Gurur
Tel örgüleri dünyayı her hangi bir yerinden ikiye bölüyor, nöbetçiler bu yasak oyunun korkunç güzelliğini her saat başı birbirlerine devrediyorlardı.
Silahlarının haznelerinde geceyi konuşturacak, karanlığı ortasından yaracak çelik çekirdekli mermiler vardı. Dağ taş düşmandı. Karşı tepelerin üstündeki bodur ağaçlar, çamlar birer ihanet, birer tavşan ürkekliğiyle kıpırdıyorlardı. Han nehri ulu bir durgunlukla akıyordu.
Karanlık büyük, baş edilmez kuvvetiyle gözlerimize kadar dolmuştu. Nöbetçiydim. Mum ışığının altında kitap okuyordum. Çadırın önünde ayak sesleri işittim. Tanıdığım bir ses rütbemi çağırdı.
‘‘Teğmenim!’’
‘‘Gir içeri!’’
Nöbetçi çavuşu içeri girdi.
‘‘Söyle!’’
‘‘12-1 nöbetçisi tel örgünün kenarında bir Koreli çocuk yakalamış. Tel örgünün bu tarafına geçmiş.’’
‘‘Nerede?’’
‘‘Dışarıda. Kapının önünde bekliyor.’’
‘‘İçeri getir!’’
Nöbetçi çavuşu çocuğu içeri soktu. Sırtında ince beyaz bir gömlek. Ayakları yaralı çıplak, saçları darmadağınık. On yaşında ya var ya yok.
‘‘Yaklaş!’’ dedim.
Korkarak baktı, kıpırdamadı. Nöbetçi çavuşuna:
‘‘Türkçe biliyor mu?’’
‘‘Biliyor. Dışarıda bizimle konuştu.’’
‘‘Şöyle ışığa gel!’’ kapının kenarına iyice kedi gibi sokuldu.
‘‘Gelsene ulan!’’ Nöbetçi çavuşu ensesinden tuttu, önüme getirdi. Titriyordu.
‘‘Ne arıyordun tel örgünün kenarında?’’
‘‘...!’’
‘‘Sana söylüyorum. Cevap versene!’’
‘‘…!’’
Yatağımdan doğruldum. Bir adım geri çekildi. Alt dudağı titriyordu. Gözlerinin bulutlandığını gördüm. Dokunsam ağlayacaktı.
‘‘Korkma oğlum. Sana bir şey yapmayacağım. Söyle niçin bu tarafa geçtin? Biliyorsun bu tarafa geçmek yasak.’’
‘‘…!’’
Çavuşa:
‘‘Ara şunun üstünü!’’ dedim. Cebinden boş bir kibrit kutusu, kirli bir mendil, paslı bir çakı çıktı. Çakıyı gösterdim.
‘‘Bu ne?’’
‘‘…!’’
Bağırdım:
‘‘Konuşmazsan seni hapsederim!’’ Ellerini ince gömleğinin üzerinde birleştirdi. Boynunu eğerek çavuşa baktı. Çavuşa:
‘‘Çık sen!’’ dedim. Çavuş çıktığı an bağırdım.
‘‘Dövdüler mi sen? Söyle!’’
‘‘ Hayır’’ dedi. Gözlerine baktım. Gözlerini benden kaçırdı, çıplak ayaklarının ucuna dikti. Bir müddet sustuk. Sonra bir an gözlerimiz karşılaştı. Gülmek istedi cesaret edemedi, gülmekle ağlamak arasında bir tik ağzının kenarında seğirdi.
‘‘Adın ne senin?’’
‘‘Hi.’’
‘‘Bu köyden misin?’’
‘‘Değil.’’
‘‘Anan baban var mı?’’
‘‘Yok’’
‘‘Kimin yanında kalıyorsun?’’
‘‘Mamasan Çong-ca’nın.’’
‘‘Para veriyor mu sana?’’
‘‘Askerlere evin yolunu gösterirsem veriyor’’
‘‘Ben sana bir dolar versem?’’ Tekrar gülmek istedi. Gözleri ısındı. Deminki tik gevşedi, yüzüne yayıldı. Şimdi çirkin bir köpek yavrusuna benziyordu.
