“İnsanlar, canavar ve canavarlıklar icat etmekten hoşlanırlar. Her ne kadar kör kütük sarhoş olsalar, hile ve hırsızlık yapsalar, karılarını dövseler, yaşlı bir kadını açlıktan süründürseler, tuzağa düşmüş bir tilkiyi baltalarıyla öldürseler ya da hayatta kalan son Unicorn’u oklarıyla delik deşik etseler de bir Bane’in şafak vakti kulübelere saldırmasının kendi yaptıklarına nazaran çok daha canavarca olduğunu düşünmekten hoşlanırlar. Çünkü o zaman kendilerini daha iyi hisseder ve yaşamayı çok daha kolay bulurlar.”
– Rivialı Geralt
[stextbox id=”black”]Beyaz Kurt’un gri dünyası
İlk Witcher oyunu 2007 yılında sessiz sedasız bir şekilde bilgisayarlarımıza konuk olmuş ve hepimizi kendisine hayran bırakmıştı. Kendisi uzun zamandır oynadığımız en iyi RPG oyunu olmasının yanı sıra oldukça da kaliteli bir yapımdı. Hiç bilinmeyen bir firmadan çıkmıştı üstelik. Pek çok otoriteden yılın oyunu ödülünü kazanmayı da ihmal etmemişti ayrıca. Peki, neydi biz oyuncuları Witcher’a bu kadar bağlayan? Çok mu muhteşem görsellere sahipti? Dinmek bilmeyen bir aksiyon mu barındırıyordu? Benzersiz bir senaryo mu sunuyordu bizlere? Hayır. Aslına bakarsanız sadece iki nedeni vardı bunun. Birincisi oyunun geçtiği evrendi şüphesiz. Polonyalı yazar Andrzej Sapkowski’nin kaleminde hayat bulan, iyi ve kötünün kesin çizgilerle ayrılmadığı, herkesin gri her yolun mubah olduğu bir diyar… Elflerin ve cücelerin ikinci sınıf vatandaş muamelesi gördüğü, insanlarla özgürlükleri için kıran kırana savaştıkları bir yer. Ve aslında en büyük canavarın insanın kendisi olduğunu gösteren bir anlatı…
İkinci neden ise hiç şüphesiz oyunun baş karakteri olan Rivialı Geralt’tı. O bir Witcher yani kendisine mutasyonlarla insanüstü hız ve refleksler kazandırılmış profesyonel bir canavar avcısı. Kedilerinkini andıran gizemli gözleriyle karanlıkta görebilen muhteşem bir kılıç ustası ve büyü kullanıcısı. Ama en büyük özelliği karakteri… Kimin iyi kimin kötü olduğu asla tam olarak anlaşılamayan bu dünyada seçim yapmaya zorlanan ve sonuçlarına katlanan bir karakter Geralt. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi bu iyi bir karışım.
Witcher 2’de de durum yine aynı. Bu kez daha karanlık bir atmosfer ve daha karamsar yoldaşlar eşliğindeyiz. Diyardaki durum her zamankinden daha kötü. İnsanlar ve diğer ırklar arasındaki savaş iyice kızışmış durumda. Krallıklar savaş halinde, yozlaşma ve entrika her yerde… Ve tüm bunların ortasında sadece doğru olduğuna inandığı şekilde yaşamaya çalışan bir adam, Rivialı Geralt.
