İki Büyük Yeryüzü Tanrısı

Zeus, korkunç şimşeğini düşüncesizce kullanan, genç kızların peşine düşen bir tanrıydı; Ares, savaştan, kan dökülmesinden hoşlanırdı; Hera kıskanç olması ile birlikte, adalet diye bir şey tanımazdı. Athena’da çarpışmaları severdi; Aphrodite’e tuzak kurmakta, ağını atmakta pek ustaydı doğrusu. Yakışıklı, güzel tanrılardı bunlar, serüvenleri de keyifle dinlenirdi; ama zararlı olmadıkları zamanlarda bile çekilmez, güvenilmezlerdi.

Bu açıdan ele alınınca ötekilerden ayrılan iki tanrı vardı; insanoğlunun en iyi arkadaşlarıydılar onlar: Kronos ile Rhea’nın kızları, Bereket, Başak tanrıçası DEMETER (CERES) ile Şarap tanrısı DIONYSOS (BACCHUS). Demeter, Dionysos’dan daha yaşlıydı; insanoğlunun üzümden önce buğday yetiştirmiş olmasına bağlanabilir bu. Bolluk, Bereket saçan ölümsüzün, tanrı değil de tanrıça olması akla yakındır. Erkekler avda yada savaştayken tarlalarda kadınlar çalışırdı; bir tanrıça o kadınların duygularını, yaptıkları işleri bir tanrıdan daha iyi bilirdi. Kadınlar da bir tanrıçayı daha iyi anlayabilirlerdi tabii …

Demeter’e adanılan bayram, hasat zamanında yapılırdı. Önceleri, tören son derece basitti: yeni buğdaydan pişirilen ilk ekmek bölünerek, tanrıçaya dualar edilerek yenilirdi. Bu gösterişsiz tören daha sonra esrarlı bir tapınma haline gelmiştir. Büyük bayram beş yılda bir Eylül ayına gelir, dokuz gün sürerdi. O kutsal günlerde bütün işler bırakılır, şarkılar söylenir, oyunlar oynanırdı. Birçok yazar o şenlikleri anlatmıştır; ama tapınakta yapılan asıl tören hakkında hiçbir bilgimiz yoktur, çünkü törene katılanlar kimseye bir şey anlatmamak üzerine yemin ederlerdi.

Büyük tapınak, Athenai yakınlarında küçük bir şehir olan Eleusis’deydi. Orada yapılan törenler, Yunan dünyasında olduğu kadar Latin dünyasında da saygıyla anılmıştır. İsa’dan önceki yüzyılda Cicero şöyle yazmıştır: ”Bu esrarlı törenlerden yüce bir şey yoktur. Davranışlarımızı güzelleştirmiş, geleneklerimizi yumuşatmıştır onlar; yabanlıktan gerçek insanlığa geçmemizi sağlamıştır. Bize, mutluluk içinde yaşamayı değil, iyi bir umutla ölmeyi de öğretmiştir.”

Nasıl olmuşsa olmuş, Asma ve Şarap tanrısı Dionysos bir yolunu bularak Eleusis’e girip Demeter’in yanında yer almıştır. Ama garipsenecek bir olay değildir bu; iki ölümsüzde, insanların günlük yaşayışlarının bir parçasıydı. Şarabın içilmesi de, ekmeğin bölünmesi kadar önemliydi insanlar için. Üzümler, suları sıkılmaya götürüldüğü zaman, hasat zamanı, Dionysos’un bayramıda yapılırdı.

Sevinç tanrısı Dionysos, duru yıldız
Meyveler toplanırken parıldayan

Bir hymnos’dan alınmıştır

Ama Dionysos da, Demeter de her zaman birer sevinç tanrısı değillerdi. Sevinç kadar acıyı da yakından tanırdı onlar. Bu bakımdan öteki ölümsüzlere benzemezlerdi. “Rüzgarın hiç esmediği, yağmurun, beyaz kar yıldızlarının hiç düşmediği Olympos’da mutluluk içinde yaşarlar; Apollon’un gümüş lirini, Musaların cevap veren tatlı seslerini dinlerler. Kharitlerin Hebe’yle, Aphrodite’le dans edişine bakarlar. Bir ışıltı kaplar hepsini.” Ama yeryüzünde yaşayan iki tanrı, yürek parçalayan acını ne olduğunu pek iyi bilirdi.

