Her bilge adamın korktuğu üç şey vardır; ama kimse önce o “bilge adama” dönüşmek gerektiğinden bahsetmez.
inceleme Hazal “Fırtınakıran” Çamur
Zamanın birinde bir kadın elini hayal gücünün en derinlerine doğru uzatıp, henüz keşfedilmemiş diyarlardan bir çocukla çıkageldi. Ona Ged adını verdi ve bir gün büyüdüğünde adına Yerdeniz dediği bir dünyanın en büyük büyücüsü olacağını ilan etti. Ama o kadın yolun başında öyle bir laf etmişti ki, ondan sonra gelecek pek çok yazar bilerek ya da bilmeyerek onun izinden gidecekti. Ursula Le Guin, Çocuk Ged’i sıkıca kavrayıp onu göklere doğru kaldırdı ve o çocuğun nefes almaya başladığı serinin ilk kitabı olan Yerdeniz Büyücüsü’nün konusu için “büyümek” diye buyurdu.
Ey okur, şimdi ben de sana diyorum ki Bilge Adamın Korkusu adlı bu devam kitabının konusu “büyümektir”. Çocuk Kvothe’nin hayatındaki dramı en ön sıradan izleme imkânı bulduğumuz Rüzgârın Adı’ndaki şarkı dur durak bilmeden devam etti ve yeni gelen dizelerde Rothfuss bize Genç Kvothe’nin öyküsünü çalmaya başladı.
[stextbox id=”black”]Nerede Kalmıştık?
Rüzgârın Adı ile Bilge Adamın Korkusu’nun yazımının arasında geçen zaman tam dört sene. Biz Türk okurlar olarak böyle bir bekleyişe tabii olmadık; hatta ne kadar ironiktir ki, bizim bekleyişimiz dört ay sürdü. Evet, bu kısa bir süre. Ancak pek çoğumuz bu dört ay içinde başka kitaplar devirdi, yeni serilerde farklı karakterlerle tanıştı ve böylece Kvothe’nin rüzgârın adını arayışıyla geçen macerası yavaş yavaş soğumaya başladı.
Aralık 2011’de İthaki Yayınları elinde Bilge Adamın Korkusu ile çıkageldiğinde parmaklar hevesle kapak üzerinde gezindi. Fakat o kapağı kaldırıp ilk satırları okumaya başlayan pek çok okuru büyük bir sürpriz bekliyordu: Şarkı henüz bitmemişti.
Bilge Adamın Korkusu tam da ilk kitabın bittiği yerden başlıyor. Aslında anlatmak istediğim şey kelimesi kelimesine budur. Çünkü kitap öyle bir başlıyor ki, sanki Rüzgârın Adı hiç bitmemiş de yeni bir sayfaya geçmişsiniz gibi hissediyorsunuz. Bu noktada yazarı tebrik etmek gerekir; çünkü her ne kadar bu bir devam kitabı da olsa, her devam kitabı bu etkiyi böylesine net bir şekilde yaşatamıyor. Başka bir deyişle, kaldığımız yeri parmağımızla işaretlemişçesine giriyoruz kitabın içine.
[stextbox id=”black”]Olgunlaşan Melodi
Kvothe lavtasının tellerine bir kez daha vuruyor ve böylelikle şarkısının henüz bitmediğine dikkatimizi çekerek, çok daha hızlı ancak bir o kadar da müstehcen ezgilerle öyküsünü anlatmaya devam ediyor. Aradan belki çok zaman geçmiyor ama genç bir insanın hayatındaki bir senenin bile ne kadar büyük farklar yarattığını gözler önüne seren yazar, bu defa Kvothe’yi çok daha farklı bir açıdan bizlere sunuyor.
Bahsettiğim bu durumu üç noktada görmeye başlıyoruz. Birincisi, dostları Will ve Sim ile arasında geçen esprilerin oldukça müstehcen bir hal alışı ve ikincisi, utanarak uzak durduğu kızlara karşı içinde dinmeyen bir yangın oluşması. Başka bir deyişle, Kvothe artık çocukluktan sıyrılıp ergenliğe giriyor, büyüyor ve çocukluğunu arkasında bırakıp genç bir adam olma yolunda ilk adımlarını atıyor. Ama o üçüncüsü… İşte o kanla yazılıyor.
İtiraf etmek gerekirse Kvothe bu yolda yürümek yerine hızlı bir tempoda koşmuş. Çünkü küçük yaşına rağmen yaşadıkları onu hızla olgunlaştırırken, kitabın sonlarına doğru alacağı kararlarla yaşadığı olgunlaşmayı gözler önüne seriyor. Kendisi gibi genç bir insanın vurdumduymazlığını bir kenara bırakarak, başkalarının iyiliği için, doğru olan için kalkıştığı şeyler ergenlik çağındaki herhangi birinin yapabileceği şeyler değil. O bu yolda katil de oluyor, kurtarıcı da. Yakıyor, yıkıyor, kan döküyor ama hepsinin sonunda yine kendisi olmayı başararak ayakta kalıyor. Evet, efsanevi karakter Kralkatili Kvothe’yi ilk defa bu kitapta ellerinde nasırlar yerine kanla görüyoruz. Onun o uzun parmaklı, sanatçı elleri bu defa bileklerine kadar kızıla boyalı. Üstelik bunlar öyle azımsanacak cinayetler de değil. Sonradan kendisinin de uzun süre etkisinden kurtulamayacağı üzere, okurken sizi rahatsız edebilecek şekillerde gerçekleştiriyor bunu. Belki de şöyle demeliyim; Kansız Kvothe’nin kanlı şarkısı bu kitabın sonlarıyla birlikte başlıyor.