[stextbox id=”black”]Macera başlasın
Witcher 2’deki olaylar ilk oyunun bittiği yerden bir ay sonra başlıyor. (Eğer ilk oyunun kayıtları hala bilgisayarınızda bulunuyorsa oyuna onu kullanarak da başlayabiliyorsunuz.) Geralt, hiç istememesine rağmen Kral Foltest’in özel koruması haline gelmiştir ve onunla birlikte bir kuşatmaya katılmak üzeredir. Oyun da kuşatma kampında, Geralt ile Triss çadırlardan birinde… eee… elim sende (!) oynarken başlıyor zaten. Gözümüze çarpan ilk şey Triss’in… öhöm! grafiklerin çarpıcılığı oluyor. Yeni oyun motoru Red Engine görsellik konusunda gerçekten de çok iyi iş çıkarıyor doğrusu. Dikkatimizi çeken ikinci şey ise yeni motora karşın oyun mekaniklerinin temelde ilk Witcher ile aynı kaldığı. Geralt’ı yine omuz üzeri kamerasından yönetiyoruz ve etrafımızda keşfedilmeyi bekleyen yarı-açık bir bölge var. Sırtımızda yine çift kılıç taşıyoruz; yani insanlar için çelik, canavarlar içinse gümüş. İksir hazırlama, etraftaki çiçek ve bitkilerden simya malzemesi toplama, hanların önündeki mesaj panolarından canavar avlama kontratları alma gibi şeyler yerli yerinde duruyor. Envanter ekranımız ise eskisinden bile karışık maalesef… Her nesne için ayrı bir sınıflandırma olmasına rağmen aradığınızı bulmak pek de kolay olmuyor.
Oyun üç ana bölümden oluşuyor. Açılış ve kapanış kısımlarını da eklersek toplamda beş ediyor. Her bir bölüm tamamen farklı bir mekanda ve oldukça geniş arazilerde geçiyor. İlk bölümü oluşturan kuşatma, belki de bunların arasındaki en sıkıcı ve düz ilerleyen kısım. Kralı korumak ve emirlerine uymakla yükümlü olduğumuz bu bölümün büyük çoğunluğunda senaryo sizi nereye iterse oraya gitmek zorundasınız. Kendi kafanıza göre hareket edebileceğiniz yerler neredeyse sıfır. Üzerine bir de yeni savaş mekaniğinin zorluğu eklenince sinirlenmeden, hayal kırıklığına uğramadan edemiyor insan. Hatta neredeyse birkaç kez bilgisayarı kapatma noktasına bile geliyorsunuz. Ama durun, sakin olun. Bu kısım sadece bizleri oyuna alıştırmak ve hikayeyi sunmak adına hazırlanmış. Panik yok, çekin elinizi o düğmeden. Çünkü kuşatma bölümünü geçip kendimizi Flotsam kasabasında bulmamızla oyun bir anda eski, bildiğimiz, serbest oynanışa geri dönüyor ve o noktada derin bir “oh” çekiyorsunuz. Tanıdık ezgiler içeren bir müzik eşliğinde…
Flotsam ve civarındaki devasa orman (abartmıyorum, cidden büyük ve tamamen keşfedilebilir bir alan) oyunun ikinci bölümünü oluşturuyor. Kasabada yapabileceğimiz şeyler bile fazlayken sınır kapılarını geçip kendinizi ormanın içinde bulunca resmen afallıyorsunuz. Bölümlerdeki detay zenginliği ve görev çeşitliliği müthiş. Hiçbir zaman eliniz boş kalmıyor ve sürekli peşinde koşturacak bir şeyleriniz oluyor. Bazı görevler o bölüm içerisinde tamamlanabildiği gibi kimileri bir sonraki bölümlere de sarkabiliyor. Bunun için o görevin gerekliliklerini yerine getirmeniz gerekiyor elbette. Örneğin kuşatma kampında almanız gereken bir nesneyi es geçerseniz bir sonraki bölümde bu göreve devam edemiyorsunuz. Hatta oyunun en son bölümüne dek giden bir görevimiz bile var. Bu durum sadece yan görevler için geçerli elbete. O yüzden ana senaryoyu takip etmeden önce diğer tüm yan görevleri tamamladığınızdan emin olun. Bu bölümde karşılaşacağınız bir de Boss savaşı var ki sormayın gitsin.