Buğdaylar, altın üzümler toplandıktan sonra ne olur? Görünürde başaklar, asmalar kalmayınca ne olur? Tarlaların yeşilliğinin yerini kara kırağı alınca ne olur? İnsanlar, kendi kendilerine bu soruları sorarlardı işte. Günler, geceler, mevsimler geçer, yıldızlar döner, bu olay hep tekrarlanırdı. Demeter ile Dionysos hasat günlerinin mutlu tanrılarıydılar, ama ya kışın ne yaparlardı? Kışın acı çekerdi onlar, toprak da üzüntülere gömülürdü. Bunun neden böyle olduğunu araştıranlar, kaynağı bazı öykülerde bulmuşlardır.

DEMETER (CERES)

Bu öykü, İ. Ö. sekizinci yüzyılın sonlarıyla yedinci
yüzyılın başlarında yazılan bir hymnos’da
anlatılmıştır.
Yunan şiirinin içtenlik, yalınlık gibi özelliklerine
bu öyküde bol bol rastlanır.

Demeter’in Persephone (Latince’de, Proserpina) adlı bir kızı vardı. Onu yitirince çok üzüldü Demeter, bütün armağanlarını topraktan çekip aldı. Yeşil, çiçekli toprak buzlarla kaplandı, donmuş bir bozkıra döndü.

Persephone, arkadaşlarıyla çiçek toplarken bir nergis görmüş onu koparmak için uzaklaşmıştı. O sırada yeryüzüne çıkmış olan Yeraltı Tanrısı, Demeter’in kızını bileğinden tutarak kömür karası atların çektiği atarak kaçırdı. Yeraltına inerken Persephone öyle ağladı ki, dağların tepelerinden, denizlerin derinliklerinden yansıyan sesini annesi duydu. Bir kuş gibi, denizleri karaları aştı ama kızının izini bulamadı. Kimseler bir şey bilmiyordu, “ne tanrılar, ne insanlar, ne de kuş haberciler…” Dokuz gün dolaştı Demeter, ağzına ambrosia da koymadı, nektar da. Sonunda Güneş’in yanına gelerek gerçeği öğrendi: Persephone yeraltında, ölü gölgeler arasındaydı.

Demeter’in yüreğine daha büyük bir acı saplandı. Olympos’dan ayrılıp yeryüzüne indi, orada yaşamaya başladı. Kimse kendisini tanımasın diye kılığını da değiştirmişti. Umutsuzca dolaşa dolaşa Eleusis’e geldi, bir duvar dibinden geçen yola oturdu. Yaşlı bir kadını andırıyordu; kuyudan su çekmekte olan dört kız onu görüp yanına yaklaştılar, ne yaptığını sordular. Kendini yakalayıp satmak isteyen korsanlardan kaçarak hiç bilmediği bu ülkeye geldiğini söyledi tanrıça. Kızlar, isterlerse onu evlerine götürebileceklerini bildirdiler, koşup annelerinden izin aldılar. Karalar içindeki ince Demeter, başını öne eğip arkalarına düştü. Kızların annesi Metaneira, tanrıçayı karşıladı; kutsal konuk kapıdan geçerken eşiği bir ışıltı kapladı, kucağında çocuğuyla oturan Metaneira’nın üstüne bir saygı duygusu çöktü.

Demeter’i yanına oturtarak şarap sundu ona; ama Demeter şarap içmedi, içine nane karıştırılmış arpa suyu istedi. Tarlalarda çalışan rençberleri arpa suyu serinletir,tapınılırken kutsal kupadan arpa suyu içilirdi. Daha sonra, Metaneira’nın çocuğunu kucağına aldı. Demeter, onu sevdi, okşadı, büyütmek istediğini söyledi annesine.

