.
Bedevi
“O bir Bedevi!”
Kum tepesinin üzerinde, siyah atına binmiş ve gözleri hariç her yerine siyah kumaşlar sarınmış savaşçı, çok azametli duruyordu. Kalın palasından yansıyan güneş gözlerimizi kamaştırdı. Günlerdir sıcak kum deryasında zavallı arkadaşım Alfonso ve ben -Dante- nereye gittiğimizi bilmeden dolaşmıştık; ve gördüğümüz sayısız seraptan sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; bu Bedevi, hayal olamayacak kadar inanılmaz görünüyordu.
“Ne yapıyor? Bizi mi gözetliyor? Neden bizi kurtarmıyor?” diye sordu Alfonso.
Üst üste kurduğu bu cümleleri sarf edebilmek için ağzında yeterince tükürük olmasına şaştım doğrusu. Ne de olsa henüz iki üç saat önce beni -kanımı içmek amacıyla- öldürmeye kalkışan kendisiydi. Neyse ki tek silahımız olan hançeri ele geçirmiştim de arkadaşımın bir yamyama dönüşmesi şimdilik ertelenmişti. “Sen kurtarılmayı hak etmiyorsun Alfonso!” dedim. Ne kadar ironiktir ki; bunları söylerken çatlayan dudaklarımdan sızan kanları kurumadan yalamanın zevkini çıkarabilmiştim.
“Dostum Dante, hâlâ kızgın mısın bana? Geçici bir delilikti yaptıklarım; sıcaktan beynim sulanmıştı,” dedi.
Güneş yanıklarıyla dolu, derileri kalkmış, kavrulmuş suratına baktığımda alıngan bir ifade görür gibi oldum. Ne yazık ki lafı yapıştıracak kadar enerjim kalmamıştı. Çok susadım. Artık ölümün dinlendirici bir deneyim olacağına kendimi ikna etmiştim ki, şimdi de şu Bedevi çıkmıştı ortaya. Bizim için bir kurtuluş muydu, yoksa bizi köle olarak mı satacaktı? Ne yapacaktı? Bu çöl savaşçıları hakkında anlatılan bütün hikayeler, efsanelerden ibaret. Onları doğru dürüst gören bile olmaz. Zaten birazcık aklı olan, çölden uzak durur; buraya gelmek, ölmeden cehenneme gönüllü girmek gibi.
Peki bizim ne işimiz var bu cehennemde? -Şimdi düşününce çılgınca geliyor- kimsenin gitmediği bu çölün derinliklerine yaptığımız yolculuğun sebebi, efsanelere konu olmuş kadim bir piramidi aramaktı. Artık, başlangıçtaki serüvenci karakterimizi, üç gündür tepemizde uçan akbabaların gölgelerine kurban ettik. Evimin kıymetini sonunda anladım ama biraz geç oldu. Özgür ruhlarımız, duvarları kumdan engin ufuklar olan tavansız bir hapishanede tutsak şimdi.
Başlangıçta bir rehberimiz vardı. Alfonso ve benim, yön bulma konusunda uzman olan rehberimizin varlığından dolayı içimiz rahattı. Ancak yola çıkalı üç hafta olmuştu ki; adam uzmanlığından beklenmeyecek bir hata yaptı: Gece uyurken çizmesini çıkarmış ve sabah içlerini kontrol etmeden ayağına geçirivermişti. Kocaman bir akrebin ayak kokulu çizmeyi kendisine yuva olarak seçeceğini akıl edemedi herhalde. Ayağından sokulunca bir gün boyunca kıvrandı durdu. Bacağından başlayarak bütün vücudu şişti ve morardı. Keşke bünyesi o kadar dayanıklı olmasaydı, hiç olmazsa daha az acı çekerdi.
