Melkor’un Uşakları

Geçen yazımın sonunda artık film çılgınlığı da geride kaldığına göre eski düzenimize dönebiliriz demiştim. Fena halde yanılmışım. Filmin yankıları devam ediyor etmesine ama iyi yönde mi yoksa kötü yönde mi tartışılır. Korkmayın bu yazıda bu konuyu tartışmak gibi bir niyetim yok – çünkü gerçekten artık film hakkında yorum yapmaktan, yorum okumaktan sıkılmış durumdayım -. Fakat bu yazının asıl konusuna geçmeden önce birkaç lakırdı daha yapmak istiyorum film konusunda.

Birkaç yazı önce “Erebor Görevi” yazısının başında fanatizmin her türünün beni oldukça rahatsız ettiğini söylemiştim. Özellikle de bu fanatizm Tolkien veya Yüzüklerin Efendisi söz konusu olduğunda daha da rahatsız oluyorum. Kitap veya film gibi son derece kişisel bir konuda insanların bu kadar atıp tutması veya birbirlerini suçlaması bana garip geliyor.

Film gelmeden önce bunun fantezi severler için çok olumlu sonuçlar doğuracağını düşünüyordum. Zaten çok fazla ürün verilmeyen fantastik sinemanın, böylesine geniş kitlelere ulaşan ve hiç azımsanmayacak bir hayran ordusu bulunan Yüzüklerin Efendisi gibi bir filmle gündeme oturacağını ve filmi görüp de kitabı okumamış bir çoklarının da önce Tolkien ardından da diğer fantezi eserlerine merak salacağını düşünüyordum. Yüzüklerin Efendisi’ni bazılarının beğenmeyeceğini, hatta çocukça veya saçma bile bulacaklarını da biliyordum kaçınılmaz olarak. Ama tartışmaların bu kadar abartılacağı, bu kadar fazla gruplaşma olacağını ve bu kadar çok anlamsız tartışma yapılacağını bende düşünememiştim.

Bu grupların ilki enteller grubu. Bu kişiler yazılarına anlamadığım bir dünyada kelime katarak Yüzüklerin Efendisi’nden çıkarımda bulunup durmuşlar. Neler mi ararsınız? Bu filmi Taliban-USA savaşı için propaganda aracı yapanlar mı ararsınız? Bunlar bir küçük kitle, şimdi top koşturdukları alanda bir film çevrildi ya ben önceden de biliyordum diye böbürlenip duruyorlar diyenleri mi ararsınız? Yoksa hayal etmeyin çocuk musunuz diyenleri mi? Elbette bu kişilerin yazılarının büyük bir kısmıda savlarını destekleyen bir dünya alıntı, isim, çıkarımlarla dolu. Bir de bu yazılara karşılık verenler var. Elbette ortada bir suçlama var ise bunada bir şekilde cevap vermek gerekir. Fakat cevap veren kişiler de, konu yerine karşıdaki insanı eleştirmeye başladıklarında, işin boyutu yavaş yavaş tartışmadan bir kör döğüşüne ve en sonunda fanatizme taşınmaya başlar. Maalesef uzun zamandır takdir ettiğim, tanıştığım ve fikirlerine saygı duyduğum bazı kişilerinde bu tartışmalarda yer alması, dahası olayın birer kişisel çekişme haline getirilmesine yardımcı olmaları -her ne kadar söylediklerinin çoğunda haklı bile olsalar – beni hayal kırıklığına uğrattı. Bu yazıları okuyan Tolkien’den veya Yüzüklerin Efendisi’nden habersiz bir çok insan bu nedenle şimdi bizleri hayal aleminde yüzen ve Tolkien’i tanrı kabul edenler kişiler sanıyor.