Adı üstünde, bu bir rol yapma oyunu ve seçimlerimize bağlı olarak ilerliyor. Üstelik bu seçimlerimizin sonuçları “bazı büyük firmaların” oyunlarındaki gibi sadece ufak değişikliklere yol açmıyor. Çok daha büyük şeyler oluyor etrafımızda. İnsanlar ölebiliyor, krallıklar yıkılabiliyor, düşman bellediğiniz kişiler değerli müttefiklere dönüşebiliyor. En güzeliyse yaptığımız seçimlere göre tamamen farklı bir oyun oynayabilmemiz. Witcher 2 bize üç farklı hikaye sunuyor; kral katilini durdurup kuzey krallıklarını kurtarmak, elf ve cücelerin yanında yer alıp özgürlüklerini kazanmalarına yardımcı olmak ya da sadece Geralt üzerine yoğunlaşıp hafızasını geri kazanmasını sağlamak. Her halükarda tecrübe edeceğiniz oyun bir diğerinden tamamen farklı oluyor.
İşte bu değişiklik Flotsam bölümünün sonunda seçeceğiniz tarafa göre belirleniyor. Kral katilinin peşinden giderseniz kendinizi Kaedweni kampında, Kral Henselt’in ordusuna yardım ederken buluyorsunuz. Ama eğer Scoia’tael ile (elf ve cücelerin kurduğu asiler grubu) giderseniz bu kez de soluğu Kral Henselt ile savaşmaya hazırlanan bir cüce şehrinde, Vergen’de alıyorsunuz. Her iki taraf da kendi özel ana ve yan görevlerine sahip. Yan görevler birbirlerinden tamamen farklıyken ana görevde bazen kesişmeler olabiliyor. Bu da oyunu en az iki kez bitirmek için harika bir fırsat sunuyor bizlere. Ve şuna inanın; taraf değiştirdiğinizde yaşanan olayları başka bir gözle görmek inanılmaz eğlenceli oluyor. Bu tarz değişikler sadece bu noktada değil, oyunun genelinde aldığınız her karara göre şekilleniyor. Karşınızdakine yumruk mu attınız? Bir sonraki ara demoda onu görmeyeceksiniz demektir. Birine yardım mı ettiniz? Hiç beklemediğiniz bir anda yardımınızın karşılığını alabilirsiniz.
[stextbox id=”black”]Kılıç dövüşü dediğin böyle olur
Oyunun en çok eleştirilen noktası az öne bahsettiğim saç-baş yolduran yeni savaş sistemi. Eğer ilk oyunu oynadıysanız kaçışınız yok; alışıncaya kadar onlarca kez öleceksiniz. İlk oyunu oynamayanlardansanız… Eh, yine öleceksiniz. Çünkü Witcher 2 son zamanlarda görmeye alıştığımız “herkese hitap edecek kolay oyunlar yapma” modasını balyozunun ağır darbesi altında bir ceviz kabuğu misali kırıp parçalıyor. Öyle tek tuşa arka arkaya basıp önünüze geleni kesip biçemiyorsunuz çünkü. İlk oyundaki hızlı vuruş, güçlü vuruş ve grup saldırısı seçenekleri kaldırılmış. Onun yerine faremizinin ilk tuşu hızlı vuruş, ikinci tuşu ise kuvvetli vuruş olarak belirlenmiş. Kazanmak için mutlaka taktik yapmalı, savaş alanını lehinize kullanmalı, durduğunuz yeri iyi ayarlamalı, darbenizi zamanında indirmelisiniz. Evet, tıpkı gerçek bir kılıç dövüşündeki gibi… Karşınızdaki düşmanın elinde bir kalkan mı var? Arkasına dolaşmalısınız. Ağır zırhlı bir rakip mi? Tuzağa düşürmelisiniz. Uzun bir mızrak taşıyor ve yanına yaklaşamıyor musunuz? Hançer fırlatmalısınız. Çok mu kalabalıklar? İksirlerinizi kullanmalısınız. Ya da devasa boyutlarda bir canavarla mı karşı karşıyasınız? O halde bu saydıklarımın hepsini ustaca kombine etmeniz gerek. Evet Witcher 2’de savaşmak zor ama şunu da kabul etmek gerek: zoru başardığınızda duyduğunuz tatmin hissi hiçbir şeye değişilemez.
