Romanı hayli etkileyici olan The Stand’in 1994 yılında bir buçuk saatlik dörder bölümden çekilmiş mini tv dizisi vardır. Bu tv dizisinde adını sonradan çok duyacağımız Gary Sinise, Molly Ringwald, Jamey Sheridan, Ruby Dee, Miguel Ferrer, Corin Nemec, Adam Storke ve 10 yıl sonra gene bir King uyarlamasında oynayacak olan Rob Lowe bu harika yapımın başrollerini paylaşmış.
[stextbox id=”info” float=”true” align=”right”]
KRİTİK
Alper Kaya
[Arşivi]
Film, bir laboratuvarda yürütülen deneyde yaşanan terslik sonucu üretimi yapılan virüslerin dışarı sızması, laboratuvarın bekçisinin telaşa kapılarak karısını ve çocuğunu da alıp Amerika’nın yarısını arabasıyla kat etmesiyle başlıyor. Tabii tek kat eden onlar değil: Bu sorumsuzluk sonucu virüs tüm ülkeye yayılıyor. Zira çok etkili ve çaresi olmayan bir virüs olarak insanları çok kısa sürede etkileyebiliyor.
Araba bir benzin istasyonuna çarpıp duruyor, kaza esnasında adamı kurtarmaya çalışan topluluk karantina manasında bir laboratuvara gönderiliyor ama iş işten geçmiş oluyor; tüm ülkeye yayılmış olan virüs yetkililerin ve ordunun tüm çabasına rağmen insanları öldürmeye devam ediyor… Ancak doğal bağışıklığı olan bazı insanlar (kendileri de anlam veremese de) hayatta kalmayı başarıyor. Bu insanlar aynı rüyaları görmeye başlıyorlar: Rüyalarında kendilerini bir mısır tarlasında buluyorlar ve gitar çalan yaşlı, siyahi bir kadın onları Nevada’ya çağırıyor. Kendisine katılmaya. “Buralarda herkes beni Anne Abigail olarak çağırır, 106 yaşındayım ve hala ekmeğimi kendim yapıyorum!” diyen yaşlı kadın kahkaha atar ve çoğu zaman rüyalar bu kadar sürer.
Ama bazıları ise rüyalarında farklı birisini görür. Karanlık bir adam, Las Vegas’a çağırır. Bu Stephen King romanlarında farklı isimlerle de aynı isimle de çok sık rastlaştığımız kötülük timsali Randall Flagg’tır. Onunla dolu rüyalar genellikle etrafı ateşlerin sarmasıyla son bulur.
Ve koca bir yolculuk başlar, ülkenin dört bir yanından birbirini hiç tanımayan insanlar ortak hedefte buluşur. Hepsinin farklı yetenekleri ve bir kolyenin farklı halkaları olarak birleşebilecek durumları vardır…
Bu süreçte iyi ve kötü arasında amansız bir savaş başlar. Sadece madden değil, manen de psikolojik bir savaş süregelir. İki tarafın da farklı yetileri vardır. Flagg, topladığı “serseriler takımı”yla bomba üretmeye başlar ve uçak eğitimi veriyordur. Bunu da “iyiler”, üç ajan göndererek öğrenir. Gerçi ajan değil, “izci” diyorlardır bu gruba.

Filmi oyunculuk açısından değerlendirirsek; muazzam. Bu filmden sonra dikiş tutturamamış oyunculardan tutun, bu film sadece cv’lerinde bir paragraftan ibaret olan oyunculara kadar herkes üstüne düşeni fazlasıyla yapıyor. Açık, gedik pek yok gibi.
Senaryoda birkaç hataya rastlamak mümkün. Bunlardan birisi ilk sahnelerde laboratuvarın bekçisi arabayla alandan kaçarken çocuğu oyuncağını düşürür. İlk çekimde çocuğu oyuncağını kapıdan geçtikten sonra düşürür fakat sonraki sahnede oyuncak alanın içindedir. Bunun gibi ufak tefek hatalar var ama 6 saatlik bir dizi – film için çok büyütülecek şeyler değil…
Ayrıca Stephen King tam iki bölümde oynuyor. Oyunculuğuyla yer yer Gary Sinise’den rol çalıyor desek yeridir. Bilindiği gibi Stephen King bu prodüksiyon da dahil 18 yapımda rol almıştır (bunların 2’si ses sanatçılığı olarak). Bu yöntem ise Alfred Hitchcock tarafından “üretilmiş”tir. Ünlü yönetmen de yönettiği tüm filmlerde minik roller oynardı. Stephen King de Hayvan Mezarlığı’nda rahip, Rose Red Konağı’nda pizzacı gibi minik roller oynamıştır. Bu filmdeki rolü muhtemelen en uzun replikli ve sahneli rolüydü…
Randall Flagg için de bir paragraf açmak lazım diye düşünüyorum: Ejderhanın Gözleri, Kara Kule Serisi, The Stand gibi romanlarda kendi adıyla bulunmasının yanı sıra 20’yi aşkın isimle de Stephen King evreninde arz-ı endam eyler. Kendisi şeytanın yeryüzü şubesi gibidir. Çok yakışıklı ve çekici olmasına karşın insanlar yüz yüze gelmekten kaçınırlar çünkü rahatsız edici bir his uyandırır. Çok güçlü bir büyücü olan Randall Flagg’ın yaşı net bilinememekle beraber bir Stephen King romanında ölüm sahnesi net bir şekilde yazılmıştır.
The Stand, sadece dünyanın sonuna ve toplu yokoluşa dair bir film değil. Sadece iyi ve kötünün savaşını sembolik olarak işleyen bir film de değil. Çoğu klasik tabuya dair göndermeler yapan sosyal bir yapım. İlk sevişme “korkusu”, aşk, aidiyet duygusu, kişinin içindeki kötü ve iyinin savaşı, hayal kırıklığı kavramı, inanç değerlerini sorgulama (bilhassa inanca dair çok gönderme var; düşünün film veba salgınına dair incil ayetiyle başlıyor) gibi sayısız kavramı sağlam bir şekilde eleştiriyor.
Eh, bize de bu altı saatlik görsel şölene eşlik etmek düşüyor…
(Not: 2010 yılında Marvel, The Stand’i çizgi romanlaştırmış. Ondan da birkaç kare ekliyorum)



