Bir çocuk düşünün zehir gibi bir akla sahip olsun. Bir kumpanyacının oğlu ve kumpanyanın sanatçısıyken, dilenci ve hırsız olmak zorunda bırakılsın. Büyüsün zamanla ve adına sempati denilen bir çeşit büyü için Ünversite’ye gitsin, en iyi öğrencisi olsun. Bariton sesli bir erkeğe dönüşsün zaman geçtikçe ve müzik onun ruhu olsun. Henüz bizim görmediğimiz zamanlardaysa bir kahramana ve katile dönüşsün.
Bir çocuk düşünün, Rüzgârın Adı’nı arasın.
Onun Adı Kvothe. Belki onu duymuşsunuzdur.
inceleme Hazal “Fırtınakıran” Çamur
Kitapların da müziği olurmuş, Rüzgârın Adı bana bunu öğretti. Satırların arasında heyecan ve merakla koşan okuyucuya bir ezgi eşlik edebiliyormuş meğer. Nasıl şarkılar dinleyicilerine her duyguyu yaşatıyorsa, bu kitap da bazen lirik bir melodi, bazense epik bir destanın doludizgin nakaratı gibi kulaklarınızda çınlıyor. Ama ne olursa olsun müzik hiç susmuyor ve Kvothe’nin bariton sesiyle lavtası sizi çeşit çeşit macerada, değişen ritimler ve hızlanıp alçalan notalarla yalnız bırakmıyor.
Size anlatacağım bir kitap değil, hayır, ben size bir şarkı söyleyeceğim.
Nedir Rüzgârın Adı? Böyle sıradışı ve ilk başta okuyucuya romantik bir izlenim veren bu isim ne anlatmak ister? Ben bu sorunun cevabını düşünürken Kvothe’nin de aynı cevabı aradığını nerden bilebilirdim?
[stextbox id=”black”]İsimlerin Gücü Adına!
Eğer Ursula Le Guin’in Yerdeniz Serisi’ni okuduysanız, isimlerin gücünü tatmışsınız demektir. Animist yaklaşıma sahip Yerdeniz dünyasında isimler her şey demektir. Birinin ya da herhangi bir şeyin adına sahip olmanın, onu kontrol etmek anlamına da gelebileceğini biliyorsunuzdur. Bu yüzdendir ki halk, özellikle büyücüler, gerçek isimlerini sadece en güvendiklerine söyler ve gündelik isimler kullanırlar. Büyüye yapılan en farklı ve belki de en akla yatkın yaklaşımı görürsünüz Yerdeniz’de.
İşte Patrick Rothfuss da adların gücünü kana kana içmiş biri olarak, Le Guin’e bir selam çakıp haykırıyor: İsimlerin gücüne inanıyorum!
Yolunuz küçük bir kasabaya düşerse ve eğer orada Yoltaşı adında bir han görürseniz kader size çağrısını yapmıştır. Kendine Kote diyen, alev kızılı saçlı hancısı ve Bast adında yakışıklı, ancak gerçekte bir insan olmaktan çok uzak yardımcısını görüyorsanız, siz de Tarihçi’nin aradığını bulmuşsunuz demektir: Kvothe’yi.