Demophoon böylece büyüdü; tanrıça ambrosia ile besliyordu onu, geceleri ateşin kızıl yüreğinde yatıyordu. Amacı ona, ölümsüzlük sonsuz gençlik vermekti.

Ama anne, bilinmeyen bir sebepten ötürü tedirgindi; bir gece Demeter’i gözetledi, oğlunun ateşe yatırıldığını görünce çığlıklar atarak odaya girdi. Tanrıça çok kızdı bu olaya, çocuğu tuttuğu gibi yere fırlattı. İhtiyarlıktan, ölümden kurtarmak istemişti onu.

Ansızın görünüşünü değiştirdi Demeter, tanrıça olduğunu göstermek istiyordu artık. Her yanından güzellik aktı, bütün evi ışıltılar kapladı. Tanrıça Demeter olduğunu söyledi. Şehirde bir tapınak kurup, kalbini ancak öyle kazanabileceklerini anlattı kadına .

Metaneira’nın dili tutulmuştu, tepeden tırnağa titriyordu. Ertesi sabah olayı kocasına anlattı; kocası da tanrıçanın dileğini şehirlilere bildirdi. Vakit geçmeden bir tapınak kurdular; Demeter’de Olympos’u bütün bütüne bırakıp tek başına o tapınağa geldi, günlerini kızının özlemiyle geçirmeye başladı.

O yıl bereketsiz geçti. Toprak bir şey vermedi, bir şey yetiştirmedi; öküzler sabahı umutsuzluk içinde çektiler. Bütün insan soyu açlıktan öleceğe benziyordu. Sonunda Zeus, duruma el koyması gerektiğini düşünerek tanrıları Demeter’e yolladı, öfkesini bir yana bırakmasını bildirdi. Ama hiç aldırmadı Demeter; kızını görünceye kadar toprak insanlara bir şey vermeyecekti. Zeus, tek çarenin kardeşini kandırmak olduğunu anladı. Hermes’i yeraltına göndererek Persephone’nin Demeter’e geri verilmesini diledi.

Hermes, Persephone ile ölüler kralını yan yana oturur buldu. Annesini özlediğinden olacak, Persephone de iyice süzülmüştü. Hermes’in sözlerini duyunca sevinçle ayağa fırladı, hemen gitmek istedi. Kocası, Zeus’un buyruğunu yerine getirmek gerektiğini biliyordu. Karısına giderken ona kendisini unutmamasını söyledi, yeraltına tekrar dönmesini sağlamak için de bir nar tanesi yedirdi.

Hermes, altın arabanın dizginlerini tutup da kara atları Demeter’in tapınağına bir sürdü, bir sürdü ki… Anneyle kızın kavuşmaları görülecek bir şeydi. Kucaklaştılar, öpüştüler, oturup bütün gün başlarında geçen olayları anlattılar birbirlerine. Demeter, nar tanesini duyunca
Yer altı Tanrısının ettiklerini, kızının yine ona gideceğini anladı.

Zeus bir başka haberciyi, kendi öz anası Rhea’yı, tanrıların en yaşlısını, Demeter’e yolladı. Olympos’dan çorak, yapraksız toprağa indi Rhea, tapınağın kapısına dikilip Demeter’e seslendi:

Gel kızım, uzakları gören, gökleri gürleten Zeus seni istiyor çünkü.
Gel yine tanrılar ülkesine saygı göreceksin,
İstediklerin olacak, acılarını dindirecek kızım
Yıl bitip de acı kış sona erince.
Yılın üçte birinde karanlıklar ülkesi tutacak onu.
Üçte ikisi senin yanında olacak, senin ve mutlu tanrıların.
Barış artık. Yalnız senin verebileceğin hayatı ver insanlara.

