Dünyanın ve İnsanın Yaratılışı

Beşinci yüzyılda yaşayan Aiskhylos’un
anlattığı Prometheus öyküsü bir yana
bırakılırsa, bu bölüm Hesiodos’un yazılarından derlenmiştir.

Önce o Khaos vardı, sonsuz, ölçüsüz boşluk,
Bir deniz kadar vahşi, deniz kadar karanlık.

Milton’un sözleridir bunlar; Yunanlılar da böyle düşünmüş, her şeyden, tanrılardan bile önce karanlıkla kaplı bir Khaos’un var olduğuna inanmışlardı. O biçimsiz hiçlik, ansızın iki çocuk doğuruvermiştir; Gece ve ölümün yaşadığı dipsiz derinlik Erebus… Uzun süre, evren yalnız karanlık, boşluk, sessizlik, sonsuzluk olarak kalmıştır.

Yüzyıllar geçmiş birden inanılmaz bir şey olmuştur. Bu olayı, büyük oyun yazarı Aristophanes, şöyle anlatır:

… Kara kanatlı gece
Karanlık, derin göğsüne Erebus’un
Bir yumurta bıraktı, mevsimler geçti
Ve sevgi doğdu birdenbire, özlenen,
Parıldayan, altın kanatlı sevgi.

Sevgi, karanlık ve ölümden doğmuştu, doğumuyla o kör karışıklığı silmeye, düzeni, güzelliği getirmeye başladı. Işık’ı, ve ışığın arkadaşı Gün’ü yarattı.

Artık sıra yeryüzünün yaratılmasına gelmişti; bu olayı da, yukarıdaki olaylar gibi, kimse açıklayamamıştır. Yeryüzü durup dururken yaratılıvermiştir işte. Zaten ışıklı sevginin gelişinden belliydi dünyanın yolda olduğu.

Geniş göğüslü Yeryüzü,
Her şeyin temeli olan güzel Yeryüzü
Ayağa kalktı; önce yıldızlı Gök’ü
Doğurdu, kendini sarsın, çevrelesin,
Ve kutlu tanrılara yuvalık yapsın diye.

Hesiodos’un bu sözlerinden de anlaşılır; ilk yaratıkların yer mi, kişi mi oldukları belli değildir. Yeryüzü’nün bir toprak parçası olduğu ortadaydı, ama silik de olsa bir kişiliği vardı. Gök, havalarda mavilikti, ama zaman zaman insanlar gibi davranıyordu. Bu öyküleri uyduran canlılar, değişen ve kımıldayan her şeyi kendileri gibi sanarak onlara birer kişilik katmışlardı. Yeryüzü yazdan kışa, kıştan yaza değişir, gökte yıldızlar yanıp söner, deniz hep dalgalanırdı. Sevgi ile Işığın, kişilik bakımından ele alınınca, önemi daha büyüktü; bu iki kavram, insanlar gibi yemek yiyor, yol yürüyordu. Bir bakıma, insanoğlunun yaratıcısı da onlardı, denebilir.

Kendilerinde gerçekten hayat özelliklerine rastlanan yaratıklar, Yeryüzü Ana ile Gök Baba’nın (Gaia ile Uranos’un) çocuklarıydı. Çağımızın insanları, ilk yaratıkların nasıl acayip, dev, canavarımsı bir varlık olduğuna inanıyorsa, Yunanlılar da öyle inanmışlardı. Ama onları kertenkeleler, mamutlar, olarak kabul etmemiş, dağları kaldıran, denizleri titreten varlıklar diye düşünmüşlerdi.

O canavarımsı varlıkların üç tanesi hepsinden iri, hepsinden güçlüydü. Her birinin yüzer elli, ellişer kafası vardı. Alınlarında tekerlek kadar kocaman birer göz olduğu için kendilerine Kykloplar (Tekerlek gözlü) adı verilen üç başlı yaratık da dağlar kadar kocamandı. Daha sonra Titanlar geliyordu. Onların ötekilerden küçük olduğu söylenemez, ama acımak nedir bildikleri, yıkıcılık bakımından geride kaldıkları rahatça ileri sürülebilir. Hele içlerinden birisi, büyük bir yıkımdan kurtarmıştır insanları.

