Labirent: Alev Deneyleri (Bir Fiyaskonun Analizi)

maze runner the scorch orta

maze-runner-the-scorch-trials ust

Labirent: Alev Deneyleri, şu yeni tip sosyolojik bilimkurgudan çıkıp kabuk değiştiriyor ama değişiklikler bu seriye hiç iyi gelmemiş.

James Dashner’ın aynı adlı eserinden uyarlanan Maze Runner adlı film, geçtiğimiz yıl vizyonda boy göstermişti. Film, Türkiye’de Labirent: Ölümcül Kaçış ismiyle yayımlanmıştı. İlk film, bu yazıya konu olan ikinci filmden daha düşük bir IMDB puanına sahip olsa da bence daha iyi bir filmdi. Başarılı bir gerilim filmiydi.

Kendisini bir labirentin ortasında bulan bir grup gencin kaçış mücadelesini anlatıyordu ve kötü de kurgulanmamıştı. Sadece filmin sonu bende hayal kırıklığı yaratmıştı. Çünkü hiçbir soru cevaplanmadığı gibi sorular kat kat artmıştı. Özellikle labirent deneyi ile deneyin amaçladığı şey arasında küçücük bile olsa bir bağlantı bulamamıştım. Bunda biraz da eseri hiç araştırmadan izlemem, dolayısıyla bir roman uyarlaması olduğunu ve devamının geleceğini bilmememin etkisi vardı.

Tabii filmden sonra Pegasus Yayınları hemen kolları sıvadı ve seriyi Türkçeye kazandırdı. Bu işin bu kadar seri bir şekilde yapılması sevindirici. Diğer pek çok yayınevine de örnek olmasını diliyorum.

Labirent serisi sosyolojik bilimkurgunun yeni bir alt türünün örneklerinden. Sosyolojik bilimkurgunun son zamanlarda moda olan bu yeni türünde karakterler genellikle ergenliğin ortasında veya sonunda oluyorlar. Post-apokaliptik(kıyamet sonrası) bir tür olsa da uygarlığın yıkımı sadece eski düzenin yıkılması, nüfusun büyük ölçüde yok olmasıdır. Teknolojide belirgin bir gerileme ve ekolojide belirgin bir yıkım yoktur. Dahası iyi veya kötü yeni bir düzen vardır ve film başladığı andan itibaren bu yeni düzenin yıkılışına şahit oluruz. Divergent(Uyumsuz) ve Hunger Games(Açlık Oyunları) bu türün başlıca örneklerindendi. Bir başka örnek de Maze Runner(Labirent) oldu.

Bu serinin ilk bölümü türün tipik bir örneğiydi. Bir grup genç labirentle çevrilmiş bir araziye bırakılmıştır. Hepsi ilk günlerinde kendi isimlerini bile hatırlamamaktadır. Her hafta aralarına yeni bir kişi ve biraz da yardım malzemesi asansörle birlikte gönderilmektedir. Zaman içinde burada bir düzen oluşmuştur. İş bölümü yapılmıştır. Bir liderleri, marangozları, aşçıları ve tabii ki labirenti keşfeden koşucuları vardır. Ve tabii ki olaylar devam eder, pek çok şey açığa çıkarken bu düzen adım adım çöker.

Tekrar dönelim ikinci filme. Ben, ilk filmin sonunun her ne kadar fiyasko olduğunu düşünsem de ikinci filmde her şeyin mantıklı bir temele oturacağını umarak ikinci filme bir şans vermeye karar verdim. Nitekim ikinci film bu hafta Maze Runner: The Scorch Trials(Labirent: Alev Deneyleri) adıyla vizyona girdi. Ben de koşar adım sinema salonundaki yerimi aldım. Fakat beyaz perdede gördüğüm şey daha da büyük bir fiyasko oldu.

