Not: Benden daha önce hikaye okumuşları şaşırtmak adına pek çok şey başarıyor bu öykü. Çünkü bu defa sanat kaygısıyla değil de, aklıma esen bir eğlence esintisiyle yazıverdim. EheGece 11 suları. Çevre işlenen suça rakip olacak kadar karanlık. Alınan ihbar kadar önümüzdeki ceset de halka açık.
“Nasıl ölmüş?” diyorum gereksiz yere. Elinde bir tebeşir tortusuyla etrafını çeviriyorlar. Şöyle bir göz ucuyla bakıp karanlıktaki gözlerimi memuruma çeviriyorum. Korkuyor, görüyorum.
“Ezilmiş komiserim.”
Öyle. Bu zavallıyı her kim ezmişse vücudundaki en ince kitin tabakasına kadar duvara izini çıkarmış durumda. Duvardaki badananın bir parçası artık o. Mezarı da beşiği de…
Etrafını tebeşir tortusuyla çeviren başka bir memurun oldukça zorlandığını görüyorum. Altı elini de bu işe seferber etmek zorunda gibi duruyor. Tüm o sarımsı yaşamsal salgı hepimizi titretecek denli net biçimde kurbanın çevresini süsleyerek parammmmmparça cesedi Müslüm Baba’ya selam ederek taçlandırıyor. Oraya bakarken ‘sıra sizde!’ mesajını görür gibi oluyorum. Önemsememeye çalışıyorum, ama elbette ki olmuyor.
Her yaz olduğu gibi salgıya susamış katillerimiz o koca cüsseleriyle masumları bir yerlere yapıştırmaya devam ediyor. Onları eziyorlar, havada tokatlıyorlar. Giderlerden suyla sürüp, dişilerinin çığlığıyla sağır ediliyorlar. Her yaz ama her yaz aynı manzara… İhbarları dinlemeye bile gerek yok, biz sadece cesedi kaldırmaya giden mezarlık görevlileri gibiyiz. Suç var, ceset var ama adalet yok.
“Suç aletini biliyor muyuz?”
“Emin değiliz ama…” Tereddüt ediyor. Ona doğru dönüp altı gözümle birden dikkatle bakıyorum. Altı gözün en büyük avantajı herhalde karşınızdakini altı farklı açıdan görebilmeniz. Bir açınız ona acırken bir açınız halinden zevk alıyor. Ama benim otoriter yanım şu an tüm açılarımı ele geçirmiş olacak ki her biri ayrı telden çalamayıp, 400 bin gözcüğe eşdeğer eşsiz görüşümü bu genç dişide, tek manada odaklamama neden oluyor: sabırsızlık.
“Şey,” diye başlıyor söze. Sadece ışığı algılayıp şekil seçmekten yoksun gözlerini maktulün etrafını sarmış kalabalığa dikiyor. “Olay yeri inceleme terlik olduğundan şüpheleniyorlar komiserim. Cesette hiç kutucuk izi bulamadılar, sinek raketi olamaz.” Şiddetle ön ayaklarımı kullanıp başımın üzerinden geçirerek kaşınıyorum. Sinek raketinin düşüncesi vücudumdaki milyarlarca tüyü diken diken edip kara kürkümü kabartıyor. Onlar… İnsanoğlunun en korkunç icadı olan o şey bedenlerimizi parçalayıp, suç aletinin sevimli kutularını cesedin üzerine kanlı bir sırıtış gibi bırakıyor! Ön dişleri dökülmüş çirkin yavruları gelip son kasılmalarla titreşen uzuvlarımıza aldırmayarak bedenlerdeki kutuları birbirlerine göstererek gülüyorlar. Ama öldürmedeki yaratıcılıkları bununla da kalmıyor. Gençleri o bir parça ışığı engellemek için beş uzantılı uzuvlarını havada savurarak ne canlar alıyor… Bir zamanlar aldığı darbe sonucu beyin sarsıntısı geçirip bir daha düz uçamayan bir meslektaşım vardı. Eğer o tokada maruz kalmasaydı o da şimdi pek çok karasinek gibi omuzlarımda taşıdığım sorumluluğun bir parçası olabilir, etraftaki sıradan sineklerce ‘komiserim’ diye haykırılarak etrafında koşuşturulabilirdi. Olmadı…
“En azından hızlı ve acısız ölmüş.” diyorum, ben de şimdi dişinin baktığı yöne bakarak. Yanımda hayli küçük kalan cüssesini kenara itip kurbana doğru ilerliyorum. Açık pencereden gelen sesler hayli sıklaşmış. Uzaktan birkaç genç sinekle bir kırkayak seçiyorum. Her ayağı ayrı oynuyor oynak heriflerin. Dansöz misali kıvıra kıvıra ceset etrafında gezinip çene çalıyor. Bir uğurböceği gelip duvarın üstünden bakacak gibi oluyor, ama hemen yükselen ıslıklar onu orada tutacak gibi değil. Ön ayağımı sertçe kaldırıp bağırıyorum.
