Karanlık Bir Diyara Doğru | Ön Okuma

karanlik bir diyara dogru top

1

KOVALAMACA

Kadının biri öfkeyle haykırdı.

Akşam pazarına paldır küldür dalan üç genç adam el arabalarını deviriyor ve önlerine çıkan müşterileri sağa sola itiyordu. Liderleri –uzun boylu, iri yapılı, kızıl saçlı bir delikanlı– uzaklaşmakta olan avlarını işaret ederek, “İşte orada!” diye haykırdı.

Çaresiz adam sokaklarda koşturmaya devam ederken Durbin’e, liman kentine gece yaklaştı. Üç genç savaşçı yollarına çıkan herkesi ve her şeyi itip geçerken tüccarlar en kıymetli mallarını masalardan geri çekiyordu. Savaşçılar peşlerinde hiçbirine aldırış etmedikleri hayret nidaları, küfürler ve tehditler bırakıyorlardı.

Denizden esen hafif rüzgara rağmen Jal-Pur çölünün yaz sıcağı hâlâ kentin duvarlarına ve sokak taşlarına tutunmaktaydı. Limandaki martılar bile boş durup yoldan geçen seyyar satıcıların arabalarından düşecek bir lokmayı beklemekle yetiniyordu. Aralarında daha hırslı olanlar kimi zaman havaya fırlayıp kısa bir süre uçuyor, rıhtım taşlarından yükselen ısıda tembel tembel süzüldükten sonra çabucak kardeşlerinin yanına dönüyordu.

Akşam pazarı kalabalıktı, zira Durbin halkının büyük kesimi yakıcı öğleden sonrayı gölgede dinlenerek geçirmişti. Bunlar yazın en sıcak günleri olduğu için kentteki tempo sakindi ve çölün kıyısında yaşayan insanlar tabiat şartlarına boş yere direnmekle bir şey kazanamayacaklarını iyi biliyorlardı. Her şey tanrıların dilediği gibi olurdu.

Bu yüzden, tehlikeli oldukları her hallerinden anlaşılan silahlı üç adamın bir başkasını kovalaması Durbin için pek kayda değer bir tecrübe olmasa bile, mevcut mevsim ve saate göre beklenmedik bir durumdu. Hava koşulmayacak ölçüde sıcaktı.

Kaçmaya çalışan adamın halinden bir çöl insanı olduğu anlaşılıyordu: Bol bir gömlekle pantolon giyen, üzerinde gece yarısı mavisi bir başlıkla önü açık bir cüppe bulunan, ayakları alçak körüklü çizmelerle sarılı ve esmer tenli. Onu takip edenlerin başınıysa bir kuzeyli, muhtemelen Özgür Şehirler veya Adalar Krallığı’ndan gelmiş biri çekiyordu. Açık kızıl renkli saçları Yüce Kesh İmparatorluğu’nda yaygın değildi.

Onun gibi genç olan arkadaşlarının bir tanesi geniş omuzlara ve koyu renkli saçlara sahipken, öteki sarışın ve biraz daha ince yapılıydı. Yanık tenli ve kirli olmalarına ilaveten yüzlerindeki ifade, görünümlerine yıllar ekliyordu. Dikkatleri avlarının üzerine odaklanmıştı ve silahlarını rahatça taşıyorlardı. Üzerlerindeki giysiler Düşler Vadisi’nden geldiklerini belli ediyordu—cüppeler ve sandaletlerin yerine dar pantolonlar, keten gömlekler, binici çizmeleri ve deri yelekler. Muhtemelen birer paralı askerdiler; aman vermez azimleri bu ihtimali güçlendiriyordu.

Delikanlılar rıhtımlara çıkan bir bulvara vardığında kaçan adam tüccarların, müşterilerin ve geceyi geçirmek üzere evlerine yollanmış liman işçilerinin arasında zikzaklar çizerek koşturuyordu. Onu takip edenlerin lideri bir anlığına duraklayıp, “Tahıl nakliyatçılarının rıhtımına gidiyor,” dedi. Bir el işaretiyle sarışın arkadaşını yan sokaklardan birine yönlendirdi, ardından saçları daha koyu olan arkadaşına kendisiyle gelmesini işaret etti.

“Umarım haklısındır,” dedi daha kısa boylu delikanlı. “Böyle koşturmaktan yorulmaya başlıyorum.”

Lider sırıtarak ona tez bir bakış attı. “Birahanelerde çok vakit geçirdin Zane. Seni Ada’ya, Tillingbrook’un şefkatli kollarına geri götürmemiz lazım.”

