Tim Burton’ın Ölü Gelin’i

corpse bride 1

OĞLAN BİZİM, KIZ ÖLÜLERİN ya da ATMAYAN KALP KIRILIR MI?

Tim Burton deyince akan suların durduğuna hepimiz şahit olmuşuzdur. Yanına bir de gotik, fantastik, stop-motion bir animasyon koyalım. Müzikler de Danny Elfman’dan, seslendirme de Burton’ın yıldızları Helena Bonham Carter ve Johnny Depp’ten söz edelim, ki kendisi anıldığında akan salyaların dur durak bilmediğine de şahit olmuşuzdur. Öhöm, tamam, konuya dönüyoruz. Şimdi bu muhteşem denkleme kasvetli bir kasabayı, komik karakterleri, ele avuca sığmaz ölüleri, ince esprileri, üstüne de şaşkın bir damatla iki gelini ekleyelim ama gelinlerden biri ölü ya da daha doğru bir çeviriyle, ceset olsun. Nasıl, siz de heyecanlandınız, değil mi? O zaman Ölü Gelin’le daha yakından tanışalım…

Hikâyemiz, ana karakter Victor’ın resmini çizdiği bir kelebeği özgür bırakmasıyla başlar. Kelebek uçar ve kasabada gezintiye çıkar. Öyle bir kasabadır ki bu, Victoria dönemi İngiltere’sinin tüm soğukluğu ve kasveti çökmüştür üstüne. İnsanları da kasaba gibi soluk ve suratsızdır. Sadece Victor’ın anne ve babası Van Dortlar mutludur, çünkü oğullarını aristokrat Everglotlar’ın kızı Victoria ile evlendireceklerdir. Böylece balık tüccarı Van Dortlar sınıf atlarken, iflas bayrağını çekmiş Everglotlar da tekrar zengin olacaklardır. Birbirlerinin yüzünü hiç görmemiş olan Victor’la Victoria da pek hevesli olmamakla birlikte, ailelerine karşı gelemezler. Ve ilginçtir ki, ikisinin de ailesi çocuklarından pek hoşnut değildir.

Bay ve Bayan Everglot: Kim bu işi bilebilirdi? Bu su samuru yüzlü, utançla yaşayan minik kızın bizi kurtaracağını?

Victor: Ama ben onunla hiç konuşmadım ki!

Bayan Van Dort: En azından böyle bir avantajımız var.

Ancak şansları vardır; çünkü Victor da, Victoria da karşılaştıkları anda birbirlerinden hoşlanırlar. İsimleri gibi uyumludurlar birbirleriyle ve tabii Victoria dönemiyle. Böylece evlilik provaları başlar hemen. Fakat heyecanlı ve şaşkın Victor, evlilik yeminini bir türlü ezberleyemeyip ortalığı birbirine katınca işler çıkmaza girer. Victor’ın yemini bir an önce ezberlemesi gerekmektedir. Bu amaçla ormanda yürüyüşe çıkar ve kendi kendine prova yapmaya başlar.

olu gelin 2

Victor: Bu elle… senin şarabını alacağım… Bu elle seni okşa… Tanrım, hayır… Bu elle… Bu mumla… Bu mumla… senin… anneni bir güzel yakacağım!

Özgüvenini toplayan Victor sonunda evlilik yeminini tam ve doğru olarak söylemeyi başarır, yüzüğü de yerden çıkan ve parmağa benzeyen bir dal parçasına takar. Tabii bu aslında dal parçasına benzeyen gerçek bir eldir ve yıllar önce evlenmek üzere kaçtığı adam tarafından öldürülen Ölü Gelin’e aittir. Sonunda kendisiyle evlenecek birini bulan Ölü Gelin Emily yattığı yerden kalkarak Victor’ın karşısına dikilir, yeni kocasından bir öpücük beklemektedir. Victor ise bayılır, tekrar gözünü açtığında artık ölüler diyarındadır. Yer altındaki bu dünya, yukarıdakinin aksine rengârenk, hareketli ve ironik bir şekilde capcanlıdır, tıpkı birbirinden ilginç ölü sakinleri gibi.