Rehberimiz ölünce bizim acınası hikayemiz başlamış oldu. Üzerimize çöken dehşetli kum fırtınası hayvanlarımızı ve eşyalarımızı kaybetmemize yol açtı. Sonra susuzluk başladı... Etrafta, özündeki nemi emebileceğimiz bir kaktüs bile yoktu. Denk geldiğimiz iğrenç sinekler bile su bulma içgüdüsüyle gözlerimize saldırıyorlardı. Günlerce dolaştık. Kuzeye, başladığımız noktaya doğru gitmeye çalışıyorduk ama bu içi boşalmış, posa gibi kurumuş halimizle fazla ilerleyebildiğimizi sanmıyorum. Günlerimiz, çölün ortasında uzaktan gördüğümüz büyük su birikintilerinin, yanına gittiğimizde sadece bir hayalden ibaret olduğunu anlamakla geçti. Çok ağladık. Ve kendimizi tuzlu gözyaşlarını bile içmeye çalışırken bulduğumuzda, içler acısı halimize daha çok ağladık.
“Neden öylece duruyor?” dedi Alfonso ilerdeki kum tepesine bakarak. Bedevi ve atı bir heykel gibiydi. Sonunda Alfonso gücünü toplayarak bağırdı: “Heeey! Suu! Su! Suyun var mı? Yardım Et!” Sonra boğazı yırtılırcasına kuru öksürüklere boğuldu. Ölecek sandım. Ancak duygularım bile kurumuş olduğundan ona aldırmayarak Bedevi’ye doğru ilerlemeyi tercih ettim.
Artık ayaklarımın üzerinde duracak halim yoktu. Ben de köpek gibi dört ayak üstünde ilerliyordum. Bedevi hâlâ tepenin üzerinde kıpırtısızdı; yoksa o da mı hayaldi? Derken hemen yanı başımdan bir yaratığın yaklaştığını fark ederek irkildim. Aslında bu Alfonso’nun ta kendisiydi. O da benim gibi emekleyerek çöl savaşçısına doğru ilerliyordu. İki kaplumbağanın yarışı temposunda ilerledik ve hemen hemen berabere bitirdik yarışı.
Bedevi’nin yanına vardığımızda dizlerimizin üzerinde durarak atının üstündeki çöl savaşçısına baktık. Ellerinden anladığım kadarıyla esmerdi. Kafasına ve yüzüne sardığı siyah sarıktan sadece gözleri görünüyordu. Yanımdaki Alfonso iki elini adama doğru kaldırıp sızlanıyordu. Aslında ağlıyordu ama gözyaşı üretemiyordu. Harap hâli ve üstündeki paçavralarla bir dilenciden farkı yoktu. Aslında ben de onun gibiydim.
Bedevi’nin belinden sarkan kalın ve eğimli kılıca gözüm takıldı. Bir vuruşta insanı ikiye ayırabilirdi. Adama, “su vermeyeceksen, bari bizi öldür,” dedim. O şahin bakışlı kara gözlerde bir duygu kırıntısı aradım; acıma, nefret, tiksinti ne olursa ama aklından geçenleri anlayamamıştım.
Sonunda eğerinin diğer tarafından, keçi derisinden yapılma bir su tulumu çıkardı ve önümüze attı. Ben daha uzanamadan Alfonso tulumu kapmış, tapasını çıkarmıştı bile. O kadar gözü dönmüştü ki tulumu kafasına dikip lıkır lıkır içerken ağzının kenarlarından suyun yarısını dışarıya döküyordu. Tepem atmıştı! “Dikkat etsene döküyorsun,” diye uzanmaya kalmadı, Alfonso elini gözüme doğru savurarak, tırnaklarını yüzüme geçirdi. “Bırak pislik, benim o!” gibi bir şeyler haykırıyordu. Aramızda bir boğuşma başladı. İt herif suyu tadınca sanki güçlenmiş gibiydi. Tulumu çekiştirirken suyu hepten sağa sola saçtık. Derken... Hançeri nasıl çektiğimi hatırlamıyorum. Ama üst üste indirdim darbeleri. Hızlı hızlı vurdum. Delirmiş gibiydim, herhalde sıcaktan beynim sulanmış olmalı. Arada su tulumunu bile bıçaklamıştım. Sonradan kanlı ıslak keçi derisini yalarken öğürecektim.
Güneşin battığı yöne doğru baktığımda, Bedevi uzaklaşıyordu.
SON