Bu korkunç varlıkların, yalnız Yeryüzü’nün kadar derinliklerinden çıkmayıp Gök’ün de çocukları olması tuhaftır. Yunanlılarda böyle düşünmüşler, Gök Baba’nın çocuklarını sevmediğine, yüzer elli, ellişer başlı acayip evlatlarıni yerin altında bir yere saklandığına inanmışlardır. Gök Baba, yalnız Titanlarla, Kyklopları ortada bırakmıştı; öteki çocuklarına haksızlık edildiğini düşünen yeryüzü, cezalandırılmayan kardeşlere baş vurarak onlardan yardım istedi. Kardeşlerin öcünü almayı Titan Kronos kabul etti yalnız. Babasını kıstırarak yaraladı. Gök’ün akan kanından devler doğdu. Erinysler de o kandan çıktılar. Başlarında saç yerine yılanlar bulunan, yaş yerine kanlar akıtan gözleri olan yaratıklardı Erinysler; kendilerine “karanlıkta yürüyenler” adı verilmiştir. Görevleri kötülerin arkalarından giderek onları cezalandırmaktı. Öteki canavarlarda Yeryüzünden sürülmüş, ama dünya da hala kötülük, günah bulunduğu için Erinyslere dokunulmamıştı.

Romalıların Saturnus dediği Kronos, artık evrenin başına geçmişti; oğullarından Zeus kendisine karşı ayaklanıncaya kadar, yönetimi kız kardeşi ve karısı Rhea (Latince de, Ops) ile birlikte elinde tuttu. Kronos oğullarından birinin, kendini devireceğini zaten çok önceden öğrenmişti; kaderin önüne geçmek için, ne zaman çocuğu olsa, onu doğar doğmaz yutuyordu. Ama Rhea, altıncı çocuğu Zeus’u doğurunca kocasına kumaşlara sarılı bir taş parçası yutturdu, oğlunu da gizlice Girit’e yolladı. Zeus büyüyünce, büyükannesi Yeryüzü’nün yardımıyla beş kardeşini Kronos’un karnından çıkardı. Bu olayı, Titanların desteklediği Kronos’la Zeus ve kardeşleri arasında büyük bir savaş izledi. Öyle bir savaştı ki bu, evren az kaldı yakılıp gidiyordu:

Korkunç bir ses yayıldı, uçsuz denize.
Büyük bir çığlık kopardı toprak.
Sarsılan geniş gök inledi.
Uzaklardaki Olympos sendeledi
Ölümsüz tanrıların saldırısıyla,
Ve titreme kapladı kara Tartaros’u.

Sonunda Titanlar yenildiler. Zeus, yüzer elli, ellişer başlı canavarları kurtarıp savaş boyunca onlardan ve onların gök gürültüsü, şimşek, deprem gibi karşı konulmaz silahlarından yararlanmıştı. Titan Iapetos’un oğullarından akıllı Prometheus da Zeus’u desteklemişti.

Gökler tanrısı, düşmanlarını cezalandırırken acımak nedir bilmiyordu:

Acı zincirlere vurdu onları toprak altında.
Gök nasıl yüceyse topraktan, toprak altında
O kadar uzaktır Tartaros.
Bir örs bırakılırsa dokuz gün, dokuz gece düşer,
Onuncu gece değer toprağa gökten.
Dokuz gün, dokuz gece düşerek yine
Varır sivri çitlerle çevrili Tartaros’a.

Prometheus’un kardeşi Atlas’ın kaderi ise daha kötüydü:

Sırtında taşıyacaktı hep
Ezici dünyanın zalim ağırlığını,
Göğün kemerini de.
Omuzlarında ki o büyük sütun
Toprakla göğü ayıracaktı,
Kolay değildi bunların taşınması.