Bu kitapla birlikte her şeyin bir seviye yükseldiğini söyleyebiliriz aslında. Genel itibariyle çoğu şey aynı kalmış, ancak betimlemeler ve gerçekleşen bazı olaylar açısından bakıldığında, aslında Rüzgârın Adı’nın masumane havasının dağıldığını görebiliriz. Bunun bir başka kanıtıysa önceki kitapta oldukça kapalı şekilde ima edilen kötülüklerin şimdi daha belirgin biçimde, yine direk söylenmese de rahatlıkla anlaşılacak düzeyde ifade edilmesi. Kvothe’nin çocukluğunda aklıyla algıladığı dünya şimdi biraz daha karanlık ve çıplak. Belki de yazar onunla birlikte bizim de büyümemizi istiyordur, kim bilir.
[stextbox id=”black”]Birilerinin Katledilişi, Gelecek Neslin Yeşeren Ümitleri
Patrick Rothfuss her ne kadar fantastik bir eser yazmış olsa da gerçekle olan bağlantısını koparmamakta inat edip, bilinen fantastiğin bilindik unsurlarını böylece yıkmaya devam ediyor. Nasıl ki Rüzgârın Adı’nda skolâstik düşünceye yapılan göndermeler kurgu içinde yer buluyor, hatta dünyanın düzeni içinde kendine ait bir tahta sahip oluyorsa Bilge Adamın Korkusu’nda da Rothfuss bundan vazgeçmiyor. Fakat bu defa daha acı bir gerçekle…
Kitabın başlarında Kvothe ve Sim’in öyle bir konuşması var ki, eğer okur neyi kast ettiklerinin farkındaysa sırtından aşağı soğuk terler boşalmaya başlayacak demektir. Yapılan gönderme bu defa kitabın yükselen seviyesine uygun olarak daha sert. Gibea adlı bir doktorun yıllar önce insanları hunharca katlederek insan anatomisini incelemesi, kadın ve çocuk demeden insanları canlı canlı keserek tıbbın onların zamanındaki ileri seviyesine gelmesine nasıl katkı sağladığını anlatıyor Kvothe. Üniversite’nin muazzam Arşiv’inde bizzat Gibea’nın notlarını bulmasıyla başlayan bu konuşma, daha sonra Sim’in ne kadar büyük katkısı olursa olsun bunun ne kadar zalimce ve kabul edilemez olduğunu ifade etmesiyle devam ediyor.
Peki, Gibea’nın gerçekle bağlantısı nedir?
2. Dünya Savaşı sırasında yukarıda bahsettiğim olayın aynısını bizim “gerçek” dünyamız yaşamıştır. Almanların, tıpkı Gibea gibi, kadın ve çocukları bir fark olarak gözetmeden her yaştan ve cinsiyetten insanı canlı canlı kesip incelemesi üzerine modern tıp ve ilaç sektörü bugünkü konumuna gelmiştir. Kvothe ve Sim’in tartışması da aslında iki arkadaşın ahlak kavramına işaret değil, üzerinden yıllar geçmesine rağmen hala daha süregelen yine gerçek bir tartışmanın ufak parodisidir sadece. Çünkü hala daha süren bu tartışmada, nasıl ki Kvothe bunun ne kadar korkunç olursa olsun günümüze katkısı olup, daha sonra gelen nesillerden pek çok çoğuna hayat verecek başarılara imza attığını savunuyorsa, tıp bu hale geleceğine insanlar o zulmü çekmeseydi diyen Sim’in itirazları da karşılığını veriyor. Kvothe ve Sim aslında günümüzdeki tartışmanın iki tarafı olarak Üniversite kütüphanesinde karşımıza çıkıyor. İkisinin de savunduğu zıt görüşler bizim zamanımızın iki farklı görüşünün kurgusal özetinden başka bir şey değil.
Rothfuss bununla da yetinmiyor ve ilk kitapta yaptığı gibi kendi fikrini de açık etmekten çekinmiyor. Şunu söylemeliyim ki, Patrick Rothfuss da en az Kvothe’nin kendisi kadar dik kafalı ve itaatsiz. Bu itaatsizliğin bir başka şeyi daha temsil edişi var ki, onu incelemenin ilerleyen yerlerinde göreceğiz. Ama ben öncelikle Rothfuss’un savunduğu fikri aynen onun yaptığı şekilde ifade etmek istiyorum.