Yorum yapamayacak kadar tıknefes olmuş daha kısa boylu delikanlı bu sözleri hiç de esprili bulmadığını belli eden bir ses çıkardı ve alnında birikmiş teri eliyle sildi. Daha uzun boylu olan arkadaşına ayak uydurmak için kendini zorlaması gerekiyordu.

Durbin sakinleri düellolar, kavgalar, çete savaşları, isyanlar ve her türlü halk olayında tecrübeliydi. Jommy ile Zane avlarının dönüp gözden kaybolduğu köşeye vardıkları esnada çıkardıkları hengame geride kalmıştı; rıhtımlara uzanan bulvar neredeyse bomboştu. Yolcular, tüccarlar ve yakındaki hanlara ve tavernalara giden denizciler yaklaşan belayı sezerek kendilerini nereyi bulurlarsa oraya atmışlardı. Kapılar kapanıyor, panjurlar iniyor ve içeri giremeyenler saklanacak bir yer bulabilmek için dört dönüyordu.

Jommy Killaroo gözünü kaçmakta olan hedeflerinin ufak suretinden ayırmazken, Zane conDoin yanından geçtikleri her kapı eşiğini, ara sokak girişini ve diğer potansiyel pusu noktalarını kolaçan etmekteydi. Tek gördüğü, belanın geçip gitmesi için bir köşeye sinmiş halde bekleyen Durbin vatandaşları oldu.

Jommy takip ettikleri adamın bulvarın karşı ucundaki bir köşeyi döndüğünü görünce, “Tad yine elini çabuk tuttuysa herif onun kucağına düşecek!” dedi.

Zane sırıttı. “Tutmuştur. Suri kaçamayacak.”

Jommy, Tad ve Zane bir aydır bu adamın, Aziz Suri adlı eski bir tüccarın peşindeydiler. Jal-Pur’dan gelen bu çöl insanının Özgür Şehirler’den baharat ve yağ ithal ettiği söyleniyordu. Serbest çalışan bir casus, bir bilgi simsarı, bir sır tüccarı olduğu ve Gece Şahinleri’yle, yani Ölüm Loncası’yla yakın bir irtibatta bulunduğu da söylenenler arasındaydı. Bir ay evvel, Kesh İmparatoru’nun Yazortası Festivali sırasında, İmparatorluk’un istikrarını bozacak ve onu iç savaşa sürükleyecek bir komplo Gölgeler Meclisi’nin ajanları tarafından önlenmişti. Aynı ajanlar şimdi de geri kalan az sayıda suikastçıyı bulup onların asırlardır süregelen terör saltanatına son vermeye uğraşıyorlardı.

Zane arkadaşı Jommy’ye yetişmekte güçlük çekiyordu. Kendisinden daha uzun boylu olan delikanlı kadar hızlı koşabildiği halde, onun uzun bacaklarının haşin temposuna ayak uyduramıyordu. Jommy haklı olabilirdi: belki de birahanelerde çok vakit harcamıştı. Son zamanlarda pantolonu giderek daralıyordu.

Sokağın sonuna geldiklerinde, tahıl nakliyatçılarının rıhtımlarını gördüler: Dev gibi iki deponun önünde bulunan ve aralıklarla olarak üç büyük vincin yer aldığı bir dizi uzun taş yapı. Tad, rıhtımların karşı tarafından, “Orada!” diye bağırarak onlara doğru koşuyor, bir yandan da eliyle avlarının iki depo arasındaki dar geçide sıkıştığını işaret ediyordu.

Jommy ve ondan daha genç iki arkadaşı hiç ağırdan almadılar, çünkü Durbin’de bir ay geçirdikten sonra kentin bu bölümüne iyice aşina olmuşlardı; en azından avlarının bir çıkmaz sokağa daldığını bilecek kadar. Dar geçidin girişine vardıklarında, çöl adamı aralıktan fırlayarak liman yönünde koşturdu. Denizden yansıyan kızıl güneş ışığı karşısında başını yana doğru çevirdi ve ellerini kaldırarak gözlerine siper etti.

Jommy uzandı ve adamın kolunu kavrayıp onu gerisingeri çevirdi. Sendeleyen adam kollarını ileri geri savurarak boş yere dengesini korumaya çabaladı. Adamın tuniğini yakalamaya kalkışan Jommy tekrar uzandı, fakat yalnızca çöl adamının biraz daha sendelemesini sağladı. İçlerinden biri sıska tüccarı tutamadan, adam ortadaki vince tosladı.

