Gemisinin rotasını bir kez daha kontrol etti. Doğru yolda olduğundan emin olmak istiyordu; geç kalmaya tahammülü yoktu. Kayıp olarak addedilen rıhtımdan çok uzun bir zamandır uzaktaydı ve oraya geri dönmeyi iple çekiyordu çünkü...
Anlaşmanın kendi payına düşen kısmını tamamlamıştı. Yıllar boyunca süren matem, bitmek tükenmek bilmez bekleyiş nihayet son bulmuştu. Mücevherlere tekrar dokunabilmek o müthiş hikayeleri, şiirleri yeniden duyabilmek istiyordu. Rıhtıma ilk ayak bastığı gün canlandı gözünde. Mürettebatına gemide kalmalarını ve kendini beklemelerini söylemişti. Çünkü bu hazineye tek başına sahip olmak istiyordu. İlk dokunan ilk hisseden olmak. Sonrasında mücevherlerin büyüsüne kapılınca mürettebatına kendini rıhtımda bırakmalarını ve oradan ayrılmalarını emretmişti. Bundan zerre pişman değildi lakin sonradan işler biraz garipleşmişti. Rıhtımda yalnız olmadığına dair bir his kaplamıştı içini bir süre sonra. Ağaçlar fısıldaşıyorlardı her gece. Ay, bazı günler daha parlak ve efsunlu görünür oldu gözüne. Karnını doyurmak için ormana girerdi arada sırada bizim kaptan.
Mücevherlerin olduğu sandığı da sahilde, kendi yaptığı tahta barakanın altındaki gizli bir bölmede saklardı. Ormana her girişinde içini bir korku kaplar ve mücevherlerin kaybolacağına dair bir kuşku baş gösterirdi zihninde. Ama yiyecek ve içilebilir su bulmak zorundaydı. İşte böyle zamanlar orman daha bir puslu olurdu, sanki kendi paranoyası yeterli değilmiş gibi. Yine bir gün ormanda meyve ve su aramaya çıkmıştı. Üstelik bu sefer sahilden hiç olmadığı kadar uzaklaşmıştı. Ormanın sessizliği dikkatini dağıtan bir büyü gibi sarmıştı etrafını. Serin bir rüzgar, aldı envai çeşit yaprağı ve raks etti havada bir deniz kızı silüetinde. Sonrasında yaşlı ve aksi bir ses gerçekliğe çekti onu.
Sol tarafındaki ne idüğü belirsiz ağacın köklerinde oturmuş yaşlımı yaşlı ağzında diş kalmamış bir kadın, bir gözünü kısmış diğeriniyse kocaman açmış kendine bakıyordu. Kadın: “Sana diyorum sana efendi!” diye seslendi tekrar. Kaptan bir hışımla geriye doğru çekilip kılıcını çekti ve bu ani şokun etkisinden sıyrılarak konuştu: “Sende hangi şeytansın, kendini tanıt!” Kadının yüzünde kurnaz bir gülümseme belirdi. Ve yanıt vermeside hiç gecikmedi: “Buralarda bir balıkçı karısıyım ama rıhtımdakiler bana Fırtınakıran der.” Kaptan gırtlaktan gelen derin sesiyle bir kahkaha patlattıktan sonra: “Burada bizden başka hiç kimse yok kadın.” diye hayıflandı. Kadının yüzünde bu sefer ne olduğunu anlamlandıramadığı bir ifade belirdi. Kadının gözleri kayboluyordu adeta yüzünü eşkittikçe. Sonrasında konuştu balıkçı karısı ve dedi ki: “Sen öyle san saftirik, buralar kadim yazarların bilge ozanların mekanıdır. Hem şimdi söyle bakayım asıl sen kimsin.”