Kendini Kote adında bir hancı olarak saklayan nam-ı diğer Kansız Kvothe’nin hikâyesini dinlemek istiyorsanız tam 3 gününüz var. En azından onun Tarihçi’ye sunduğu seçenek bu. Bir kahramanın, bir hainin ve bir katilin hikâyesini kendi ağzından dinlemek için başka hiçbir şansınız olmayacak; çünkü siz geri geldiğinizde o çoktan gitmiş olacak. O yüzden, Yoltaşı Hanı’nda bir sandalye çekin ve 3 günde anlatılacak bir efsaneyi ilk ağızdan dinleyin derim. Şimdi hazırsanız, sandalyenizi bu alev saçlı adama biraz daha yaklaştırın ve kulaklarınızı dört açın. Çok uzaklarda bir gizemci, size rüzgârın adını fısıldamak üzere…
Kvothe, bir Edema Ruh, kumpanyacıların has sınıfına ait bir oğul ve sanatçıydı. Onun, rüzgârın adı ve ilk öğretmeni olan Abenthy –ya da kısaca Ben- ile karşılaşmasında bu gezici kumpanyanın etkisi olacaktı ve oldu da. Bir gizemci olan Ben’in, şehre girmesine izin vermeyen Vali ve muhafızdan kurtulmak için rüzgârı çağırmasıyla Kvothe’nin de hayatı şekillenmiş olur. Ben, kendini savunmak için rüzgârın adını fısıldadığında rüzgâr, itaatkâr bir çocuk olup Ben’in çağrısına kulak vermiştir. İşte böyle başlar macera ve hüzün. Kvothe’nin şarkısının ilk dizeleri de böylece yazılmış olur.
Gördüğü şeyden çok etkilenen çocuk Kvothe, rüzgârın adını öğrenmek gibi bir amaç edinir kendine. Ben’in daha sonra kumpanyaya katılması ve şarkılarla örülü sevgilerine dâhil olmasıyla Kvothe’nin zekâsına ve yeteneğine tanık oluşumuz da böylece başlar. Üniversite’deki kendinden yaşça büyük gençlerin yıllarca süren eğitimle öğrendiklerini o haftalar süren çalışmalarla çabucak öğrenir ve simyacı, gizemci ve sempati ustası olmak için ilk adımları da atmış olur.
Kumpanyada hayat şarkılar ve piyesler eşliğinde renkli bir dünyadır. Kvothe, sevecen bir anne ve babanın tek oğludur. Tüm bunların ortasında mutlu bir çocuk, zeki bir öğrenciden başka bir şey değildir. Ta ki onlar gelene kadar: Chandiralılar…
Ama hayır, size onların ne olduğunu anlatmayacağım. Çünkü onlar sadece efsane olarak kalsa da, adlarını ağızlara almak tehlikeyi evinize davet etmek demektir.
“Birinin ailesi hiç olmayacak bir şarkı söylemiş.”
[stextbox id=”black”]Üçe Bölünmüş Bir Hayat
Kvothe’nin hikâyesinin tamamını 3 günde, yani 3 kitap olarak okuyacağımızı bilsek de yazar ilk kitapta da başkahramanımızın hayatını üç evreye ayırarak anlatıyor.
Kahramanımızı, yukarıda dediğim gibi, öncelikle bir kumpanyacı olarak görüyoruz. Şehir şehir gezen bu kumpanyada, çeşitli gösterilere katılan 12 yaşında bir çocuk karşımıza çıkıyor ve bize türlü yeteneklerini sergiliyor. Ancak ne zaman ki efsanevi şeyler ortaya çıkıp beden buluyor, işte o zaman hayatı alt üst olan Kvothe’nin hayatı ikinci evreye girmiş oluyor: dilenci ve hırsız.
Şunu söylemeliyim ki Patrick Rothfuss duyguları aktarmakta başarılı bir yazar. Mutlu bir aileden yapayalnız, sokaklarda kalmaya mahkûm bir çocuğa dönüşüm sürecini güzel ve bir o kadar da hüzünlü bir dille bizlere aktarmayı başarıyor. Kumpanyacıların neşeli şarkılarından ayrılıp, sokakların acımasızlığına ve çocukları bekleyen tehlikelerin sert notalarına doğru Kvothe ile birlikte yuvarlanıyoruz. Ama başta da dediğim gibi, şarkı bizi hiç bırakmıyor…
Aileyi yitirişin, sokaklarda sersefil oluşun dramatik vuruşları kulaklarımızda çınlarken, biz de Kvothe ile birlikte ağlıyoruz. Zaman geçtikte hayatın acımasızlaştırdığı sokak çocuğu Kvothe ile hırsızlıklar yapıyor ve dileniyoruz. Sokaklarda geçen üç seneyle birlikte artık bunu benimsemiş bir çocuk buluyoruz karşımızda. Ailesine ve müziğine duyduğu özlem derinlerde yatsa da bu konuları düşünmekten kendini alıkoyan bir çocuk. Sokakların acımasızlaştırdığı bir çocuk…
Son evre ise şüphesiz ki Üniversite’ye gidiş ve Kvothe’nin sokaklardan ayrılışı olacaktır. Rüzgârın Adı’nı öğrenme isteğinin yanı sıra bir de Chandrialılar’a dair bilgi edinme açlığıyla, Ben’in bir zamanlar ailesine tavsiye ettiği gibi, yolunu Üniversite’ye çeviriyor. Aç ve parasız olmasına rağmen talih bir şekilde ona gülüyor ve pislik içindeki bir çocuktan hoş bir genç adama dönüşerek Üniversite’nin giriş sınavlarına yollanıyor.