Demeter karşı koymadı bu dileğe. Yılın dört ayında Persephone’yi ölüler ülkesine göndermeyi kabul etti. İnsanların kendisine “İyi Tanrıça” dediklerini düşündü, yaptıklarından, getirdiği kıtlıktan bir utandı, bir utandı ki… Tarlaları, köyleri, kasabaları, şehirleri meyvelere boğdu. Parlak çiçekler, yemyeşil ağaçlar açtırdı. Eleusis’den Triptolemos adlı birini seçti, onun aracılığıyla insanlara ekin ekmesini öğretti, esrarlı törenlerde neler yapılması gerektiğini söyledi. O törenlere katılanlar dillerini tutacak, ama mutluluk içinde yaşayacaklardı.

Kokulu Eleusis’in tanrıçası,
Toprağın iyi armağanlarını veren,
Bana da, bana da ver, ey Demeter.
Persephone, güzel kız,
Kızların en sevimlisi,
Sana sunuyorum bu şarkımı.

Demeter ile Persephone’nin öyküsünde acı, üzüntü çok önemli bir yer tutmaktadır. Kızını her yıl öldüğünü gören Demeter, sonsuz bir acı içindeydi. Persephone ayağını kuru, çorak topraklara basınca bahar gelir, her yanda çiçekler açardı. Sappho şöyle yazar:

Çiçekli baharın adımlarını duydum…

Persephone’nin adımları. O adımların toprağa neler getirdiğini bilirdi Persephone, ama sonunda kendisini yine soğuk ölümün beklediğini de bilirdi. Karanlıklar ülkesinin kralı onu arabasına atıp da yeraltına taşıdığında bütün sevinci uçup giderdi.

Olymposlular “mutlu tanrılar”dı, “ölümsüz tanrılar”dı. Ölümlü kişilerle aralarında büyük bir uçurum vardı. Ama ölüm saati gelip çattığı zaman insanlar, acı çeken tanrıçayla ölen tanrıçayı daha bir anlarlar, daha bir severlerdi.

DIONYSOS (BACCHUS)

Dionysos, Olympos’a giren tanrıların sonuncusuydu.
Homeros onu tanrı olarak kabul etmemiştir.
Aşağıdaki öykünün kaynakları,dokuzuncu yüzyılın
sonlarıyla sekizinci yüzyılın başlarında yaşayan
Hesiodos’un bazı yazılarında bulunmaktadır.
Dördüncü yüzyılda yazılmış bir hymnos’da korsan
gemisi anlatılmıştır. Pentheus’un kaderi de beşinci
yüzyılda yaşayan Euripides’in son oyununa konu
olmuştur.

Dionysos, Zeus ile Thebai prensesi Semele’nin oğullarıydı: Thebai’da doğmuştu. Annesi ile babasının ikisi de ölümsüz olmayan tek tanrıydı.

Yalnız Thebai’da doğurur ölümlü kadınlar
Ölümsüz tanrıları.

Semele, Zeus’un tutulduğu kadınların en talihsiziydi; bu talihsizliğin sebebinin yine Hera olduğu kolayca anlaşılabilir. Zeus, çılgınca tutulmuştu Semele’ye; onun bütün dilediklerini yerine getireceğini söyledi, Styks ırmağı üstüne yemin etti. Öyle bir yemindi ki bu, tanrılar tanrısı bile sözünden dönemezdi. Semele, Zeus’u Gökler tanrısı ve Şimşeğin efendisi olarak, bütün parlaklığıyla görmek istedi. Aslında Hera’nın istediği bir şeydi bu. Zeus ölümlülere kendini tanrı kılığında gösteremezdi, tehlikeli olurdu bu, ama Styks üstüne yemin etmişti. Tanrı olarak geldi sevgilisine; Semele onun yakıcı ışıltısına dayanamayarak öldü. Zeus tez davrandı, doğmak üzere olan çocuğu prensesin karnından alarak sakladı, doğuncaya kadar da Hera’ya göstermedi.

