İhsan Oktay Anar’a ve sıra dışı kitaplarına tam alıştım diyordum ki, raflarda onu gördüm: Amat. O garip kelime bana bakıyor ve zihnimin her bir kıvrımında baktıkça yeni soru işaretleri oluşturuyordu. Amat neydi? Ne demekti? Tabii o zaman kitabı daha okumadığım için, kitaptaki karakterlerin de zamanı geldiğinde aynı şeyi sorgulayacağını bilemezdim…
Her İhsan Oktay Anar kitabına duyduğum açlık, merak ve heyecanla aldım kitabı. Sonrasında ise bilinmezliğin sularında, bir gemi dolusu insanla seyir halinde buldum kendimi. Amat, dil olarak Puslu Kıtalar Atlası ile aynı üslupta olmasının yanı sıra daha sınırlı bir alanda gelişen olayları kapsıyor. Çünkü bu kitapta gerçektende bilinmezliğin denizlerindeyiz. Amat bir gemi ve biz o gemide Kaptan efendisi, reisleri, tayfası ve yeniçerileri ile başbaşayız.
Yine Puslu Kıtalar Atlası’nda olduğu gibi Osmanlı zamanındayız. 1670 yılında, Konstantiniye, Dersaadet ya da en bilinen adıyla İstanbul’dan kalkıyor gemimiz. Kalktığı gün, bu seferin uğursuz bir sefer olacağı düşünülüyor herkesçe. Günlerden Salı, yani Kabil’in kardeşi Habil’i öldürdüğü gün; başka bir deyişle Kan Günü. Onları geçirmeye kimse de gelmiyor hani. Uğursuz bir sefer hissi içlerini kemirirken gerçekten öyle mi olacak demeden edemiyor insan. Yazarımızda öykülerini kılıktan kılığa sokan biri olunca, merak etmekten başka bir şey yapamıyoruz.
Amat’ın içinde bulunduğu karışıklık bu kadar da değil. Kitabın öne çıkan karakteri, ve bence en sağlam karakterleri olan, Kırbaç Süleyman lakaplı Süleyman Reis’in bu seyre dâhil olması ile bir gemide 2 reis olmuş oluyor. Bir köprüde karşı karşıya gelen iki keçi, aynı ipte yürüyen iki cambaz ya da her ne derseniz diyin bu duruma uygun düşecektir. Bir gemide bir reis, bir Kaptan Efendi bulunurken, bu gemide 2 reis olması (bir nevi 2.kaptan) Kırbaç Süleyman ve o gelmeden önceden beri geminin reisliğini yapan Ali Reis arasında ipler geriliyor. Kaptan Efendimiz Diyavol Paşa’nın da bu durumu körükleyen hareketleri hiç de yardımcı olmuyor aslında. Fakat Süleyman Reis’i okurken tam bir deniz kurdu görüyoruz. Ali Reis daha çok teorik bilgiye sahip ve gemicilik konusunda aslında o kadar da yeterli bir kişi değilken Süleyman Reis’in o “kırbaç” lakabını nasıl da hak ettiğini, her sözü, hareketi ve hatta bir bakışı ile nasıl bir cengâver olduğunu hayal etmek hiç ama hiç zor değil. Okurken benim gözümde kapı gibi bir adam canlanıyordu. Hele hele, bir yerde gemiyi basan Venediklilere karşı eline silah dahi almadan, o meşhur kırbacı ve tekme tokatlarıyla adamları ölmekten beter etmesi okurken beni en çok etkileyen ve bir o kadar da eğlendiren sahnelerden biri olmuştu. Ama Kırbaç Süleyman’ın hikâyesi bu kadar değil. Hikâyenin belkemiğini oluşturan unsurlardan biri de onda gizli. Çeşitli rivayetlere göre biraz olsun değişen nedenlerini bir kenara bırakırsak kendisi muazzam bir tutkuyla ölümsüzlüğü araştırmaktadır. En büyük arzusu, ne geminin gerçek reisi olmak ne de daha ileri gidip kaptan olmak. Onun ganimette de gözü yok. Tek isteği ölümsüzlüğe ulaşmak. Onun gibi otoriter, savaşçı ve bileği bükülmez birinin en büyük korkusu ölmek. Bu konuda aradığı yanıtlar ise çok ilginç bir biçimde gemi kaptanı Diyavol Paşa’nın kamarasında çıkıyor karşısına. Kamarası kitaplarla dolu olan Divayol Paşa tüm kitaplarını ona açıyor ve sadece biri hariç tüm kitapları okumakta özgür bırakıyor onu.

Şimdi biraz da Diyavol Paşa’ya değinecek olursak, kitabın en gizemli karakterine değinmiş olurum. Onu anlatmak o kadar zor ki… Kaptan deyince tıpkı Süleyman Reis gibi birini bekliyorsunuz ama karşınızda nazik bir adam görüyorsunuz. İşi gücü keman çalmak ve eğlenmek olan bir kaptan kendisi. Ama bazen öyle bir tavrını koyuyor ve emirler yağdırıyor ki tüm mürettebat, en yüksek rütbeden en küçüğüne kadar büyülenmiş gibi ona itaat ediyor. Adamları savaşırken kamarasında oturup keman çalıyor bazen. Ama sanmayın ki o korkak biri, hayır. O sandığınızdan çok daha fazlası.