Okul teması, fantastik kurgunun belki de okuması en zevkli öğelerinden biridir diye düşünmüşümdür hep. Nasıl ki Yerdeniz’de Ged’i Roke Adası’nda Büyücülük Okulu’nda soluksuz okuyor, Harry Potter’ı Hogwarts’da merakla takip ediyorsak Üniversite’de de Kvothe’nin yaşadıklarını heyecanla izliyoruz. O en başta gördüğümüz zehir gibi akla sahip çocuğu, bu defa 15 yaşında olarak karşımızda buluyoruz ve sanki hiç ayrılmamışız, müzik o hüzünlü notalara hiç dönmemiş gibi okulun gizemlerini keşfetmeye adıyoruz kendimizi.
Üniversite’ye girmek, gerçek hayattaki gibi, 17-18 yaşlarında gerçekleşen bir durum olsa da Kvothe başkalarının kabul edildiğinden çok daha erken yaşta oraya girmeyi başarıyor. (Arka kapakta dediğine göre, başkalarının kabul edildiği bu yaştan daha gençken de okuldan atılıyormuş) Belalı hocalar, iyi arkadaşlar, birkaç kez okuldan atılmanın eşiğine getiren kıskanç rakipler ve en önemlisi, sempatinin derinliklerine bir yolculuk da başlamış oluyor.
Şunu söylemeliyim ki, Üniversite’ye gidişin Kvothe’nin yeniden eski günlere dönmesine benzetmiş olsam da tamamıyla böyle olduğunu söylemek büyük bir yanlış olur. Çünkü o hala yalnız ve beş parasız. Bu nedenle, okulda kalabilmek için paraya ihtiyacı var ve bunu başarması için de türlü şeylere başvurmak zorunda kalıyor. Ama bunlardan en önemlisi, müziğe geri dönmesi. Yeniden parmakları bir lavtanın tellerinde özlemle gezerken tüm dertleri buhar olup uçuyor. O dönemdeki notalar neşeli tınılarıyla bize eşlik etse de hafif bir burukluk derinlerde yatmaya devam ediyor. Ayrıca, şahsi fikrimi eklemem gerekirse, kitabın en güzel yerleri de Üniversite’nin geçtiği bölümler oluyor.
[stextbox id=”black”]Büyünün Bilimsel Adı: Sempati
Patrick Rothfuss, kendine ait bir dünya yarattığı gibi o dünyaya has bir de büyü sistemi oluşturmayı ihmal etmemiş. Önce Ben’in öğreticiliğinde sonraysa Kvothe ile Üniversite’ye adım atmamızla beraber, aslında bu dünyanın büyü sisteminin nasıl da bilimsel dayanaklara sahip olduğunu görme şansına erişmiş oluyoruz. Rothfuss kimya, fizik ve biyoloji bilgilerini bir araya getirerek adına sempati dediği büyü sistemini oluşturuyor ve biz okuyucular da sempatinin derinliklerine dalarken aslında ne kadar da mantıklı bir sistem olduğunu görmüş oluyoruz.