Doğunca, Hermes yeryüzüne taşıdı Dionysos’u; kimsenin nerede olduğunu bilmediği, ama herkesin güzelliğini anlata anlata bitiremediği Nysa vadisine götürerek oradaki nymphelere verdi. Bazıları, nymphelerin Hyadlar olduğunu, Zeus’un sonradan onları yıldız diye göğe yerleştirdiğini söylerler. İleri sürdüklerine göre Hyadların en büyük özelliği yağmur yağdırmalarıdır.

Asma tanrısı böylece ateşten doğmuş, yağmur tarafından yetiştirilmişti…. Üzümleri olgunlaştıran yakıcı sıcaklık ve asmalara can veren su…

Büyüyünce, uzak, yabancı ülkeleri dolaştı Dionysos.

Altınca zengin Lidya topraklarını,
Frikya’yı da.
Gün vurmuş ovalarını İran’ın,
Medlerin rüzgarlı ülkesini.
Mutlu Arabistan’ı da.

Gittiği bütün yerlerde insanlara şarap yapmasını öğretti, kendisine nasıl tapılacağını anlattı; ülkesine yaklaşıncaya kadar her yerde onu tanrı kabul ettiler.

Bir gün karaya yaklaşan korsanlar, kıyıda çok yakışıklı bir delikanlının oturmakta olduğunu gördüler. Kara, gür saçları omuzlarındaki mor pelerine dökülüyordu. Yüce kralların oğullarına benziyordu; bir kaçırılsa babası onu geri almak için neler vermezdi… Korsanlar keyifle kıyıya atlayıp delikanlıyı yakaladılar; gemiye çıkardılar onu, bağlamak istediler. Ama ipler, onun ellerine, ayaklarına değer değmez kopuyordu. Koyu gözlerinde bir ışıltıyla kendilerine bakan delikanlıyı ne kadar bağlamak istedilerse olmadı, başaramadılar.

Onun tanrı olduğunu yalnız dümenci anladı, düşüncesini arkadaşına açtı, onu kıyıya bırakıp hemen kaçmaları gerektiğini, yoksa başlarına bir felaket gelebileceğini söyledi. Kimse dinlemedi kendisini, gemini kaptanı alay etti. Yelken açtılar, rüzgarda sert sert esiyordu; ama gemi hareket etmedi. Sonra arka arkaya inanılmaz şeyler olmaya başladı. Güverteyi sel gibi şarap bastı; yelkenin üstünde olgun salkımlarıyla bir asma belirdi; çiçekli bir sarmaşık da direğe tırmandı. Korsanlar dümenciyi yakalayarak kıyıya bırakmak istediler. İşte tam o anda tutsakları, kocaman bir aslan haline geliverdi, korkunç korkunç kükredi. Bütün korsanlar denize atladılar; ayakları suya değer değmez hepsi birer yunus oldu. Tanrı yalnız iyi yürekli, dümenciye acımıştı. Korkmamasını söyledi ona; karşısındaki Şarap tanrısıydı, Zeus ile Semele’nin oğulları yüce Dionysos…

Bir keresinde de Lykurgos’la araları açılmıştı. Thrakia’dan geçerken o ülkenin krallarından Lykurgos, ona tapmak istemedi, kötü sözler söyledi. Dionysos kaçıp denizin derinliklerinde saklandı; bir süre sonra ortaya çıkıp kralı yendi, cezalandırdı:

Onu kayalık bir mağara kapadı
İlk çılgınca öfkesi ağır ağır
Geçip de tanıyıncaya kadar
Alay ettiği tanrıyı.

Ama öteki tanrılar, Dionysos kadar iyi yürekli, yumuşak başlı değildi. Zeus, Lykurgos’u kör etti, bir süre sonra da canını aldı. Tanrılarla didişenler uzun yaşamazlardı.