Neyse ki görevlerde ilerledikçe Geralt da seviye atlamaya başlıyor ve o bildiğimiz kılıç ustası haline yavaş yavaş yeniden bürünüyor. Bir seferde daha fazla düşmana vurma, kılıcıyla okları gerisin geri atana gönderme, karşı saldırı gibi özellikleri açtıkça dövüşlerden daha fazla zevk almaya başlıyorsunuz. Ama Witcher 2’de dövüşler ille de kılıçla kazanılmak zorunda değil. İzleyebileceğiniz üç farklı yol var: kılıç ustalığı, büyücülük veya simya. Kazandığınız yetenek puanlarını kılıca yatırırsanız az önce anlattığım taktikleri kullanabilirsiniz. Ya da belki de büyücülükten hoşlanıyorsunuzdur? Simya yolunu tercih ederseniz iksirler, bombalar ve tuzak kurmada da ustalaşabilirsiniz. Ortaya karışık bir şeyler yapmak da mümkün elbette ama o zamanda hiçbir yetenekte tam olarak ustalaşamıyorsunuz. Kısacası oyunu nasıl oynayacağınız tamamen keyfinize kalmış.
Giyebileceğimiz zırh ve kullanabileceğimiz silahlarda gözle görülür bir artış var. Hatırlarsanız ilk oyunda sadece dört ya da beş farklı zırh çeşidi vardı. Witcher 2’de ise onlarca farklı zırh, çelik / gümüş kılıç ve kıyafet var. Bunları satın alabileceğiniz gibi, gerekli malzemeleri toplayarak kendimiz de yapabiliyoruz. Bazen de gizli saklı bir mağarada ya da işini bitirdiğimiz bir canavarın ininde de güzel ganimetler çıkabiliyor karşımıza.
Zar oyunu da yerini koruyanlar arasında. Bu kez iki değil de tek bir raunt oynanıyor yalnız ve dikkatli olmazsanız zarları tablonun dışına atabiliyorsunuz. Yumruk dövüşleri de hala duruyor. Animasyonları oldukça geliştirilmiş ama oynanışı da hayli basitleştirilmiş. Oyuna eklenen üçüncü bir mini oyun ise bilek güreşi… Sadece tek kelimeyle özetleyeceğim, sinir bozucu… Yeni eklenen bir başka şey ise gizlilik. Bazı bölümlerde sessizce ilerlememiz ve kimseye görünmeden bir takım görevleri yerine getirmemiz gerekiyor. Bu kısımlar çok fazla dikkat istiyor. Yerde duran içi boş kovalara, ellerinde meşaleyle dolanan nöbetçilere azami dikkat göstermelisiniz.
[stextbox id=”black”]Tanıdık yüzler, farklı sesler
Oyundaki seslendirmeler kesinlikle çok iyi. Her ne kadar Geralt hariç diğer tüm karakterlerin seslendirmeleri ilk oyundan farklı kişiler tarafından yapılsa da bu kulağınızı tırmalamıyor. Her ırk kendi şivesine göre farklı şekillerde konuşuyor. Karşınızdakinin bir soylu mu yoksa halktan biri mi olduğunu kolaylıkla anlayabiliyorsunuz. Tüccarlar kendini beğenmiş bir şekilde, elfler diğer tüm canlıları küçümseyerek, cüceler ise bol bol küfür ve kahkaha eşliğinde konuşuyor. Her NPC’nin kendi adı ve günlük bir rutini var. Tüccarlar sabahleyin tezgahlarını açıyor, balıkçılar deniz kenarına gidiyor, avcılar araziye çıkıyor, nöbetçiler devriye geziyor ve çok daha fazlası… Gece-gündüz döngüsü ve yağmur efektleri de görülmeye değer doğrusu. Yeni oyun motoru tam anlamıyla görsel bir şölen sunuyor oyunculara.