Amyrler bilindiği üzere Chandrialılar gibi dünyanın belki de en büyük belası olan yedilinin karşısında durabilecek tek güç. Onlar iyiliğin saf ışığı. Hatta o kadar saflar ki onlara bakmak sizi mecazi anlamda kör edebilir. İyilik adına yapmayacakları şey yok ve kilise onları ortadan kaldırmadan önce onları sorgulayabilecek kimse de yoktu; birbirlerinden başka. Amyr’lerin bu özelliğini bilen bizlere, Rothfuss düşüncesini şöyle aktarıyor: Kvothe, Sim ile daha fazla tartışmıyor ancak Gibea’nın notlarında bulduğu bir Amyr düsturu zihninde dönüp duruyor.
“Invare enim euge.”
Yani,
“Herkesin iyiliği için.”
[stextbox id=”black”]Tu nia vor ruhlan, Felurian thae
Ve böyle sürüp gidiyor şarkı. Her notasında ufak iniş çıkışlara sahip olarak ilerliyor ve bizi ta Fae’nin derinlerine kadar sürüklüyor. Dökülen ilk kan, atlatılan ilk büyük tehlike sanki ona adanmış kurbanlar, ona ulaşmak için ödenmiş bedellerin yerini alıyor.
Felurian…
Gözbebeksiz mavi gözleri içinde kaybolunacak kadar derin bir deniz, dudakları öpülmek için açmış bir çiçek, her göz kırpışında kelebeklerin süzülüşünü andıran göz kapaklarındaki desenler ve asla örtmediği çırılçıplak bedeniyle bir tanrıça. Ona karşı koyacak türden erkeklerin henüz doğmadığı bir zamanda, Kvothe’yi gerçek bir erkek yapmak için ay ışığı altında kendini sergiliyor, zarif endamıyla.
Kralkatili Güncesi ilk duyurulduğundan beri hepimizin ilk merakı Kvothe ise ikincisi kesinlikle Felurian’dı. Hatta biz onu bu kitabın kapağında görmek için hevesle beklediysek de maalesef kapakta yer alan Denna oldu. Sonuç ne olursa olun, Felurian o tanıtımlarda övüldüğü kadar etkileyici miydi? Evet. Beklediğimize değdi mi? Kesinlikle evet.
Rothfuss Felurian’ı öyle bir betimliyor ki, bence o satırları okuyan her erkek kitabı kapatıp onun güzelliğini düşlemek isteyecektir. Kitabın şiirsel bir tat kazandığı, aşk oyunlarının mahrem havasında tozpembe hülyalarla satırların akıp gittiği Felurian bölümleri kitap için de ciddi bir dönüm noktası oluyor.
Aslında bunu en son söylemem gerekir, ancak ben yine de söylemek istiyorum ki kitabın farkını asıl belli ettiği kısımlar sonlara doğru başlıyor. Bunun ilk adımı da karşı konulmaz, erkeklerin iradesini bir toz bulutuymuş gibi öpücükleriyle dağıtan Felurian’ı bulmaktan geçiyor.
Bildiğimiz gibi Kvothe, Felurian’ın yanından sağ veya delirmeden ayrılan tek insan. Fakat onun Fae’de geçirdiği zaman kitabı bir seviye daha yukarıya çıkarmak adına büyük önem taşıyor. Artık o çocuksu ve masumane, hatta ergenlik havasını üzerinden atmaya başladığı bu bölümlerde Kvothe’nin genç bir adam haline gelişine tanıklık ediyoruz. Tam bu noktada belirtmek istediğim bir şey var; o da kitabın sonlara doğru o bilindik “genel izleyici” kesimine hitabını kaybetmesi. Çünkü Kvothe genç bir erkek olmak yolunda ilk adımı Felurian’ın yatağında atıyor ve bununla da sınırlı kalmıyor. Kitabın cinsellik yönünü ilk defa görmeye başladığımız bu sahneler ilk eseri hayranlıkla okumuş bazı yaş gruplarınca “bence” uygun değil. Ancak tercih okurundur. Bunu söylediğime göre kaldığım yerden devam edebilirim.
Rothfuss Felurian’ı başarıyla tasvir ettiği gibi, Kvothe ile olan aşk oyunlarını da üstü kapalı imalarla, romantik bir ezgi gibi bizlere aktarıyor. Her ne kadar bana göre 17-18 yaş altı okurlara göre olmadığını söylemiş olsam da, kitabın bu kısımları ağır cinsellik içeriyor değil. Yazar doğrudan anlatmak yerine şiirsel ve ezgisel imalarla anlatmayı tercih etmiş. Ama bu, çok da üstü kapalı bir anlatım tarzı değil kesinlikle. Yine de bu cinsel birleşmeleri böyle hoş betimlemelerle anlatıp, olayın çirkinleşme potansiyelini yok etmeyi başarması yazara bir kez daha hayranlık duymama yol açtı. Adeta Fae’nin o büyülü âleminde, Felurian’ın güzelliği altında eriyen ve daima alacakaranlık olan gökyüzünün mistik ışıklarıyla çevrelenmiş sahneler sunuyor.