İşte o yükü taşıyarak bulutlarla karanlığa sarılmış yerde duracaktı Atlas. Yanındaki evde sırasıyla Gece ile Gündüz kalacak, biri dünyadayken öteki evde bekleyecekti. Gündüz yeryüzünde yaşayanlar için ışığı sağlıyordu; öteki de ellerinde Ölüm’ün kardeşi Uyku’yu tutmaktaydı.

Titanlar yenilmişlerdi yenilmesine, yine de Zeus savaşı bütün bütüne kazanmış sayılmazdı. Yeryüzü, sonuncu ve en korkunç olan Typhon’u doğurmuştu çünkü:

Alevler saçan yüz başlı bir canavar,
Bütün tanrılara karşı ayaklanan.
Ölüm fırlatırdı korkunç ağzı,
Gözleri ateşle parlardı.

Zeus da bu arada yıldırımla şimşeği eline geçirmişti artık. O silahları kendinden başka kimse kullanamıyordu. Üstünlüğünü göstererek Typhon’u,

Uyumak bilmeyen şimşekle vurdu,
Alev soluklu yıldırımla.
Ateş, kalbine kadar işledi Typhon’un.
Bütün gücü yanıp kül oldu.
Şimdi Etna’nın orada yatıyor,
Deprenince kızıl ırmaklar çıkarıyor,
Yakıyor yemişlerle, çiçeklerle süslü
Topraklarını Sicilya’nın.
Typhon’un öfkesidir şimdi kaynayan,
Ateş püsküren soluklarıdır.

Bir süre sonra devler de ayaklanıp, Zeus’u alaşağı etmek istediler. Ama tanrılar artık güçlenmişlerdi, hepsi Zeus’a yardım ediyordu; Gökler tanrısının oğlu Herakles’de, babasını destekliyordu. Devlerde yenilip soluğu Tartaros’da aldılar. Gök, Yeryüzü’nü yenmiş, Zeus, kardeşleri ve çocuklarıyla birlikte “iktidar”a el koymuştu.

Artık dünya, canavarlardan temizlenmiş, insanlar için hazır olmuştu. İnsanlar karşılarına ansızın bir Titanın, bir devin çıkıvermesi korkusu diye bir şey bilmeden, rahatça yaşayıp,çoğalabilirlerdi.

Yunalılar, dünyanın Deniz tarafından ikiye bölünmüş olduğuna inanırlardı; onlara göre iki deniz vardı. Deniz adıyla anılan Akdeniz ile Karadeniz… Yeryüzünün çevresinde de, rüzgarların, fırtınaların sularına değmediği Okeanos akıyordu. Okeanos’un karşı kıyısında yaşayan kişileri ölümlüler pek tanımazlardı, büyük ırmağı geçmeyi başarabilen insanların sayısı çok azdı çünkü. Yine de Okeanos’un ötesine dair bir şeyler bilinirdi:

Kuzeyde, Kuzey Rüzgarlarının bile kuzeyinde, Hyperborelerin mutlu öyküsü vardı; o ülkeye ne deniz, ne de akara yoluyla gidilebilirdi. Birkaç yabancıdan, ünlü kahramandan başka kimseler Hyperboreleri görmemişti. Yakınlarda oturan Musaların tatlı sesleri, çalgılarının duru musikisi duyulurdu her yanda; Hyperboreler saçlarını örer, şölenler verir, hastalık, ölüm nedir bilmeden yaşarlardı.

Kutlu ölülerin ülkesi de Okeanos’un kıyısındaydı. Karın, yağmurun düşmediği, kışın, fırtınanın uğramadığı bir yerdi orası; Okeanos’dan gelen Batı Rüzgarı ölülerin ruhlarını neşelendirecek şarkılar getirirdi. Yeryüzünde iyilik yapanlar, öldükten sonra dosdoğru o ülkeye gönderilirdi.