İlk oyunda her kapıyı açtığımızda “Ce-e!” diyerek üzerimize atlayan uzun load ekranlarından da kurtulmuş yapımcı ekip. Üstelik oyun motoru aynı anda tüm araziyi, evet yanlış okumadınız, bütün araziyi çizdiği, köyün ta diğer ucundaki NPC’leri bile yönettiği halde neredeyse hiçbir ara yükleme ekranıyla karşılaşmadan oynuyoruz oyunu.
Triss’in dışında ilk oyundan da hatırlayacağınız, Geralt’ın eski dostları olan Dandelion ve Zoltan da oyunda mevcut. Ayrıca kitaplarda kendisine sıklıkla yer bulan cüce Yarpen Zigren de karşımıza çıkıyor. Cüceler ve Dandelion’ın oyuna kattığı en büyük şey ise mizah unsuru. Bu ikiliyle takılmak cidden çok eğlenceli.
Dandelion ve Zoltan ilk oyundaki halleriyle tamamen aynı görünüyor fakat aynı şeyi Triss için söylemek mümkün değil. Bu kez karşımızda daha dost canlısı, Geralt ve arkadaşlarına daha sadık bir Triss var. Sanki Shani ile Triss’in karışımı gibi duruyor. Okuduğum kaynaklara bakılırsa bu Triss, kitaplardaki haline daha yakın.
[stextbox id=”black”]Pantolonunun kemerini kılıcından hızlı çeken adam
Gelelim oyunun en çok merak edilen yerine… İlk oyunu oynayanlar Geralt’ın karşı cinsle olan ilişkilerinde de en az kılıç sallamakta olduğu kadar usta olduğunu bilir. Hatta hiçbir fırsatı kaçırmaz desek yeridir. İkinci oyunda da kadınlarla cinsel ilişkiye girebiliyor beyaz saçlı Romeo. Ama bu kez kart toplamak işin içinde yok. Cinsel ilişkiye girip girmemek ise tamamen sizin seçiminize kalmış bir şey. Ama uyarıyorum, bu kez bu tarz sahneler oldukça açık. Tam o anda odanıza ailenizden birinin dalması uzun bir ikna ve kendini savunma maratonuna girmenize neden olabilir.
Oyunla ilgili olarak söyleyebileceğim tek kötü şey senaryonun karmaşıklığı olabilir. İnsanlar sürekli bir yerlerden ve birilerinden bahsediyor, kitaplarda geçmiş olan olaylara göndermeler yapıyor. Fakat biz, yani Witcher kitaplarını hiç okumamış olan Türk oyuncular, kimin neden bahsettiğini anlamakta bir hayli zorluk çekiyoruz.
Sonuç olarak Witcher 2 kesinlikle çok iyi bir yapım. Özellikle piyasadaki pek çok firmanın son zamanlarda RPG etiketi altında çıkardıkları oyunların yanında adeta bir nimet. İlk oyunu sevdiyseniz bunu da seveceksiniz. Sadece dövüş sistemine alışmak için kendinize biraz zaman ayırmanız yeterli. Oynamadıysanız, Beyaz Kurt ile tanışmanızın vakti geldi de geçiyor demektir.
Oyunla kalın…
[stextbox id=”warning” caption=”KÜNYE”]Yapımcı : CDProjekt
Tür : RPG
Grafik : 10
Ses : 9
Oynanabilirlik : 8
Eğlence: 9
[stextbox id=”info” caption=”NOT:”]9 / 10
[stextbox id=”download” caption=”MİNİMUM SİSTEM GEREKSİNİMLERİ”]Windows XP/Vista/7
Intel 2.2 GHz Dual-Core veya AMD 2.5 GHz Dual-Core
1.5 GB RAM (Win XP) / 2GB RAM (Win Vista/Win 7)
GeForce 8800 (512 MB) / Radeon HD3850 (512 MB)
16GB boş disk alanı