Fae’den sağ salim çıkan Kvothe artık bambaşka biri oluveriyor. Bundan sonra karşısına çıkan kadınlarla ufak flörtler edeceğini düşünüyorsanız çok yanılıyorsanız. Çünkü bizzat Felurian’ın ellerinde yoğrulmuş bir erkek olarak onu oldukça hızlı bir aşk ve cinsellik hayatı bekliyor.
Felurian’a dair söyleyeceklerimi bitirirken iki önemli noktaya değinmek istiyorum. Bunlardan ilki, ilk defa Kvothe’yi Maer Alveron’a gönderirken Kont Threpe’nin verdiği nasihatle ilgili. Artık hepimizin ezberlediği şu meşhur bilge adamın üç korkusunu ona bir cümle içinde sayan Threpe sayesinde, kitapta ilk defa bu konuya değinilmiş olunuyor. Siz duymaktan bıktınız ama ben yine de hatırlatma görevimden vazgeçmeyeyim. Fırtınalı bir deniz, aysız bir gece ve sakin birinin öfkesi olarak tanımlanan bu korkudan ilkini Kvothe yaşayarak görüyor. Ancak ikincisi, yani aysız bir gecenin neden korku konusu olabileceğiyse Felurian gelene kadar tam bir muamma. Ne zaman ki Kvothe ile derede yüzerken ağzınızda leziz bir tat bırakacak şiirsel bir konuşmaya başlıyorlar, işte o zaman bu efsanevi feyden aysız bir gecenin önemini öğreniyoruz. Burada uzun uzun anlatıp okuma zevkinizi baltalayacak değilim. Hayır, bunu okuyup kendiniz gördüğünüzde daha büyük tat alacaksınız.
Gelelim üçüncü korkuya. Sakin birinin öfkesine dair kitapta net bir şey yok. Aslında buna dair bazı imalar var ancak onları da burada sayarak yine bir nevi spoiler vermek istemiyorum. Sadece şunu diyeyim, Kvothe rüzgarın adıyla bu kitapta epey bir haşır neşir oluyor.
Felurian’ın bölümlerindeki iki önemli noktadan bahsederken ilkini böylece anlatmış oldum. Peki, ikincisi nedir? İşte o ikincisi size gerçek bir sarsıntı yaşatacak, Alacakaranlık Prensi Bast’ı çıldırtacak ve hancı Kote rolüne bürünmüş, öyküyü anlatan Kvothe’nin bile o anda öğreneceği bir gerçeği ortaya çıkarak bir şey bu. Sadece şunu bil ey okur, yolun Fae’ye düşer de Cthaeh diye bir ağaçla karşılaşırsan nelere yol açtığını ancak yıllar yıllar sonra anlayabilirsin.
Cthaeh olgusu kesinlikle eserin en sağlam temel taşlarından biriydi. Sonlara doğru gelmesi tıpkı Felurian gibi üzücü, ancak varlığı çok şeye gebe gibi duruyor. Yazarın böyle bir şey oluşturması şapka çıkarılacak bir unsur olduğu gibi, Cthaeh ile yolu kesişip bunun ne anlama geldiğini bilmeyen Kvothe ile gerçeği aynı anda öğrenmek kitaba kaptırmış bizleri derinden sarsıyor.
[stextbox id=”black”]“… Çünkü Lethani’yi bilen her şeyin üstesinden gelir.”
Sayfalar parmaklar arasında dalga dalga kabarıp her çevrilişle dinerken Kvothe’nin öyküsünde bir kez daha sona gelinmeye başlandı. Ancak her sonun bir başlangıç olduğunu ve dahası, Rothfuss’un bu kitabı özel yapacak şeyi sona kadar sır gibi sakladığını bilemezdim. Bizimle eğlenircesine, o kalın kitap boyunca türlü türlü muzırlıklarla bizi eğlendirirken, zekâsındaki parıltıların henüz tamamen sönmediğini alay edercesine kitabın 800lü sayfalarında vuruyor yüzümüze. Yazar yapıyor yine yapacağını ve ortaya Lethani kavramıyla kesinlikle hayran olunası Adem Fedaileri’ni atıyor. Muhtemelen, sonra da karşımıza geçip şaşkınlığımıza gülüyor.
Nedir Lethani? Bu soruyu Kvothe de sık sık soruyor; aldığı cevaplar ise karmaşık. Kendisi bile Ademlerle onca vakit geçirdikten sonra Lethani’yi anlayabildiğini düşünmüyorken ben size bunu anlatabilecek miyim? Denemeden bilemeyiz.