Sempati’yi açıklamak için örnekler oldukça yardımcı olacaktır. O nedenle uzun uzun anlatmak yerine örnekler üzerinden giderek size bu akla yatkın sistemi en basit şekilde aktarabilirim diye düşünüyorum.
Sempati, zihni iki ayrı bölüme ayırma, yani Alar’ı oluşturmakla başlar. İki bölüme ayrılan zihin, iki nesne arasında bağ kurmayı olanaklı kılar (Daha fazla nesne arasında bağ kurmak, zihni daha çok bölmeye ayırmayı gerektirir). Aslında sempatinin temelinde kurulan bağlar yatar ve nesneler birbirine ne kadar benziyorsa aralarındaki bağ da o kadar güçlü olur. Söz gelimi, Ben’in Kvothe’a verdiği örneği ele alırsak, Alar’ını oluşturan biri, iki demir parayı birbirine rahatlıkla bağlayabilir. Yani mıknatıs etkisindeki gibi yapıştırabilir.
Bir başka örnek içinse bir şeyi yakmayı ya da koparmayı ele alalım. Eğer bir mumun fitilini yakacaksanız ve elinizde bağ kurup kullanabileceğiniz bir kaynak yoksa kendi vücut ısınızı kullanabilirsiniz. Ancak mantık bir kez daha devreye giriyor ve şu sonuçla karşılaşıyorsunuz: harcadığınız vücut ısısı bedeninizden akıp giderken sizi soğukta bırakacaktır ve çok fazlasını kullanmak ölüme bile götürebilir.
Bunlar elbette ki çok basit örnekler, ama sempatiyi açıklamada yardımcı olacağına inandığım, kitaptan alıntılanmış ifadelerdir de. Ancak yazar, sempati sistemini oldukça detaylı ve çok daha aklı yatkın şekillerde okuyucuya aktararak, aslında bu tür konularda ne kadar bilgili olduğunu da gözler önüne seriyor.
Üniversite’ye dönecek olursak, sadece sempatinin öğretildiğini söylemek oldukça yanlış olur. Çünkü gerçek bir üniversite gibi daha pek çok derse de sahip. Bunları adlarıyla geçecek olursak Zahiriye, Matematik, Filoloji, Sempati, Münazara, Simya vb. şeklinde kısaca özetleyebiliriz.
Üniversite demişken şuna da değinelim; birinci sınıf, ikinci sınıf gibi isimler yerine okulun kendine has terimleri var. E’lir ve Re’lar bunlardan ilk ikisi ve her biri aslında çok özel anlamlara sahip. Ve ben, elbette anlamlarını söyleyip okuyup öğrendiğinizde kapıldığınız huşuyu baltalamayacağım.
Ancak, “Hani isimler gücü?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Başta bahsettiğimiz o isimler nerede, değil mi?
Deli Hoca Elodin’in de dediği gibi, gerçek sihir isimlerde yatıyor. Ancak isimlerin gücünü öğrenmek her öğrenciye öğretilecek bir şey değil. Çünkü bunu okulda öğreten tek bir hoca var ve o da öğrencilerini seçmekte hevesli değil. Nedeniyse basit, isimleri öğrenmenin sonucu “Çömlekhane”yi boylamak. “Çömleği çatlatanların gittiği yer” olan Çömlekhane, okulun isimlerle aklını kaçırmış sakinleri için oluşturduğu hastane ile hapishane arasında bir yer olarak tanımlanabilir. Ancak yine de bu Kvothe’nin rüzgârın adına olan tutkusuna gem vuramıyor.
“İsimlerin doğası tarif edilemez; sadece tecrübe edilebilir.”
“Niye tarif edilemez?” diye sordum. “Bir şey anlaşılıyorsa tarif de edilebilir.”
“Anladığın her şeyi tarif edebilir misin?” diye sorarak bana göz ucuyla baktı.
“Elbette.”
Elodin yolun biraz ilerisini işaret etti. “Şu oğlanın gömleği ne renk?”