Victor: Elimde bir… cüce var ve onu kullanmaktan çekinmem!

Önce şaşkınlık ve korkuyla tepki gösteren Victor, neler olduğunu anlamaya çalışır. Etrafındaki tuhaf ölülerden bir soru, pardon, cevap ister. Böylece Emily’nin hazin öyküsünü dinlemeye başlar yetenekli iskelet Bay Bonejangles’dan.

Bu sırada yukarıda, yaşayanlar diyarındaysa durum pek parlak değildir. Evlilik provası sırasında ortaya çıkan Lord Barkis, Victor’ın başka bir kadınla görüldüğü haberinin duyulmasını sağlayarak onun yerine Victoria’yla evlenmeye çalışmaktadır.

Victor ise ölüler diyarından kurtulmak için uğraşırken bu diyarın sakinleriyle de yakından tanışma fırsatı bulur, mesela Ölü Gelin’in kafasının içinde yaşayan Kurtçuk, örümcek Kara Dul ve Emily’nin hediye ettiği, artık bir iskelet olan, Victor’ın eski köpeği Kırpık gibi. Emily’yi anne ve babasıyla tanıştırma bahanesiyle yukarıya, yaşayanların diyarına çıkmaya ikna eden Victor, İhtiyar Gutknecht’ten de yardım alır.

Gutknecht: Herkes buraya gelmek için canını verirken ne diye yukarı çıkasınız ki?

Kısa süreliğine de olsa yaşayanlar diyarına döner Victor ve Emily. Ancak Victor yukarı çıkar çıkmaz Emily’yi geride bırakıp Victoria’ya koşar. Tam nişanlısına kavuşmuşken Emily çıkar ortaya ve kocasını alarak ölüler diyarına döner. Victor’ın kendisini değil, bir başka kadını sevdiğini öğrenen Emily’nin kalbi kırılmıştır, atmıyor olmasına rağmen.

Emily: Belki de yeri onun yanıdır, Bayan Kanlı Canlı’nın! Al yanakları ve atan bir kalbi var…

Bayan Kanlı Canlı ise gördüklerini ailesine anlatarak nişanlısına yardım etmeye çalışır. Hatta kasabanın rahibine gider ama kimseyi inandıramaz. Üstelik ailesi çoktan Victor’ı gözden çıkarmış, kızlarını Lord Barkis’le evlendirmeye karar vermiştir. Fırsatçı Barkis’in tek amacı ise zengin olduğunu sandığı Everglot ailesinin servetine konmaktadır, tabii ölüm Victoria ile onu ayırana kadar…

Lord Barkis: Kalbi atmayan birinin kalbi kırılabilir mi?

Victor, kalbi atmasa da kırılan Emily’nin gönlünü alır piyanonun başında. O sırada ailesine şoförlük eden Mayhew ölerek ölüler diyarına gelir ve ona Victoria’nın Lord Barkis’le evleneceğini söyler. Bunun üzerine Victor Victoria’dan umudu keser. Victoria gönülsüzce Lord Barkis’le evlenirken, Victor da Emily’yle yoluna devam etmeye karar verir. Ancak bunun için Ölü Gelin’le gerçekten evlenmesi gerekmektedir; çünkü evlilik yemini ölüm onları ayırana kadardır ama ölüm onları zaten ayırmıştır. Evliliklerinin geçerli olabilmesi için Victor’ın ölmesi lazımdır. Emily Victor’ı sevdiği için buna razı olmaz; fakat Victor kararını vermiştir. Düğün yapılacaktır, üstelik de yukarıda, yaşayanlar diyarında.

Kasaba tellalı: Diğer haberler… ÖLÜLER YERYÜZÜNE ÇIKTI!