Adem Fedaileri, onlar ki silahsız ve tek eli kullanılamaz halde olsa bile dört kişiye bedeller. İfadesiz yüzleri, sessiz varlıkları ve kıpır kıpır vücutlarıyla Ademre’nin savaşçı halkı. Savaşçı halkla kastım bir barbar kabilesi değil elbette. Ademler ve Lethani kavramı ciddi anlamda Uzakdoğu kültürüne benzer özellikler taşıyan, gerekmediği sürece dövüşmeyen ve yeteneklerini gövde gösterisi için kullanmayan bir halk. Hatta öyle ki, kendi dövüş sanatlarında her bir hamlenin yine tıpkı Uzakdoğu kültüründe olduğu gibi kendine has bir ada sahip olduğu da bir halk. Ancak bununla da kalmıyor, çünkü onların o sessiz varlıklarıyla kıpır kıpır bedenlerinin ardında çok ilginç bir kültür yatıyor.
Ademler gerçek anlamda düşünülmüş ve üzerinde emek harcanmış bir toplum. Sıkı disiplinleri, dans edercesine dövüşmeleri, kırmızılar giyerek kendilerinin nereye ait olduklarını ilan etmelerinin yanı sıra öyle bir özelliğe sahipler ki hayran olmamak elde değil. Ademler ağızlarıyla değil, elleriyle konuşurlar. O kıpır kıpır bedenlerin her hareketinde bir duygu-düşünce yatar. O yüzdendir ki, Ademler diğer ırkları “barbar” olarak görür; tıpkı eğitimsiz bir çocuğa baktıkları gibi bakarlar onlara. İfadesiz yüzlerde asla şekillenmeyen tebessümler, ellerin belli bir hareketiyle ifade edilir. Çatılmayan kaşlar parmaklarda çatılır, gerilmeyen yüz kaslarının endişesi beden dilinde ifade edilir. Ancak bu el dili o kadar geniş ve karmaşıktır ki, aklınıza gelecek her temel duygunun yanı sıra bunların kademeleri de farklı anlamlar taşır. Örneğin, resmi anlamda saygı ve derin saygının birbirinden büyük farkları vardır. El dili bir dil ağacı olarak kabul edilirse, kesinlikle yüzlerce yıldır yaşayıp gökyüzüne doğru genişleyerek ona değecek kadar heybetli hale gelmiş bir meşeye bedeldir. Aşağıdan yukarıya doğru baktığınızda sayısız dal ve tahmin edilemeyecek kadar yaprak görürsünüz; fakat eğitimsiz zihinlerimiz o yaprakların arasındaki farkları ya da sayılarını algılayabilmekte yetersiz kalır. İşte el dili böyle bir iletişim aracısıdır.
Öte yandan Ademler’de bazı istisnalar da bulunur. Ağızla yapılan gülümsemeler ne kadar uygunsuz bulunsa da, kahkahalar da bir o kadar gerçektir. Kalpten gelen duyguları işaretlerle anlatmayı seçen Ademler, atılan bir kahkahayı sesli olarak dile getirir. Yani bu sessiz ancak sürekli beden dilini kullanan halkı rahatlıkla bir kahkaha atarken görebilirsiniz, çünkü kahkaha onlara göre karın bölgesinden gelir ve onu tutmak sağlıksızdır.
Onların kuralları altında Kvothe ile birlikte yoğrulurken önce hiçbir anlam veremeyecek, ancak sonra kendinizi gerçekten de bir barbar gibi hissedeceksiniz. Uyarmadı demeyin, kitabı tutan parmaklarınızı hevesle Adem el dilini icra etmeye çalışırken yakalayabilirsiniz.
Ademlere dair her ayrıntıyı vererek bir kez daha okuma zevkinizi sekteye uğratmaktan kaçınıyor ve son bir şey ekleyip Lethani’ye dair sarf edeceğim birkaç boşuna çabaya geçiyorum. Ademler her ne kadar el dili üzerinden diğer ırkları barbar kabul etse de, çok ilginç de bir rahatlığa sahipler. Örneğin, müziğin kesinlikle yakışıksız olduğunu düşünmelerine rağmen sevişmek onlar için bir tabu değil. Ne birbirleriyle beraber olurken birilerine basılmak, ne de eylemin kendisi onlar için utanılacak bir olgu. Bazı bakımlardan böylesine gelişmiş ve kültürel dokusu sıkı bağlarla örülmüş toplumdan insan daha muhafazakâr yaklaşımlar bekliyor. Ancak Rothfuss yine yapıyor yapacağını. Çünkü Ademlerde cinsellik en az nefes almak kadar doğal. Emin olun, okurken göreceğiniz örnekler sizi bir hayli şaşırtacak cinsten.
Böylece Bilge Adamın Korkusu’nda bir kapı daha kapanıyor, parmaklar bir perdeden diğerine sıçrıyor ve bizi daha önce hiçbir kitapta görmediğimiz bir yaşam felsefesiyle baş başa bırakıyor.
Lethani ile…
“Lethani’yi kim bilir?”
“Rüzgârın savurduğu yaprak.”