“Mavi.”
“Mavi derken neyi kast ediyorsun? Tarif et.”
Kısa bir süre düşündüm, fakat başarısız oldum. “Yani mavi bir isim mi?”
“Bir sözcük. Sözcükler unutulmuş isimlerin solgun birer gölgesi gibidirler. Nasıl ki isimlerde bir güç gizlidir, aynı şey sözcükler için de geçerlidir. Sözcüler insanların akıllarında bir ateş yakabilir, en taş kalpleri bile gözyaşlarına boğabilir. Bir insanın sana âşık olmasını sağlayan altı sözcük vardır. Güçlü bir adamın iradesini kıracak on sözcük bulunur. Ama sözcük dediğin, bir ateşin resminden fazlası değildir. İsimse ateşin ta kendisidir.”
[stextbox id=”black”]Bana Bir Masal Anlat Baba
Rothfuss’un yarattığı dünyanın bir diğer özelliğiyse, şarkıların olduğu kadar destanların da önemli bir yere sahip olması. Kitapta dünyaya dair neredeyse her şeyi destanlardan ve masallardan öğreniyoruz. Ama öyle masal deyip geçmeyin, çünkü nasıl her şakanın ardında bir gerçek varsa her efsane ve masalın arkasında da gerçeğin bir kısmı yatıyor.
Yazarın efsane ve masallarla süslediği bu evreni, bazen şarkılarda bazense bir handa, yaşlı bir adamdan dinliyoruz. Anlatıcı kim olursa olsun, sarf edilen her sözle beraber gerçeğe daha çok yaklaşıyoruz. Kimsenin gerçekliğine inanmadığı bu söylentiler de bile, aslında Kvothe’nin aradığı gerçeklerin gizli olmasıysa yazarın hoş bir zekâ oyunu olarak karşımıza çıkıyor. Bunu fark ettiğimizdeyse, yazara şapka çıkartmaktan başka bir şey yapamıyoruz.
Anlatılan her masal ya da destan, bulmacanın bir başka parçası olarak karşımıza çıkıyor. Okuyucuya yeni bir ipucu sunarken, yeni bir soruyu da ardında getiriyor.
[stextbox id=”black”]Skolastik Düşünceye İğneli Hediyeler
Rüzgarın Adı, okuması doyumsuz bir keyif olsa da aynı zamanda iğneli bir fıçı görevi de görmekte. Eğer satır aralarını okursanız, Orta Çağ Avrupası’na dair belli başlı gönderme ve eleştirileri görmek mümkün.
Tanrı Tehlu’nun kilisesinin ve rahiplerinin tutumu, rüşvet almaları ve zayıflara karşı ilgisizliğiyle Orta Çağ Kilisesi’ne ciddi göndermeler söz konusu. O zamanların insanının eleştirdiği ne varsa Rüzgârın Adı’nda, Tehlu Kilisesi’nde bunlar fantastik bir yapıyla can buluyor.
Bir başka göndermeyse, yine aynı çağlarda öldürülen ya da fikirlerinden vazgeçmesi için zorlanan bilim adamlarına yapılan baskılardır. Rothfuss’un evreninde, her ne kadar 200 yıl öncesinde kalmış olsa da, Gizemiye mensuplarının yakıldığını işitiyoruz. Sempati ve diğer alanları bir bilim dalı olarak aktardığından, mantık çerçevesindeki akla yatkınlıklarından bahsetmiştim. İşte yüksek eğitimle tecrübe edilen bu bilgilerin halk tarafından büyücülük olarak adlandırılması sonucu, yaklaşık 200 yıl önce bu insanlar avlanarak yakılıyor. Aslında sadece bizim dünyamızdaki bilim adamlarının idamlarına değil, göreceğiniz gibi, cadı avlarına da bir gönderme taşıyor eser.
Eğer eseri bu yönleriyle ele alacak olursanız, sadece sizi neşelendirip hüzünlendiren bir kitap değil, özünde gerçekleri fantastik bir örtüyle sarmalayan bir taşlama olarak da görebilirsiniz.