Bir de olayın daha sevimsiz, düzeysiz, mide bulandıran kısmı var. Direk hakaretler. Çok geniş kitleler tarafından takip edilen sinema ile ilgili bir internet sitesinin yorum köşesinde olan olaylar benim “yazık bende maalesef bu kitlenin içindeyim işte” dememe neden oldu. Birisi çıkmış efendi efendi düşündüklerini söylemiş “beğenmedim” demiş, “şu şu nedenlerle bence sıkıcıydı” demiş, başka biri – kuşkusuz kendini Tolkien’in savunucu gören küçük bir beyin – çıkmış sanki çok büyük bir marifetmiş gibi “çünkü sen salaksın, anlayamazsın” demiş. Bir kaçı kendilerini polis ilan etmiş film hakkında olumsuz laf eden herkese laf giydirmekle meşgul olmuşlar. Başka biri çıkmış bu sözde Tolkien savunucularına küfür etmiş ve bu böyle sürüp gitmiş. Hadi bakalım şimdi sıkıysa gelin de filmi beğenmediği için salak damgası yiyen kişiye kendinizi anlatmaya çalışın. Hadi gelin binlerce kişinin ziyaret ettiği bir sayfada bir iki kendini bilmez Tolkien fanatiği yüzünden bütün Tolkien severleri fanatik sanan kişilere kendinizi anlatın. Sonra da “öğretmenim beni anlamıyor. O ne çocuk işi dedi” diye ağlayın, insanları kendinizi anlamadıkları için suçlayın, hadi gelin haklılığınızı ispat edin.

Oysa ki film gelmeden çok önce filmi beğenmeyeceklerin olacağı, hatta gülenlerin bile olacağı belliydi. Sakin olun demiştik. Çevrenizdeki yeni Tolkien’cilere de, filmi sevmeyenlere de güler yüz gösterin fanatiklik yapmayın demiştik. Ama kaç kişiye ulaşabiliriz ki? Sakin olan taraf biz olmalıydık her zaman. Ne kişisel mücadelere girmeden, ne de hakaret, küfür etmeden derdimizi anlatan taraf biz olmalıydık.

Bizler bunca zamandır sırf fantezi okuyoruz, frp oynuyoruz diye garip karşılanan, hayalcilikle, gerçek dünyada yaşayamamakla suçlanan bizler, bize kendi hayatlarınızı, kendi düşüncelerinizi, görüşlerinizi dikte etmeyin diyen bizler, film hakkında olumsuz eleştiri yapanlara dayanamadık, kendi görüşlerimizi onlara kabul ettirmeye çalıştık -oysa bunun karşısındaydık her zaman-. Biz diyorum, ben kendimi o insanlar arasında saymama rağmen. Biz diyorum çünkü utandığım bu insalarla maalesef aynı kitle içindeyim. Siz de öylesiniz.

Birde hiç anlamadığım bir Harry Potter nefreti mevcut. Bir arkadaşım gelip bana “bu Harry Potter’da fantezi film değil mi, niye Yüzüklerin Efendisi’ne laf edenlere ağzınız köpürerek cevap veriyorsunuzda Harry Potter’a aynı şeyi en çok siz yapıyorsunuz anlamadım” dedi. Açıkcası bende anlamıyorum. Harry Potter çocukcaymış onun için fantezi sayılmazmış, aslında masalmış. Hobbit bir masal değil miydi? Tolkien çocuklarına masal olsun diye yazmamış mıydı? Onun masalları ile büyüyen Christopher değil miydi yetmiş yaşına geldiğine hala babasının Orta Dünya’sı ile ilgilenen. Eğer sen Harry Potter’ı çocukça bulup aşağılamaya çalışıyorsan, ileride belkide ilk Türk fantezi romanlarına imza atacak çocukların gözündeki heyecanı küçük görüyorsan, düşünüyorum acaba ne hakkın vardır seni anlamayanları suçlamaya? Düşünüyorum ama bulamıyorum.