Bir hayat felsefesi, bir dövüş motivasyonu, bir kültür, antik çağlardan kalma öğretiler topluluğu, öz denetim aracı, yol gösterici… Ona ne derseniz deyin, Lethani tek bir kavramla açıklanamayacak kadar karmaşık. Ademler’in en önemli özelliklerinden biri olan bu felsefe, bana bir kez daha Uzakdoğu’yu hatırlatma konusunda oldukça ısrarcı davrandı. Nasıl ki Uzakdoğu dövüş sanatları belli bir felsefeye, yemine ve saldırganlıktan çok savunma üzerine kuruludur, işte Ademlerin Lethani’si de onlara bu gibi öğretiler sunar. O asla kesin değildir, sınırları belirsizdir. Onu öğrenmek bilmek değildir, çünkü Ademler bile onu bildiklerini iddia etmiyorlar. Lethani kalpten gelir ve sizi doğru olana yönlendirir. Ancak size bir şeyin garantisini vermez, çünkü ne olursa olsun bir birey olarak yine tüm ipler sizin elinizdedir. Doğru olanı gösterir, fakat seçimi daima size bırakır. Rüzgârlarda savrulan binlerce yaprak düşünün, bu Lethani ise hangi yaprağı yakalayacağınız sizin seçiminizdir.
“Dağ geçidinden geçip bacağımı kırarsam o hala geçit. Lethani’yi izlerken başarısız olursam o hala Lethani.”
Özellikle takipçilerine ciddi bir öz denetim sağlayan bu öğretinin bir yansıması da hiç şüphesiz, Ademler’in hem dövüş sanatlarının hem de Lethani kavramının kadınlarca öğretilmesidir. Yanlış duymadınız, fedai olmak isteyen her bireyin hocası ve yol göstericisi mutlaka bir kadındır. Bu durumu Ademler şöyle açıklar, kadınlar erkeklere oranla kendilerini çok daha iyi şekilde kontrol ederler. Bir erkek rekabete kapılıp öz denetimini kaybedebilir, bu da onun hatalar yapmasına, dahası kolayca öfkeye kapılıp kontrolünü çabuk yitirmesine yol açabilir. Fakat kadınlar soğukkanlı kalmada ve kontrolü elden bırakmada daha başarılıdır. İşte böyle inanan Adem halkı, Lethani’yi de halkının kadınlarına emanet ederek onların atik parmaklarında kendilerini yoğrulmaya bırakır.
Peki, Lethani tam olarak nedir?
Bunu açıklama gerçekten güç. Çünkü bunu tam olarak kavrayabilmek için Kvothe’nin Ademre’ye yaptığı yolculuğun tamamını okumanız gerekir. Okuduğunuzda bile anlamamanız mümkün, fakat bu, bir yazarın ne kadar yaratıcı ve konuya hâkim olabileceğini görmenize engel değil.
Patrick Rothfuss’un Lethani’si, yazarın zekâsıyla birikiminin eşsiz bir birleşimi, okuyucuya sunduğu bir kültür mermerinden oyulmuş felsefe sunağı. O sunaktan aldığınız her bir yudum hem yazara saygı duymanızda hem de okuduğunuz eserin özgünlüğünü idrak etmenizde büyük bir rol oynuyor. Böylece Rothfuss kitap boyunca uzun süren sessizliğini öyle bir bozuyor ki, bizlere de sadece yazarın bir felsefe oluşturabilecek kadar geniş birikimine, bunu hayal gücünden şekillendirebilen yaratıcılığına ve kültürel dokulara olan hâkimiyetine el mecbur şapka çıkarmak kalıyor.
Ama durun! Benim bu biçare Lethani’yi anlatma çabalarımı boş verin. Gelin sizlere onun içine doğmuş biri, gerçek bir Adem Fedaisi olan Tempi anlatsın. Bırakın Kvothe sorularını yöneltsin, Tempi ise Lethani’nin karmaşık düzeninde size çok anlamlı cevaplar sunsun.
Sahneyi Kvothe ile Tempi’ye terk etme vaktidir, eğer söz konusu olan Lethani ise.
Şarkının adıysa; “Lethani Nedir?”
“Lethani bir şey yapmak değil. Lethani bize gösteren şey.”
“Lethani kurallar mı demek oluyor? Yasa mı?”
“Hayır. Yasa dışarıdan gelir, kontrol eder. Dışarıdan kontrol eder. Lethani içeride yaşar. Lethani karar vermeyi sağlar. Yasa yaplılır, çünkü çoğu adam Lethani’yi anlamaz.”
“Lethani dövüşmek midir?”
“Hayır.”
“Lethani dövüşmemek midir?”
“Hayır. Lethani’yi bilen ne zaman dövüşmesi gerektiğini ve ne zaman dövüşmemesi gerektiğini bilir.”
***
“Yani Lethani kibar olmak mı?”
“Kibar değil. Yakın değil. İyi değil. Görev değil. Lethani bunların hiçbiri değil. Her an. Her seçim. Hepsi farklı. Anlıyor musun?”
“Hayır.”
“Anlamaman iyi. Öyle demen iyi. O da Lethani.”