Bir anlığına sersemleyen çöl adamı döndü, tökezledi ve tam kendini toparlarken iskelenin kenarından aşağı düştü.

Adam patisine basılmış bir köpeğinkini andıran bir çığlık atarak gözden kayboldu. Üç delikanlı iskelenin kenarına dek koşup aşağı baktı. Ufak tefek tüccar bir vinç halatının ucunda, gevşek bir kargo filesinin hemen üzerinde sallanıyor ve rıhtım seviyesinin altındaki kayalara bakarak sövüp sayıyordu. Deniz alçalmış olduğu için, düştüğü takdirde adamı ağır yaralanmaktan koruyacak tek şey birkaç santimlik suydu. Limandaki gemilere tahıl taşımakta kullanılan tüm mavnalar derin sulara demirlemişti. “Beni yukarı çekin!” diye haykırdı çöl adamı.

“Niye ki Aziz?” dedi Jommy. “Bu cehennem sıcağında bizi Durbin’in bir ucundan ötekine koşturttun.” Canının ne kadar sıkkın olduğunu göstermek için alnındaki teri silip adama sıçrattı. “Üstelik tek istediğimiz kısa ve sakin bir sohbetken.”

“Gözünü kan bürümüş caniler olduğunuzu biliyorum,” dedi tüccar. “Sizin sohbetiniz insanları ölüme götürüyor.”

“Gözünü kan bürümüş caniler mi?” dedi Tad. “Sanırım bizi başkalarıyla karıştırıyor.”

Zane kemerindeki bıçağı çekti. “Kardeşim bizi gözünü kan bürümüş başka canilerle karıştırdığını düşünüyor. Ben bundan o kadar emin değilim.” Dostlarına bakıp sordu: “Bu ipi kesersem hayatta kalma şansı sizce nedir?”

Tad biraz sarkarak meseleyi enine boyuna düşünürcesine aşağı baktı. “Kayalara dek yedi metreden fazla yok. Bana kalırsa bir bacak, bilemedin bir de kol kırığıyla kurtulur.”

“Nasıl düştüğüne bağlı,” dedi Jommy. “Bir keresinde herifin teki bir merdivenin daha ilk basamağından düşmüş, başını yere çarpıp kırmıştı. Ölmesi biraz zaman aldı, ama ölü ölüdür sonuçta.”

“İpi keseyim de ne olacağını hep beraber görelim,” diye önerdi Zane.

“Hayır!” diye bağırdı tüccar.

Tad, “Akşam gelgiti yaklaşıyor,” dedi Aziz’e. “Orada bir-iki saat daha asılı kalırsan ipi bırakıp şuradaki basamaklara yüzebilirsin.” Limanın karşısını işaret etti.

Jommy, “Tabii köpekbalıklarına yem olmazsa,” dedi Zane’e.

“Ben yüzme bilmem!” diye haykırdı tüccar.

“Eh, herhalde çölde bunu öğrenmek için pek fırsat olmuyordur,” diye gözlemde bulundu Zane.

“Öyleyse ayvayı yedin, değil mi ahbap?” dedi Jommy. “Gel seninle ufak bir anlaşma yapalım. Sen bir sorumuza cevap ver, cevabın hoşumuza giderse biz de seni yukarı çekelim.”

“Ya gitmezse?”

“Arkadaşım ipi keser,” dedi Jommy, parmağıyla Zane’i işaret ederek. “Ve düşüşün seni öldüreceğini mi, yoksa sadece hayatını mı karartacağını hep birlikte görürüz. Tabii bekleyip yükselen sularda boğulmayı seçersen o başka.”

“Barbar!”

Jommy sırıttı. “Kesh’e geldiğimden beri bunu bol bol işittim.”

“Ne bilmek istiyorsunuz?” diye sordu çöl adamı.

“Tek bir şey,” dedi Jommy sırıtmayı bırakarak. “Jomo Ketlami nerede?”

“Bilmiyorum!” diye haykırdı adam, ayağıyla altındaki kargo filesinden destek almak için çabalarken.

“Şehirde bir yerde olduğunun farkındayız!” diye bağırdı Jommy. “Henüz buradan gitmediğini biliyoruz. Ve senin yıllardır onun hesabına çalıştığını da. Teklifimiz şu: bize onun nerede olduğunu söyle, seni yukarı çekelim. Sonra gidip onu bulacağız, bilmek istediklerimizi öğreneceğiz ve onu öldüreceğiz. Endişelenecek bir şeyin yok.