Eğer Tolkien’i, Yüzüklerin Efendisi’ni, fanteziyi başkalarına anlatmak istiyorsanız, size tavsiyem önce kendinize anlatın. Hayatta yaptığınız hiçbir şeyi yüzeysel yapmayın. Oturup bir kere kendi kendinize düşünün ki, iş sonra ne hissettiğinizi başkalarına anlatmaya geldiğinde kekelemeyin. Çoğunuzun kırk saattir anlattığım insanlardan olmadığınızı gayet iyi biliyorum -allaha şükür!- Dahası kızgın yazılar yazmak benim tarzım değildir. Umarım gelecek seneye kadar bir daha film hakkında yazı yazmak zorunda kalmam.

Birkaç lakırdı daha yapmak istiyorum dedim başlıbaşına bir yazı oldu. Daha fazla uzatmadan asıl konuya geçelim.

******

Melkor Orta Dünya’ya kötülük saçtığı uzun asırlar boyunca pek çok yaratığı kötü emelleri için kullandı. Eli her zaman felaket ve ölüm getirdi. Öyle ki Arda’dan sürüldüğü zamana kadar geçen yaklaşık 31 bin yılda Orta Dünya’nın tüm kötü yaratıkları onun etrafında toplandı. Melkor işkence ile, karabüyü ile pek çok özgür halkı deforme ederek kendi iğrenç ırklarını yarattı. Ama onun eli hiçbir zaman hayat veren olmadı, her zaman bozan ve yıkan oldu. Kendisini gülen, yaşamaktan zevk alan, gururlu, hüzünlü her halkın, her yaratığın hatta her bitkinin düşmanı ilan etti. Zaman zaman kendisinin bile korktuğu yaratıklarla işbirliği yaptı, zaman zaman en az kendi kadar kötü canlılara hocalık yaptı. Kendisi yok olup gittikten sonra bile asırlar boyunca kötülükleri uşakları tarafından yaşatıldı.

Melkor kötülüğün her formunun efendisi idi. Bazı zamanlar zalim, korkutucuydu. Bazı zamanlar insafsız bir işkenceci, bazı zamanlar kitleleri imha eden orduların komutanı, bazı zamanlar ise afdileyen yüzünün altında, öğütleri ile insanları, elfleri zehirleyen bir fesat düşünceler yayıcısıydı.

Çirkin amaçları için ona kimler yardım etmedi ki?

Zalimliği ile neredeyse Melkor’u aratmayan, bir zamanlar Aule’nin Maia’sı olan Melkor’un komutanı, Tek Yüzük’ün sahibi, Numenor’un felaketi, Mordor’un hükümdarı, Nazgûl’un efendisi, fiziksel olarak yok olsa bile korkunç kapaksız bir göz ile tekrar Orta Dünya’ya dönen ve en az efendisi kadar “Morgoth” ismini hak eden Sauron…

Melkor’un Orta Dünya’ya en fazla zarar veren armağanı, Cuiviénen gölünün kıyısında yıldızlara gözlerini açan ve talihsizlik sonucu Melkor’un eline düşen ağır işkence ve karabüyü ile deforme olan elflerden oluşan ve her şeyden çok kökleri olan elflere ve yaşayan tüm canlılara düşman, köpek gibi üreyen, düşmanlarından bile çok korktukları efendilerinin en pis yardımcıları, Angband’ın, Utumno’nun dölleri, Orklar…

Tek başlarına koskoca orduları darmadağın eden, nefesleriyle ölüm kusan, garezleriyle insanın kanını donduran, sayıcı az ama zararda rakipsiz, Melkor’un gözbebekleri, Ani Ateş, Ejderhalar…

Ordularının komutanları, kendi başlarına rakipsiz, ölümsüz ruhlara sahip Maiar, alevden gövdeleri, insafsız kırbaçları ile ölüm kusan, Durin’in Felaketi, Udûn’un Alevi, Ungoliant’ı süren, Balroglar…

Tol-in-Gaurhoth’un sahipleri, Beleriand’ın baş belaları, hem Orkların iğrenç lisanını hem Elflerin kutsal lisanını anlayıp konuşabilen, keskin dişli, acımasız avcılar, Kurtadamlar…