Ölüler yeryüzüne çıkar, daha doğrusu yaşayanların karşısına. İlk başta ölülerden ödü kopan kasaba halkı, onların aslında ölmüş yakınları olduğunu anlayınca durum değişir. Ölüler ve yaşayanların kavuşmasıyla birlikte tam bir düğün ortamı oluşur. Nemrut rahibin bağırışlarına aldırmayan ölüler ve kasabalılar kilisede toplanır. Victor ve Emily de nikâhlarının kıyılması için hazırdır.

İhtiyar Gutknecht: Sevilenler ve vefat edenler… Bugün burada bu adamla bu cesedi evlendirmek için toplandık.

Evlilik seremonisi başlar. Victoria gizlice bir köşeden izler olanları, üzülerek. Victor evlilik yeminini eksiksiz bir şekilde söyler. Sıra Emily’ye geldiğinde, köşedeki Victoria’yı fark eden Ölü Gelin, yemini tamamlayamaz ve zehirli kadehten içmeden önce Victor’ı durdurur. Sevdiği adam bir başkasına aittir ve Emily onun hayallerini yıkmaya razı olmaz. Kendi mutsuzluğu pahasına, Victor’la Victoria’nın kavuşmalarını sağlar. Elbette her şey bu kadar kolay olmayacaktır. Lord Barkis ortaya çıkarak onları ayırır ama hesaba katmadığı bir şey vardır.

Emily: Sen?

Lord Barkis: Emily? Ama ben seni terk etmiştim.

Emily: Evet… Ölüme!

olu gelin 3  olu gelin 4

Yıllar önce Emily’yi evlenme vaadiyle kandırıp para için onu öldüren kişi Lord Barkis’tir, şimdiki hedefi ise Victoria’dır. Kızı rehin alınca bu sefer Victor’la Barkis arasında bir düello başlar. Bir çatalla mücadele eden Victor, Barkis’in kılıcıyla öldürülmek üzereyken Emily araya girer. Cansız bedenine saplanan kılıcı çekip Barkis’e doğrultur ve ona gitmesini söyler. Kendini beğenmiş Lord Barkis gidecektir ama önce Ölü Gelin Emily’yle alay ederek onun hiçbir zaman gelin olamayacağını söyler ve kadeh kaldırır. Elbette bu, içinde zehir olan kadehtir. Lord Barkis zehir olduğunu bilmeden kadehteki şarabı içer ve ölür; böylece yaşarken ona el süremeyen ölüler, Emily’nin intikamını almak üzere harekete geçer.

Bayan Plum: Yeni biri geldi!

Artık kötü adam ölmüş, sevenler kavuşmuştur. Ancak Victor yine de Emily’ye verdiği sözü tutmak ister. Emily ise onun sözünü zaten tuttuğunu söyleyerek yüzüğünü geri verir. Victor’ın kendisine yaptığı gibi, o da Victor’ı özgür bırakır. Böylece ruhu huzur bulur ve cansız bedeni de yüzlerce kelebeğe dönüşerek gökyüzüne uçar. Tıpkı hikâyenin başındaki kelebek gibi, Victor Emily’yi serbest bırakmıştır.

Bir başka deyişle, iyi kızlar evliliğe, ölü kızlar cennete gider. Onlar erer muradına, ölü gelinin de ruhuna el Fatiha… Örnekleri çoğaltabiliriz elbette ama olayı çok da sulandırmadan filmin muhteşemliğini öne çıkaran unsurlara bir göz atalım isterseniz. Şey, pardon Emily…