Kaptan bir yandan kadının söylediklerini düşünürken bir yandan da sakalını kurcalıyordu. Sonunda kadının bekleyen gözleri onu koşuşmaya sevk etti: “Ben yedi denizlerin en korkulan, en namlı korsanıyım. Şimdi çabuk kaybol gözümün önünden yoksa seni tabancamla vururum. Hem adamlarımda birazdan burada olurlar bilmem siz ozanlar korsanlar hakkında ne biliyorsunuz ama pek de dost canlısı olmadığımızı belirteyim.” Yaptığı blöfü daha inandırıcı kılmak için bir süre sert bir şekilde gözünü kırpmadan kadına baktı. Kadının verdiği tepkiyse kaptanın beklediğinden pek bir farklı oldu. Sinirlenmişti belli ki ama kaptanında geri adım atmaya niyeti yoktu ve sonunda kadın kısık ve kararlı bir sesle konuştu: “Ahh tabii biz korsanları iyi biliriz sonuçta buraya gelmeye çalışır bir çoğu ve çok azı bulabilir kaybolmuş rıhtımı. Sorun şu ki; pek nadir bir yetenektir zaten kaybolmuş bir yeri bulmak. Söylesenize kaptan yetenekli misinizdir?”
Kaptan alaycı bir gülümsemeyle: “İstersen bunu mürettebatım da buraya teşrif ettiklerinde konuşalım. Hem sorgulamış olursun kendini balıkçı karısı yada Fırtınakıran artık her ne haltsa ne kadar iyi tanıyormuşsunuz bakalım!” Kadın umursamaz bir tavırla arkasını döndü ve zıpladı. Evet zıpladı hemde öyle bir zıpladı ki göklere kadar yükseldi ve sonunda bulutların arasında kayboldu. Kaptan kafasından lanet şapkasını çıkardı ve yaşadıklarını anlamlandırmaya çalıştı. Tabii ki bu gördükleri gerçek olamazdı. Birden önceden hissettiği yalnız değilmişlik hissi tekrardan şişirdi içini. Öte yandan kadının söylediğine göre ormanda yaşayan insanlar vardı. Sonunda sahile, barakasına dönüp bir plan yapmaya karar verdi. O gece pek rahat uyuyamadı ve envai çeşit kabuslarla terletti rıhtım onu.
Ertesi gün uyanır uyanmaz bir şeyler atıştırıp bir iki yudum su içti ve ağaç yapraklarından ve çeşitli hayvanların derisinden yaptığı yatağını kaldırdı. Hemen yatağının altındaki bölmeden sandığı çıkarıp mücevherleri dinlemeye başladı. Sonra mı? Sonra mücevherleri bir kenara bırakıp sakin kafayla bir plan yapmaya koyuldu. Belli ki burası sandığından daha büyülü bir yerdi. Ve yine belli ki aynı zamanda burada yalnız da değildi. Ayrıca evvelsi gün karşılaştığı kadın büyük ihtimalle gerçekti çünkü yaşadıkları oldukça gerçekçiydi. Hem zaten kadının da aslında olduğunu idda ettiği kişi olduğuna inanmamıştı.
O cadı belli bir nedenden ötürü görünmüştü belkide kendisine. Kaptanın zihni bu düşüncelerle çalkalanırken. Sırtında hissettiği batma hissi adeta kalbine indirecekti. Hemen ayağa kalktı ve sıçrayarak bağırdı: “Sen de kimsin be adam!” Karşısında elinde uzun tahta sopasıyla genç bir delikanlı duruyordu. Adam konuştu: “Ehe efenim ben Lordmuti. Dün Fırtınakıranla sohpet ediyordukda bana senden bahsetti. Bende kendi gözlerimle bir göreyim dedim. Ha tabii seni böyle yalnız başına bulmayı beklemiyordum. Adamın yüzünde kaptanın anlamlandıramadığı bir gülümseme vardı. Tıpkı dün karşılaştığı kadında olduğu gibi.
Kaptan: “Demek kendi gözlerinle görmek istedin ben şimdi gösteririm sana.” diyerek doğruca silahını çekti ve adamın göğsüne ateş etti. O vakit gökyüzü allah bullak oldu. Bulutlar adeta hırçın bir boğa gibi birbirlerinin içine ve şekilden şekle giriyorlardı. Kara bulutların arasından aşağı kırmızı pelerinli ve en az dünkü kadın kadar yaşlı bir adam indi. Doğruca kaptana kendini Lordmuti olarak tanıtan adamın yanına gidip cesedini göğe fırlattı. Sonra kaptana dönüp konuştu: “Selamlar senyor. Bilmenizi isterim ki, biz burada işleri bu şekilde halletmeyiz. Bir yolcu olarak gelip geçici olduğunuz için çok şanslısınız yoksa sizi Fırtınakıran'ın insafına bırakırdım. O da sizi bir güzel kırbaçlardı.”