Tol-in-Gaurhoth’un habercileri, gece yaratıkları, kan emiciler, Melkor’un gözleri, Vampirler…

Kaya gibi sert ve zırh kadar dayanıklı derileri, dev cüsseleri ile, gördükleri her canlıyı yiyebilen et yiyiciler, yamyamlar, akılsız fakat tehlikeli, hantal fakat güçlü, Troller…

Melkor’un bir numaralı casusları, vampirlerin vaz geçilmez müttefikleri, gecenin ve ışığın çocukları, Yarasalar…

Orkların müttefikleri ve bazen binekleri, Angband’ın köpekleri, Kurtlar…

İnsan, bu kadar çok ve güçlü yaratığın efendisi olan Melkor’un nasıl olup da yenildiğini düşünmeye başlıyor. İşin garip yanı sadece orklar dışındaki diğer tüm uşakların Melkor’a isteyerek hizmet etmiş olmaları. Sadece orklar ondan ölesiye korktukları için, belkide tüm canlılara olan nefretlerini ancak Melkor’un hizmetkarları olmaları sayesinde dindirdikleri için ona hizmet ediyorlardı.

Öyle ya da böyle, kendi kendine bile son derece güçlü olan Melkor, hizmetkarları sayesinde daha korkunç, daha azemetliydi.

Bu hizmetkarlar arasında en ilgi çekenleri kuşkusuz Balroglar ve Ejderhalar. Aslına bakarsanız kurtadamlar ve vampirler gibi etkilerini günümüzde bile sürdüren efsanelerin Orta Dünya’da da bulunması bana her zaman bir parça garip gelmiştir. Özellikle Balroglar, orklar gibi orijinal kötüler yaratan Tolkien’in, belkide işin biraz kolayına kaçıp kurtadam ve vampir efsanelerini Orta Dünya’ya adapte etmesidir beni rahatsız eden. Kimbilir belki de Tolkien’de bunu hissetmiş ve ne vampirleri ne de kurtadamları kendi mitolojisi içinde çok fazla kullanmamış. Tabi aynı şeyi ejderhalar içinde söylemek mümkün olabilir. Fakat ejdarhaların pek çok fantastik kurgu eserinde bulunduğu ve neredeyse yapı taşlarından biri olduğu düşünülürse bu beni şaşırtmıyor.

Peki neydi bu ejderhalar? Nasıl oluşmuşlardı? Güçleri, kabiliyetleri neydi? Uçabiliyorlar mıydı? Nasıl yok oldular? İşte şimdi bu konuya geliyoruz.

Ejderhaların Orta Dünya’da ilk kez görünmesi Güneşin Birinci Çağı’na denk gelir. Angband’daki kalesine çekilen Melkor, ateş ve büyü ile ejderha ırkını yaratmıştır. Melkor’un ejderhaları yaratırken hangi canlılardan yararlandığı bilinmiyor. Fakat yarattığı ırkın ne kadar büyük acılar ve yıkımlar getirdiği gayet iyi biliniyor.

Ejderhalar üç türden oluşuyorlardı ve uçma yeteneği pek çoğunda yoktu. İlk tür ve en kalabalık tür Soğuk Ejderler (Cold-Drake) idi, uçamazlardı, yürüyemezlerdi sadece sürünürlerdi. Fakat en az uçan veya yürüyen ejderhalar kadar tehlikeli idiler. İkinci tür korkunç Uruloki yani Ateş Ejderleri’leriydi (Fire-Drakes). Silahları korkunç nefesleriydi ve uçamaz fakat yürüyebilirlerdi. Sonuncuları ise en korkunçlarıydı. Soğuk Ejder ve Ateş Ejderlerinin bütün üstün özelliklerini almış birde bunun üzerine uçma yeteneğini koymuşlardı. İsimleri Kanatlı Ateş Ejderleri (Winged Fire-Drakes)idi..

