[stextbox id=”black”]Kıyamet kopunca…
Doğanın ya da genel olarak evrenin güçleri karşısında yerle bir olan gökdelenler, köprüler, anıtlar… Tek bir düğmeye basılarak ateşlenen, tahrip gücü muazzam bombalar… Dünyayı ele geçiren makineler… Ağır ağır ilerleyen ama önlenemez bir şekilde her yanı bürüyen ölüler… Salgın hastalık sonucu ölen milyarlarca insan… Gümbürtüyle de gelse, iniltiyle de, “dünyanın sonu” sinema için her zaman çok cazip bir konuydu. Üstelik yeni becerilerini sergilemesi için gayet uygun bir fırsattı. Bir tarafta ademoğlunun teknolojisinin kainatın güçleri karşısındaki acizliği… Diğer tarafta ise aynı teknolojinin, kainatın sözkonusu güçlerini sahnelemedeki giderek artan mahareti. Felaket filmlerinin temelinde, işte bu ironi yatıyor. İnsanoğlunu bir taraftan şişirirken öbür taraftan söndüren, semaviden hayvaniye uzanan “varlıklar zinciri”ndeki yerini daha da bulandırmak istercesine, bir göklere çıkarıp bir yerin dibine yatıran bir durum bu. Ve aynı zamanda, Hollywood’un son oyuncaklarını sergilemesi için elverişli bir tuval. Teknoloji geliştikçe yıkım resimleri kendilerini felaket filmiyle sınırlamayarak, komşu türlere sıçramayı da gayet iyi beceriyorlar elbette. Bunun sonucunda hiç boş kalmıyor, kâh gökdelenlerin yerle bir oluşunu, kâh koca koca müstakil evlerin fırtınalarla paralanışını, kâh yüzlerce aracın birbirlerinin üzerine yığılarak ortalığı hurdalığa çevrişini izliyoruz. En azından birkaç senede bir de, bize bunların hepsini bir arada gösteren; medeniyetimizin tozunun atılışının, hatta tuzla buz oluşunun resimleriyle karşımıza çıkan “dünyanın sonu” filmlerini seyrediyoruz. Küçük dürtüklemelerden, şiddetli itelemelere varan bir rahatsızlık menzilinde taciz ettiğimiz gezegenimizin bizi fena halde silkeleyişinin, kainatın kayıtsızlığının resimlerini, kutsal kitaplarda haber verilmiş olayları çağrıştıran tabloları görüyoruz… Kıyamet tuvali bazen sakinleşip bazen mahşeri bir kalabalığa boğuluyor, ama hiçbir zaman sinemadan uzak durmuyor. Özellikle 90’lı yıllarda, sinema büyük çaplı felaketleri resmetme konusunda giderek daha büyük bir beceriye kavuşurken, felaket filmlerinin yeniden doğduğu ve diğer türlerle sırt sırta vererek günümüze dek direnip ayakta kaldığı söylenebilir. 90’ların janr evlilikleri furyası içinde felaket filmi, doğal misafirlerinden olan bilimkurgunun da tekrar palazlanıp illüzyon yaratma teknolojisini perdahlaya perdahlaya beyazperdede arz-ı endam etmesinin sonucunda, kendine Hollywood’da vazgeçilmez bir yer edindi. Hem de “dünyanın sonunu resmeden film” kimliğinin verdiği ayrıcalıkla. Artık yeri yerinden oynatacak kadar güçlü görsel efektler vardı ve kahramanlar dünyayı her zamankinden de sık kurtarmak zorunda kalıyordu. Bir taraftan “Twister” ve “Dante’s Peak” gibi felaket filminde yeni ufukları sergileyen örneklerle bombardımana tutulurken, bir taraftan da “Indepence Day” ve “Mars Attacks” gibi filmlerle bu felaket tablolarının, bu görkemli patlamaların ve toz bulutlarının bilimkurgudaki yansımasını izliyorduk. Artık tamamen bilgisayar ürünü olan ikna edici hortumlar yaratmak mümkün olduğu gibi, bütün New York’un harabeye dönüşünün gayet inandırıcı tablolarını yaratmak da mümkündü. Doğal afetler bütün görkemleriyle resmedilebiliyor, uzaylıların saldırıları bütün tahrip güçleriyle sahnelenebiliyordu. Yıkıma giden yol parıl parıl parlayan tuğlalarla döşenmişti adeta 90’larda. [stextbox id=”black”]Yeni binyıla doğru… Buna bir de 2000 yaklaştıkça hararetlenen milenyum hummasını ekleyin… Felaket tellalığının ve ressamlığının atbaşı gittiği bir atmosferde buluyorsunuz. Kısmen dini inançlara, kısmen batıl itikata, kısmen de paranoyaya ve envai çeşit komplo teorisine yaslanan “dünyanın sonunu beklemek” biçimindeki ruh hali, 90’ların özellikle ikinci yarısında epeyce güçlenmişti. Hal Hartley’nin “Book