Dolaşırken, Naksos adasında Girit prensesi Ariadne’ye rastladı. Ariadne, Theseus’un hayatını kurtarmıştı; ama Theseus onu Naksos adası kıyılarına bırakıvermişti. Tanrı, Ariadne’ye acıdı, onu kurtardı, sevdi. Öldüğü zamanda, ona armağan ettiği tacı alıp yıldızlar arasına yerleştirdi

Hiç görmediği annesini unutmamıştı. Onu öylesine özlüyordu ki, yer altı ülkesine inmeyi kararlaştırdı. Annesini bulduğu zaman da, Ölüm’e meydan okudu. Ölüm yenilince Semele’yi Olympos’a götürdü. Bir ölümlüydü Semele, ama tanrı Dionysos’un annesi olduğun için, ölümsüzler onu aralarına almayı kabul ettiler.

Şarap tanrısı iyi yürekliydi, yumuşak başlıydı ya, canı isteyince herkesten kötüde olabilirdi. Sık sık yaptığı iş, insanları çıldırtmaktı. Kendilerine BAKKHALAR adı da verilen MAINADLAR’ı dağlara, ormanlara salıvermişti. Bakkhalar, şaraptan çıldırmış kadınlardı; çığlıklar atarak koşar, yakaladıkları yabani yaratıkların kanlarını içerlerdi. Bir şey durdurmazdı kendilerini. Olympos tanrıları, törenlerde, adaklarda düzeni severlerdi; bu çılgın kadınların ise tapınakları yoktu. En yabani sağlarda, en derin ormanlarda, ayak basmamış koruların duru sağlığında yaşarlardı. Kalın yapraklı ağaçlar altında, yumuşak, serin çimlerde yatar, uyanınca bir derede yıkanır, dünyanın yabani güzelliği ortasında, açık gökyüzüne karşı tapınırlardı. Sonra Dionysos’un verdiği otları, böğürtlenleri yer, yaban keçisinin sütünü içer, kanlı avlara çıkarlardı.

Dionysos tapımı birbirine karşı bu iki davranışın ortasında gelişmiştir. Şarap tanrısı kendisine tapanlara sevinç, özgürlük de verebilirdi, yabani bir yıkım da. En büyük kötülüğü annesini şehri Thebai’ye yapmıştır.

Dionysos, kendi kültürünü yerleştirmek içi Thebai’ye geldi. Şarkılar söyleyen, elleri sarmaşıklarla süslü kadınlar geldi yanına. Hepsi, sevinçten çıldırmış gibiydi. Semele’nin kız kardeşinin oğlu, Thebai kralı Pentheus, gelenleri gördü, ama başındakinin Dionysos olduğunu bilmiyordu. Semele ölürken Zeus’un Dionysos’u kaçırmış olduğundan bile haberi yoktu. Şehrin ortasında bir topluluğun böyle çağırıp, bağırmasından hiç hoşlanmadı; nöbetçileri çağırarak hepsini yakalatmak istedi. Önderleri içinde şu sözleri söyledi: “Yüzü şaraptan kızarmış, besbelli bir Lidyalı büyücü.” Ama bu sözleri söyler söylemez arkasından bir sesin kendisine şöyle dediğini duydu: “Karşı koyduğun adam, yeni bir tanrıdır. Semele’nin oğludur. Ölümsüz Demeter’le birlikte, yeryüzünde insanların en büyük koruyucusudur.” Konuşan, Thabai’li ihtiyar, kör bakıcı, tanrıların dileğini bütün ölümlülerden daha iyi anlayabilen Teiresias’di. Pentheus, ona cevap vermek için dönünce Teiresias’ın da şehre giren çılgınlar gibi giyinmiş, ak saçlarına sarmaşıklardan bir çelenk koymuş olduğunu gördü. Alay etti onunla, ihtiyar bakıcıyı yanından attırdı.