Sayıca en üstünleri olan Soğuk Ejderlerin silahları güçlü pençeleri, dişleri ve kuyrukları idi. Bütün ejderlerin vücutları kalın, delinmesi imkansız zırhlar ile kaplanmıştı. Boyutları inanılmazdı. Hem gece hem de gündüz inlerinden çıkabilirlerdi. Güneş onlara zarar vermezdi ama onlar daha çok geceyi severlerdi. Kanları siyahtı ve zehirliydi. Kokuları dayanılmazdı. Ateş Ejderhaları etraflarına daimi bir sülfür kokusu yayarlardı. Bir ejderhanın yaklaşmakta olduğu, kilometrelerce öteden koku alan hayvanlar tarafından hissedilebilirdi, her ne kadar bunun kendilerine hiçbir yararı olmasa bile. Görüşleri keskindi. Öyleki onlarla ancak kartallar yarışabilirdi ve belkide onlar bile geride kalırdı. Koku alma ve duyma duyuları olağanüstü gelişmişti. İnlerine girmiş yabancı birinin kokusunun günler hatta aylar bile geçmiş olsa alabilirlerdi. Hiçbir canlı duyulmadan onların yanına yaklaşamazdı.

Ejderhalar aynı zamanda çok zeki idiler. Konuşabilirlerdi ve konuşmayı severlerdi. Sesleri tok ve güçlü idi. Gülmeleri ise gökgürültüsü gibiydi. En sevdikleri eğlencelerden biri -etrafı yakmak, hazine toplamak dışında- bilmece çözmekti. Tek silahları dişleri, pençeleri, kuyrukları veya alevleri değildi. Aynı zamanda yaklaştıkları canlıların üzerine muazzam bir korku çöker ve hiçbir yere kaçamazlardı.

İsmi en fazla duyulmuş Soğuk Ejderhalardan biri Solucan Scatha idi. Aslında ejderhaların büyük bir kısmı Güneşin Birinci Çağı’nı sona erdiren savaş “Gazap Savaşı” (War Of Wrath) sırasında yok edilmişlerdi. Fakat Üçüncü Çağ’da her nasılsa bu yıkımdan kurtulan ve kuzeye yerleşimin az olduğu bölgelere kaçan ejderhalar tekrar ortaya çıktılar. Scatha bunlardan biriydi. Scatha cücelerin bulunduğu Gri Dağlar’a (Grey Mountains) saldırmış ve bir çok cüceyi öldürmüştü. Ejderhanın öfkesi sadece cüceler için değildi. Pek çok insan da Scatha ile savaşırken bizzat onun tarafından öldürülmüştü. Fakat yine Scatha’nın ölümüde insanların elinden Eothéod’un hükümdarı Fram ve onun oğlu Frumgar’ın elinden gelmişti. Eothéod, Rohirrim’in ataları idi ve oldukça gururlu ve güçlü bir ırktı. Topraklarındaki ejderha yıkımını izin vermemiş ve bir çoğunu öldürmüşlerdi.

Scatha’nın ölmesi bile kuzey topraklarındaki yıkımı engelleyemedi. Ejderhalar Scatha’nın ölümünden beşyüz sene sonra tekrar Gri Dağlar’a saldırdılar. Pek çok cüce hükümdarı bu saldırılarda öldü. Son kral Dain ve oğlu Fror’unda ölmesi sonucunda cüceler dağı terk ettiler.

Scatha güçlü olmasına güçlüydü ama en güçlü veya en korkunç değildi. Orta Dünya tarihinin gördüğü en korkunç iki ejderhadan birisi Ejderhaların Babası adı takılan Glaurung’du. Glaurung bir Ateş Ejderhası idi ama uçamazdı. Buna rağmen öldürülene kadar sebep olduğu yıkım asırlar boyunca konuşuldu.