[stextbox id=”black”]Patrick Rothfuss Şarkı Söylüyor
Kitabı uzun uzadıysa anlattıktan sonra, gelelim anlatım biçimi ve sürükleyiciliğine.
Rüzgarın Adı’nı elime aldığımda beklentim bir hayli yüksekti. Biz Bunu İstiyoruz projesi için bu kitabı Rıhtım ekibine sunan kişi olarak, uzun zamandır yabancı sitelerde kitabı araştırıyordum zaten. Kitabı elime aldığımda, tam “Biz Bunu İstiyoruz” demişken, beklentimi karşılayama-yacağından da endişe etmedim değil aslında. Ama…
İlk 55 sayfada Kvothe’nin Kote adlı hancı olarak bize rol yapmasını izliyoruz. İnsanlar gelip gidiyor, yemekler sofralara konuyor. Derken, örümcek benzeri bir yaratığın saldırısı ve ardından gelen iblis söylentileri… Kısacası, ilk 55 sayfa sonradan bir heyecana kavuşsa da daha çok bir han müziğinin etkisiyle sürüyor. Bu esnada, kişisel fikrimi söyleyecek olursam, dingin bir kitap okuduğumu düşünüyordum. Ama elbette, henüz neler gizlediğinden habersizdim. Ne zaman ki Tarihçi ortaya çıktı ve Kvothe hikâyesini anlatmayı kabul etti, işte o zaman lavta sesleri ve çeşitli duyguların her notada patlak verdiği bir melodi sayfalar arasında bana eşlik eder oldu. Bir anda kendimi soluksuz bir serüvenin içinde, merakla sayfalar arasında koştururken buldum.
Kısacası, beklentimi karşılayıp bir de üzerine aşan bir eserdir Rüzgârın Adı. 736 sayfa olmasına rağmen nasıl bittiğini anlayamıyor ve kulağınıza fısıldadığı öyküden vazgeçemiyorsunuz.
Anlatım tarzına bakacak olursak, daha önce dediğim gibi, sanki bir şarkıyı dinlermiş gibi bir izlenim veriyor size. Akıcı anlatımı ve gereksiz detaylarla boğulmamış betimlemelere sahip olduğunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Kitabın geneli için anlatımda özgünlüğü yakaladığını da söylememiz oldukça mümkün. Çünkü satırlar arasında sözcüklere dans ettiren o ezgi, siz kapağı kapatana kadar susmamayı başarıyor.
Son olarak, Rothfuss’un duyguları aktarmaktaki başarısını bir kere daha övmek istiyorum. Yaratmak istediği duyguyu başarılı bir biçimde okuyucuya aktarırken dengeyi de tutturmayı başarıyor.
Serinin ilk kitabı olan Rüzgarın Adı’nda, yazar karakterini büyütmek için acele etmemiş. Yaklaşık 3 yıllık bir dilimi kapsayan eser, Kvothe 15 yaşındayken son buluyor. Bu da demek oluyor ki, ikinci kitap olan “Bilge Adamın Korkusu” (The Wise Man’s Fear) kitabında bizi genç bir erkek bekliyor.
Bunu söylemekteki amacım şudur, ilk kitap aslında pek çok yaş grubunun rahatlıkla okuyacağı bir yapıya sahip. Ancak gerek Kvothe’nin büyüyen yaşı ve gerek yabancı okurların yorumlarını araştırmış biri olarak, ikinci kitabın daha çok belli bir yaşın üstüne hitap edeceğine inanıyorum.
Bu kitabı okumamakla bir şey kaybeder miyim, diye düşünüyorsanız size cevabım “evet” olacaktır. Özgün eserler arayanlar için bulunmaz bir nimetken, farklı bir dünyanın kapılarını da davetkârca bizlere açıyor.
Patrick Rothfuss bir kitap yazmamış, bir şarkı bestelemiş.
İyi okumalar…