, gölün derinliklerinden yükselen kara enerjilerle onların etkisi altına girmişti.
Elf toplumu içindeki huzursuzluk kısa sürede büyük bir savaşın patlamasına sebep olacaktı. “Ancient’s War” olarak tarihe geçen bu savaşta iki taraf vardı. Bir yanda Kraliçe Azshara ve Sargeras’ın iblisleri, diğer yanda ise onlara karşı çıkan elfler. Asi elflere Malfurion ve onun tek aşkı olan rahibe Tyrande ile Highborne kökenli kardeşi Illidan tarafından önderlik ediliyordu. Kısa süre içinde druidlerin yarı tanrısı Cenarius ve yaşlı ejderler de Sargeras’a karşı savaşa katıldılar. Uzun ve kanlı savaş milyonlarca hayata mâl olacaktı. Ancak kısa sürede anlaşıldı ki Burning Legion sadece askeri güçle yenilemeyecekti.
Üstelik savaş tüm şiddetiyle sürerken Malfurion iki büyük ihanetle karşılaştı ki, bunlar tarihi tamamen değiştirdiler. İlki savaşın en kritik anlarından birinde toprağın gücüyle donanmış olan ejderha Neltharion’ın delirerek taraf değiştirmesiyle gerçekleşti. Kendine Deathwing adını alan ejderha tüm gücüyle saldırıp diğer ejderleri savaştan çekilmek zorunda bıraktı. İkinci ve daha acı ihanet ise bizzat Illidan’dan geldi. Savaşın sonunda sihir gücünü kaybetmekten korkan ve Malfurion ile Tyrande arasındaki sevgiyi kıskanan Illidan kraliçenin safına geçerek onu hakkındaki planlardan haberdar etti.
İhanetlerle sarsılan Malfurion son ve umitsiz bir çabayla en güçlü büyüsünü yapmakta olan kraliçenin tapınağına kadar girdi, ancak onu hazırlıksız yakalayamadı. Kraliçe’nin bu en büyük büyüsü bizzat Sargeras’ın bile geçebilmesine yetecek bir boyut kapısı açmayı amaçlıyordu, ancak savaşın şiddeti öyle bir hal almıştı ki büyü düzgün bir biçimde tamamlanamadı. İki evreni birbirine bağlayan güçlerin kontrolden çıkması sonucunda Well of Eternity sarsıldı, çöktü ve sonra da Kalimdor’u neredeyse tamamen yok ederek patladı. Okyanus köpürerek açılan boşluğa dolarken dev kıtadan geriye çok küçük bir parçası kalacak, bunlar da dünyanın yeni kıtalarını oluşturacaklardı.
Kraliçe ve yardımcıları kendilerini saran kara enerjiler sayesinde ölmediler, ancak okyanusun ortasında dönüp duran dev girdabın derinliklerine çekildiler ve dönüşerek sürüngenvari Nagalar halini aldılar. Burada Nazjatar’ı kuracaklar ve tekrar yüzeye çıkmaları çağlar sonra gerçekleşecekti. Ancak bir çağ da böylece kapanmış oluyordu.
Hyjal Dağı
Kalimdor’un yıkımında başka sağ kalmayı başarabilenler olmamış değildi. Malfurion ve Tyrande kıyametin bağrından sağ çıkmayı her nasılsa başarmışlar, Elflerden sağ kalanları da peşlerine takarak derme çatma sallar üzerinde denizin üzerinde kalmışlardı. Hırçın okyanus dalgaları yorgun mültecileri meçhule doğru sürüklerken, onlar etraflarına baktılar ve içleri yitip giden tüm güzelliklerin acısıyla doldu. Well of Eternity’nin yok edilmesi Sargeras ve lejyonlarının bu dünyayla olan bağını koparmıştı belki ama, bunun bedeli altından kalkılacak gibi değildi. Yine de onlar kalplerinin derinlerinde, tüm bu olup bitenin kendi kavimlerinin güce duymuş olduğu ihtiras ve açlıktan kaynaklandığını düşündüler, büyük bir pişmanlık altında ruhları daha da ezildi. Malfurion yanlarındaki pek çok Highborne Elf’e bakarak tüm bunlara onların sebep olduğunu düşündü, ancak artık Well of Eternity yoktu ve onun gücü olmadan daha fazla zarar veremezlerdi.
Böylece sürüklenerek kutsal dağları olan Mount Hyjal’ın yakınlarında karaya çıktılar. Hyjal’ın batmadığını görünce ruhları hafifledi ve kendilerine yeni bir yuva aramak için onun zirvesine tırmandılar. Öte tarafta dağın yamaçları arasındaki yüksek ve korunaklı bir vadiye indiklerinde ise şaşkınlık ve dehşetle irkildiler. Buradaki küçük, sakin dağ gölü tıpkı Well of Eternity gibi saf ve katıksız sihir gücüyle içten içe yanıyordu. Kısa süre sonra bunun Illidan’ın işi olduğu ortaya çıkacaktı. Buraya herkesten önce varan Illidan, yanında getirmeyi başardığı azıcık miktardaki Well of Eternity’nin suyundan gölün saf ve arı suyuna katmış, bu da kısa sürede etkisini göstermişti. Illidan böylece eski gücün ve görkemin en azından küçük bir kısmının yeni nesiller için korunabileceğini umuyor, bunu da sonrakilere kendinden bir armağan olarak görüyordu.