Yorgunluktan arınmış bir hayat verilmiştir onlara.
Artık ne toprağı, ne de suları denizin
Güçlü elleriyle tedirgin etmeyecekler.
Doyurmayan yemek için çalışmak yok artık.
Gözyaşları olmayan bir hayat sürecekler.
O kutlu adalarda deniz meltemleri esecek,
Altın çiçekler açacak ağaçlarda,
Ve sularda, sularda da açacak.

Evet, artık insanoğlu ortaya çıkabilirdi. Kötülerin, iyilerin öldükten sonra gidecekleri yerler bile hazırlanmıştı; yalnız onları yaratmak gerekiyordu.

İnsanoğlunun yaratılışı konusunda değişik görüşler vardı mitologyada. Bazıları, bu görevin Titanlarla olan savaş sırasında Zeus’u tutan bir Titana, Prometheus’a ve kardeşi Epimetheus’a verildiğini söylerler. Prometheus, bütün tanrılardan daha akıllıydı; ama kardeşi durmadan düşüncelerini değiştirir, aklını kullanmazdı. Yaratılışta da aynen öyle oldu. Epimetheus, insanları yaratmadan önce en iyi armağanlarını hayvanlara verdi; kuvveti, çevikliği, cesareti, kurnazlığı, kürkleri, tüyleri, kanatları, kabukları hep hayvanlara dağıttı. Sonunda pişman oldu. Kardeşine koşarak durumu anlattı. Prometheus düşündü taşındı, insanoğlunu bütün yaratıklardan üstün kılmanın bir yolunu buldu. Daha soylu bir biçim verdi ona, tanrılara benzeyen bir biçim.. Sonra gökyüzüne, güneşe çıkarak oradan ateşi indirdi yeryüzüne; korunma bakımından korunma bakımımdan kürklerden de, cesaretten de, çeviklikten de üstün olan ateşi sundu insanlara.

Bazılarına göre de, insanoğlunu tanrılar yaratmıştır. Önce altın bir soy meydana getirmiştir tanrılar, ona acı, keder diye bir şey vermemiştir. O soyun insanları kısa ömürlerini tanrılar gibi geçirmiş, ölünce de ruhları insanların koruyucusu olmuştur.

Tanrılar bir şey yaratır da, sonra onu öylece bırakırlar mı hiç? Altın soydan çabuk bıktılar tabii, gümüş soyu denediler. Gümüş soyun insanları daha akılsızdı, bu yüzden de hep birbirlerine giriyorlardı. Onlar da ölümlüydü, ama ölünce ruhları da birlikte ölüyordu.

Arkasından pirinç soy geldi. Korkunç bir soydu bu; kana susamış, güçlü kuvvetli insanlar durmadan savaşır, durmadan birbirlerini öldürürlerdi.

Bunu, tanrısal kahramanların soyu izledi. Bu yüce soyun insanları şarkılara, destanlara, şiirlere konu oldu, adları günümüze kadar kaldı.

Beşinci soy, şimdi dünyada yaşayan kişilerin soyudur: Demir Soy. Çağları kötü bir çağdır, kendileri de kötüdür. Yıllar geçtikçe daha da kötüleşeceklerdir. Sonunda utanmanın ne olduğunu bilmez bir duruma geleceklerdir. İşte o zaman Zeus, hepsini yok edecektir.

Bu iki yaratılış düşüncesi, ne kadar ayrı olursa olsun, bir konuda birleşir. Uzun bir süre, özellikle Altın Çağ boyunca, yeryüzünde yalnız erkekler vardı: hiç kadın yoktu. Zeus, Prometheus’a inat olsun diye yarattı kadınları; Prometheus tanrılar tanrısının geri aldığı ateşi yalnız erkekler için yeniden çalmıştı. Zeus’u kızdırmasının sebebi şudur:

Prometheus, büyük bir öküz kesti; iyi, yenecek yerlerini bir araya yığarak üstünü işkembeyle örttü. Kemikleri de bir araya topladı, onun üstünü de pırıl pırıl yağla örttü. Sonra Zeus’a çıkarak iki yığından birini seçmesini söyledi. Zeus, yağla kaplı yığını seçti tabii; alttaki kemikleri farkına vardığı zaman, iş işten geçmişti. O yüzden, insanlar tanrılar için kestikleri kurbanların yağıyla kemiklerini tapınaklarda yakar, iyi yerlerini de pişirerek yerler.