Kaptan daha fazla şaşıramayacağını sanırken adamın bu söyledikleri karşısında hissizleşivermişti. Sonra konuştu: “Az önce adamını öldürdüm ve sen bunları mı söylüyorsun? Ayrıca kimmiş gelip geçici; ben burada daimiyim ve sonsuza dek mücevherleri dinleyeceğim. Pelerinli adam: “Eğer burada daimi olmak istiyorsanız pis korsan geleneklerinizden vaz geçmeli ve insanlara daha saygılı davranmalısınız kaptan. Hem bir rıhtımdaş olmak istiyorsanız Karn Aduamin’e gidip kaydınızı yaptırmanız gerek.” Kaptan: “Karın ne ne? Ben nerden bileyim karın adminini. Hem ben Kaptan Sivribıyığım anladın mı sizin alengirli işlerinize bulaşmaya da hiç niyetim yok.” Pelerinli adam: “Dediğim gibi kaptan eğer daimi olmak istiyorsanız kayıt yaptırmalısınız. Kaptan: “Yemişim senin daimiliğini benim tek istediğim mücevherlerimle ölene dek yalnız kalmak.” Pelerinli adam bir kral edasıyla: “Adadaki tek mücevherlerin onlar olduğunu mu sanıyorsunuz? Rıhtım büyük zenginlik sunar. Mücevherler sizde kalabilir kaptan ancak bilin ki bir süre sonra daha fazlasını isteyecektiniz, emin olun hep daha fazlasını isterler...” Sonra kırmızı pelerinli adam zarif bir şekilde zıplayıp gökte kayboldu.
Sonraki günlerde kaptan, pelerinli adamın söylediklerini düşünmeden edemiyordu. Yani rıhtımdaki başka hazineleri... Tüm korsanlık içgüdüleri azıtmıştı adeta. Tıpkı eski korsanlarında dediği gibi “alabildiğini al ve asla geri verme”. İşte tam olarak bu durum söz konusuydu onun için. Ayrıca her akşamüstü gün batımlarında zıplama antrenmanları da yapıyordu ancak pek de faydalı olduğu söylenemez. Belli ki, o insanlara özgü bir yetenekti bu.
Kaptan sonunda diğer hazinelere ulaşmanın en kestirme yolu olarak pelerinli adamında dediği gibi karın adminini bulup oraya kayıt yaptırmaya karar verdi. Böylece sandığını sırtladı ve daldı ormanın derinliklerine. Artık orman o eski gariplik duygusunu yaşatmıyordu. Hatta rüzgarın ardına kattığı yapraklar ona yol gösteriyor gibiydi. Sonunda karşısına bir tabela cıktı. Kaptan şöyle bir etrafına bakındı tabela dört büyük ağacın ortasında duruyordu ve üzerinde KARN ADUAMİN yazıyordu. Pelerinli adam bunu kastetmiş olamazdı ya. “Ne yani!” diye bağırdı göğe bakarak. “Kaydımı bir tabelaya mı yaptıracağım?”
O sırada gökten başka bir adam indi. Bu seferki öyle yaşlıydı ki adam resmen zombi olmuştu artık. Sakalı, bıyığı, kıyafetleri ve ona dair her şey kelimenin tam anlamıyla bilgeliği yansıtıyordu. Birbirlerine baktıkları birkaç dakikanın ardından sakallı adam konuştu: “Merhabalar efendim. Ne bağırıp durursunuz?” Kaptanın en son beklediği şey o tipten böyle mütevazı bir cümlenin çıkacağıydı ve pelerinli adamın dediklerini de hatırlayarak elinden geldiğince kibar konuşmaya çalıştı: “Öhömm benim adım Kaptan Sivribıyık bu hazine benimdir ve Karn Aduamin’e kayıt yaptırmaya geldim.” Sakallı adam: “Demek öyle. Siz Lordmuti’yi vuran ve Fırtınakıran’a sayğısızlık yapan kaptan olmalısınız. Ee neyi bekliyorsunuz zıplasanıza...” Kaptan bu duyduğunun karşısında neye uğradığını şaşırarak sandığını kucağına aldı ve zıpladı.