Bu yüzden de Malfurion öfkeyle üzerine geldiğinde büyük bir şaşkınlık ve dehşet yaşadı. Malfurion ona kesin bir dille tüm olup bitenlerin sebebinin sihire ve güce olan tutkuları olduğunu, aynı felakete tekrar izin vermeyeceğini anlattı. Ancak Illidan’ın gücünden vaz geçmeye niyeti yoktu ve Malfurion onun ihanet etmeden durmayacağına da emindi. Bu yüzden onu tuttu ve yerin altındaki bir zindana zincirledi ki güçlerini sonsuza dek kimseye karşı kullanamasın. Sonra da diğerlerine dönerek sihir kullananların cezasının ölüm olacağını duyurdu. Gölü yok etmenin yeni bir kıyamet getirebileceğinden korktukları için onu öylece bıraktılar ve oradan uzaklaştılar.
Dağın eteklerinde kendilerine yeni yerleşimler kuran Elfler antik druidism irfanını öğrenmeye ve sevdikleri yeşil ormanları tekrar diriltmeye başladıları. Ashenvale adını verdikleri en büyük yerleşimleri asırlar geçtikçe gelişti yemyeşil ormanlarla çevrelendi. Druidlerin gözetimi ve şefkati sayesinde kıyamette yok olduğu düşünülen pek çok canlı barış içinde yaşayabilecekleri bu yerlere aktılar ve tekrar çoğaldılar.
Ancak Elfler arasındaki Highborne kökenli olanların uslu durmaya niyetleri yoktu. Sessizlik ve barış ortamında sayelerinde rahata ermiş olduklarını unutarak druidismle uğraşan kardeşlerini ve onların yöntemlerini aşağıladılar. Onlar dağdaki gölün sihrinden faydalanmayı kendilerine bir hak biliyor, konulan ölüm cezasının kalkmasını istiyorlardı. Liderleri olan Dath’Remar özellikle bu konuda çok ısrar ediyordu ve sonunda takipçileriyle birlikte kaderlerini değiştirecek bir iş yaptı. Sihirlerini kullanarak Ashenvale üzerine korkunç bir fırtına yolladılar. Druidler bu isyanı bastırdılar, ancak verilen idam hükmünü uygulamaya ve bir kerede bu denli çok akraba kanı dökmeye elleri asla varmadı. Bu yüzden Dath’Remar ve takipçilerini denizin ötesine sürmekle yetindiler.
Highborne için bu sürgün aslında cezadan çok ödüldü, çünkü artık uzaklarda da olsa kendi özgür krallıklarını kurabileceklerdi. Gemiler inşaa ederek okyanusa açıldılar ve durmadan dönen dev girdap Maelstrom’un ötesindeki topraklara ayak bastılar, bu kıtaya sonradan insanlar Lordaeron diyeceklerdi. Orada Quel’Thalas adını verdikleri krallığı kurdular ve sihirler üzerine çalıştılar. Kuzenlerinin aksine ay tanrıçasına tapmayı ve geceleri yürümeyi de reddedip, yüzlerini güneşe döndüler ve o günden sonra kendilerine sadece High Elves dediler.
Draenor’un Çöküşü
Azeroth üzerinde yaşanan büyük yıkımdan sonra ki 10,000 yıl boyunca Sargeras ve Burning Legion ortada gözükmedi, ancak bu onların vazgeçtikleri anlamına gelmiyordu. Sargeras’ın komutanlarından Kil’jaeden bu küçük ama inatçı dünyanın direnişini kıracak bir piyon aramaktaydı, nitekim çok geçmeden Dreanor adındaki geniş ovalarla dolu, yemyeşil bir dünyaya rastladı.
Dreanor’un sonsuz gibi görünen otlakları göçebe bir hayat süren ve şamanizmi benimsemiş Orc klanlarına ev sahipliği ediyordu. Kayalık bölgeler ise nispeten ilkel ancak Orclar kadar barışçıl olan Draenei ırkının basit yerleşimlerini barındırıyordu. Kil’jaeden derhal Orc şamanları arasında en yaşlı ve en sözü dinlenir olan Ner’zhul üzerinde çalışmaya, kara sanatlarını kullanarak aklını çelmeye başladı. Ancak Ner’zhul asla iblisin kara gücüne tamamen boyun eğmeyecek kadar güçlüydü, bu yüzden de Kil’jaeden ilgisini yaşlı şamanın genç ve güce aç olan çırağı Gul’dan üzerine çevirdi.
Gul’dan iblislerden öğrendiği kara sanatlarla etrafındakilerin aklını çeldi ve Shadow Council adında bir gizli örgüt kurdu. Bu örgütün üyeleri şamanistik yöntemleri terk edip tamamen kara büyülere yöneldiler ve her gün daha da güçlendiler, daha fazla klan liderinin ve Orc’un aklını çeldiler. Orc klanları gün geçtikçe daha acımasız, savaşçı ve kana susamış sürüler haline dönüyordu. Üstelik büyücülerin kullandıkları iblis büyüleri Dreanor’un yaşam gücünü neredeyse tamamen tüketmiş, o yemyeşil dünya kısa sürede kızıl bir çöle dönüşmüştü.
Gul’dan bir gün Shadow Council’i topladı ve birlikte kara bir ayin gerçekleştirip iblis lordlarından Mannoroth The Destructor’ı dünyalarına getirecek olan kapıyı açtılar. Mannoroth önlerinde yıkım ve ölümün beden bulmuş hali gibi yükseldi, damarlarını açıp içmeleri için kanını onlara sundu. Başta Warsong klanının lideri Grom Hellscream olmak üzere tüm klan liderleri ve büyücüler bu kandan içerek kaderlerini iblislerin eline teslim ettiler, sadece Frostwolf klanının lideri Durotan onlara uymadı, ama artık bunun da çok bir önemi yoktu. Mannoroth’un kanıyla güçlenen Orc savaş lordları kısa sürede kalan herkesi etkileri altına alacaklardı.