Prometheus’un ettiği oyuna kızan Zeus, öç almak için sevimli bir kişi yarattı. Bütün tanrılar, peçelerle, örtülerle, çiçeklerle ve altın taçla donattılar onu, adını da “herkesin armağanı” anlamına gelen Pandora dediler. Bu güzel “felaket” yaratılınca, Zeus onu yeryüzüne indirdi; o günden sonra da kadın, erkeklerin en büyük düşmanı olup çıktı.

Bazıları, insanları mutsuz kılan kötülüklerin Pandora’nın kendisinden değil de, merakından ileri geldiğini söylerler. Tanrılar, bir sandık alıp içini zararlı şeylerle doldurdular; o sandığı Pandora’ya vererek onu açmamasını bildirdiler. Sonra Pandora’yı, sandıkla birlikte, Epimetheus’a sundular. Prometheus, kardeşine Zeus’dan gelecek armağanları kabul etmemesini söylemişti ama karşısındaki yaratığın güzelliğini gören Epimetheus dayanamadı. Ne bilirdi ki, karşısında ki varlık, varlıkların en tehlikelisi olan kadındır? Pandora da, bütün kadınlar gibi meraklıydı. Sandığın içinde ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Bir gün kapağı açtı; sandığın içinden hastalıklar, acılar, kederler, kötülükler çıktı. Korkuyla kapağı kapadı Pandora, fakat çok geç kalmıştı; olan olmuştu bir kere. Bir tek iyi şey çıkmıştı sandıktan: Umut. İşte o yüzden, insanlar bugün de kötülüklere karşı koymak cesaretini, gücünü buluyorlar.

Zeus, kadını yaratarak cezalandırmıştı insanları; artık sıra Prometheus’daydı. Onu Kafkas’larda büyük bir kayaya kırılmaz zincirlerle bağlattı.

Dayanılmaz armağan durmadan öğütecek seni.
Seni kurtaracak kişi daha doğmadı.
Tuttuğun yollara karşı bunu biçiyorsun.
Sen bir tanrıydın, korkmadın Tanrı’nın öfkesinden,
Zamansız bir onur sundun bütün ölümlülere.
Onun için bu mutsuz kayayı bekleyeceksin,
Dinlenmeyeceksin, uyumayacaksın artık,
Sözlerin inilti olacak, ağıt olacak kelimelerin.

Bu işkencenin sebebi yalnız Zeus’un öç alma isteği değildi, tanrılar tanrısı için çok önemli bir sırrı yalnız Prometheus biliyordu. Bir gün, Zeus’un bir oğlu olacak, o oğulda babasını tahtından indirip yerine geçecek ve bütün tanrıları Olympos’dan sürecekti. İşte Zeus’u devirecek, o oğlun annesinin kim olduğunu yalnız Prometheus biliyordu. Zeus, habercisi Hermes’i yolladı ona, sırrı öğrenmek istedi. Prometheus sırrı vermedi. Hermes inat etmeye devam ederse başına daha kötü şeylerin gelebileceğini söyledi:

Kanla kızıllaşmış bir kartal gelecek,
Çağrısız bir konuk gibi çökecek şölene.
Gün boyunca gövdeni parçalayıp
Kararmış ciğerini yiyecek öfkeyle.

Ama hiçbir şey konuşturamıyordu Prometheus’u. Gövdesi bağlıydı ama ruhu özgürdü. Titanlarla olan savaşta yardım etmişti Zeus’a; ölümlüleri de korumuştu. Çektiği acı haksızdı; Hermes’e cevap verdi:

Beni konuşturacak güç yoktur.
Parıldayan şimşeğini fırlatsın Zeus,
Beyaz kanatlarıyla karın,
Yıldırımla, depremle
Yaksın bu dünyayı.
Söylemem; benim düşüncemi değiştiremez.