Elbette en başta dikkat çeken özellik, filmin stop-motion tekniğiyle çekilmiş olması. Yani ortada büyük bir emek, sabır ve azim var. Onun da ötesinde muazzam bir hayal gücü, yaratıcılık ve yetenekle karşı karşıyayız. Aynı teknikle çekilen The Nightmare Before Christmas’dan beri gelişen stop-motion teknolojisi sayesinde çekimler gayet akıcı bir şekilde ilerliyor ve izlediğimiz karakterlerin aslında birer kukla olduklarını unutup hikâyeye dalıyoruz. Hem kuklalardaki, hem dekorlardaki ince işçilik, hiçbir detayın unutulmayıp saniye saniye işlenmesi insanı gerçekten büyülüyor. Renkler, ışıklar (özellikle ay ışığı) ve gölgeler çok iyi hazırlanmış. Kasabanın karanlık, gotik atmosferi korku severlerin iştahını kabartırken, yer altı dünyasının renkli, absürd hali bu türün yabancılarına bile samimi ve sıcak geliyor. Tabii bunda en büyük etken birbirinden ilginç ve gerçekçi karakterler ile bu karakterleri dış görünüş olarak birebir, adeta mimik mimik yansıtan kuklalar…

“Bu elimle hafifleteceğim acılarını. Kadehin hiç boş kalmayacak, ben olacağım şarabın. Bu mumla karanlıkta yolunu aydınlatacağım. Bu yüzükle benim olmanı istiyorum.”

Johnny Depp’in sesiyle can verdiği Victor kocaman gözleri, solgun suratı ve sıska bedeniyle tam bir Victoria dönemi delikanlısı. Şaşkın, sevimli, saf ve biraz da korkak. Tabii onu suçlayamayız, ne de olsa kendini bir anda ölü bir gelinle evli olarak buluyor. Ancak hikâye ilerledikçe Victor da cesurlaşıyor ve Emily’yi yakından tanıyınca ondan hoşlanmaya başlıyor. Hatta onun için kendi canından vazgeçmeyi göze alarak tam bir esas oğlan olduğunu kanıtlıyor.

Emily Watson’ın seslendirdiği Victoria ise tıpkı Victor gibi, tam bir Victoria dönemi genç hanımefendisi. İnce, narin, kibar ve iyi kalpli. Ailesine karşı gelemese de, sevdiği adama yardım etmek için mücadele etmekten çekinmeyen biri. Şaşkın Victor’a kıyasla, biraz daha kendinden emin ve sakin. Tabii tüm bunlar onun esas kız olması için yeterli değil maalesef, en azından bizim gözümüzde. Zira bizim gözümüz en başından beri Emily’yi, yani Ölü Gelin’i arıyor.

“Bir muma dokunduğumda hiç acı duymam. Güneşte ve yağmurda hepsi aynı. Kalbimde derin bir yara, çarpmıyor ama sızlıyor. İçimdeki bu sızı gerçek değil sanırım. Evet bir ölüyüm, fakat hâlâ dökecek gözyaşım var.”

olu gelin 5

Helena Bonham Carter’ın sesiyle ölümsüzleştirdiği Ölü Gelin Emily’ye gelirsek… Hikâyeye adını verdiği gibi, başrolünü de üstleniyor haliyle. Ortaya çıktığı ilk andan itibaren, ki topraktan kalkıp duvağını geriye savurduğu o müthiş sahneden bahsediyorum, izleyenin gözlerini alamadığı bir karakter oluyor kendisi. Tabii bu kadar göz muhabbeti yaptıktan sonra Emily’nin durup durup en uygun anlarda dışarı fırlayan sağ gözünden söz etmemek olmaz. Korkunçluk bir yana, Victor gibi biz de çok sevimli buluyoruz bu halini. Tabii kemikten ibaret olan sol kolu, piyano çalarken coşup kendi kendine dans etmeye başlayan eli, zaman zaman kopan iskelet bacağı, ölgün mavi saçları, yırtık pırtık gelinliği ve kafasının içinde yaşayan sevimli Kurtçuk’u da Emily’yi harika bir ceset gelin yapan diğer özellikler. Tüm bu hırpani görünüşün altında ise, atmamasına rağmen kırık olan, altın gibi, pırlanta gibi bir kalp var. Victor’ı kaybetmek uğruna, onun mutluluğu için kendini feda edebilecek bir merhume kendisi. Dolayısıyla sevimliliğinin yanında iyiliğiyle de kalplerimizde yer ediyor esas kız olarak. Üstelik piyanonun başında da Victoria’dan daha iyi eşlik ediyor Victor’a.