of Life”ından tutun da “The Matrix”e varıncaya kadar 90’ların birçok önemli yapıtında izleri görülebilen bu “kıyamete doğru” havası, tabii ki Arnold Schwarzenegger’in vasıtasıyla dolaysız bir biçimde cisimlendirildi de. Şeytanın gelinine ulaşmak için 31 Aralık 1999’un son saatlerine kadar (Amerika’da Doğu saati itibariyle!) vakte sahip olduğu “End of Days”de Arnie, bu defa meselenin dinsel kökenine inmiş, insanlığı en büyük düşmanına karşı koruyordu. Peter Hyams’ın filmi, Schwarzenegger için tamamen “milenyum temalı bir proje” olsa bile, 90’ların ikinci yarısındaki ruh halini, yeni bir binyılın eşiğinde durmanın getirdiği o tuhaf ürpertiyi en az yansıtan filmlerdendi. David Fincher’ın “Fight Club”ı ise, “sistem”i, yani bildiğimiz şekliyle modern dünyayı alaşağı etmek isteyen anarşist karakteri Tyler Durden ile alternatif bir “dünyanın sonu” filmi olarak değerlendirilebilirdi. “Fight Club”da artık rutinin ninnisiyle uyku uyuyamayan, yarı ölü-yarı diriymiş gibi yaşayan kahramanın omzundaki yükten kurtulmak için hayatı yeniden başlatma çabası, belki medeniyetin sonunu getirmiyordu… Ama modern yaşam ritminin ve alışkanlıklarının yerini daha temel ihtiyaçlara ve fizikselliğe, varoşlarda yeniden keşfedilmiş bir özgürlüğe bıraktığı heyecan ve hayat verici bir anarşi sunuyordu. Tıpkı felaket filmlerindeki anarşik düzen gibi… Sonuçta, yaşamı yeryüzünden silebilecek olan devasa bir asteroid yaklaşırken, kim küçük sorunlarla ve rutinlerle uğraşır ki? Muhtemelen kıyamet psikolojisinin doğal bir sonucu olarak, yeni binyıl yaklaşırken ekranlara gökten yağan taş sayısında önemli bir artış görüldü. 1998’de “Deep Impact”in kuyrukluyıldızı ile ”Armageddon”un asteroidi dünyada yaşamı tehdit etti (bu ikisinde 1997 tarihli TV yapımı “Asteroid”i de ekleyebilirsiniz). Dünyaya yakın gök cisimlerinin gözlemlenmesinin gerekliliğine dikkat çekmek gibi bir iş de üstlenen bu filmler, dünyanın sonunu anlatan filmlerde takdir’i ilahi ile ademoğlu sorumluluğu arasında bir köprü de kurmuş oldular. İnsanın görev ve sorumluluk alanını yerkürenin üzerinden, uzaydaki muhitine doğru genişlettiler. Astronomik felaketlerin en azından önceden görülebilir, hatta belki de önlenebilir olduğunu çıtlatarak teknolojinin yeni ufuklarıyla övündüler – tıpkı kendilerinin bu tabloyu resmetmede kullandıkları teknolojiyle övündükleri gibi. [stextbox id=”black”]Geriye kalan insandır Teknoloji, dünyanın sonunu konu eden filmlerde ve genel olarak kıyamet filmlerinde, sadece felaketlerin resmedilişinde önemli bir araç olarak değil, tematik bir malzeme olarak da önemli bir yere sahip. Hem sonun hazırlayıcısı, hem de o son geldiğinde hayatta kalmak için kullanılan bir araç olabiliyor. Öte yandan, hemen hemen bütün felaket filmlerinin temelinde “insanı insan yapan şeyler” olarak tarif edilebilecek ve genellikle sonsuz bir iyimserlikle ele alınan (özellikle de ABD vatandaşları ve yöneticileri sözkonusu olduğunda) nitelikler var. Felaket filmi, kazanılamaz gibi görünen bir savaşın kahramanlık öyküsü adeta; insanın bütün lüksünden ve oyuncaklarından mahrum bırakıldığında -hatta biraz da bu sayede- iyiliğini, yardımseverliğini, dayanışma kapasitesini ve sosyal bir hayvan olarak mükemmelliğini gözler önüne sermekle iştigal ediyor. Öyle ki felaketin gerçekleşmesindeki sorumluluğu nedeniyle insanoğlu konusunda takınılan septik tavır, felaket sırasında ve sonrasında birden yerini engin bir stoacı iyimserliğe bırakıveriyor. Aslında insanın özü üzerinde ciddi bir yorumdan ziyade, “güzel bir veda resmi” işlevi görüyor bu tablo. Her imkan elinden alındığında ve ölümle, yok olmayla karşı karşıya kaldığında insanın yine de asil bir varlık olduğunu telkin ediyor. Bu yüzden felaket filmleri, sahneledikleri onca yıkıma ve onca can kaybına rağmen, “kendini iyi hisset filmleri” olarak da algılanabilir. Bu kendini