Rosemary kendimi sınamak için, biraz da son zamanlarda okuduğum ve izlediğim şeylerin bünyemdeki yaratıcı kısımları aktive etmesiyle beraber oluşmuş bir hikaye. Azıcık Adramelech'in Gölge hikayesinden esinlenmiş olabilirim yazım tarzı olarak, biraz da Sherlock Holmes'un geçtiği zamanların etkisi var. Konseptin yanlış anlaşılmaması için pilot bölümümüz iki bölüm birden şeklinde olacak =)
--------------------------------
Günümüz..."RAVEN!" Bir kadının kızgın sesi gürledi yemek salonunda.
"Buyrun hanımım?" Uzun siyah saçları düzgünce toplanmış bir adam yavaş adımlarla odaya girip, başı öne eğik sessizce durdu.
"Bu ne?!"
Adam hafifçe gözlerini yukarı çevirip, kadının gösterdiğine baktı; kahvaltısı için hazırladığı yumurtaydı bu. "Kahvaltınız için hazırladığım yumurta, hanımım."
Masadaki tabağı bir anda yüzünde buldu adam; desenli ince porselen tabak yere düşüp tuzla buz olurken, yanaklarından akan yumurtaya hiçbir tepki vermedi. Yüzü mahçup bir ifade takınmıştı ve olduğu yere büzüldü iyice. "Sizi hoşnut etmeyen nedir, hanımım?"
"Peynirli istemiştim. PEYNİRLİ!" Kadın, sertçe masaya vurdu elini. "Bu o kalın kafana ne zaman sokacaksın?!"
"Bir daha olmayacak. Hemen istediğiniz gibi yenisini hazırlıyorum hanımım. Kendimi size affettirmek için başka ne yapabilirim?"
"Krep. Ekstra vanilya ve çikolata sosuyla. " Uzun, manikürlü tırnaklarını çenesine dayadı bir an, yeşil gözleri adamı süzdü. "Diz çök." diye emir verdi. Adam gözleri hala yere çevrili bir biçimde dizleri üzerine çökerken kadın sakince ayağa kalktı, adama doğru yürüdü. Topukları ahşap zemin üerinde takırtılar çıkarırken, adam korkuyla titredi. Kadının bordo ojeli tırnakları sertçe kulağını kavradı ve yere doğru ittirdi adamın kafasını. "Ye."
"Hemen, hanımım."
Adam itaatkar bir biçimde yerdeki yumurtayı yerken, kadın adamın kafasına topuğuyla bastırmaya devam etti. Tatmin olduğunda elleri adamın arkadan toplu saçını kavrayıp çekti ve yüzüne baktı. "Umarım bu sana bir ders olmuştur, pet."
Adam korkuyla başını salladı ama bir yandan kızıl saçlı kadının porselen bir bebeği andıran yüzünü bu kadar yakından görebildiği için gülümsemeden edemedi. Nitekin kadın düşüncelerini sezmiş, okkalı bir tokatla ödüllendirmişti onu. "Acele et. Mutfağa, şimdi! Açım." Adamın saçlarını bıraktıktan sonra çizmesinin ucuyla poposunu tekmeledi.
Çabucak toparlanarak ayağa kalkan adam hızlı adımlarla mutfağa yollanırken kadının arkasından "Kahvemi unutma!" diye bağırdığını duyabiliyordu.
Kadın kıkırdayıp masaya geri döndü, üzerine tereyağı sürülmüş ekmeği kemirirken, kenarda duran kitabı kurcalamaya devam etti.
"Fazla sert davranıyorsun ona." diye geçti aklından bir an. "Ama bunu hak etmişti, hem, bundan hoşlanıyor biliyorsun." "Belki, ama bu yaptığını onayladığım anlamına gelmiyor." "Lütfen, o da ölecek diğerleri gibi. Benim elimden ya da bir kazadan olmasa bile, maksimum 80yıl. Bizimkine oranla yaşadığı bu kısa süreyi onun için çekilebilir hale getiriyorum, daha ne yapabilirim? Barınacak bir evi, yiyebilecek yemeği, özel tasarım giysileri var. Bana hizmet ettiği için minnettar olmalı." "Eminim oluyordur Mary."
Çok geçmeden Raven sıcacık bir tabak peynirli yumurta koydu kadının önüne, kocaman bir kupa kahve hazırlamıştı ve hemen ardından çikolata sosuyla tatlandırdığı krepler hazır bekliyordu. Tüm tabakları özenle süslemişti adam kendini affettirebilmek için.