[stextbox id=”black”]Bir Sembol Olarak Arliden Oğlu Kvothe
Nasıl ki Patrick Rothfuss gerçeğe yaptığı her göndermede kendi fikrini dile getirmekten çekinmiyorsa, Kvothe’yi de başlı başına bir sembol olarak parmaklarında şekillendirdiği dünyanın içine salıyor. Bilge Adamın Korkusu ile iyice emin oldum üzere, Kvothe karakteri aslında en başından beri Rothfuss’un hayata karşı duruşunun temisili. Nasıl mı? Şöyle düşünün, Kvothe ne yaşarsa yaşasın asla bildiğinden dönmüyor. Söz konusu kendi istekleriyle yasaklara boyun eğmiyor. Sivri dili bir türlü körelmiyor ve zenginlerle güçlülerin karşısında laflarını asla sakınmıyor. Bu huyları yüzünden başı beladan kurtulmasa da o hala dik kafalı genç adam olarak, mağrur, başı dik biçimde ilerlemeye devam ediyor. Edema Ruhlar’ın hor görüldüğü yerlerde bile bunu bağıra bağıra haykırarak herkese meydan okuyor.
Demek istediğim aslında şu, Kvothe itaatsizliğin kurgusal hali. Toplum içinde, düzene boyun eğmeyen bir “sivil itaatsiz”.
Şimdi bir de şu açıdan bakalım. Rothfuss tıpkı Kvothe gibi satır aralarında konuya dair kendi fikirlerini göstermekten çekinmiyor; hatta onları gözümüze sokuyor. Okurun ne düşüneceğini umursamadan doğru bildiğine inandığı şeyi savunuyor bizlere karşı. Yazarın aynı zamanda bir üniversite hocası olduğunu düşünürsek de bu oldukça olası. Üniversitelerin özellikle yurtdışında bağımsız duruşların sergilendiği kurumlar olduğunu göz önünde bulundurursak, böyle bir kurumdan çıkan bir yazarın da kendi karakterinde hayata bakışını yansıtması bana göre çok mantıklı.
Sözlerimin yorumlaması elbette sizlerin değerleri görüşlerinden gelecek; ancak ben şunu ciddi anlamda düşünmekten kendimi alamıyorum: Arliden oğlu Kvothe, bir sivil itaatsizlik sembolü.
[stextbox id=”black”]Rüzgârın Adı’nın Son Hecesi, Bilge Adamın İlk Korkusu
Kvothe’nin peşinde pelerinini savuran rüzgârlar gibi koşturup dururken aslında bir yandan da yoruluyoruz. Çünkü her şey iyi, hoş olsa da bazı şeylerin eleştirilmeden de geçilmemeli. Nasıl ki, Rothfuss kendi düşüncesini kitaplarında sakınmadan söylüyorsa böyle bir kitap için de ben eleştirilerimi aynı sakınmazlıkla belirtmek istiyorum.
İncelemeye başlarken kitabın “tam da bittiği yerden” başladığını ifade etmiştim. Bu durum her ne kadar hevesimizi körüklese de bir yerden sonra öyle bir hale geliyor ki, sanki kitabın adı Bilge Adamın Korkusu değil de “Rüzgârın Adı-2” gibi bir hava oluşuyor. Açıkçası Rothfuss’un lafı fazla uzattığını düşünüyorum. İlk 700 sayfada bir tekrar söz konusu ki, bunu da üzülerek söylüyorum. Kitabın ilk 700lük dilimi bir yerden sonra fazla alışılmış hale gelmesinden ve Rüzgarın Adı’nın üzerine bir şey eklememesinden dolayı bazı okurlarca (yabancı okurlar dahil) “sıkıcı” diye adlandırılmakta. Ben buna “sıkıcı” demeyeceğim ama kitaba karşı başlarda bir hayal kırıklığı yaşadığımı itiraf etmeliyim. Bu hayal kırıklığı ya da diğer okurların söylemiş olduğu sıkılma durumu aslında tam olarak kelime anlamını karşılamıyor. Aslında bahsedilen şey, yeni kavramlara aç zihnin tatminsizliğinden başka bir şey değil. Çünkü bizler okur olarak ilk kitapta birçok özgün şeyi yakalayıp, yepyeni kavramlarla kucaklaşınca ister istemez bunun devam kitaplarında da olmasını umuyorduk. Evet, bu beklentimiz Felurian ve özellikle Ademler ile karşılansa da 700 sayfalık bir bekleyiş bana oldukça uzun geldi.
Şöyle desem epey bir özetlemiş olurum, 1142 sayfa bu kitap için fazla olmuş.
Fakat hemen eleştirimi durdurup bir şeyi de özellikle vurgulamak istiyorum. Benim az önce yaptığım eleştiri, fantastikte belli bir doygunluğu yakalamış veya sadece fantastik değil hatırı sayılır miktarda bilimkurgu türünde kitaplar okumuş okurların yapacağı türden bir eleştiridir. Gözlemlediğim kadarıyla 18 yaş altı pek çok okurun böyle bir eleştirisi yok; hatta kitabın tamamını çok sevmiş durumdalar. Eğer fantastik edebiyat anlamında pek çok eser okuyup türde belli bir birikimi yakaladıysanız veya bilimkurgu alanında da azımsanmayacak sayıda kitaplar devirdiyseniz muhtemelen benim gibi düşüneceksiniz. Çünkü bizim gibi okurların beklentisi çok daha derin şeyler üzerine oluyor. Onu da bahsettiğim gibi 700lerden sonra yakalıyor ve tatmin oluyoruz.