Gul’dan tüm yönetimi elinde tutabilmek için klanların başına geçecek lideri kendi tayin etmeye karar verdi ve Blackhand The Destroyer’i seçti. Birleşen klanlar güçlerini ilk kez tam anlamıyla dünyalarını paylaştıkları Draenei üzerinde denediler ve birkaç ay içinde onlardan geriye kimseyi sağ bırakmadılar. Artık elindeki ordunun hazır olduğunu gören Sargeras vakit kaybetmeden onları planları için kullanmaya karar verdi, çünkü beklemek düşmansız kalan Orcların birbirini yok etmesine sebep olabilirdi. Ve böylece Horde doğmuş oldu.
Azeroth’un Düşüşü
İblis lordu Kil’jaeden Orc sürüleri üzerinde çalışırken Sargeras’ın kendisi de Azeroth üzerinde etkisi altına alabileceği insanları aramaktaydı. İşte bu arayışı esnasında insanların en güçlü büyücülerinden olan Lord Medivh’i buldu ve onu etkisi altına aldı. Stormwind kalesinden hüküm süren Kral Llane ve yaveri Anduin Lothar, kâdim dostları olan Medivh’in üzerine çöken karanlık ve deliliği farketmişlerdi, ancak sebebini anlamaktan çok uzaktılar. Sargeras ise boş durmuyor, Medivh’in kulağına yarı tanrı olma vaatleri fısıldıyordu.
En sonunda Medivh bir yandan, Shadow Council üyeleri diğer yandan ayinler düzenleyerek, Dark Portal adı verilen ve Dreanor ile Azeroth’u birleştirecek olan ölümcül boyut kapısını gizlice açtılar. Kapıdan geçen Orc öncüleri insanların hazırlıksız olduğunu rapor ettiğinde ise işgal için gereken herşey hazırlanmış oldu. Ancak kapıdan ilk geçenler iblislere bağlılık yemini etmiş Orc klanları olmayacaktı. Durotan ve Frostwolf klanı devamlı Gul’dan ile çatışmanın ödülünü Azeroth’a ilk sürülenler olmakla aldılar. Durotan derhal güçlerini Black Morass denilen bataklıkta konumlandırdı ve kaçınılmaz olarak insanlarla ilk çatışmaları yaşadılar.
Kral Llane ve Lord Lothar gelişmelerden tedirgindiler, ancak birden ortaya çıkan bu yeni ırkın gücünü ve oluşturduğu tehdidi sezmekte yetersiz kalacaklardı. Kral Llane savunmada kalmayı tercih etti, ancak Lothar savaşı düşmana taşımaktan yanaydı. Ayrıca edindiği bilgiler bu çılgınlığın ardında Medivh’in olduğuna işaret ediyordu ve geç olmadan onunla hesaplaşması gerektiğini düşünüyordu. Sonunda kralı emirlerine karşı çıkarak yanına birliklerini ve Medivh’in genç yamağı Khadgar’ı da alarak Karazhan’a gitti. Medivh buradaki kulesinde Sargeras’ın etkisi altında iyice çıldırmış bir halde karşıladı onları. Kısa ve vahşi bir çarpışmadan sonra Medivh katledildi ve böylece bu dünyadaki piyonunu kaybeden Sargeras’ın ruhu Abyss’e geri kovuldu. Medivh’in kendi saf ve temiz ruhu ise var olmaya devam etti, çağlar boyunca boyutlar arasında yürüyecek, tekrar zamanının gelmesini bekleyecekti.
Ancak Medivh’in ölümü Horde’u durdurmak açısından çok geç kalmış bir çabaydı. Orc sürüleri önlerine geleni biçerek Stormwind şatosuna doğru akmaya devam ettiler. Bu esnada Durotan eski dostu Orgrim Doomhammer’i Gul’dan ve onun iblislerle olan paktı hakkında uyarmak için uzaklardan döndü, ancak Gul’dan tarafından gönderilen suikastçiler tarafından hem kendi, hem de ailesi tamamen katledildi. Kimse farkında değildi ama bu katliamdan en küçük oğlu sağ çıkmıştı ve Aedelas Blackmoore adındaki bir insan tarafından köle edilmişti. Bu küçük Orc zamanı geldiğinde halkının kurtuluşu olacaktı.
Durotan’ın katledilmesi Orgrim Doomhammer’ın bazı konularda kesin kararlar vermesine de sebep olacaktı. Derhal harekete geçerek Gul’dan tarafından atanan büyük savaş şefi Blackhand’i katletti ve Horde’un kumandasını alarak son büyük saldırısını gerçekleştirdi. Karazhan’dan dönen Lord Lothar ve askerlerini, Stormwind şatosunun yanan enkazı etrafında ziyafet çeken Orc savaşçıları karşılayacaktı. Kral Llane ise yarı-Orc suikastçi Garona tarafından katledilmişti. Bu topraklarda yaşama imkanı kalmadığını gören Lothar sağ kurtulabilmiş herkesi toplayarak gizlenmek üzere uzaklaştı. Orclar ganimetin tadını çıkarırken sağ kalan insanlar gözyaşları içinde sessiz intikam yeminleri ediyorlardı.