"Afferim..." Mary gülümseyerek hafifçe okşadı adamın kafasını. "Çekilebilirsin."
Adam başını sallayarak onayladı ve kadını kahvaltısıyla baş başa bıraktı. Kırmızı bir kurdele ile bağlanmış rulo halindeki gazeteye uzandı, kahvesinden koca bir yudum alırken haberlere göz gezdirdi. Belki bugün. . . belki bugün bulabilirdi bir ipucu. . .
***
Siz insanların yaşayabileceğinden fazlasıyla uzun yaşadım. Bilmiyorum, garip geliyor bana, doğuyorlar, büyüyorlar, ölüyorlar? Ben de doğdum. Hem de iki kere. İkisi de birbirinden önemliydi benim için.
Fiziksel doğumum 1832'de, Kuzey İrlanda'nın ufak bir kasabasında oldu. Orta halli bir çiftçinin karısıydı annem. Uzun, buğday sarısı saçları vardı, fakat ben muhtemelen babama çekmiştim ki saçlarım o kadar açık renkli değildi. Ne annemin adını ne de annemin bana verdiği adı hatırlıyorum şu an. Ama muhtemelen güzeldi, çünkü güzel bir kadındı annem.
Babamı tanımaya hiç fırsatım olmadı. Ben iki yaşındayken bir gün hasatı şehre götürmeye çıktığında, bir grup hırsızın hedefi olmuştu. Büyük kıtlık vardı o sıralar, daha dikkatli olması gerekirdi zavallı babamın. Gözlerini bile kırpmadan deşmişlerdi adamın bedenini, bir çuval gibi kenara atmışlardı sonra, at arabasını ise alıp götürmüşlerdi. Cesedi bir kaç gün sonra aynı yolu kullanmakta olan bir komşumuz bulmuştu. Zavallı annem, ne yapacağını bilmez bir biçimde öylece oturmuştu günlerce mutfakta. Daima lahana kokan yan komşumuzun bana baktığını hatırlıyorum, bana yemek yedirmeye çalışıyordu.
Kendini toparladıktan sonra büyük annemin yanına göç etmeye karar vermişti annem, beni apar topar İtalya'ya götürdü. Bologna'nın ücra bir köşesindeki ufak bir kasabaydı büyük annemin yaşadığı yer. Yoğun Hıristiyan bağnazlarının bulunduğu, etrafı ufak ufak kiliselerle çevrili bir kasaba. İlk adımımı attığımda ürkünç gelmişti, hatırladığımda hala ürkerim. Garip, iki yaşında bir velet olmama rağmen, hatırlıyorum çoğu şeyi. Mesela, papazların vaazları sokakta yankılanırdı hep, annemi gördüklerinde fısıldaşmalar başlardı. Ve çok geçmeden nedeni de anlaşıldı.
Ben dört yaşımdaydım ve annemin güzel kokusunun yerini artık yanık et kokusu almıştı. Bir anda başka bir ülkeden göç eden bu kadın nasıl iyi bir hıristiyan olabilirdi! Şeytandan çocuk peydahlamıştı! Dokunduğu verimli toprak ölüyor, su aldığı kuyular kuruyordu! Yakılmalıydı bu cadı evet! Hatta minik piçini de yanında yakmalıydılar!
Ama hayır, annesinin yakılışını gören bu minik kız, büyüdüğünde çok iyi bir hıristiyan olacak, kendini kapattığı kilisede ibadetlerle doğru yolu bulacaktı. Nitekim annemin ölümüne dayanamayan büyük anneme inme indi ve kendine bile bakamaz duruma geldi, bu durumda ben ya yetimhaneye gidecektim ya da beni bir manastıra yollayacaklardı.
1846'ya kadar, Bologna'da büyük bir manastıra bağlı bir yetimhanede kaldım. 14yaşındaydım artık, Tanrı'nın yolunda yürüyor, sürekli dua ediyor, günlük işleri yapıyor ve yaşadığım her güne şükranlarımı sunuyordum. Böyle çalışmaya ve ibadet etmeye devam edersem, bir gün baş rahibe olabileceğim konusunda beni yüreklendiriyordu rahibeler, bana gülümseyerek bakıyorlardı, örnek bir çocuktum çünkü.
Ta ki, o yaz, kiliseye gelen siyahlar içindeki bir grup adam ile tanışana kadar.