Kitabın konusu ve karakterlerinden biraz uzaklaşacak olursak dili için şunları söyleyebiliriz. Daha önce dediğim gibi zaman yine Osmanlı Devri olunca haliyle Puslu Kıtalar Atlası’ndaki aynı ağdalı dili ve Osmanlıca kelimeleri görüyoruz. Fakat bu defa Osmanlıca’dan daha farklı ve yeni bir şey var dilde: Gemicilik terimleri. Yazarın gemicilik terimlerini kullanışına hayran kalacaksınız. Başlarda alışmak çok zor olsa da “Bütün yelkenler istinga!” diye bağırırken bulabilirsiniz kendinizi. Bu bakımdan dilde, hikâyenin denizlerde geçmesi nedeniyle gemicilik terimleri ağırlıkta olarak geçiyor.
Daha önceki kitaplarında olduğu gibi yine argoyu inanılmaz bir güzellikte kullanıyor. Hayatımda böyle güzel argo kullanan bir yazar daha göremeyeceğim sanırım.
Anlatıma bakacak olursak her zamanki gibi sürükleyicilikte en ufak bir pürüz yok. Konunu akışı, sonuna kadar ser verip sır vermeyişi, göndermeleri kesinlikle harika.
Göndermelerden bahsetmişken İsrafil adlı çocuğa değinmeden edemeyeceğim. Kitabın arkasındaki yazının son cümlelerine bakalım öncelikle: “İsrafil’in kuşağına 40-50 yaşlarında, iri yapılı, sırma işlemeli siyah kaput giymiş biri yapıştı. İşte bu adam kuşağı bırakıp küpeşteye tutundu ve güverteye ayakbastı. Bunun ilahi düzenin bozulması demek olduğunu hiç kimse bilmeyecekti.” Ne demek bu şimdi? demiştim kendi kendime. Sonra İsrafil karakterinin geçtiği kısa yeri okudum. İsrafil bir çocuk; hatta tam adıyla Eşek İsrafil diyorlar ona. Bildiğiniz üzere İsrafil 4 büyük melekten biri ve kıyamet günü Sur’u üfleyecek olan melektir. Gemide ise savaş zamanı davulla birlikte üflenmesi gereken bir borazan var. Savaş çağrısı yapmak için kullanılan bir aleti şu ana kadar kimse üfleyememiştir. Ama işte bir şeyler değişiyor. İsrafil adlı çocuk, bacak kadar boyuyla o aleti üfleyen ilk kişi oluyor.
Amat’ta gerçekten çok yaratıcı bulduğum bir başka karakter ise kesinlikle Emilyo Santos olarak bilinmekte ısrar eden “Sakal” lakaplı Fitilli Danyal. Kendisi bir tüfekçi (ya da kitaptaki gibi diyeyim tüfenkçi) yeniçeri. Bugüne kadar attığı hiçbir kurşun ıska geçmemiş. Canlı olan her şeyi vurabilir. Bu yüzden yeniçeriler arasında en iyisi ama aynı zamanda en garibi. Kendisinin sırtında içi kemik dolu bir çuvalla gezdiğini söylemezsek büyük saygısızlık etmiş oluruz. Neden kendisine Emilyo Santos denmesini istediğini en iyi o kemikler anlatır ne de olsa. Onun ateş ettiği sahnelerde adeta ayrı bir hava var.
Amat, tayfanın bile nereye sefer yaptığını bilmediği bir yolculukta. Sadece kaptan nereye, ne için gidileceğini biliyor. Bir bilinmezliğin göbeğinde meçhul bir hedefe doğru ilerliyorlar. Hem meşeden gemimi yapılırmış yahu? Gemi yapımında meşe ağacı kullanıldığı nerede görülmüş? Saçma sapan bir şey işte, yoksa…
Çok fazla şey anlatmak istemiyorum, zira burada bir şeyler anlatmaya çalışırken hep bir şeyler eksik kalıyor. Yine hikâye içinde hikaye durumu bu kitapta da söz konusu. Her karakteri en ince ayrıntısına kadar görüyoruz ve tanıyoruz. Tayfanın kendi içindeki hiyerarşisi, gemicilik kanunları ve biraz da erkeklerin dünyasını görüyoruz aslında. Tüm karakterlerin erkek olduğu bir gemide, erkeklerin koyduğu kanunları görüyoruz.
Kitabın sonu için ise şok edici demek istiyorum. Puslu Kıtalar Atlası’nın sonlarına doğru karanlık bir hava çöküyordu ya, işte bunu bu kitapta da görüyoruz. Bir anda beyaz bulutlar fırtına bulutlarına dönüyor, hava bozuyor ve üzerinizde gök gürlemeye başlıyor. Sizi tehdit ediyor. İşte o zaman bir gemi dolusu insanın her yönünü görmediğimizi anlıyoruz. Sonu beni kitapta en çok etkileyen yer olmuştu. Yazar bu kitabında okuyucuyu ürpertiyor da bir bakıma. Sonlara doğru gelen kara bulutlar yazarımızın isteyince çok da güzel korkutabileceğini, ya da en azından sizi derin bir ürpertiye doğru nasıl çektiğine şahit olacaksınız.
Sondan bir önceki kitabı olan Amat’ı okumazsanız, hele İhsan Oktay Anar’ı sevip de okumazsanız, gerçekten kaybınız azımsanmayacak boyutta olur. Sırf denizlerde gemiyi idare etmek, gelen düşmanla çarpışmak için bile okunabilir. Ama bildiğimiz üzere her şeyin altında derin bir felsefe dokunmuş oluyor onun kitaplarında. 239 sayfalık bu şöleni farklı duygularla takip edeceksiniz.