
[stextbox id=”alert” color=”330000″ bcolor=”330000″ bgcolor=”efefef”]Her şey düşmekle başlar. Bir ruh oluşur cennetin bilinmeyenin de ruh dünyaya bir kadının karnına düşer. Orada sadece hissederek duyumsayarak yaşamı içer yudum yudum… Sonra ruh ete ve kana bürünür dünyaya acı bir çığlıkla düşer. Acıyı öğrenir henüz renklerin bile belirgin olmadığı bu yabancı âlemde. Sonra bebek büyür. Yürümeyi öğrenir her seferinde düşerken… Kanarken tüm bedeni yaşamayı öğrenir tekrar ayağa kalkmayı her şeye rağmen.
[stextbox id=”info” float=”true” align=”right”]
KRİTİK
Melahat Yılmaz
[Arşivi]
Aşka düşer yüreği… Tanımadığı kendine yabancı bir bedenin dokunuşuyla şehvete düşer. Acıya yenilir. İhanete boyun eğer. Her şey bir son bulduğunda derin bir ışığın eşliğinde toprağa düşer. Her şey düşmekle başlar.
Küçük Alexsandria ailesiyle çalışırken bir portakal ağacından düşüp kolunu kırmıştır. Getirildiği hastane de hayalleriyle ve çevresindeki insanlara olan ilgisiyle iyileşmeye çalışmaktadır. Bir gün Roy adında depresif ve hayatından çoktan vazgeçmiş bir ilaç bağımlısıyla tanışır. Roy bir film setinde dublörlük yapmaktadır. Çekim sırasında âşık olduğu güzel artist tarafından ilgi görmeyince kendini boşluğun kollarına bırakır ve tedavi amacıyla hastaneye kaldırılır. Bir gün küçük kızın hemşire Evelyn’e yazdığı not pencereden yanlışlıkla Roy’un kollarına düştüğünde hikâye başlar. Roy’un amacı bu çocuğun saflığını ve hikâyelere olan sevgisini kullanarak ilaç elde etmektir. Küçük Alexsandria ise sadece hayallerine renk katacak bir macera aramaktadır. İhtiyacı olan tek şey sevgiyi renge ve görüntüye dönüştürmektir. Zaten sevdiği tüm şeyleri küçük tahta bir kutuya sığdırmayı başarmıştır Alexsandria. Evinin resimlerini gösterir anlatıcısına. Sonra umursamaz bir tonda evine ne olduğunu soran genç adama yaktılar der. Ses tonu tüylerinizi diken diken ederken ekler. Kızgın adamlar yaktı. Anlayamadığı hiçbir şeye duygu yükleyemez çocuklar. O da bir çocuktur ve anlayamadığı için anlatamaz da… Sadece bana hikâyeyi anlat der tüm sorulara rağmen.
Hayat, ihanetle kuşatılmış bir kaledir bazen. Roy’un hikâyesinde ise bir bedene hapistir. İhaneti tek bedende bulan dört adam bir yolculuğa çıkar böylece. Aşkı, arkadaşlığı ve doğayı kurtarmak için. Kimisi sevdiği kadının ölümüyle körelmiş, kimisi köleliğin prangalarından duyduğu acıyla kavrulmuş, kimisi doğaya olan tutkusuna yenik dört arkadaş. Masal ilerledikçe renklerde destana eşlik eder. Dünyayı, sevgiyi ve acıyı küçük bir kızın benliğiyle yaşarız. Film boyunca aşkı masum bir ruhun özünden seyre dalarız. Aslında yaşamaya bile cesareti olmayan bir adamın aklının karanlık odalarında yarattığı destanı Chagall vari renklerin eşliğinde başımız dönerek seyrederiz. Koyu kırmızılar, parlak maviler… Anlatılan masal da Roy kızımızın kafasında kâh maskesiyle korkusunu gizlemeye çalışan bir adam, kâh sevdiği kadına sonuna kadar bağlı bir âşık olur. Kafasında ki hayale bir yüz bulmuştur Alexsandria… Ağır çekim akar gider anlatım. Acelesi olmayan bir sona doğru…
Bazen hayat bir müziktir. Susuzluğumuzu dindirmek için ihtiyaç duyduğumuz tek şey ise dinlemektir. Yaşamın sığlığından, kendimizi kapattığımız duvarlardan kurtulmanın tek yolu bir hikâye uydurmaktır. Yalan karşımızda ki masumiyeti ele geçirdikçe bizde kirlerimizden arınırız. Kendi çirkinliğimizi karşımızdaki aynaya kusar içimizdeki canavardan bir anlık da olsa kurtulduğumuzu sanırız. Lakin gerçek yakamızı bırakmaz. Acı ve ihanetle karılmış bir ruh asla bir masumiyetle temizlenemez.
