Evvela ve derhal beni bu güzide eserle tanıştıran, bu doyurucu tearüfü mümkün kılan
Rıhtım Kıraat Faaliyeti yetkililerine bin teşekkürü bir borç bilirim.
Yıllar boyu, bir devekuşu gibi kafasını garp edebiyatına gömen bu âciz kâri, açıkta kalmış yanlarından bihaber kendini edebiyatta kaybolmuş sanıyordu. Sayenizde bu baş aşağı gördüğü düşten uyanıp kendi dilinin muhteşem eserlerinden birini okudu ve mest oldu.
Kitaba dair cümle kârinin ezber edercesine sarf ettiği tefsire hiç değinmeyeceğim. Vay efendim eser garba meyletmiş lakin şarklı olmaktan da uzaklaşamamış Türk insanının... vs. vs.
Böyle beylik lafları tûti misali gevelemek eserin eğlenceli ve güleç yüzünü maskeliyor. E böyle olunca da gençler eseri asık yüzlü sanıyor. Bana kalırsa bu eser iptida komik ve de fantastiktir. Mizahı ikinciye koyan kafalar elbet bu kitaptan ciddi meseleler devşirebilirler ama bu onun şen yanını unutmamıza mani olmamalı, hatta yüzünün bu yanına perdah çekmeliyiz.
Sonra bu güzide eser müthiş bir hikâyeye sahiptir. Ahmet Hamdi Bey, başı sonu layıkıyla hesap edilmiş, ince ince işlenmiş, yükselip alçalacağı zamanı pek iyi bilen; sarkmayan, sökülmeyen ve tökezlemeyen bir hikâye koymuştur ortaya. Hikâyenin olağanın dışına çıktığı anlarda bile onun hakikatine bağlı kalırız; garipliği apaçık belli olan, hatta anlatıcı Hayri İrdal'ın bile inanmağa yanaşmadığı bu olaylara okudukça inanmağa ve kabul etmeğe meylederiz.
Tabi olanlara bu denli inanarak dalışımızın diğer önemli sebebi; en şeririni bile, bağrımıza basacak denli benimsediğimiz roman kişileridir. Cümlesine hakkı verilmiş hiçbiri kenara atılmamıştır. Her biri sahneye çıkıp görevini ziyadesiyle yerine getirmiştir.
Eserin başlarında Hayri Bey'in hayatına tesir eden nevi şahsına münhasır kişileri tanırız:
Bilge muvakkit Nuri Efendi, bol gönüllü Şura-yı Devlet azası Abdüsselam Bey, cinci Seyit Lütfullah, kafayı psikanalizle bozmuş Doktor Ramiz ve nihayet her duruma kendini ayar eden üstün müteşebbis Halit Ayarcı. Yahu sadece bir duvar saati olmasına rağmen Mübarek bile rol çalar diğerlerinden.
İşte bu resmigeçit sürerken içimde bir his Abdüsselam Bey'in hafif kaldığını söylüyordu ama bir kaç bölüm sonra anladım ki daha yiyeceği ekmek varmış. Yani demem o ki her roman kişisi canlı kanlı işlendiği için olsa gerek, Ahmet Hamdi Bey onları hikâyenin az ışık düşen köşelerinde unutmamış, yeri geldi mi onlara konuşma, kendini anlatma ve sevdirme fırsatı vermiş (Ahmet Hamdi Bey’in yarattığı kişilere duyduğu saygı ve sevgiyi, Mahur Beste romanının karakteri Behçet Bey’e yazdığı mektuptan biliyoruz.).
Ve dil. Ah o dil. Dilim. Öyle nüktedan, öyle kıvrak, öyle büyülü bir dil ki okumalara doyulmaz. Her sahnenin içindeki ironiyi layıkıyla taşıyan, yüklüce manayı sırtlayıp uçuran o sade ve muktedir dil. Nerede tasvire duracağını, nerede kısalıp hızlanacağını bilen kelimeler, cümleler; okuyucuyu bir dost gibi sarmalar.
E takdir-i ilahi, bu şaheserin yazıldığı dönemde doğmamışız. Zamanımıza gelene kadar Türkçe büzülüp kurumuş. Eserin dönemine göre sade olan dil şimdi bize ağır geliyor. Lakin yine de o “eski” kelimelerin çoğu sizi kendini illa anlamağa mecbur etmez, sağına soluna bakınca anlarsınız mananın özünü. Daha evvel paylaştığım lügati
buraya da koyuyorum, okurken yanınızda tutun, rahat edersiniz.
Hülasa okuyun, okutun efendim.
Eserin güzelliğini ortaya koyan onlarca iktibasım var:
Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği hâlde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.
---
“İnsan saatin arkasını bırakmamalıdır. Nasıl ki, Allah insanı bırakırsa her şey mahvolur!” Saat hakkındaki düşünceleri bazen daha derinleşirdi: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekân, insanla mevcuttur!”
---
...bu küçük cami odasında başında takkesi, alçak sedirinde sağ dizinin üstüne kâğıt tomarlarını dayayarak pirinç gibi rakam dizilerini sıralayan bu adamın kamış kalemiyle sarı pirinç pitinden, yavaş yavaş âdeta çok çeşitli bir rüya gibi doğarlar, sanki sırası geldikçe meydana çıkmak, dünyamızda hüküm sürmek için odanın bir köşesinde, ışığın en az uğradığı ve saat seslerinin en fazla yığıldığı bir tarafında toplanırlardı.
---
Modern hayat ölüm düşüncesinden uzaklaşmayı emreder!
---
Etrafımda yavaş yavaş beni hedef alan, üzerimde yüksek sesle düşünen bir teşhis uğultusu, çok cömert ve İnsanî bir endişe başlamıştı.
---
Hakikatte ne babamı, ne de bizi severdi. Hattâ sevmediğini açıktan açığa göstermekten âdeta zevk duyardı. Onun bizim şahsımızda ve ailemizde hısım akrabadan daha ziyade mirasçıyı gördüğü muhakkaktı. Evcek, onun için, ölüm denen korkunç şeyin arkasında işleyen makinanın bir kolu, hattâ netice düşünülürse bütünü idik.
---
Belli ki bu masa bizim bakkalın tezgâhının arkasına hiç benzemiyor. Burada rakı için geniş zaman ayrılıyor. Rakı kadehimde mermer bir saray birdenbire çökmüş gibi değişti, tortulandı. İkinci günde ışık böyle yaratılmış olmalı. Sonra ilk yudumun zevki.