Esas kötü adam Lord Barkis ise tam bir kötü adam. Öyle ki, hikâyenin başında özgürce uçan masum kelebeği eliyle defetmesinden bile anlıyoruz o koca çeneli, gudubet surattan bir hayır gelmeyeceğini. Richard E. Grant’in sesiyle hain planlar yapıp bir bir uygularken, sonunda ölülerin eline geçmesiyle biz de rahat bir nefes alıyoruz.

Van Dort ile Everglot aileleri birlikte anılmayı hak ediyorlar; çünkü yin’le yang gibi birbirini tamamlayan bir çift ebeveyn görüntüsü veriyorlar. Zengin ama alt sınıf mensubu ailenin annesi Nell etine buduna dolgun bir hanımken, kocası William zayıf ve biraz da karısının hâkimiyeti altında kalmış bir adam. Onların karşısındaki Everglotlar’da ise tersi bir durum söz konusu. Lord Finis gayet bodur, tostoparlak ve gülümsemeyi bile beceremeyen bir adamken, karısı Leydi Maudeline ince, uzun suratlı, hatta aslında suratsız bir kadın. Birbirlerinden dahi hoşlanmıyorlar, ki zaten onlar için bir sakıncası da yok. Evliliği bir çıkar ilişkisi olarak gören iki aile için de çocuklarının mutluluğu önemli değil. Bu halleriyle klasik bir Yeşilçam filminden çıkıp gelmiş hissi de vermiyorlar değil aslında.

Everglotlar’ın burnu havada, tez yürüyüşlü, tipik bir İngiliz olan uşağı Emil, efsanevi Christopher Lee’nin seslendirdiği antipatik, korkunç rahip Gallswells, Van Dortlar’ın öksürüklü ve yanakları sıkılası şoförleri Mayhew, Everglotlar’ın kambur ve sevecen hizmetçisi Hildegarde ile koca bir çana benzeyen çığırtkan kasaba tellalı gibi karakterler yaşayanlar dünyasının soluk atmosferinin adeta birer parçası gibiler.

Fransız aksanı ve hamamböcekleriyle ortalıkta dolaşan “baş” garson Paul, Napoleon Bonaparte’a gönderme niteliğindeki General Bonesapart (aynı zamanda Victor’ın ölülere karşı çektiği kılıcın ucundaki cüce oluyor kendisi), Mr. Bojangles’ı anımsatan ve Danny Elfman’ın seslendirdiği Bonejangles, Ray Charles gözlüklü iskelet piyanist, düğün pastasını yapan Bayan Plum, sevimli ve bilge İhtiyar Gutknecht, Nightmare Before Christmas’taki hayalet köpek Zero’yu anımsatan Kırpık, “Evli misin? Ben dulum,” repliğiyle ilk dakikadan gönlümüzde yer eden, aynı zamanda Emily’nin de en iyi arkadaşı olan örümcek Kara Dul ve elbette ki Emily’nin kafasında yaşayan, komik yüzlü, alaycı ama iyi niyetli Kurtçuk ise ölüler diyarının korkunç görünen ama aslında gayet sevimli, samimi ve ilginç olan renkli karakterleri.

Ölüler de, yaşayanlar da öyle başarılı yaratılmış ki, hikâyenin masalsı atmosferine ve bir animasyon olmasına rağmen, gerçekçi bir izlenim bırakıyor. Özellikle de daha önce bahsettiğim o eski Yeşilçam filmi havası, hikâyenin sonlarına doğru yaşayanlar ile ölülerin bir araya gelip düğüne hazırlanmalarında tekrar yaşanıyor. Tarık Akan ve Emel Sayın’lı Yalancı Yarim ya da Gırgıriye filmlerinin bol şenlikli mahalle düğünleri gibi, bu sahneler de gayet sıcak ve tanıdık geliyor bize.