Askerleri Dionysos’u yakalayıp yanına getirdiler. Hiç karşı koymamış, hiç direnmemişti Dionysos; askerler de utanarak onu yakalamak istemediklerini, buyruğu Pentheus’un vermiş olduğunu söylemişlerdi. Bunu, Pentheus’a böylece anlattılar; yakaladıkları genç kızların da, dağlara kaçtıklarını açıkladılar. Kilitler fayda etmemiş, kapılar açılıvermişti. “Bu adam” dediler, “inanılmaz şeyler göstererek girdi Thebai’ye…”

Pentheus’un gözünü öfke bürümüştü, ağır sözler söyledi Dionysos’a. Tanrı büyük bir incelikle cevaplandırdı onun sorularını, kendisini zindana atamayacaklarını bildirerek, “Tanrı beni salıverir,” dedi.
“Tanrı mı?” diye sordu Pentheus.
“Evet” diye cevap verdi Dionysos. “Tanrı burada, bana ettiklerinizi de kendi gözleriyle görüyor.”
“Hani benim gözlerim görmüyor onu,” dedi Pentheus.
“Benim odluğum yerde duruyor,” dedi Dionysos. “Sen, onu göremezsin; çünkü temiz, arınmış biri değilsin.”

Pentheus, öfkeyle Dionysos’u bağlayıp zindana atmalarını buyurdu. Götürülürken “Bana yaptığın kötülükler, aslında tanrılara yapılıyor,” dedi Dionysos.

Zindanın duvarları Şarap tanrısını tutmadı; Dionysos, Pentheus’un yanına çıkarak, ona yeni ve büyük bir tanrı olduğunu söyledi. Pentheus ağır konuştu yine, küfürler etti. Sonra da, saraydan çıkarak daha önce zindandan kaçmış olan genç kızların peşine düştü. Teker teker yakalamak istiyordu hepsini. Bulduğu zaman, Thebai’li birçok kadının, bu arada annesinin ve kız kardeşlerinin, onların yanında olduğunu gördü. İşte, Dionysos korkunç gücünü o anda kullandı. Bütün kadınları çıldırttı. Çıldıran kadınlar, Pentheus’u yabani bir dağ aslanı sanarak üstüne saldırdılar. Onu parçalayanların başında kendi annesi vardı; ölürken Thebai kralı, karşı koyduğu kişinin bir tanrı olduğunu artık biliyordu.

Bir süre sonra Dionysos, kadınların akıllarını başlarına getirdi. Şarkılar, oyunlar ansızın kesildi; Pentheus’un annesi acıyla baktı öteki kadınlara, ortalığı üzüntülü bir sessizlik kapladı.

Bu öykülerdeki değişik düşünceler, bir çelişmeyi gösterir gibidir. Sevindiren tanrı da Dionysos’dur:

Saçları altınla örülen
Al yanaklı Bakkhos,
Mutlu alevleri parıldayan
Mainadların yoldaşı.

Can yakan, yüreksiz tanrı da:

Alaycı bir gülüşle
Avını avlar,
Sonra sürükler ölümüne onu
Bakkhalarıyla.

Gerçeğe, onun Şarap tanrısı olduğunu hatırlayarak varılabilir. Şarap, iyi olduğu kadar kötüdür de; insanların içini ısıtır, onları neşelendirir, ama çok kaçırılırsa sarhoş eder. Yunanlılar, onun bu iki özelliğini birden gördükleri için, Dionysos’a yalnız iyilikler değil, kötülükler de yaptırmışlardır. Ama birazcık şarabı her zaman, her zaman sevmişlerdir:

Dionysos’un şarabı,
Üzüntüler, kaygılar bırakınca
Yüreklerini insanların.
Hiç görmediğimiz bir ülkeye gideriz.
Yoksullar zengin olur, zenginler duygulanır.
Her şeyi yere serer asmadan yapılmış oklar.

Şarap, “yoksulları zenginleştirmek”le kalmazdı.

Hayat veren, bütün hastalıkları iyileştiren

Bir kadehi vardı Dionysos’un. O kadehin içindeki içkiyi içen; cesaretlenir korku diye bir şey tanımaz olurdu. Bütün bunlardan ötürü insanlar, Şarap tanrısını öteki tanrılardan daha çok düşünür, daha çok severlerdi. Tanrının yardımıyla tanrılaşırlardı. Ama ona tapanlar arasında, hiç şarap içmeyenler de vardı. Dionysos, yalnız içki yoluyla değil, esin yoluyla kurtarmayı, özgürleşmeyi de kabul etmişti çünkü. Bu davranışı, onu sonraki yüzyıllarda, gelmiş geçmiş Yunan tanrılarının en önemlisi kılmıştır.