“Ya da bize hiçbir şey söyleme ve seni orada asılı bırakalım. Belki bu vincin tepesine tırmanıp oradan bir şekilde inebilirsin. Ama bunu başarsan bile, Ketlami’ye ihanet ettiğine dair söylentiler yayarız. Sonra da o seni bulup öldürene kadar bekleriz ve Ketlami’yi o zaman yakalarız.” Jommy’nin sırıtışı geri geldi. “Seçim senin ahbap.”

“Yapamam!” diye haykırdı dehşet içindeki tüccar.

“Kayalara çarptığında ölmeyeceğine beş imparatorluk gümüşü bahse varım,” dedi Tad.

“Bilemiyorum,” diye karşılık verdi Zane. “Kazanma şansın yüksek görünüyor.”

“Benim beşime karşılık senin dördüne ne dersin?”

Zane, “Tamamdır!” dedi hevesle.

“Bekleyin!”

“Evet?” dedi Jommy.

“Lütfen ipi kesmeyin. Bakacak çocuklarım var!”

“Yalancı,” dedi Zane. “Genelevlerdeki kızlara bekar olduğunu söylediğin gayet iyi biliniyor.”

“Karım var demedim,” diye itiraf etti ufak tefek adam. “Ama ondan bundan bir sürü piç peydahladım. Onlara bakıyorum.”

“Amma da cömertmişsin ahbap,” diye gözlemde bulundu Jommy.

“Anası belli evlatlarıyla bile bu kadar ilgilenmeyen pek çok baba var,” dedi halata tutunan tüccar. “En büyüklerini bir zanaat öğrensin diye evime bile aldım!”

“Hangi zanaati?” diye sordu Zane. “Ticaret mi, casusluk mu, yalancılık mı, yoksa kumarda hile yapmak mı?”

“Biz burada gevezelik ederken,” dedi Tad, “suların yükseldiğinin farkında mısınız?”

“Eee?” diyen Jommy, gözlerini kısarak dostuna baktı.

“İpi yakında kesmezsek büyük ihtimalle boğulup gidecek. Bu da bahsi geçersiz kılar.”

“Bak bu olmadı,” dedi Zane. Elindeki büyük avcı bıçağını sağa sola sallayarak biraz gösteriş yaptı, onu ustaca çevirdi ve vincin kolu boyunca uzanıp en üst makaradan sarkan ağır ipi testereyle keser gibi kesmeye başladı.

“Hayır!” dedi paniğe kapılan ufak tefek adam. “Konuşacağım!”

“Eh, konuş öyleyse,” diye karşılık verdi Jommy.

“Siz beni yukarı çekene kadar olmaz!”

Zane dostlarına baktı. “Makul bir istek, değil mi?”

“Eh, üçümüzü birden alt edebileceğini sanmam,” dedi Tad. “Ne de olsa o silahsız, çırpı gibi bir herif ve bizler— bize ne demişti?”

“Gözünü kan bürümüş caniler,” diye hatırlattı Zane.

“Çekelim öyleyse,” dedi Jommy.

Tad’le Zane fileyi kaldırmakta kullanılan ağır manivelayı birlikte tutup çevirdiler. Güzelce yağlanmış olan manivela kolayca döndü ve ufak tefek adam başının rıhtımın kenarı hizasına gelmesi için gereken beş metreyi hemen yükseldi.

Jommy çekmiş olduğu kılıcıyla rıhtımdaki bir noktayı işaret etti. “Onu şuraya bırakın çocuklar.”

Tad ve Zane manivelayı çevirmeye son verdiler, file gene düşmesin diye onu kilitlediler ve kargoları sağa sola çekmeye yarayan tahta kolu tuttular. Tüccarı güvenle rıhtımın üstüne dek getirdiklerinde adam fileyi bıraktı ve yaklaşıp düşüp yere indi.

Aziz tekrar kaçmayı aklından bile geçiremeden Jommy kılıcını onun gırtlağına dayamıştı. “Bize Jomo Ketlami’nin nerede olduğunu söyleyecektin.”

Aziz gözlerini yere dikip, “Onu ve ona hizmet edenleri bulup bir çırpıda öldürmelisiniz,” dedi. “Eğer o… katillerden biri bile hayatta kalırsa işim bitmiş demektir.”

“Planımız da buydu zaten,” dedi Jommy. “Evet, nerede?”