Lordaeron’da Büyük İttifak
Kalan güçlerini toplayan Lothar denize açılarak kuzeydeki Lordaeron kıtasına doğru göçtü. Burada insanların yedi krallığının yanı sıra, Dwarf ve High Elf krallıkları da bulunuyordu. Geride bıraktığı yıkım ve tehdidin haberlerini getiren Lothar’ın yedi krallığı büyük bir ittifakla birleştirmesi çok ta zor olmadı. Yeni ve güçlü bir ordu kurma işine girişen Lothar, Orc sürülerinin er ya da geç Lordaeron üzerinde de boy göstereceğini iyi biliyordu.
Lothar’ı askeri ve diplomatik çabalarında yalnız bırakmayan birkaç önemli isim vardı. Uther The Lightbringer, Amiral Daelin Proudmoore ve Turalyon’un da yardımlarıyla ittifakın güçlerini hızla büyüten Lothar, Dwarf ve Elf krallıklarıyla da irtibat kurdu. Efsanevi Ironforge’da yaşayan Dwarf efendileri yaklaşan tehdide karşı insanlarla birleşmekte sakınca görmediler. Anasterian Sunstrider tarafından yönetilen High Elf lordlarıysa kendilerini bu savaşın dışında görüyorlardı, ancak yine de Lothar’a kısıtlı da olsa destek verdiler. Çünkü o Arathi soylu kanını taşıyan son insandı ve bu kandan gelenler de vaktiyle Elflere çok yardım etmişlerdi, bu yüzden arada bir onur bağı vardı.
Öte yandan Doomhammer yönetimindeki Orclar da boş durmuyor, saflarını yeni müttefiklerle kalabalıklaştırıyorlardı. Dreanor’dan akıp gelen sayısız Orc’a bir de Ogreler eklenmişti. Ayrıca Amani ormanlarında yaşayan Troll savaşçıları da pek çok vaatle Horde saflarına katılmaya ikna edilmişti. Fakat Orclar insanların bilmediği bir müttefik daha kazanmışlardı ki, bu neredeyse onlara zaferi verecekti. Demon Soul adındaki antik bir tılsımı ele geçiren Orclar bununla ejder kraliçesi Alexstrasza’yı tutsak etmeyi başarmışlardı. Kraliçe kendini ve yumurtalarını Orc katliamından korumak için mecburen emri altındaki yetişkin ejderleri Orc saflarında savaşa sürdü.
Hazır olduklarını düşünen Orclar tüm güçleriyle harekete geçtiler ve böylece ikinci büyük savaş başlamış oldu. Bu savaş Khaz Modan, Lordaeron ve daha pek çok bölgeyi etkisi altına alacak, Quel’Thalas bile payına düşeni alacaktı. Çarpışmalar çok büyük ve şiddetliydi, kimi zaman göklerde griffon sürüleri ejderlerle savaşıyor, kimi zaman da dev donanmalar dalgalar üzerinde birbirlerine ateş ve ölüm yağdırıyordu. İnsan İttifakı cesaret ve fedakarlığın sınırlarını zorlayan bir biçimde savaşıyor, toprak ve su dökülen kanla kızıla dönüyordu. Ancak Horde hem daha kalabalıktı, hem de damarlarında dolaşan iblis ateşi onları inanılmaz güçlü kılıyordu. Lordaeron’un başkentinin düşmesi artık an meselesiydi ve insanlar için ümitler hızla tükeniyordu. Orgrim Doomhammer artık mutlak zaferinin tadını damağında hissetmeye başlamıştı.
Tan bu son günlerde gelişen olaylar herşeyi beklenmedik bir biçimde değiştirdi. Gul’dan ve savaşçıları hiç haber vermeden ayrılıp denizin ötesine doğru yola çıktılar. En güçlü büyücünün böylesine çekip gitmesi ve beraberinde iki büyük klanı da götürmesi Doomhammer’ın tüm planlarını suya düşürmüştü. Ancak Horde’un kaderi artık Gul’dan için pek anlam ifade etmiyordu, onun aradığı şey tanrı haline gelmenin yoluydu. Sargeras önceden Medivh’in aklını çelmek için ona binlerce yıl önce savaşta sakatlanan bedeninin bir mezara hapsedildiğini, bunu ele geçirenin tanrı haline geleceğini fısıldamıştı.
Gul’dan bunu duymuş ve uygun zamanın gelmesini beklemişti. Nitekim denizin altındaki adayı bulmayı ve sihirleriyle yükseltmeyi başardı. Ancak oradaki mezarı açtığı zaman söz verildiği gibi Sargeras’ın bedenini ve ölümsüzlüğü bulmadı. Binlerce yıl evvel bu mezara hapsedilmiş olan şeyler eski bir savaşta yakalanmış olan iblislerdi ve onlar da geçen zaman içinde tutsaklıktan dolayı delirmişlerdi. Gul’dan böylece ölümsüzlüğü ararken iblislerin pençelerinde korkunç bir ölümü bulmuş oldu. Gul’dan ve yalanlarını izleyerek buraya gelen iki büyük Orc klanı ise önlerinde kana susamış iblisleri, arkalarında ise intikam yemini etmiş olan Doomhammer’ın savaşçılarını gördüler. Ümitsiz bir savaşta hepsi katledildi ve böylece isyan bastırılmış oldu, ne var ki Horde çok kısa sürede gücünün büyük bir kısmını kaybetmişti.