Ancak yarım metre dahi yükselemeden ayakları yerle buluştu. Sonrasında gelen sinirle: “Siz benimle dalga mı geçiyorsunuz? Hepinizi geberteceğim sizi pis sıçanlar!” Sakallı adam kendini gülmemek için zorlayarak: “Ahh özür dilerim tamamen benim hatam size söylemeyi unuttum.” Kaptan: “Neyi söylemeyi unuttun söylesene be adam!” Sakallı adam artık kaptanın dersini aldığını düşünerek: “Tabelaya kendinizi tanıtın lütfen ve sonra zıplayabilirsiniz.” diyerek zıpladı. Kaptan, sakallı adamın gökte kayboluşunu izledikten sonra bir yandan kendi kendine homurdanırken bir yandan da tabelaya ne söyleyeceğini kararlaştırıyordu. Kararını verdikten sonra artık sabrı kalmadan, aceleyle: “Ben Kaptan Sivribıyık yedi denizlerin en korkulan korsanıyım, güneyin, kuzeyin, doğunun ve batının rüzgarlarına hükmettim. Kaydımı yapın!”
Tabeladan tanıdık bir ses yükseldi: “Rıhtım kanunlarına uyacağınıza söz veriyormusunuz kaptan?” Bu o cadaloz balıkçı karısının sesiydi elbette başka kim olacaktı. Kaptan işi dahada uzatmamak için seslendi tabelaya: “Evet ben Kaptan Sivribıyık Bağıran Orkide’nin kaptanı söz veriyorum.” Sessizlik etrafa yeniden hükmetmeye başlamıştı. Kaptan bir kez daha zıplamak için sandığı eline aldı ve... Göklerdeydi, rüzgarı yüzünde hissedebiliyordu. Kalbi çok uzun zaman böylesine delice atmamıştı.
Bulutların arasına karışır karışmaz tüm vücudu karıncalandı ve yer çekimini yeniden hissetti. Sanki gökyüzü bir kapıydı da diğer yeryüzüne açılıyordu. Sadece rıhtımdaşların girebildiği Forumcity. Kaptan Forumcity’de ya da diğer adıyla Forumopolis, çoook çok yeni şey öğrendi; Fırtınakıran, kırmızı pelerinli adam ve sakallı adamın Kayıp Rıhtım'ın yöneticileri olduğunu ve yaşlı görünmelerinin de bilge olmalarından kaynaklandığını öğrendi. Burada ne kadar bilgi sahibiysen o kadar yaşlı görünürmüşsün. O yüzdendir ki bir anda genç ve çakır bir delikanlı oluverdi bizim kaptan.
Amma ve lakin korsan davranışlarının, yaptığı saygısızlıkların, aç gözlülüğünün ve rıhtım kanunlarına uymayışının sonucunda rıhtımın efendisi kırmızı pelerinli adam tarafından tam yüz yıllığına sürgün edildi. İşte hikayemiz böyle başladı.Evet başladı bunun bir son olduğunu düşünenlere inat. Anlaşmanın şartlarına göre kaptana bir gemi verildi, mürettebata ihtiyacı olmayacağı söylenip sürüldü rıhtımdan, mücevherlerinden ve Kayıp Rıhtım’ın diğer bütün harika hazinelerinden men edildi tam yüz yıllığına. Bu zaman içerisinde kaptan yaşadıklarından ders aldı, medeni bir insan gibi davranmayı öğrendi. Şimdi sanki ilk kez kayıt oluyormuş gibi o rıhtıma gidecek ve gökyüzüne zıplayacak...