Roy anlattığı hikâye ilerledikçe bunu öğrenecektir. Duyduğu ilaç ihtiyacı bu küçük kızın hayalleri ve sıcacık gülümsemesiyle farklı bir ihtiyaca dönüşecektir. Tekrar ayağa kalkabilme ihtiyacına…
Kötü valinin intikamını almak için çıkılan yolculuk bir iç hesaplaşmayla son bulacaktır. Aslında kötü vali Roy’un içindedir. Fakat depresif karakterimize bunu ancak küçük bir kız gösterecektir. Hayat resimlerle akıp giderken bize de kaçırdıklarımızı gösterecek, bağımlılıklarımızdan kurtaracak böyle bir masumiyet olsaydı keşke demez miyiz hiç? Film boyunca içimizi ısıtan bir samimiyet akıp gidiyor gözlerimizin önünden. Ve seyrederken bir kez daha bu ihtiyaç gün yüzüne çıkıveriyor.
2006 yapımı Tarsem Singh imzalı bağımsız bir film The Fall. Renklerle bazenmiş muhteşem bir destan. Oyunculuk açısından da seyredilmesi gereken bir başyapıt… Lee Pace ve küçük oyuncu Catinca Untaru’yu sonuna kadar tebrik etmek gerekiyor. İnanılmaz samimi bir oyunculukları var. Hele Roy ve ona ilaç götürme çabası sonucunda tekrar düşen Alexsandria’nın son karşılaştıkları sahne insanı yerine çivilemeye yetiyor. İtiraflarını yüreğinin en derininden kıza aktaran Roy’a karşılık küçük kızın hala kazanmaya umudu olduğunu söylerken gösterdiği çırpınışlar yüreğimizi acıtmaya yeterli.
Görüntüler öyle sağlam bir zemine inşa edilmiş ve renkler o denli çarpıcı kullanılmış ki içinde olmak isteyeceğiniz bir âlem tam karşınızda duruyor seyir boyunca. Masmavi bir deniz, kan kırmızıya boyanmış bir kefen, göz alabildiğine dingin bir çöl manzarası, yeşile bezenmiş bir doğa… Gözlerinize ziyafet bir anlatım… Hayal kurmayı unutanlar için tam bir ilham kaynağı… Tarsem Singh’ın gözünden bize armağan edilen sıcacık bir film. Eğer bir engeliniz yoksa bu filmi seyredin. Eğer iç hesaplaşmalarınız tüm renklerinizi çalmamışsa bu filmi seyredin. Henüz geç kalmadınız tekrar ayağa kalmak için. Unutmayın hayat düşmekle başlar. Gözlerinizi kapatıp düşmenin o esrik tadını bir kez daha yaşayın. İçinizde ki o sonsuz çekilmeyi hatırlayın. Saniyeler içinde gelişen bu tarifsiz hissin sizi nasıl sonsuza taşıdığını anımsayın. Sonra tekrar ayağa kalkın ve seyretmeye devam edin. Yüzünüzde hafif bir rüzgâr aklınızda ilk düşüşünüz olsun.
İyi seyirler…