Öncelikle bazı büyük değişiklikler var ve iyi gelmemiş görünüyor. Film, bu yeni türden çıkıp alışılageldik post-apokaliptik türüne biraz daha yakınlaşmış. Çünkü güneş fırtınalarıyla kavrulan ve bir salgın hastalıkla boğuşan bu dünyada yeni bir düzen kurulamamış ve büyük bir kargaşa çıkmış görünüyor. Ekolojik bir yıkım da gerçekleşmiş ve dünya büyük ölçüde çöle dönüşmüş. Sadece teknoloji ve bilim biraz ayakta kalabilmiş görünüyor. Şu hastalığın da ne olduğunu bu bölümde görüyoruz: Bir virüsten kaynaklanan ve delilik yaratan bu hastalık, insanları bir tür zombiye dönüştürüyor. Film bu bakımdan Resident Evil ve Walking Dead’e benzemeye başlıyor.

maze-runner-the-scorch-orta

Fakat bu değişiklikler labirentten kurtulan bir grup gencin hikâyesine hiç de iyi gelmiyor. Gençlerin bu hastalığa bağışıklığı olduğu için labirentte sosyolojik ve psikolojik bir deneye maruz kaldıkları kesinleşiyor. Fakat bu tarz bir deneyin, bir virüsten kaynaklanan hastalığa karşı nasıl bir çözüm getirebileceği bu bölümde de açıklanamamış. Zaten Labirent serisinin en başından beri karın ağrısı bence bu: Güneş fırtınaları yüzünden dünya yaşanmaz hale gelirken insanları zombileştiren bir virüs ortaya çıkıyor(ne alaka?), sonra bunu tedavi etmek için bir grup genç bir labirente kapatılıp oradan çıkmaları isteniyor(yine ne alaka?). Bu konu en başından beri zorlama bir konu ve mantıksız kalmaya mahkûm görünüyor.

Eserin içerdiği dünya da anlaşılmaz vaziyette. Bir tarafta İsyan adlı bir grup var. Gençleri labirentlere kapatıp üstlerinde deneyler yapıyorlar. Kime isyan ettikleri belli değil. Hastalığa bir tedavi bulmayı amaçladıklarını söylüyorlar ama doğru mu söylüyorlar belli değil. Fakat yöntemlerinin etik dışı olduğu tartışmasız. Karşılarındaysa Sağ Kol adlı bir grup var. Bunlar da tedavi aradıklarını iddia ediyorlar ama sanki bağışıklığı olanları alıp kendilerince güvenli bir bölgede sürdürülebilir bir toplum kurup dünyanın geri kalanını kendi kaderine terk etme derdinler. Bu iki grubun dışında amaçsız bazı çeteler de var. Ama kimin neyi amaçladığı zaten belli değil. Sürekli gizli planların lafı dönüyor ama ortada bir şey yok. Sanırım her şeyi üçüncü ve dördüncü filme bıraktılar.

Konunun işlenişinde çok ciddi aksaklıklar var. İlk kısımda bizim çocuklara yalan söylendiği çok açık görülüyor. Thomas da bunu görüyor zaten. Olayların gelişimi klişeleşiyor. Daha sonra film boyunca beş dakika nefes alma, beş dakika zombilerden kaçma ve beş dakika çatışma biçiminde döngü devam ediyor. Her türlü klişeye rastlıyoruz. Yaralanıp da ekibe yük olmamak için intihar eden fedakâr çocuk, önce bu çocukları kullanmaya çalışıp sonra sıkı dost olan yabancı, birbirlerinin ağzından bir laf alabilmek için kırk takla atmalar, çığlıklar, fedakârlıklar, kahramanlıklar, güzel savaşçı kızlar, sinsilikte sınır tanımayan kötü adam ve kadınlar… En iyilerini sona sakladım: “Kaçmaktan usandım, dönüp savaşacağım” edebiyatı, “ihanet ettim ama bir sor niye” diyenler, ele geçirilen arkadaşları kurtarma planına tamamen imkânsız diyenlerin gaza getiren bir konuşmayla yüz seksen derece dönmeleri.

Oyuncuların performansları da hiç iyi değil. Zaten şu yeni sosyolojik bilimkurgu türünün en zorlandığı konu bu ama bu filmde bu sorun daha da kötü hale gelmiş. Gençler çok yetersiz kalırken Aidan Gillen(kendisini Game of Thrones’da Petyr Baelish olarak tanıyoruz) ve Giancarlo Esposito gibi deneyimli oyuncular da ancak ortalamayı yakalayabilmiş.

Hiç mi iyi bir şey yok? Aksiyon seviyorsanız bu konuda belki sizi tatmin eder. Aklıma başka bir şey gelmiyor. Boş zamanınız varsa, bu zamanı nasıl harcayacağınızı bilemiyorsanız izlemek için uygundur tabii.