“Kesin şunu terbiyesizler! Ölüye hiç saygınız yok mu?”
Cesede şöyle bir bakarken diğerlerinin seyircileri ‘gösteri bitti!’ Amerikan klişesiyle uzağa sürdüklerini görüyorum. Sarı-siyah üniformasıyla bir arı topladığı çimenleri getirip olay mahallini çevreliyor. Artık sadece biz varız. Ama gece duracak gibi değil. Antenlerimde huzursuz bir kıpırtı hissediyorum. Onlar titreşip gelen mesaja cevap vermem için kafamı sarsarken duymazdan geliyorum. Fakat sonra mesajın kendi memurlarımdan geldiğini anlayınca cevap vermek zorunda kalıyorum. Vermez olaydım!
Saat 01.00. Karanlık evde en can alıcı yöne doğru uçuyoruz. En önde çalımlı slalomlarla başı çekerek arkamdaki bu cesur kanatlılara net görüşümle yol gösteriyorum! Ölü türdeşimizin ardından salonda parçalanmış bir kırkayak, lavaboda ise hunharca köşeye sıkıştırılarak öldürülmüş bir kakalak var. Özel kuvvetlere saldığım haber çabuk netice vermeseydi şu an uçuş güzergâhımızda olmak yerine, bir geceyi daha adaleti sağlayamadan kafamızı yuvaya sokmanın utancını yaşıyor olacaktık. Ama bu gece son! Ölmek var, dönmek yok! Tüm sivrisinek özel timi, iğnelerini o habis derilere batırarak bu cinayetlere bir dur demenin yolunu açıyor.
Sağa dönüyoruz. Hedef şimdi tam karşımızda. Yatak odasının kapısı açık. Odaya girdiğimde ilk iş içgüdüsel olarak başımı kaldırıp tavandaki öfkeli tanrıya bakmak. Orada, biliyorum. Orada ve bizi çağırdığı anda yapabileceğimiz hiçbir şey. Bu da yetmezmiş gibi her tehditte ona sarılan devlerin elinde oyuncak olmuş durumda. Kahpe! Ondan utanıyorum ve onun köleliğinin bizi durdurmasına izin vermeyeceğim. Bu nedenle yola çıkmadan önce tüm ekibi öfkeli tanrıya bakmamak konusunda uyardım. En ufak bir kırıntısına bile kapılmadan, onun büyüsü altında yanmamaya ant içtiler. Yalan… İnanmıyorum.
Böylece başımız dik, artık intikam vızıltıları atarak dalıyoruz odaya. Koca gövdelerin yan yana yattığı düz yuvaya dalıp iki bedenin duyma organları etrafında dört dönüyor. Memurlarım vızıldıyor, özel tim ise doğru anı kollayarak insanlarla it dalaşına giriyor. Öfkeli bir bağırtı, bir lanet ve ancak bir kadına ait olabilecek bir ses yükselip kollar havada uçuşmaya başlıyor. Birkaç adamımın o tokatlarla sersemleyip sendelediğini görüyorum. Pes etmiyorum!
“Yılmayın! Adalet için savaşın!” diye var gücümle vızıldıyorum. On kişilik grubumuz var gücüyle insanların başına üşüşüyor. Birkaç özel kuvvet sivrisineğinin perde altından sızan ay ışığında parıldayan iğnesini görüyorum. Bir, iki üç ve hars! İğneler ete batıp kırmızı sıvıyı vakumluyor. Başaracağız! Bu defa olacak! Ben de en irileri olarak alınlarına, burunlarına, hatta dudaklarına konup onları delirterek dikkatlerini onlardan uzağa çekiyorum. Olacak!
Derken…
Beş uzantılı uzuv uzanıp öfkeli tanrının kapağını açıyor. İşte, yine oldu! Onun güzeller güzeli öfkesi bizi yakıp tüketmek için, bir güneş gibi tavanda doğuyor. Sadece ışığı algılayan ilkel gözler ona doğru dönüp sus pus oluyor. Bir sinekliğin acı kırbaç gibi şaklayarak adamlarımı indirdiğini görüyorum. Ama diğerleri bunun farkında mı? Değil… Onlar saf bir kayıtsızlık ve huşu içinde yükseliyorlar. Her biri o kör edici parlaklığa doğru uçmaya başlayarak verdikleri sözden dönüyor.