Hermes,

Hep deli saçmalıkları bu söylediklerin,

diye bağırarak çekip gitti. Yıllar sonra Prometheus bırakıldı; ama nasıl, neden bırakıldığı kesin olarak belli değildir. Kentaus Khiron, onunla yer değiştirmeyi, onun uğruna ölmeyi istemiştir. Böyle bir öykü vardır mitologyada. Hermes bir ara, Prometheus’a şunları söylemişti:

Bu acının sonu yok; burada kalacaksın
Bir tanrı, isteğiyle acı çekinceye kadar
Kara derinliklerine ölümün.
Güneşin karanlığa çevirdiği yere,
Senin yerine, ininceye kadar.

Ama Khiron bunu yaptı Zeus, Prometheus’un yerine onun acı çekmesini kabul etti. Bazılarına göre Herakles, kartalı öldürüp Prometheus’u kurtarmıştır bunu da Zeus’un istediği söylenir. Zeus neden kararını değiştirdi, Prometheus sırrını verdi mi, vermedi mi bilinmiyor. Ama bilinen bir şey var: Prometheus, sonuna kadar dayanmış, Zeus’a başeğmemiştir: Eski Yunan’dan bugüne kadar haksızlığa baş kaldıran bir varlık olarak sevilmiş, sayılmıştır.

Yaratılış konusunda bir başka öykü daha vardır. İnsanların taş soyundan geldiğini ileri süren bir öykü, Tufan’la başlar.

Yeryüzündeki insanlar o kadar kötüleştiler ki, Zeus hepsini yok etmeye karar verdi. Kardeşi deniz tanrısının yardımıyla her yeri suyla kaplattı, sele boğdu. Yalnız yüce Parnasson ıslanmamıştı. Dokuz gün, dokuz gece yağan yağmurlar büyük, tahta bir sandığı Parnasson’a attı. İçinde iki insan vardı sandığın: Prometheus oğlu Deukalion ve Epimetheus ile Pandora’nın kızları Pyrrha. Yaratıkların en akıllısı Prometheus, kendi ailesini korumasını bilmiş, seller başlayınca, oğluna bir sandık yaptırtmış, yiyeceklerle doldurarak karısını alıp içine girmesini söylemişti.

Neyse ki, Zeus kızmadı bu olaya. Deulalion da. Pyrrha da tanrılar tanrısını severdi çünkü. Sandık kıyıya vurunca Zeus suları çekti. Ölü bir dünyanın tek yaratıklarıydı. Kaygan, yosunlu taşlardan yapılmış bir tapınağa geldiler. Korkunç yalnızlıklarını gidermek için nasıl bir yol tutmaları gerektiğini sordular, yakardılar. Bir ses duydular ansızın:”Yüzlerinizi örtün ve annenizin kemiklerini arkanıza atın.” Korku kapladı iki sevgiliyi, Pyrrha böyle bir şey yapamayacaklarını söyledi; Deukalion’da onun gibi düşünüyordu, birden bire aklına bir şey geldi. “Bizim annemiz topraktır,” dedi karısına “Onun kemikleri de taştır. Kimseye zarar vermeden onun taşlarını arkamıza atabiliriz.” Öyle yaptılar. Arkalarına attıkları taşlar yere değer değmez, bir insan biçimi alıyordu. Taş insanlar diye adlandırdılar onları; böylece insan soyu da ortadan kalkmaktan kurtuldu.


Kaynaklar

Dünya mitolojisi.
Greg&Roman
Edith Hamilton – MYTHOLOGY- NEW AMERICAN LIBRARY

Çeşitli Web Siteleri:
http://www.bulfinch.org/
http://members.tripod.com/~srinivasp/mythology/stories.htm


Fırat “Desang’ard” Hacıahmetoğlu

(Bu yazı lostlibrary.org sitesinden, yayıncısının izni alınarak yayınlanmıştır)