“Onun hâlâ kentte olduğunu düşünerek hata ediyorsunuz. Şehir duvarlarını aşmak için bir lağım faresinden daha fazla delik biliyor. Güneybatıya doğru, atla yarım günlük mesafedeki tepelerde mağaralar var. Jomo orada saklanıyor.”

“Peki sen bunu nereden biliyorsun?” diye sordu Tad.

“Kaçmadan önce haber uçurdu. Bana ihtiyacı var. Ben olmadan Acı Deniz’in diğer şehirlerindeki suç ortaklarına haber gönderemez. İki gece içinde o mağaralara gitmem lazım; zira, eli kanlı kardeşlerine yollayacak mesajları var.”

“Bence onu öldürmeliyiz,” dedi Zane. “Düşündüğümüzden çok daha fazla bulaşmış bu işe.”

Tad tüccarı omzundan tutarken, “Hayır,” dedi Jommy, kılıcını kınına geri sokarak. “Onu hana geri götürsek ve babanın karşısına oturtsak daha iyi olur. Bırak buna o karar versin.” Gözlerini tüccara dikti. “Ölüp ölmemen benim için fark etmez, bu yüzden yerinde olsam sağ kalmanın hepimizin işine geleceği konusunda bizi ikna etmeye çalışırdım.”

Adam başıyla onayladı.

“Gel bakalım,” dedi Jommy. “Bize yalan söylüyorsan piçlerin sensiz hayatta kalmayı öğrenmek zorunda kalacak.”

“Onlar üzerine yemin ederim ki size doğruyu söylüyorum.”

“Hayır,” dedi Jommy. “Kendi üzerine yemin ediyorsun.”

Güneş batı ufkunda kaybolurken, dört adam rıhtımları geride bırakıp adına Durbin denen pislik yuvasına döndü.

Silahlı adamlar gecenin içinde usulca ilerliyorlardı. Önlerinde tek seferde yalnızca bir kişinin girmesine müsaade edecek ölçüde küçük bir mağara vardı. Yılların erozyonuyla aşınıp gitmiş bir tepeciğin kumsala çıkıntı yapan yamacının alt kısmında saklıydı. Girişin tepesinde diz çökmüş iki okçu, mağaradan izinsiz çıkmaya kalkışacak olanlara ok yağdırmaya hazır beklemekteydi.

Acı Deniz’den karaya sis vuruyor ve bulutlu gökte ay hiç gözükmüyordu. Gece bir kömür madeni kadar ışıksızdı ve mağarayı çevreleyen adamlar o karanlıkta birbirlerini belli belirsiz seçebiliyorlardı.

Pug’ın oğlu Caleb üç oğluna durmalarını işaret etti. Kardeşi Magnus, yapılacak herhangi bir büyü saldırısına karşı arkasında hazır bekliyordu. Diğer bir düzine adam da yamacın yaklaşık otuz metre kadar aşağısındaki bir başka mağara çıkışının etrafında yarım daire halinde dizilmişti.

İki kardeş birbirine epey benziyordu. Uzun boyluydular ve iri yarı olmamalarına karşın güçlü-kuvvetliydiler. Omuzlarına dökülen saçları, annelerinden aldıkları neredeyse asil bir duruşları ve insanın içine işleyen gözleri vardı. Aralarındaki tek şaşırtıcı farklılık renkleriydi. Caleb koyu kahverengi saçlara ve gözlere sahipken, Magnus’un güneşte beyaz gözüken çok açık sarı saçları ve fazla solgun mavi gözleri mevcuttu. Caleb tunik ve pantolondan, dize dek gelen çizmelerden ve sarkık siperlikli bir şapkadan oluşan bir avcı kıyafeti giymekteydi. Magnus’un üzerindeyse başlığı geriye atılmış basit bir siyah cüppe vardı.

Caleb geçen gecenin büyük bölümünü, ağabeyinin de yardımıyla Aziz adlı tüccarı sorgulayarak geçirmişti. Magnus’un tüccarın doğru mu yoksa yalan mı söylediğini anlamasını sağlayacak özel bir sanatı yoktu ama tüccar bunu bilmiyordu ve Magnus sihir konusundaki hünerlerini sade bir gösteriyle taçlandırınca Aziz onun yalanları gerçeklerden ayırabildiğine inanmıştı. Magnus şafaktan önce Caleb’le beraber buraya çıkagelmiş ve iki kardeş kendilerine özgü yeteneklerini —iz sürme ve sihir— kullanarak avlarının sahiden mağarada bulunduğundan emin olmuştu. Şafaktan hemen önce iki kiralık katil Magnus mağaradan çıkıp çevre araziyi hızlıca kolaçan etmişti. Magnus bir yükselme büyüsü kullanarak kardeşiyle kendisini tepecikten otuz metre kadar havalandırmış; böylece nöbetçiler tepeciğin zirvesine eriştiklerinde onlara dair bir ize rastlamamışlardı. Zaten adamlar o karanlıkta dosdoğru yukarı baksalardı bile kardeşleri görme ihtimalleri düşüktü.