Bir diğer eleştireceğim konuysa ansiklopedi gibi bir kitabı elimize almamıza rağmen bir dolu sorunun hala daha cevapsız kalması. Tüm soruların bu kitapta cevap bulacağını kesinlikle düşünmemiş olmama rağmen, en azından elle tutulur cevapları hak ettiğimizi düşünüyordum. Chandrialılar’ın adı sık sık geçmesine rağmen en ufak bir cevap alamamamız bazı zamanlar benim için epey can sıkıcı oldu. Kitapta eklenen Amyr savaşçılarının akıbetiyse başka bir gizem konusu. Birbirlerini alt edebilecek dünyadaki bu iki güce dair en ufak bir ipucu yok. Belki bir ipucunun ilk adımları var, ama onlar da ilk kitaptan bildiğimiz şeyler. Bu konuda yeni bir katkı sağlamaması beni oldukça hayal kırıklığına uğrattı. Cevapsız kalan soruların üzerine bir de yeni sorular geliyor, fakat onlar “yeni” olduğu için bir kitaplık sürede bekleyebileceğimiz şeyler olarak içimize su serpiyor.
Yine aynı şekilde Auri kimdir, nereden gelmiştir gibi sorular da yanıtsız. Kvothe’nin okuldan atılacağını söylemesine rağmen bu kitapta söylediği de gerçekleşmiş değil. Hala Üniversite ile devam edeceği yollar var önünde. Bunlar da göz önünde bulundurulduğunda ben bir kez daha kitabın biraz fazla uzun olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Öte yandan, kitabın özellikle isimlendirme konusunda Yerdeniz’den esinlendiğini düşünmeye devam edeceğim yenilikler var elimizde. Elodin Hoca ile isimlendirmeye çok daha derinlemesine bir giriş yapılması yüzümü güldüren taraflarından oldu. Ayrıca rüzgârın adının Kvothe ile daha fazla anılması da okuru tatmin edebilecek cinsten.
Son bir eleştiri daha yapıp böylelikle bu uzun incelemeye bir nokta koyup, üç kitaplık notalara sahip şarkıdaysa bir es verelim. Son yapacağım eleştiri konuysa kitabın adına dair olacak. Bilge Adamın Korkusu olgusu aslında içerdiği üç maddeyle bize geniş bir yelpaze çizse de kitabın adını okuduğumdaki kadar uzun çerçevede işlenmediğini düşünüyorum. Bir cümlede bahsi geçen üç korku, sonraysa Felurian’dan nedenini öğrendiğimiz ikincisi ve bize bir bulmaca olarak sunulmuş üçüncü. Üçüncü korku için şunu demeliyim, Rothfuss’a saygı duymamak elde değil. Başta, her ne kadar kurguda bazı şeyler yakalamış olsam da bunu tamamen üstü kapalı bırakmasını yadırgamiş ve kendimi cevapsız hissetmiştim. Sonradan benle aynı şekilde düşünen bir arkadaşımın araştırması ve açıklaması üzerine her şey bir yaz güneşinin altına tutulmuşça aydınlandı. Bu bir bulmaca, yazarın zekasıyla oyunculuğuna şapka çıkartılacak bir yapbozda aslında. Rüzgarın Adı’nda gizli olan cevap içinse sadece şunu demekle yetineyim, öyle bir sakin kişi var ki deliliğiyle hikayeye renk katıp öfklendiğinde yeri göğü inletiyor. Yazara son bir saygı duruşundan bulunduktan sonra gelelim asıl eleştirime. Ben her şeye rağmen bir bilge adamın nelerden ne için korktuğunun kitap boyunca daha çok işleneceğini ummuştum. Bu da beni üzen noktalardan sonuncusu oldu.
Bitirirken bir de haber verelim. Kralkatili Güncesi’nin son kitabının, yani 3.Gün’ün, yazar tarafından yapılan bir açıklamayla geçtiğimiz günlerde bitirilmiş olduğu duyuruldu. Açıkçası ben bu kitabı okuduktan sonra serinin üç kitapla sınırlı kalmayacağını düşünüyorum. Bakalım Rothfuss bize daha ne sürprizler hazırlayacak.
Cevapsız kalan sorular, Felurian’ın dudaklarında tadılan aşkın öldüren cazibesi, Ademler’in el dilinde yeniden yorumlanan duygularla dolu ancak uzun bir kitaptır Bilge Adamın Korkusu. Dilim döndüğünce kendi görüşlerimi yorumlamaya çalıştım, hata yaptıysam eğer affola.
Şarkının son ezgilerinde ve Kvothe’nin yeni maceralarında görüşmek dileğiyle, keyifli okumalar.