Glaurung ilk olarak Birinci Çağ’ın 260. yılında Angband’dan çıktı. Henüz gençti. Güçlerini tam olarak kazanamamıştı veya ne kadar güçlü olduğunun farkında değildi. Elflerin yurdu Hithlum ve Dorthonion’a kadar geldi. Elfler yeni tanıştıkları bu güçlü yaratığın önünde kaçıştılar. Fakat Glaurung’un yürüyüşü Hithlum’un prensi Fingorn tarafından kesildi. Glaurung Angband geri kaçtı. Ve elfler onu unuttu. Tam ikiyüz küsur sene boyunca Glaurung Angband’da yaşadı. Yaşadı ve büyüdü. Yaşadı ve güçlendi. Ta ki Beleriand Savaşları’nın dördüncüsüne kadar. Elfler Angband’ı kuşatmış ve zaferin yakın olduğunu düşünürken Angband’dan son bir ordu çıktı. Ümitsizliğin son çırpınışı olarak algılandı bu ordu. Fakat elflerin bilmediği bir şey vardı. O da Glaurung’du. İkiyüz sene önceki ejderhadan oldukça farklı olan Glaurung, elflere nefretle saldırdı. Korkunç gücüne hiçbir elf karşı koyamadı. Ejderhanın gücü bir de yanında Balroglar olunca engellenemez hale gelmişti. Binlerce ork Angband’ın kapısından çıktı. Elfler dağıldı ve kuşatma sona erdi. Glaurung nedeni ile bu dördüncü savaşa Ani Ateş Savaşı (Sudden Flame) adı verildi.

Glaurung’un gücü gittikçe artıyordu. Beşinci savaş olan Sayısız Gözyaşı Savaşı’nda (Unnumbered Tears), Glaurung yine en öndeydi. Bu sefer ona diğer sürünen, yürüyen ejderhalarda katılmıştı. Yıkımları korkunçtu, güçleri ve ateşleri karşısında sadece kaya kadar güçlü Belegost Cüceleri dayanabiliyordu.

Ne ilginçdir ki bu korkunç ejderhanın sonu güçsüz ve ölümlü bir insanın elinden gelmiştir. Turin Turambar, ejderhanın yanına gizlice yaklaşmış ve kılıcını Glaurung’un göbeğinin altında bulunan korumasız bölgeye saplamıştı.

Glaurung’un Orta Dünya’nın gördüğü en korkunç iki ejderhadan biri olduğunu söyledim. En az onun kadar güçlü belkide ondan daha güçlü olan ejderha Ancalagon’du. Ancalagon’un kuvveti ilk kanatlı ejderha olmasından ileri geliyordu. Glaurung kadar güçlü fakat aynı zamanda uçma kabiliyeti olan bu ejderhanın yıkımı diğer ejderhaların toplamı kadardı. Nefesi ölümcül ateşler kusar, kanatlarının yol açtığı rüzgar ona karşı ayakta kalmayı bile imkansızlaştırırdı.

Ancalagon Güneşin Birinci Çağı’nı sona erdiren savaşların sonucusu Gazap Savaşı’nda (War of Wrath) yer aldı. Gücü engellenemezdi. Öyleki Valar bile güç anlar yaşadı. Fakat Ancalagon hiç ummadığı bir savunma ile karşılaştı. Kartallar. Manwe’nin kutsaması altındaki dev kartallar tam zamanında savaş alanına geldiler. Fakat kartalların bile gücü Ancalagon’u durdurmaya yetemeyebilirdi. Eğer Earendil uçan gemisi ve alnında Silmaril ile gelmeseydi.

Earendil bir yarımelfti. İnsan Tuor ve elf Idril’in oğluydu. Gondolin’de doğmuş fakat gemileri ve deniz aşkı ile ünlenmiş elflerin şehri Arverniern’de büyümüştü. Burada Kral Dior’un kızı Silmaril’in mirasçısı Elwing’le evlenmişti. Earendil’in gemisi Vingilot ile açık denizdeyken Arverniern saldırıya uğramış ve öldürüleceğini anlayan Elwing Silmaril ile birlikte kendini denize atmıştı. Fakat Ulmo onu bir martı şekline dönüştürüp Silmaril ile birlikte Earendil’in gemisine ulaşmasını sağlamıştı. Silmaril’in ışığı ile Ölümsüz Topraklara ulaşan Earendil Valar tarafından kabul edilmişti.