Kimsenin oradan kaçmayacağından emin olmak için sahilin biraz aşağısına tek bir gözcü bırakmışlardı ve Magnus, Chezarul adlı eski bir tüccarı alıp gelmek için Kesh Şehri’ne yollanmıştı. Meclis’in en güvenilir ajanlarından olan Chezarul’u ve onun en güvenilir savaşçılarını bulan Magnus, büyü yoluyla saatler içinde tepeciğin oraya geri dönebilmişti. Nihayet alacakaranlıkta mağaralara yaklaşmış ve hava karardıktan sonra yerlerine geçmişlerdi.

En iyi tahminlerine göre Jomo Ketlami en az bir düzine suikastçıyla beraber bir mağara labirentinde saklanıyor, kaçakların Kesh’ten güvenle çıkmasını sağlayacak bir plan kurmak için Aziz’in gelmesini bekliyordu. Son bir ay içinde yaşanan olaylar göz önüne alınırsa, Ketlami’nin yanındakiler Gece Şahinleri’nin en zorlu, en azimli ve en fanatik suikastçıları olmalıydı.

Büyücü Leso Varen’in İmparator’a düzenlediği saldırının ve Gece Şahinleri’ni yönetmedeki rolünün ardından, Kesh casuslarıyla Gölgeler Meclisi ajanlarının yönlendirmeleri üzerine, İmparatorluk askerleri Kesh’teki her deliği didik didik arıyorlardı. Bu askerler, imparatorluk fermanı doğrultusunda, suikastçıları yakaladıkları yerde öldürmek üzere emir almışlardı.

Benzer çalışmalar Adalar Krallığı kadar Roldem, Olasko ve Doğu Krallıkları’ndaki diğer bazı büyük kentlerde de yürütülüyordu. Meclis biri hariç geri kalan tüm karargahları tespit ettiğinden emindi ve o biri de bu cinayet kardeşliğinin asıl kaynağı, yani Büyük Usta’larının tüm kıtaya yayılmış bir ağın tam ortasında dev bir örümcek misali oturduğu yerdi. İşte birkaç metre ilerideki mağarada saklanan adam, Ölüm Loncası’nın asıl üssünün nereye gizlendiğini biliyordu.

Caleb işaret verdi. Yukarıdaki okçuların arkasında duran bir nöbetçi elindeki feneri örten bezi kaldırdı ve kumsaldaki adamlar ilk mağara ağzına yavaşça girdiler. Magnus onları büyülü tuzaklar beklemediğinden emin olmak için sanatını sonuna kadar kullanmıştı. Sıradan tuzaklar içinse o kadar emin değildi. Mağaraya girmekte olan bir düzine adam Kesh’teki meclis ajanlarının en marifetlileriydi ve belki de İmparatorluk’taki en tecrübeli yakın dövüşçülerdi. Gerekirse canlarını feda etmeye hazırdılar, zira Midkemia dünyasını Gece Şahinlerinden ebediyen temizlemeye adamışlardı kendilerini.

Bir diğer yarım düzine adam ikinci mağara ağzının önünde konuşlanırken, başka bir çift okçu da yukarıdaki yamaçta duruyordu. Emirler açıktı: kendilerini koruyacaklardı, fakat Jomo Ketlami canlı olarak yakalanmalıydı.

Caleb kaçan birinin yolunu kesmeleri için daha küçük mağaranın ağzına yaklaşmalarını işaret etti adamlarına. Solgun fener ışığında zar zor görülen el hareketleriyle onlara hazırda beklemelerini ve mağara girişinin iki yanında konuşlanmalarını emretti. Ardından feneri taşıyan adama işaret verdi. Adam feneri tekrar örterek sahili bir kere daha karanlığa gömdü.