Lord Lothar olup biteni izlemekteydi ve Horde’un nasıl içten parçalandığını görerek bu fırsatı değerlendirmeye karar verdi. Tüm güçlerini toplayarak saldıran İttifak ordusu Horde’u güneyde Stormwind’in derinlerine kadar aralıksız kovaladı. En sonunda Orclar eski bir volkanın tepesine kurulmuş olan en büyük kaleleri Blackrock Spire etrafında toplanarak son bir direniş gösterdiler. Buradaki savaşta büyük bir kıyım yaşandı ve Lord Lothar’ın kendisi de düşenler arasında yer aldı. Ancak yardımcısı Turalyon orduyu çözülmekten koruyup kalan Orcları dağıtmayı başardı, üstelik Dark Portal’ın yerini bularak onu da yok etti. Dreanor ile tek bağları kopan ve neredeyse tamamen kıyıma uğrayan Orclardan geri kalanlar da ya kaçtı, ya da silah bıraktı.
Bundan sonraki yıllarda topraklar adım adım taranarak sağ kalan Orclar yakalanacak ve belli yerlerde kurulan toplama kamplarına getirileceklerdi. Ancak başta Archmage Khadgar olmak üzere pek çok kişi barışın devamlı olmayacağını hissedebiliyordu. Dark Portal’ın yeniden açılmasını önlemek için yıkıntılarının hemen yakınına Nethergarde kalesini inşaa ettiler ve buraya güçlü bir birlik koydular.
İstila Ve Kıyamet
İkinci savaşın ateşi küllenirken sağ kurtulan Orcları başta Durnholde kalesi olmak üzere çeşitli toplama kamplarına hapseden insanlar yaralarını sarmaya başladılar. Ancak Dreanor’daki Orcların yaptığı hazırlıklardan habersizdiler. Yaşlı şaman Ner’zhul boş durmuyor, Dreanor üzerinde kalan Orc klanlarını tek bayrak altında topluyordu. Uzun yıllar boyunca iblis sihirlerinin hesapsızca kullanıldığı Dreanor artık tam bir cehenneme dönüşmüştü ve Orcların soylarını sürdürebilmek için yeni dünyalara göçmeleri gerekiyordu.
Ancak tek başına başka dünyalara giden boyut kapıları açabilmek, Ner’zhul gibi bir büyücü için bile çok zor bir işti. Bunu başarabilmek için Azeroth üzerinde olduğunu bildiği bazı eski tılsımları kullanması gerekecekti. Azeroth ile olan kapı ise henüz tamamen kapanmış değildi, bu yüzden onu açması çok zor olmadı ve buradan seçkin Orc savaşçılarını akınlara gönderdi. Gromm Hellscream ve Killrog Deadeye gibi efsanevi savaşçıların önderliğinde kapıdan dışarı akan Orc birlikleri insanları gafil avlamayı başardı. Ancak bu Orcların işi fazla oyalanmadan eski tılsımları bulup geri dönmekti ve bunu da çabucak başardılar.
Lordaeron’un kralı Terenas bu yeni gelişmeleri yaklaşan bir başka istilanın habercisi olarak gördü ve derhal birliklerini harekete geçirdi. Komutan Turalyon ve Archmage Khadgar liderliğindeki seçkin kuvvetlerin kapıdan geçerek savaşı Dreanor’a taşıması, böylece bir istilanın başlamadan önlenmesi planlandı. Kapıdan geçen İttifak orduları kendilerini Hellfire yarımadasının ucunda, Orc klanlarıyla yüzyüze buldular. Yüksek Elf büyücüsü Alleria Windrunner, efsanevi Dwarf savaşçısı Kurdran Wildhammer ve ünlü şövalye Danath Trollbane gibi isimlerle güçlenmiş olmalarına karşın, bu savaş İttifak orduları için neredeyse ümitsiz bir çarpışma haline dönüşmekte gecikmeyecekti.
Kurak Dreanor düzlüklerinde çarpışmalar olanca şiddetiyle süredursun, Ner’zhul boyut kapılarını açacak ayini bitirmekle meşguldü. Ancak kapılar açıldığı anda kimsenin hesaba katmadığı bir şey oldu ve açılan kapıların inanılmaz enerjileriyle sarsılan Dreanor parçalanmaya başladı. O ana dek insanları uzak tutmak için çarpışan Grom Hellscream ve Killrog Deadeye bir anda dünyalarının sonunun geldiğini anladılar. Peşlerindeki Orc savaşçılarıyla beraber insanların saflarına dalan Orclar, ümitsiz bir delilik içinde kesip biçerek kendilerini Azeroth’a atmayı başardılar.
Fakat insanlar için durum biraz daha farklıydı. Turalyon ve Khadgar iki dünyayı bağlayan Dark Portal’ın Azeroth’u da Dreanor ile aynı akıbete sürüklememesi için bulundukları taraftan yok edilmesi gerektiğini anlamışlardı. Böylece geride kaldılar ve hayatlarını feda ederek Dark Portal’ı Dreanor tarafından kapattılar. Son kurtulanlar da arkalarında çöken boyut kapısından geçip Azeroth’a ayak basarken, evrenin çok uzak bir köşesindeki Dreanor dünyası kıyametten bir sahneyi canlandırır gibi patlayarak sonsuza karıştı.