İşte şimdi Valar tarafından uçma gücü bahşedilen gemisi ve Silmaril ile Earendil savaş alanına kartallarla beraber en çok ihtiyaç duyulduğu anda geldi. Ancalagon ile Earendil arasındaki mücadele uzun zaman sürdü fakar Ancalagon’un Earendil’in ve Silmaril’in gücüne üstün gelmesi mümkün değildi. Ancalagon Earendil tarafından öldürüldü ve kanatlı ejderhaların en güçlüsüde böylece tarih sahnesinden çekildi.

Orta Dünya tarihinin bahsettiği son büyük ejderha ise Güneşin Üçüncü Çağı’nda Erebor’da ortaya çıkan Altın Smaug’dı (Smaug The Golden). Smaug bir Kanatlı Ateş Ejderhası idi. Gücü Ancalagon’un çok gerisindeydi, hatta Glaurung’un yanında bile hayli güçsüz kalıyordu. Fakat yinede Smaug bir ejderha idi ve bir ejderhanın gücü hiçbirzaman küçümsenemez.

Smaug birdenbire ortaya çıktı. Erebor’daki Yalnız Dağ’da (Lonely Mountain) yaşayan cüceler tamamen hazırlıksızdılar. Smaug tüm gücü ile saldırdı. Cücelerin dayanmaları imkansızdı ve hepsi kaçtılar. Smaug’un detaylarına şimdi girmek istemiyorum. Zaten Hobbit romanından hepimiz detayları gayet iyi biliyoruz. Fakat yinede eski yazılarımdan “Erebor Görevi” ile “Orta Dünya’da Cüceler” başlıklı yazıları detay isteyenler okuyabilir. Özetle Smaug ikiyüz sene boyunca Erebor’a hükmetti. Fakat içinde Bilbo’nun da bulunduğu Thorin Meşekalkan (Thorin Oakenshield) ve 12 cüce Smaug’u öfkelendirerek Yalnız Dağın yakınındaki Göl İnsanları’na saldırmasına neden oldular. Smaug burda Bard adlı okçu tarafından öldürüldü.

Smaug’un da öldürümesi ile Orta Dünya tarihi bir daha ejderhalardan bahsetmedi. Bazı söylentiler kuzeyde ejderhaların görüldüğünü söylesede bunlar sadece dedikodu olarak kaldı.

Ejderhalar Melkor’un en korkuç hizmetkarı mıydı tartışılır. En azından Balroglarla çekişirler. Ama ejderhaların oldukça uzun bir zaman dilimine yayılan yıkımlarının Balroglardan çok daha fazla olduğunu söylemek gerekir.

Yinede bir dahaki yazının konusu en az ejderhalar kadar karizmatik ve en az onlar kadar güçlü olan Balroglar ile Melkor’un diğer hizmetkarları hakkında olacak.

******

Yıllarca aradım. Bulduğum pek söylenemez.

Ne Eddings’ler kaldı, ne Brooks’lar, ne de Drizzt’ler. Elenium, Tamuli, Belgariad, Shannara, Disk Dünya, Karanlıkaltı, Ejderha Mızrağı, Ravenloft, Avalon derken kitaplar kitapları, dünyalar dünyaları kovaladı, ben Orta Dünya gibi bir yer Yüzüklerin Efendisi gibi bir roman bulamadım. Evet yukarıda saydığım tüm yazarların, eserlerin, dünyaların hepsinin kalbur üstü olduğunuda gayet iyi biliyorum. Kesinlikle amacım bu yazarları veya romanları severleri kızdırmak değil.