“Gitmeyin!” diye bağırmak istiyorum, olmuyor. Başımı kaldırıp oraya bakamıyorum bile. Gözlerimi yummuş, 400bin gözcükten oluşan görüşümü kendi karanlığıma boğmuş şekilde körlemesine uçmaya başlıyorum. Arkamda bir sivrisineğin yalpalayan kanatlarını duyuyorum. İşte! Yukarıdan acı tıslamalar geliyor. Yüzeyine konan aptallar önce bacakları, ardından tüm bedenleri yanarak zevk içinde ölüyorlar. Öleceklerini bile bile büyünün etkisinde ona doğru süzülmeye devam eden diğer ahmaklarsa henüz hayatta. Çok kısa bir süre için…
Gözlerim kapalı. Kanatlarımda derman kalmayınca kadar körlemesine uçuyorum. Arkamdaki sivrisineğin bu işe bir son vereceğine dair komik bir umudum var. Birbirimizi hissediyoruz. Bu tuzağa bir daha düşmeyeceğiz. O biraz sonra bir ten açıklığı yakalayıp iğneyi sokacak ve bu insan denilen yaratıkları günlerce sürecek hatır hutur kaşınmalara terk edecek! Ben… Bense bu kutlu zaferde başı çeken komutan olarak benden sonra gelenlerin ağzında, dilden dile aktarılan bir isim olacağım. Ne isim ama! O isim ki nesillerce konuşulup ağızlara alınırken saygılı salgılar akıtılacak. O isim ki analar oğullarına bu adı verip benim gibi olmaları için huşu içinde başlarını eğecek! O isim ki…
Son acı tıslama duyuldu. Artık sadece iki kişiyiz. Yukarıda halen daha kıpırdanmalar var ama onların sinek olmadığından eminim. Işığı gören başka böcekler aynı basiretsizliği göstererek içeriye dalmış durumda. Bense sol yanımdan gelen ıslıkla hayatımın hatasını yapmak üzereyim: gözlerimi açmak… O ıslık öyle bir hızla yaklaşıyor ki zıt yöne kanat kırıyorum, kıl payı kurtuluyorum. Bir daha geliyor, yine kaçıyorum. Gölgesinden büyük bir şey olduğu belli, ama ben de kolay lokma değilim hani. O savruluyor, ben kaçıyorum. Ben kaçıyorum, o savruluyor. Ama sonunda öyle bir teğet geçiyor ki gözlerimi bir hataya düşüp açıyorum. Ve açtığımda… Allahım! O nasıl bir güzellik! Tüm gözlerimden sızan ışığı ki tüm larvalarıma bedel! Büyük, yuvarlak yüzeyine, tüm bedenimi kor ateşinde, diri diri yakmasına kurbanım! Al beni, diyorum içimden. Al beni ki sana layık olup alevlerinde huzur içinde yanayım.
Islık çalarak gelen şey neydi, unuttum gitti. Bir umutla, aşkla ve tutkuyla yükselip yukarıdaki alev topuna doğru uçuyorum. Kanatlarım yanacak, gözlerim aşkından kör olacak ama nafile! Ben onun kudurtan suyundan içtim artık! Uçuyorum, uçuyorum ve uçuyorum balıketli bedenine. Ta ki…
Hain, uzun ve etli bir gölge koparıyor bağımızı. Tam o anda neler olduğunu anladıysam da bir kere daha insan kazansın diye iniyor aşağıya cellât terlik. Duvarda patlayışını hayal meyal duyuyorum. Kime ne? Benim sağ kalan tek gözüm tavandaki ışığa bakarak son ferini de söndürüyor.
***
İstanbul, 00.00 – Başka bir yer
Tavandaki yeşil kanatlı her neyse adını bilmiyorum ama benim uyku sersemi gözlerim doğru görüyorsa bu mendebur benim açık ışığın etrafında fır dönüyor. Ben yatakta ter içinde, uyumakla uyumamak arasında gidip gelirken o adeta buna kur yapıyor. Beni yak, kendini- amaaan ne diyorum ben! O değil de şimdi ben bunu nasıl öldürsem? Tavana doğru terlik fırlatsam çok ses çıkartırım, bizimkiler odayı basar. Sonra vır vır vır, susmayacaklar. Ne atayım? Elle kış kış yapsam? Aslında orda sabit duruyor ya şimdi, ben bunu tüfekle vursam…
Ha?
Tüfek mi? Oha! Çok fazla Torchlight oynuyorum. Uyu kızım sen, uyu.