[stextbox id=”alert” color=”330000″ bcolor=”330000″ bgcolor=”efefef”]18. yüzyıl Fransa’sında, devrin en yetenekli ve kötülüğüyle nam salmış şahsiyetlerinden biri yaşardı. Adı Jean- Baptiste Grenoville idi. Bugünlerde unutulmuş olmasının tek sebebi hayattaki yegane hırsının, tarihin asla iz bırakmayan bir alanında kısıtlı olmasıydı, kokuların uçucu krallığında!
[stextbox id=”info” float=”true” align=”right”]KRİTİK
Melahat Yılmaz
[Arşivi]
O dünyaya gözlerini 17 temmuz 1738’de Paris’in en kötü kokularının yayıldığı balık pazarında annesinin beşinci cinayet girişimi olarak açtı. Bundan önceki dört kardeşi de aynı balık tezgahının altında doğup ölüme terk edilmişlerdi. Ama o farklı olanı seçti. Boğuk, pis kokuları ciğerlerine ilk kez çekerek ağladı. Öyle bir çığlıkla bağırdı ki onu fark eden ahali annesini cinayetten yargılayıp astı. Onu da yetimler yurduna gönderdiler. Oraya girdiği ilk anda çocukların hepsi farkındaydı. Onda itici, korkutucu bir yan vardı. Öldürmek istediler. Fakat onlarda başarılı olamadı. Konuşması gereken yaşta o burnu ile iletişim kurmayı öğrendi. İnsan denen yaratık onu ilgilendirmiyordu. Tek şey vardı elzem olan, kokular. Kötü, güzel, boğucu diye bir ayrımı yoktu. O hepsini duymak, elinde tutmak istiyordu.
Yetimhaneden ayrılıp derilerin arasında çalışmaya başladığı günlerde parfüm dükkanı denilen yerleri keşfetti. İnsanların farklı kokuları kullandığını gördü. Ve bir kız gördü ara sokakta, güzeller güzeli, büyüleyici bir koku yayan kızıl saçlı bir kız. Bu onun ilk cinayetiydi ve istemeden işlenmişti. Fakat o kız ona hayatta ki amacını da verdi son nefesi ile. Bu mükemmel güzelliği saklamanın bir yolunu bulma isteğini. Öğrenmeliydi. Arkasında bıraktığı herkes bir lanete kurban gidercesine ölürken o bir acıya daha katlandı. Kendi kokusu yoktu. İşte bu yüzden sevilmediğini anladı. Amacına bir tane daha ekledi. Kendini herkese sevdirecek ve ispat edecekti. Yapacağı en mükemmel parfüm ile. İhtiyacı olan tek şey doğru bileşenleri bulup, onları doğru yollarla bir araya getirmekti.
147 dakikalık 2006 yapımı bu film Patrick Süskind’ın edebiyat dünyasına bomba gibi düşen kitabı Das Parfum’den uyarlama. Zamanında Stanley Kübrick’in haklarını yıllarca elinde tuttuğu sonrasında ise uyarlanamazlar listesine aldığı bu kitabı, uyarlanabilirler kategorisine alan cesur yürek yönetmen ise Koş Lola Koş ve Cennet filmlerinde de hatırlayacağınız Tom Tykwer. Yönetmen, kitap da iliklerimize kadar işleyen, önemli olan görsellik değil kokunuzdur. Dünyaya varlığınızı kanıtlayan yagane kanıtınız budur tezini alıp, kendi hayal dünyasının kadrajına vurmuş ve ortaya görselliği doyurucu olsa da kitaptaki hayal dünyasının sadece kıyısını yakalayabilen bir film çıkmış. Yine de açık yüreklilikle belirtmek gerekir ki böylesine muhteşem bir örgüyü alıp da beyaz perdeye aktarabilmek bazılarına imkansız gibi gelmiş olsa da yönetmen bence de yapabileceğinin en iyisini yapmış durumda. Görsellik, kullanılan kareler, renkler, mekan bütünlüğü ve kostümler bizi hem zamanın Paris’ine götürüyor hem de uçsuz bucaksız koku dünyasında görsel bir geziye çıkarıyor. Yapımın senaryosu ise Andrew Birkin’in ellerinden çıkma. Yapımın görselliğini tamamlayan müzikleri ise Tom Tykwer, Johnny Kilmek, Reinhold Heil tarafından yapılmış.
Oyuncu koltuğunda ise genç yetenek Ben Whishaw’u Jean- Baptiste rolünde görüyoruz. Bence rolünün hakkını vererek oynamış. Bize kitapta hayal ettiğimiz sahneleri en azından varlığıyla yansıtabilmiş durumda. Ona tecrübe ve sağlam performansları ile Dustin Hoffman ve Alan Rickman eşlik ediyor. Bir çok Avrupa filmine göre oldukça yüksek bir bütçeyle çekilen yapım yine de size renkler, kokular ve görsellik dolu anlar vadediyor.
Jean- Baptiste’nin bir arzusu vardı. Sevilmek ve kabul görmek. Farkındaydı, en büyük güç insanlarda sevgi uyandırma gücüydü. Ne para, ne şiddet ne de ölüm bu gücün üstünde olabilirdi. O da bunu yapacak bir yol buldu kendince. Kendi kokusunu yaratma yolu. Başka insanların kokularını çalmak pahasına…
Bizde sevilmek istiyoruz. Ama her şeyden önce kabul görmek istiyoruz. Belki kendi kokumuzu yaratmak adına değil ama işlenen cinayetlere, akan bunca kana bakacak olursak yıkım da olsa sonu, kendimizi yaratmak amacı ile biz de öldürüyoruz. Sevgiyi istemenin yolnunun bu olmadığını bile bile. Para, hırs, mevki… Bunlar kokumuzdan daha değerli. Öyle olmasaydı tarih katilleri değil sevgiyle yaşayanları hatırlıyor olurdu sanırım. Peki ya tarihi yaratan bunca katile içten içe duyduğumuz öfke niye? Bir düşünün derim ben. Dünyada yaşayan hangi canlı silik bir çizgi olmak ister ki? Nefes alın. İçinize çekin havayı. Bakalım siz hangi kokuların peşinde bir ömür yanacaksınız?
Huzurla…