Lich King’in Doğuşu
Dreanor patlamadan biraz önce Ner’zhul ve takipçileri de bir boyut kapısından kaçmayı başarmışlardı. Ancak kendilerini Twisting Nether’in tam göbeğinde buldular, üstelik Kil’jaeden ve iblis lordları da onları bekliyordu. Kil’jaeden uzun süre ruhunu bedeninden ayırdığı Ner’zhul üzerinde çeşitli işkenceler denedi, sonra da ona yeni bir anlaşma önerdi. Azeroth için yaptığı yeni planlarda kendine verilecek rolü oynarsa yeni bir yaşama kavuşabilecekti. Ner’zhul tereddütsüz kabul etti ve ruhu dev bir buz kristalinin içine hapsedildi. Bu yeni haliyle inanılmaz bir kudret kazanan Ner’zhul yeryüzüne doğru fırlatıldı ve gece göklerinde ışıltılı bir iz bırakarak Northrend denen buz çölünde Azeroth’a düştü.
Ner’zhul düştüğü yerden iradesiyle uzanıp etrafını taradı, bulabildiği ve etkileyebildiği her türden yaratığı etkisine alıp kendine esir etmeye başladı. Ancak ona verilen esas güç The Undead Plague idi ve bunu insan kasabaları üzerinde denediğinde ölüleri rahatlıkla kaldırıp ordusuna katabildiğini gördü. Ölenlerin ruhları ise bizzat ruhunu besliyor, onu daha da güçlendiriyordu. Böylece Ner’zhul iblis lordlarının yakın gözetimi altında yürüyen ölüler ordusunu kurmaya başladı.
Öte yandan Azeroth topraklarındaki tüm Orclar esir edilebilmiş değildi ve bazıları hâlâ tehdit oluşturuyordu. Dragonmaw klanı ve onların büyücü lideri Nekros savaş zamanından ellerinde kalan Demon Soul’un da yardımıyla insanlara saldırmayı planlıyorlardı. Grim Batol bölgesindeki lanetli Wildhammer kalesini mesken tutan Nekros büyük hayaller kurmaktaydı. Ancak büyücü Rhonin liderliğindeki küçük bir savaşçı grubu onu öldürecek ve Demon Soul’u da çalacaktı. Bu eski tılsımın gitmesiyle serbest kalan ejderhalar ise öfkeyle saldırıp Dragonmaw klanını kül ve dumana çevireceklerdi.
Şefin Gelişi
Dragonmaw klanının yok oluşuyla birlikte Orc tehdidi büyük bir oranda azalmıştı. Ancak toplama kamplarındaki muhafız ve komutanların dikkatini çeken başka bir gelişme daha vardı. Orclar her geçen gün daha uyuşuk, daha tembel yaratıklar haline geliyorlardı. Bunun sebebine dair pek çok fikir üretildi, ancak bunların içinde belki de en doğru olanı Archmage Antonidas’tan geldi. O, uzun araştırmalarında Orcları etkileyen iblis büyülerinin farkına varmıştı ve şimdiki ruhsal çöküşlerini uzun zamandır bu büyülere maruz kalmayışlarına bağlıyordu. Orclar damarlarını dolduran iblis büyüleri olmadan boşluğa düşmüş, hayattan kopmuşlardı. Onları yeniden yaşama döndürmek için neyin lazım geldiğini kimse bilmiyordu, ama doğrusu kimsenin umrunda oldukları da söylenemezdi. Bir kişi hariç…
Bir insanın emri altında büyüyen ve her tür konuda eğitilen Thrall özgürlük ateşiyle yanıp tutuşuyordu. Kendini ya da halkından kimseyi köle olarak görmemeyi arzuluyordu, ancak tek başına yapabileceği fazla bir şey yoktu. Onu planlarında kullanmayı amaçlayan sahibi Aedelas Blackmoore’un yanından kaçtı ve uzun bir yolculuğa çıktı. Grom Hellscream’i bulmayı başaran Thrall ondan pek çok gerçeği öğrenecek, önce varisi olduğu Frostwolf klanı liderliğini, sonra da pek çok kanlı savaşla Horde’un savaş şefliği ünvanını alacaktı. Toplama kamplarını basıp ırkdaşlarını kurtarmasına yardım edenlerden biri de Orgrim Doomhammer olacaktı. Doomhammer öldüğünde ona sadece efsanevi balyozunu ve siyah zırhını değil, aynı zamanda büyük savaş şefliğini de miras bırakacaktı.
Scourge’ın Ayak Sesleri
Ner’zhul bilincini Azeroth üzerinde dolaştırıp kendine hizmet edecek uşaklar aramaya devam etti. Buldukları içinde en güçlüsü ise Dalaran yüksek konseyi üyelerinden Archmage Kel’Thuzad olacaktı. İhtiyar mage hayatının büyük kısmını yasak ilimleri öğrenmekle hrcamıştı ve Ner’zhul kulağına vaatler fısıldadığında severek yanına koştu. Ner’zhul ona neler yapabileceğini gösterdi ve hizmetini karşılıksız bırakmayacağını söyledi. Kel’Thuzad üç yıl boyunca insanlar arasında yeni bir din yaydı ve Lich King’i tanrı olarak tanıttı. Bununla da kalmayıp Cult of The Damned’i kurdu ki, bunlar güç ve ölümsüz için herşeyi yapmaya, hatta önce ölmeye bile hazır olan insanlarla doluydu. Kısa sürede sıradan köylülerden rütbeli askerlere kadar her sınıftan insanın aklını çelmeyi, saflarını zenginleştirmeyi başardılar. Bir zaman sonra Ner’zhul bu grubun da yardımıyla hazırladığı planı harekete geçirdi. Okkültistlerin Northrend’in çeşitli kasabalarına sakladıkları tılsımlar birkaç gün içinde çok geniş bir alandaki herkesi önce öldüren, sonra da kaldıran lanetli hastalığı havaya yaydılar. Ner’zhul ordusu Scourge’ın gün geçtikçe büyümesini keyifle izliyordu.