Tıpkı o filmlerdeki gibi, Ölü Gelin’in sonunda da mutlu bir son beklemiyor değiliz. Ancak Tim Burton bize bunun gotik bir masal olduğunu ve aslında gerçekleri yansıttığını hatırlatıyor. Yani hikâyenin sonunda evli evine, ölüler de yerin dibine dönüyor. Yaşayanlar da, ölüler de ait oldukları dünyaya dönerken, Victor Victoria’sıyla mutlu, yaşamaya devam ediyor. Zavallı ölü gelinimiz ise huzura kavuşup cennete gidiyor, ki bu da yer altındaki ölüler diyarının bir nevi Araf olduğu fikrini doğuruyor. Sonuç olarak, sevenler kavuşsa da, tam bir mutlu sonun varlığından söz edemiyoruz, zaten mutlu bir son da isteyen yok aslında. Bize kurgusu, karakterleri, müzikleri, kısaca her şeyiyle yerli yerinde ve olması gerektiği gibi bir Tim Burton filmi yetiyor da artıyor zaten.

Müziklerden söz açılmışken, harikalar yaratan Danny Elfman’dan bahsetmeden olmaz tabii. Normalde müzikal filmler sıkıcı olabiliyor bazen, ancak Ölü Gelin’de sıkıcılık söz konusu bile olmazken, tüm o şarkılar hikâyeyi tamamlıyor ve daha eğlenceli kılıyor. Özellikle Danny Elfman’ın seslendirdiği ve iskeletlerin dansıyla müthiş bir seyirliğe dönüşen “Remains of the Day” ile Helena Bonham Carter’ın seslendirdiği, duygu yüklü “Tears to Shed” şarkıları uzun süre akılda kalıyor, tekrar tekrar dinlense de bıktırmıyor.

olu gelin 6  olu gelin 7

Tüm bu anlattıklarımız bile yeterken Ölü Gelin’imizi sevmeye, filmle ilgili birkaç ufak detay daha var ki, her şeyi çok daha anlamlı kılıyor. Öncelikle Tim Burton’ın tüm bu projeyi aynı zamanda sevgilisi ve çocuklarının da annesi olan Helena Bonham Carter için yarattığı söyleniyor. Hikâyenin fikri ise, daha önce Nightmare Before Christmas’ta da çalışmış olan ve 2005’te hayatını kaybeden, animasyonun yetenekli isimlerinden Joe Ranft’tan çıkmış, ki Ölü Gelin de kendisine ithaf edilmiş zaten. Bunun yanı sıra hikâye aslında eski bir Yahudi halk hikâyesine dayanıyor. Yanlışlıkla ölü bir kadınla evlenen genç damadın öyküsü yeterince ilginçken, Tim Burton ve ekibi onu ince espriler (Kurtçuk: Kafanın içinde kalıyor olmasaydım aklını kaçırdığını söyleyebilirdim!), komik detaylar (kopuk el satan “ikinci el” dükkânı), eğlenceli göndermeler (Hamlet ve Romeo ile Juliet’ten Rüzgar Gibi Geçti’ye, hatta Burton’ın ilk göz ağrısı Vincent’a kadar) ve akıcı bir tempoyla, yenilmeyip de yanında yatılacak bir ziyafete dönüştürüyor. Daha da önemlisi, ölüm gibi ciddi bir konuyu eğlenceli bir şekilde anlatıyor ve ölüler, iskeletler, böcekler gibi ayrıksı, absürd karakterleri sevebileceğimiz, hatta yaşayanlardan daha çok bağrımıza basabileceğimiz bir hale sokuyor. Söyleyin lütfen, Burton sever faniler olarak daha ne isteyebiliriz ki?

76 dakikadan daha uzun bir animasyon belki? Ya da Victoria ile Lord Barkis’in düğün yemeğinde tabaklardaki tavukların neden aniden çorbaya dönüştüğüne dair bir açıklama?

Aman canım, ne yapalım? O kadar kusur kadı kızında da olur, bizim ölü gelinde olmuş çok mu?! Tim Burton’ın canı sağolsun!

olu gelin 8