Eleusis törenleri, Cicero’nun dediği gibi, yüzyıllar boyunca, insanlara “yalnız mutluluk içinde yaşamayı değil, iyi bir umutla ölmeyi de öğretmiştir.” Ama törenler açıklanamadığı, yazılamadığı için etkisi kısa sürmüş, geride yalnız silik bir anı kalmıştır. Dionysos için yapılan törenler öyle değildi; büyük bayram, bütün dünyaya açıktı. Yunanistan’daki hiçbir bayramla karşılaştırılamayacak yücelikte olan şenlikler, baharda, asmalar yeşermeye başlayınca başlar, beş gün sürerdi. ”Barış, kardeşlik havası eserdi her yerde; kimse yakalanıp zindana atılmaz, tutsaklar salınırdı. Halk, yabani ormanlarda, dağlarda kanlı şölenlere çökmez, açık havada, bir tiyatroda toplanır, oynanan oyunları gözlerdi. Oyunları yazan şairlere ve oynayan oyuncularla şarkıcılara tanrının uşakları gözüyle bakılırdı. Dionysos’un rahibi de, tanrı adına şenliklere katılırdı. Yunan şiirlerinin en güzelleri Dionysos’a yazılmıştır.

Kutsal bir tapım olarak kabul edilen bu tören, tiyatro tarihi bakımından olduğu kadar, tiyatro edebiyatı bakımından da büyük bir önem taşımaktadır. Şenliklerde oynanan tragedyalarla, Shakespeare’in dışında hiçbir yazar boy ölçüşememiştir.

Komedyalar da oynanırdı Dionysos tiyatrosunda; ama tragedyalar sayı bakımından daha çoktu her zaman. Mitologyadaki her olay gibi, bu da bir sebebe dayanmaktadır:
Garip tanrı Dionysos, Demeter gibi acı çeken bir ölümsüzdü; acısı, başkasından ötürü değildi, doğrudan doğruya kendinden gelmekteydi. Asma, meyve veren öteki ağaçlara, bitkilere benzemez; hepsinden çok budanır. Kışın yapraksız, çıplak, eğri büğrüdür… Asma Dionysos, soğukların gelişiyle Persephone gibi ölürdü; ama çok daha korkunç bir ölümdü bu; bazı öykülere göre Titanların, bazı öykülere göre de Hera’nın buyruğuyla, paramparça edilirdi. Aylar geçer, yeniden canlanırdı Dionysos; sonra aylar geçer, yeniden ölürdü. Tiyatrosunda, onun yeniden hayata dönüşünü kutlarlarken, her yıl durmadan öldüğünü unutmazlar, o yüzden tragedyalar oynarlardı. Şarap tanrısı acı çekmenin çok ötesindeydi; “trajik” bir tanrıydı.

Bu yanıyla ölümün hiç sona ermediğini de gösterirdi, Dionysos. Ona tapanlar, ölümün ötesinde bir hayatın var olduğuna inanırlardı. Bu inanç, Eleusis törenlerinde de sürüp gitmiştir. Önceleri, Persephone’nin dirilişi kutlanmış, yılar geçtikçe onun “ölüm” özelliği de hatırlanmıştır. Kişiliğinde esen ölüm havasıyla Persephone nasıl olmuş da hayatı, dirilişi bütün parlaklığıyla saklamayı başarmış? Büyük bir güçtür bu. Dionysos’un ölüler ülkesinde o kadar güçlü olduğu söylenemez. Şarap tanrısı, dirilen bir ölü değil, ölen bir diriydi. Ölümsüzlük inancını sağlayan da, Persephone’den çok, kendisiydi.


Fırat “Desang’ard” Hacıahmetoğlu

(Bu yazı lostlibrary.org sitesinden, yayıncısının izni alınarak yayınlanmıştır)