İnsan İttifakı ise tüm bu olanlardan habersiz, politik çekişmelerin gücü altında parçalanıyordu. Çeşitli Elf ve insan liderleri Kral Terenas’ın vergilerini ya da eski hesaplaşmaları bahane ederek anlaşmalarını bozduklarını beyan ettiler. Her ne kadar İttifak zayıf düşmüş gibi görünse de başta Dwarf kralı Magni Bronzebeard olmak üzere pek çok önemli dost yardımını Kral Terenas’tan esirgemeyeceklerini söylediler.
Burning Legion’ın Dönüşü
Uzun hazırlıklardan sonra Ner’zhul yürüyen ölüler ordusunu Lordaeron üzerine saldı. Prens Arthas’ın başını çekti insan güçleri gittikçe büyüyen Scourge’ı durdurmak için ümitsiz bir çaba içine girdiler ki bu ümitsizlik bizzat Prens Arthas’ın karanlığa düşmesine sebep olacaktı. Ner’zhul tarafından kulağına fısıldanan yalanlara kaynağını bilmeden kanan Arthas, halkını kurtarabilmek ümidiyle lanetli kılıç Frostmourne’ı eline aldı. Gücü bir anda inanılmaz biçimde artan Arthas, bunun bedelini ruhunu kaybederek ve düşmanının uşağı haline gelerek ödeyecekti.
Daha önce öldürülen Kel’Thuzad Lich King’e hizmet edebilmek için yeniden diriltilmeliydi. Arthas bunun için onun bedeninden kalanları Quel’Thalas sınırları içindeki Sunwell’e götürdü. Well of Eternity’nin minik bir benzeri olan bu büyülü kaynağa ulaşmak için yolu üzerindeki High Elf ordusunu yok etmekten ve bölgedeki herkesi ordusuna katmaktan da çekinmedi. Sonuçta Kel’Thuzad bir Lich olarak yeniden kalkacak, Elflerin güzel yurdu ise haritadan silinmiş olacaktı.
Kel’Thuzad yeniden yürüdüğünde Arthas ile beraber Kirin Tor’a saldırdı ve orada gizlenen Medivh’in yasak kitabını ele geçirdiler. Bu kitaptaki bilgilerle açılan boyut kapısından geçen Archimonde ve emrindeki Burning Legion binlerce yıl sonra tekrar Azeroth üzerinde yürüdüler.
Bu esnada gizemli bir kahin tüm ırklar arasında dolaşıyor ve onları birleştirmeye çalışıyordu ki bu çağlardır uykuda olan Medivh’in kendinden başkası değildi. Medivh kendisini dinlemeyen ve birleşmeyen ırkları çeşitli hilelerle Kalimdor’a getirdi. Burada Orclar kendilerine Taurenler ve şefleri Cairne Bloodhoof ile bir ittifak kurdular. Ancak iblislerin yeryüzünde yürüyor olması onların damarlarındaki laneti yeniden ateşlemişti ve Grom Hellscream başta olmak üzere pek çok Orc bir zaman için liderleri Thrall’a karşı bile isyan ettiler. Orcların delirdiğini gören Gece Elfleri onlarla savaştı ve bizzat Cenarus karşılarına çıktı, ama katledildi. Yine de Orclar yeniden köle olamayacak kadar uzun süre iblis etkisinden uzak kalmışlardı ve nitekim damarlarındaki kanın sahibi olan Mannoroth ile mücadele ettiler. Thrall ve Grom Hellscream o iblisle yüzleştiler, Grom kendiyle beraber Mannoroth’u da yok etti. Böylece kan paktı bozulmuş, Orclar iblis etkisinden nihayet kurtulmuş ve Hellscream de günahlarının bedelini ödemişti.
Öte yandan Scourge ve Burning Legion kendilerine karşı koyan Night Elf güçlerinin tüm çabalarına rağmen Kalimdor’un bağrındaki Nordrassil’i ele geçirmek için ilerliyorlardı. Bu dev ağaç gücünü köklerini uzattığı Well of Eternity’den alıyordu ve onun ölümü demek, Kalimdor’un ölümü demekti. Büyüyen tehdit karşısında Orc, İnsan ve Night Elf ırkları güçlerini birleştirmek zorunda kaldılar. Son bir çabayla Nordrassil’in içinde yatan saf gücü serbest bırakan İttifak üyeleri, Burning Legion’ı durdurmayı ve yenmeyi başardı. Ancak yaptıklarının bedeli ağır olmuş, Kalimdor kıtası kökünden sarsılmıştı.
Hain’in Yükselişi
Hyjal Dağı’nın etrafındaki son savaşta Illidan da onbin yıldır beklediği zindandan çıkarılmış ve mücadeleye katışmıştı. Ancak gerçek yüzünü göstermesi ve herkese ihanet edip ortadan kaybolması uzun sürmedi. Bulduğu antik bir tılsım ona büyük güç verecek ve iblisvari bir görünüme bürünmesini sağlayacaktı. Ancak yolculuğu bizzat iblis lordu Kil’jaeden tarafından kesildi. Archimonde’un yenilgisine öfkeli olan Kil’jaeden, gittikçe kontrolden çıkan Lich King’in de yok edilmesi gerektiğini düşünüyordu, bunun için de Illidan’a gerçek bir iblis lorduna dönüşme teklifini getirdi.