Benim için Orta Dünya’nın ulaşılamaz olduğunun da bilincindeyim. Ama gönül bu istiyor. Gönül iyi ve kötü çatışmasının bu kadar güzel işlendiği, karakterlerin ince ince planlandığı bir roman, anlatacağı şeyi acele etmeden sakin sakin anlatan, kurgusunu ninelerin ördüğü dantel masa örtüleri gibi özenle ören bir yazar görmek, okuduğu romanın geçtiği dünyanın gizemleri karşısında şaşkına dönmek istiyor. Gönül kendine özgü, tüm coğrafyası, söylenceleri ile planlanmış özgün bir dünya görmek istiyor. Gönül bu ister.

En sonunda sanırım aradığımı buldum.

Yüzüklerin Efendisi’nden sonra beni bu kadar çok bağlayan bir seri daha okumamıştım. Arkaplanda anlatılan hikayelerden, söylencelerden bu kadar çok büyülenmemiştim. Karakterlerin elle tutulur kadar gerçek olduğu, esrar perdesinin bu kadar iyi gerildiği, klasik iyi kötü çatışmasının bu kadar iyi işlendiği pek az roman okudum.

Karizması dağları aşan savaşçı Lan; ketum ve güçlü Aes Sedai Moiraine; esrarengiz ozan Thom Merrilin; inatçı, bildiğini okuyan Bilge Nynaeve; güzel ve gururlu Egwene; demirci çırağı Perrin; attığını vuran okçu Mat ve Rand al’Thor.

“Zaman Çarkı döner, Çağlar gelir ve geçer, anılar yerini efsaneye bırakır.
Efsane, mite dönüşür, ve mitler bile uzun zaman önce unutulmuş olur, ona yaşam veren çağ tekrar geldiginde. Bir Çağ’da, bazıları tarafından Üçüncü Çağ denilen, daha gelmemiş bir Çağ, uzun zaman önce geçmiş bir Çağ.”

Kalın kitaplar, uzun seriler beni korkutmaz. Aksine uzun romanlar her zaman sağlam bir hikayenin, sağlam karakterlerin habercisi gibi gelir bana. Ama söz konusu yazar Robert Jordan ve söz konusu olan seri Zaman Çarkı serisi ise şöyle bir durmalı, titremeli insan. Her biri en az sekizyüz küsur sayfa olan on romanlık bir seri. Jordan’ın en sevdiğim yanı hikayesini anlatırken acele etmemesi, yavaş yavaş sindire sindire anlatması. Okumaya üşenen, okurken sıkılan, aksiyonu kurgunun önünde tutan ve rahat okunan romanları seven insanların kalemi değil Zaman Çarkı serisi. Robert Jordan yarattığı dünyaya birdenbire atmıyor sizi, dahası anlaşılan o ki pekde cimri davranıyor dünyasını açmakta. Aynen Yüzüklerin Efendisi’nde olduğu gibi ilacı damla damla zerk ediyor size, satır aralarında, bazen bir şiirin içinde, bazen bir ozanın ağzından, bazen tanıklık ettirerek veriyor dünyasını. Sayfalar geçtikçe kendinizi bilgiye aç bir şekilde okurken buluyorsunuz.

Seriyi okumak kolay değil. Giriş niteliğinde olan ve bir bakıma sadece karakterlerin okuyucuya tanıtıldığı ilk roman Eye Of The World bile sekizyüzondört sayfa. Fakat yinede denemeye değer. Eğer sizde benim gibi iyi ve kötü mücadelesinden bıkmadan zevk alıyorsanız, epik bir fantezi romanı okumak istiyorsanız ve anadiliniz dışında bir dilde sekiyüzondört sayfayı okumak sizi sıkmıyorsa Zaman Çarkı’nı mutlaka deneyin derim.

Başı, sonu, ortası garip bir yazı oldu. Görüşmek üzere.


Murat “Durin” Sönmez

(Bu yazı lostlibrary.org sitesinden, yayıncısının izni alınarak yayınlanmıştır)