Dakikalar ağır ağır geçerken, kıyıya vuran dalgalar ve uzaktaki gece kuşlarının ara sıra yükselen çığlıkları işitiliyordu yalnızca. Jommy mağara ağzının karşı tarafında bekleyen Caleb’e doğru kafa salladı, sonra da kendisinden daha genç iki dostunun ne durumda olduklarına bakmak için o tarafa döndü. Karanlıkta Tad ve Zane’in arkalarındaki yamaç duvarına sokulmuş halde hazır beklediklerini görebiliyordu. Onlarla yaşadığı aylardan sonra aralarında güçlü bir bağın geliştiğini hissetmiş ve kendini sık sık bir ağabey rolü üstlenirken bulmaya başlamıştı. Aile ona kucak açmış ve kendi evinde hissetmesini sağlamıştı—üstelik ev son derece sıra dışı bir yer olduğu halde. Gerçi Jommy, Caleb ve üvey evlatlarıyla tanıştığından beri sıra dışıyı sıradan kabul eder olmuştu. Onları korumak için canını bile verirdi ve aynı şeyi onların da kendisi için yapacağının farkındaydı.

Ansızın içeriden bir bağrış yükseldi ve peşinden dövüş sesleri geldi.

Mağaradan fırlayan ilk suikastçıyı, Caleb’in kılıcının düz kısmı karşıladı. Kırık burnundan kanlar fışkıran adamın başına kılıcının kabzasıyla vurdu Jommy. Zane afallayan suikastçıyı yakasından tuttu ve yoldan çekti.

İkinci suikastçı arkadaşının düştüğünü görmesine rağmen karanlıkta neler olup bittiğini tam seçemedi ve ileri fırlamadan önce tereddüde kapılarak kılıcını hazırladı. Caleb gövdesine yönelen bir hamleden kıl payı kurtulurken, kendi bertaraf hamlesi bir alarm çanı misali çınladı. Jommy adamın kafasına vurmak için öne çıktı. Bir şeyin tuniğini çekiştirdiğini fark etti ve mağaranın eşiğini geçerken başka bir suikastçının kılıcıyla şişlenmekten kıl payı kurtulduğunu anladı. Suikastçı kılıcını geri çekerken, Jommy sırtının alt kısmını saran yakıcı bir acı hissetti.

Jommy acıya aldırış etmeyerek kabzasını Caleb’le dövüşen adamın başının arkasına vurdu ve aynı anda başka bir yanmaya maruz kaldı; arkasındaki adam kılıcını onun tuniğinden çekip kurtarmaya çalışıyordu.

Caleb sol eliyle uzandı, Jommy’yi gömleğinin önünden tuttu ve onu sertçe çekerek tehlikeden uzaklaştırdı. Zane dostunu öldürmeye çalışan adama vurduğu esnada başka bir adam yanından ok gibi geçti ve kumsal boyunca koşmaya başladı.

“Durdurun onu!” diye bağırdı Caleb.

Yakınlara düşmüş bir yıldırımın çıkardığına benzer bir cızırtı geceyi doldururken, Magnus’un elinden bir enerji huzmesi fırladı. Kör edici mavi ışık mağara ağzıyla kumsalı bir anlığına aydınlattı ve bir enerji küresi kaçan adamın peşinden uçarak ona yetişti. Vücudunda minik enerji dalgaları dans eden adam haykırarak yere düştü, kıvranmaya başladı. Cızırtı seslerine karışan çatırtılar bu görüntüye daha meşum bir hava katıyordu.

Caleb’le Magnus yerde yatan adama doğru koşarken, oğlanlar ve diğer Meclis ajanları geri kalan suikastçıları zapt etti.

Tanıdık bir ses, “Dışarı geliyoruz!” diye haykırdı ve hemen sonra Chezarul mağaradan çıktı. “Nasıl, iyi yaptık mı?” diye sordu.

Jommy yerdeki adamı işaret ettiği sırada Caleb suikastçıya ulaşıp, “Işık!” diye bağırdı.

Biri tepelerinde ve öteki kumsalın bir miktar aşağısında olmak üzere bir çift fenerin üstündeki örtüler açıldı. Enerji dalgaları gözden kaybolurken, kumların üzerinde kıvranmayı sürdüren adamın sureti açıkça gözler önüne serildi. “Ben büyüyü bozmadan önce onu bağla,” dedi Magnus. “Yanında bir zehir saklıyorsa bile onu henüz kullanamaz. Üzerini iyice ara.”