Illidan derhal kabul etti ve büyülerini kullanarak denizin dibindeki Nagaları kendine yardımcı olmaları için çağırdı. Onların da yardımıyla Sargeras’ın Mezarını bulmayı başaran Illidan, buradan aldığı Eye Of Sargeras adlı eski bir tılsımı kullanarak tüm dünyayı sarsan bir büyü yaptı. Büyü az kalsın buzdan zindanında hüküm süren Lich King’in sonu oluyordu, ama tamamlanamadan Illidan kardeşi Malfurion’ın saldırısına uğradı. Yenilgiye uğradığını ve iblis lordlarının merhamet göstermeyeceğini bilen Illidan için tek çare kalmıştı, bir boyut kapısı açarak Dreanor’dan geri kalan Outlands adlı boyutlar arası bölgeye sığındı, burada intikam planları kuracaktı.
Ancak Illidan bunu yalnız yapmayacaktı, Quel’Thalas üzerinde kalan son High Elf savaşçıları güçlerini artırabilmek için o ve Nagalarla işbirliği içine girecekti. İttifak komutanları için bu şüphesiz ihanet demekti ve kendilerine Blood Elves adı veren bu son High Borne kökenli grup sonsuza dek kovuldular. Illidan’ın ayak izlerini takip ederek Outlands’a varan Blood Elves ve liderleri Prens Kael’thas, onun yönetimini kabul ettiler, böylece de kaderleri mühürlenmiş oldu.
Ölüler Arasında İç Savaş
Illidan’ın büyüsü Lich King’i yaralamıştı ve gittikçe zayıf düşüyordu, bu yüzden de en güvendiği hizmetkârı olan Arthas’ı yanına çağırdı. Ancak Arthas’ın kendisi de Lich King ile beraber gün geçtikçe zayıflıyordu, üstelik bir zamanlar alay etmek için Banshee olarak kaldırdığı Sylvanas Windrunner isyan etmiş ve Scourge içinde bir iç savaşa yol açmıştı. Kendilerine Forsaken düyen bu Undead grubu, eskiden Lordaeron ve Quel’Thalas olan, şimdi ise Plaguelands diye bilinen kıtayı kontrol etmek için savaşıyorlardı.
Yine de Arthas efendisinin yanına vaktinde varmayı başardı ve intikam için dönen Illidan ile Icecrown’ın buzlu düzlüklerinde savaştı. Illidan’ı yenmeyi başaran Arthas, kılıcı ile Lich King’in buzdan tabutunu kırdı ve onun zırhıyla miğferini alarak donandı. Böylece Ner’zhul ve Arthas’ın bilinçleri tek bedende birleşti, Azeroth’un gördüğü en güçlü varlıklardan biri de doğmuş oldu.
Eski Hesaplar
Savaş en sonunda bitmiş, görünüşte İnsan İttifakı ve Horde’un geri kalan kısmı muzaffer olmuştu. Ama bu korkunç bir zaferdi, Lordaeron kıtası tamamen yok edilmiş, yürüyen ölülerin kendi içlerinde çekiştikleri bir mezarlık haline gelmişti. Kalimdor ise baştan sona yeniden kurulması gereken bir harabeydi. Elflerden kalanlar druidism yardımıyla sevgili ormanlarını tamire çalışıyor, Orclar ise Tauren ve Troll müteffikleriyle birlikte yerleşimler kuruyorlardı. İnsanlar ve Dwarflar ise Theramor liman kentini kurmuş, hayatta kalmaya çabalıyorlardı. İnsan, Elf ve Orc arasında nihayet zoraki de olsa bir anlayış ve barış tesis edilmiş gibi görünüyordu.
İşte bu esnada Theramor limanına büyük bir insan armadası yanaştı. İnsan İttifakı’nın lideri olan Jaina Proudmoore’ın babası olan Amiral Daelin Proudmoore kumandasındaki bu armada, Arthas’ın son ve mutlak zaferinden önce Lordaeron’dan ayrılmış, denizde uzun ve zorlu bir yolculuk gerçekleştirmişti. Daelin Proudmoore eski bir savaş kahramanıydı ve Horde için zerre anlayış göstermeye niyetli değildi. Jaina’yı korkunç bir seçim yapmak zorunda bıraktı, ya Orclara karşı onunla beraber, ya da Orcların yanında düşman olarak karşılaşacaklardı.
Jaina için güç bir seçimdi bu, ama tüm olup bitenlerden sonra tüm Kalimdor’u Orc ve İnsan arasındaki yeni bir savaşla sarsmanın bir anlamı olmayacağını anlamıştı. Bu yüzden güçlerini toplayarak Thrall’ın yanında babasına karşı savaştı ve zafer kazandı. O ana dek kazanılan tüm zaferler gibi bu da çok acıydı, baba ve kızı düşman olarak karşılaşmış, topraklar bir kez daha kanla sulanmıştı. Ama Thrall bu özverinin farkındaydı ve sonuçta en azından Kalimdor üzerinde kurulan huzursuz barış daha da sağlamlaştırılmış, Durotan ve Theramor şehirleri arasındaki gerilim azalmıştı.
Ancak yapılacak çok iş, sarılacak çok yara vardı. Ve uzaklarda gücü gittikçe büyüyen Lich King’in gölgesi Kalimdor kıyılarına düşmeye devam ediyordu. Sargeras ise bu küçük dünyada peşpeşe aldığı yenilgileri asla unutacak değildi.