‘‘Gerçekten verir misin?’’
Döndüm. Yatağın başında asılı ceketime uzandım. Para cüzdanımı ceketimin ön cebinden çıkardım. Çadırın içine rüzgar doldu. Baktım, kaçmış. Dışarı fırladım. İlerdeki nöbetçi askere seslendim.
‘‘Hey! Nöbetçi!’’
‘‘Buyur komutanım.’’
‘‘Çocuk kaçtı. Yakalayın!’’
Gecenin içinde koşuşmalar oldu, asker postalları toprağın üzerinde takırdadı, sesler duyuldu. Biraz sonra çocuğu yaka paça getirdiler. Beyaz gömleğinin üzerinde taptaze kan lekeleri vardı. Nöbetçinin elinden bileğini kurtardı, burnunu sildi. Burnunun ucu, ağzının kenarı kan oldu. Eli kanıyordu. Nöbetçi, nefes nefese konuştu.
‘‘Tel örgünün üzerine düştü. Ayağından yakaladım. O bir yana geçmek için çabaladı. Fakat kurtulamadı.’’
Biraz önce cebinden çıkan kirli mendilini önüne attım.
‘‘Al, sil yüzünü.’’ Mendili aldı. Kanayan eline sardı.
‘‘Niye kaçtın? Ben sana para verecektim.’’ Vahşileşti, gözlerini kısıp bağırdı:
‘‘Yalan söylüyorsun. Vermeyecektin.’’
Nöbetçi tartaklamak istedi.
Cebimden bir sigara çıkardım, kağıdını yırtıp, tütünü avucuma boşalttım.
‘‘Uzat elini!’’
Kanlı avucuna tütünü bastım. Haykırdı.
‘‘Bak, dedim, bu tarafa niçin geçtiğini söylemezsen seni hapsederim. Ellerine kelepçe vururlar. Belki de seni kurşuna dizerler.’’
Yüzüme bakıp ciddiyetimi ölçmek istedi. Dimdik baktım.
‘‘Açtım.’’ Dedi.
‘‘Yalan söylüyorsun.’’
‘‘Vallah!’’
‘‘Gecenin bu saatinde ne bulucaktın?’’
‘‘Ekmek!’’
‘‘Ekmek mi?’’
‘‘Ekmek ya. Akşam aşçı bizim tarafa atarken, bu tarafa düştü.’’
‘‘Ne tarafa?’’
‘‘Sizin tarafa. Tel örgünün kenarına. Boş bira kutularının bulunduğu yere.’’
Akşamları aşçılar artan yemekleri, ekmek parçalarını, meyve kabuklarını tel örgünün öbür tarafına atıyorlar, bir sürü çocuk, kadın, erkek, bunları daha hava iken kapıyorlar, kavga ediyorlar, ortalığı anlamadığınız bir dilin gürültüsüyle dolduruyorlardı. Her akşam doymuş birkaç aşçıyla aç bir sürü insanın oyunlarını görüyorduk.
Nöbetçiye seslendim. Ekmeğin yerini tarif edip, aramasını söyledim.
‘‘Elin acıyor mu?’’
‘‘Acımıyor.’’
Nöbetçi gelene kadar tek kelime konuşmadık. Nöbetçi bir tarafından iştahsız bir ağzın ısırdığı büyükçe bir ekmek parçasıyla içeri girdi, ekmeği masanın üstüne bıraktı.
‘‘Bir daha bu tarafa geçme. Vururlar seni sonra.’’
Nöbetçiye:
‘‘Götür tel örgünün öbür tarafına bırak.’’ Dedim. Masanın üstünden çakısını, boş kibrit kutusunu aldı, yüzüme bakmadan, nöbetçinin önünde dışarıya çıktı. Arkalarından baktım, nöbetçinin süngüsü parlıyor, çocuğun ürkek gölgesini aydınlatır gibi oluyordu
‘‘Hiiii!...!’’ diye bağırdım. Durdu geriye baktı.
‘‘Ekmeğini burada unuttun.’’
Kırgın, ince bir sesle:
‘‘İstemiyorum’’ dedi, ‘‘senin olsun.’’
Han nehri ulu bir durgunlukla akıyordu…