Caleb haftalardır peşinden koştuğu adama baktı. Jomo Ketlami çarpılmış bir suratla ıstırap içinde yatıyordu. Yumrukları faydasızca havayı döverken, dirsekleri gövdesine yapışmıştı. Beli büküktü ve bacakları zayıf hareketlerle kumları tekmeliyordu. Caleb adamın giysilerini çabucak arayıp iki zehir hapı ve zamanla gayet iyi tanır oldukları Gece Şahinleri amblemini taşıyan demir bir kolye buldu. Kemerindeki keseden bir kordon çıkardı, titreyen adamı avladığı bir geyik misali kolayca çevirdi ve aynen o şekilde bağladı.

“Ağzını da kontrol et,” diye önerdi Magnus.

“Işık getirin.”

Bir fener getirilip Ketlami’nin suratına tutuldu. Caleb tutsağın çenesini sağ eliyle kavrayıp ağzını açtı ve fenerin daha da yaklaştırılmasını işaret etti. “Ah, bu da ne?”

Uzattığı sol elinde bir pense tutuyordu. Caleb onu ustaca Ketlami’nin ağzına soktu ve bir dişi tutup çekti. İniltileri arttıysa da, tutsak dişinin çekilmesine engel olamadı. “İçi boş bir diş,” dedi Caleb. Ayağa kalkıp, “Artık onu bırakabilirsin,” dedi Magnus’a hitaben.

Magnus büyüyü bozunca tutsak yorgun bir köpek misali nefes alıp vererek kısa bir süreliğine gevşedi.

Ketlami’ye yaklaşmakta olan Chezarul, “İçlerinden ikisi öldü ve biri sabaha çıkamayacak,” dedi, “ama üçü baygın ve bağlı.”

“Onlarda zehir olup olmadığını da kontrol edin,” diyen Caleb, Jommy’ye bir göz attı. “Yaralısın.”

“Daha kötüsünü de gördüm,” diye sırıttı genç adam. “Son kılıç dövüşümüzde Talwin Hawkins beni üç defa kesti, hem de hiç zorlanmadan.”

Caleb delikanlının tuniğine yayılmakta olan kan lekelerine baktı. “Yaralarını sar evlat,” dedi, “yoksa Marie kulaklarımı kopartır.”

Jommy avlarının başında toplananlara katılmakta olan Tad ve Zane’e göz kırptı. “Ananız beni sahiden gözetiyor, değil mi?”

Tad yüzünü ekşitti. “Bence seni bizden daha fazla seviyor.”

“Doğru söylüyorsun,” dedi Zane.

Jommy’nin sırıtışı genişledi. “Ömrünüz boyunca ona hayatı zindan ettiniz de ondan. Bense sadece birkaç aydır onun başını ağrıtıyorum. Yakında benden de bıkacaktır.”

“Ona ne şüphe,” dedi Magnus uzun boylu, kızıl saçlı delikanlıya göz ucuyla bakarak. Jommy tez vakitte Büyücünün Adası’nda kendini herkese sevdirmiş ve Caleb’in ailesine kolayca uyum sağlamıştı. Bazı zor durumlarda çetin, sadık ve başkaları için canını tehlikeye atacak türden biri olduğunu ispatlamıştı, üstelik espri anlayışını kaybetmeden.

Tad artık hareketsiz yatarak inleyen ve belli belirsiz küfreden Ketlami’ye yaklaştı. “Şimdi ne olacak?”

“Onu babama götürmemiz lazım,” dedi Caleb. Sonra Chezarul’a döndü. “Üç tutsağı kente götürüp elinden geldiğince konuştur. Bunlar Durbin’deki son Gece Şahinleri olmalı, ama hâlâ bazı kaçakların bulunması ihtimaline karşı ağızlarından alabildiğin her hakikati al. Sonra dünyaya daha fazla bela olmamalarını sağla.”

Chezarul başını sallayıp adamlarına emirler yağdırmaya başladı.

Magnus bir küre çıkardı ve, “Çocuklar, yakın durun,” dedi. O Ketlami’nin tam tepesinde dikilirken, Caleb aşağı uzanıp bir eliyle tutsağın tuniğini, diğeriyle de Magnus’un siyah cüppesini tuttu. Jommy bir elini Magnus’un omzuna koydu ve Tad’le Zane de Caleb’in hemen arkasında durdular.

Magnus küredeki bir düğmeye basar basmaz hepsi birden ortadan kaybolarak Chezarul ve adamlarını Durbin’deki, hattâ şanslıysalar tüm Kesh’teki son Gece Şahini kalıntılarını da ortadan kaldırmaları için kumsalda yalnız bıraktılar.

Kitap künye bilgileri için buraya tıklayın.