“Kısacası hakkımda pek çok söylenti dolaşıyordu ve ben de bundan faydalanmaya karar vermiştim. Şöhret bir tür zırh ya da gerektiği zaman göz korkutmakta kullanılabilecek bir silah gibidir. Madem gizemci olacaktım, bari iyi tanınan bir gizemci olayım diyordum.
Bu yüzden hakkımda ufak tefek bilgilerin yayılmasına izin verdim: Okula bir tavsiye mektubu olmaksızın kabul edilmiştim. Hocalar benden harç parası alacakları yerde bana üç talent vermişlerdi. Tarbean sokaklarında yaşamış, kafamı çalıştırarak hayatta kalmıştım.
Hattâ saçmalıktan ibaret bazı dedikodular bile uydurdum. Bunlar o kadar akıl almaz şeylerdi ki, gerçek olmadıkları açıkça anlaşılsa bile insanlar duyduklarını tekrarlamadan edemiyorlardı. Damarlarımda iblis kanı dolaşıyordu. Karanlıkta görebiliyordum. Geceleri sadece bir saat uyuyordum. Dolunay çıktığı zaman kimsenin anlayamadığı bir dil kullanarak uykumda konuşuyordum.
Koğuş’taki eski ranza arkadaşım Basil bu dedikoduların yayılmasına yardım ediyordu. Ben hikâyeler uyduruyordum, Basil bunları birkaç kişiye anlatıyordu, sonra da oturup bir orman yangını gibi her tarafı kaplamalarını seyrediyorduk.”
-Rüzgarın Adı
Fantastik edebiyatın oluşumuna kaynaklık eden destanlarda, mesela Beowulf’ta, Le Morte d’Arthur’da, İlyada‘da, nefes kesici kahramanlık hikâyeleri okuruz. J. R. R. Tolkien’e de kısmen ilham veren anonim Anglo-Sakson destanı Beowulf’u kısaca ele alabiliriz örneğin. Grendel denen bir yaratığın Danimarka’da dehşet saçtığını öğrenen meşhur savaşçı Beowulf soluğu orada alır ve Grendel’den başlayarak habis yaratıklarla mücadele etmeye koyulur. Bu ona şöhreti, Danimarka tacını ve bunlar sayesinde ölümsüzlüğü de bahşeder elbette. Yalnızca destanın kahramanı Beowulf’a değil, destanın kendisine de.
Peki bir hikâye nasıl doğar? Bir kahraman nasıl kahraman olur? Nasıl böylesine kudretli, böylesine yenilmez olabilir? Ve hafızalardan silinmekten, ölmekten, nasıl kurtulabilir? En yaygın ve akla yatkın cevap, küçük bir kahramanlığın veya küçük bir maceranın ağızdan ağıza, kulaktan kulağa dolaşıp her seferinde değişmesi, süslenmesi, hikâyeye ve kahramanına her seferinde yeni unsurlar ilave edilmesidir. Hatta karanlık zamanlarda bir umut ışığı yakmak için büsbütün hayali kahramanlar yaratılıp bunların sahiden var olduğuna inanılabilir. Tarihte bunun sayısız örneğini görürüz. Bu belki tarihle kurguyu ayırt etmeyi güçleştirir, ama hikâyeyi de eşsiz kılar.
Günümüzde kaleme alınan bir fantastik edebiyat eseri, hikâyenin kendisi kadar bu hikâyenin doğumunu da ele alırsa… bir yandan hikâyenin aslını sunarken, bir yandan da kimi zaman süslenen kimi zaman çarpıtılan efsaneyi ilmek ilmek örerse ne olur?
“Alveron saray erkânının meraklı tabiatı hakkında yanılmamıştı. O akşam beni çalışma odasına çağırdıktan sonra hakkımdaki dedikodular yangın gibi yayıldı. Maer’in böyle bir şeyden niçin hoşlandığını anlayabiliyordum. Bir hikâyenin doğmasını izlemek gibiydi.”
– Bilge Adamın Korkusu
Wisconsin Üniversitesi’nin İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde ders veren Patrick Rothfuss, tahmin edebileceğiniz gibi, her türden miti, halk hikâyesini, destanı incelemiş olan bir yazar. Bunun yanı sıra, çocukluğundan beridir büyük bir iştahla fantastik romanlar okuyup duran hevesli bir okur. Rüzgarın Adı (2007) ve Bilge Adamın Korkusu’nda (2011) bunların izlerini görmek mümkün. Rothfuss romanlarında, hayali bir kahramanın, Kvothe’nin yaşamını hikâye ediyor. Bu hikâyeyi bizzat Kvothe, ilerleyen yıllarda daha sakin bir hayat sürmek ve düşmanlarından saklanmak için açtığı Yoltaşı Hanı’nda anlatmaya başlıyor.
Konu Kralkatili Güncesi olunca sıkça bahsi geçen Sempati adlı büyü sistemini ve müziğin bu romanlardaki önemli konumunu bir kenara bırakırsak, Medeniyetin Dört Köşesi diye anılan dünyadaki farklı kültürlerin bugüne dek nadiren rastladığımız bir yaratıcılıkla işlendiğini söyleyebiliriz. Rothfuss, yabancı bir uygarlığı betimlerken tarihte alışılagelmiş kalıpları yıkmaktan çekinmeyerek ‘yabancı’ kelimesinin hakkını veriyor. Günümüzde özellikle Avrupa ülkelerindeki tektipleşmenin fantastik edebiyata yansıması gerekmediğini bize zarif bir üslupla hatırlatmış oluyor böylece.
Kralkatili Güncesi, yüzeydeki olay örgüsünün başka her şeye baskın geldiği bir yapıya sahip değil. Gözle görülmeyen, okurun hayat tecrübeleri veya edebi birikimleri aracılığıyla özümseyebileceği katmanlar içeriyor. Kvothe’nin ziyaret ettiği mekânlar ve o mekânlarda etkileşime geçtiği insanlar hikâyeyi beslemekle kalmıyor, söz konusu katmanlara da ev sahipliği yapıyor. Misal, iktidarın tabiatı ve kudretin ne menem bir şey olduğu, ikinci kitapta Maer Alveron sayesinde didik didik ediliyor, yalnızca hayali bir diyarı değil bütün zaman ve mekânları ilgilendiren çıkarımlar yapılıyor.
Yoltaşı Hanı’ndaki ara bölümleri hariç tutarsak lineer akan hikâye boyunca, Kvothe kendi mitolojisini de yaratıyor. Bilgiye olan açlığı ve öğrenmeye yatkınlığı, müzikal enstrüman -özellikle lavta- çalmaya yönelik kabiliyeti, iğneleyici ve yeri geldiğinde kibirli olmaktan kaçınmasa bile insanları -ister dost ister düşman olsunlar- mıknatıs gibi çeken kişiliğiyle başına gelen ilginç olaylar birleşince, ortaya hatırı sayılır bir söylenti yumağı çıkıyor. Kvothe bu söylentilerin bir kısmını bizzat körükler, üstelik mübalağaya karşı çıkmazken, kimi zaman da gerçekten anlatılmaya değecek tehlikeler savuşturuyor. Yalnızca Kvothe değil, efsanesi de doğuyor, büyüyor ve durmaksızın değişiyor. Bize de, hikâyenin hem aslını hem de sunisini tüm detaylarıyla takip edip Patrick Rothfuss’un bu edebi deneyine tanık olmak ve Kvothe efsanesinin ölüp ölmeyeceğini merak etmek düşüyor.