iyi hissetme dalgası bazen o kadar baskın oluyor ki, dünyanın sonunun gelebileceği şeklindeki ufak ayrıntı, kahramanlık destanının hararetinde yitip gidebiliyor. Zira, çoğu Hollywood filminde dünyanın sonu, laf olsun diye kullanılan bir tehlike; kahramanı gürültülü patırtılı ve heyecanlı bir maceraya çekmek için kullanılan bir yem. Bruce Willis ne yapması gerekiyorsa yapıp insanlığı (ve eşantiyon olarak daha bir sürü şeyi) kurtarırken, kendisine inanmış seyirciler olarak dünyanın kaderi konusunda pek de endişe etmiyoruz zaten. Bu yüzdendir ki “The 5th Element”te Gary Oldman’la irtibat kuran devasa kötülük yumağı geleceğin yerküresine doğru ilerlerken, kendisini pek ciddiye alamıyoruz. Standart felaket filminin dünyayı kurtaran adam filmlerinden önemli bir farkı (yani felaketin kendisiyle ve biçimiyle ilgileniyor olması dışında), genellikle bir-iki tane karakterin değil, birçok karakterin üzerinde durması. Felaket filmleri çoğunlukla toplu oyunculuk filmleri oluyor ve türün modern örneklerinden “Independence Day” ya da “Deep Impact”te gördüğümüz gibi, zor durumdaki gruplarla, en azından bir grupla uğraşıyor. Bu izole edilmiş gruplar, çeşitli kolaylıklarla bağlantısı kesilmiş olan insanın “sosyal hayvan” teriminin koltuklarını kabartırcasına güçbirliği yapışını, takım halinde işleyişini gösteriyor. Stephen King’in “Mahşer” romanında ve romandan uyarlanan TV yapımı mini-dizi “The Stand”de (DVD baskısı mevcut) büyük bir salgın sonucu kısa sürede dünyada çok az insanın kalışını izliyor ve bu azıcık insanın, ilahi müdahalenin de sonucuyla, çabucak iki ayrı grup oluşturduğunu, toplumlaştığını görüyorduk. Bu gruplar kısa sürede kendilerine birer yerleşim bölgesi buluyorlar, altyapıyı yeniden işler hale getiriyorlar, aralarından yöneticiler (liderler) seçiyorlar ve aralarında işbölümü yapıyorlar ve çatışmaya hazır hale geliyorlardı. [stextbox id=”black”]Binalarımızı yıkabilirsin ama değerlerimizi asla… Felaket filmlerinde bu tür gruplar tartılırken, fedakarlık her zaman en ağır külçeyi oluşturuyor. Uç noktalarda işleyen bu janr, toplulukların oluşumunda önemli yere sahip olan özveriyi en uç noktasına götürüyor ve her grubun hayatta kalma becerisini, o grupta hayatını diğerleri için tehlikeye atmaya -hatta feda etmeye- razı kişilerin varlığıyla ve sayısıyla belirliyor. İnsanın sosyal bi varlık olmasına yönelik övgüyle neredeyse yekvücut olmuş, fedakârlığa yönelik bir övgü. Buna koşut olarak, felaket filminin korkak, ürkek ya da sinirlerine hakim olamayan biri kadar hor gördüğü ve kolayca harcadığı hiçbir şey yok. Felaket filmlerinin toplum olabilmeye verdiği önemin en belirgin göstergesi, her durumda aile kurumunu kurtarmaya çalışması. Yangın halinde öncelikli olarak kurtarılacak şeyler listesinin tepesinde duruyor aile. Her anıyla aile kurumunun üstüne titrediği söylenebilecek olan 1998 yapımı “Deep Impact”te “şartlar gereği” alelacele everilen ve daha sonra, yine şartlar gereği, kucaklarına bir bebek tutuşturulan yeniyetme iki çocuğun resmi, bu konudaki en dikkat çekici örneklerden birini teşkil ediyor olsa gerek. Öte yandan “Armageddon”da, “Independence Day”de ve ufukta dünyanın sonunun göründüğü daha nice filmde de aile konusundaki bu hassasiyeti gözlemleyebiliriz. Öyle ki kimi felaket filmleri, köpek de dahil olmak üzere aile kurtarılmayacaksa, hiçbir şeyin kurtulmaya değer olmadığını anlatıyor adeta. Türün, bağımsız, çocuksuz, bekâr kadınlar ya da dayanışma ve fedakarlık aşığı olmayan erkekleri kurtarmak için pek de didindiği söylenemez. Öte yandan “dünyanın sonunu konu eden filmler”, her zaman standart felaket filmi şemasında ilerlemiyor. Bir tarafta “On the Beach”, “Last Night” ve “Deep Impact”in atası sayılabilecek olan “When Worlds Collide” gibi “kaçınılmaz son” filmleri de var. Pek bir şeyi kurtarmanın mümkün olmadığı bu tür filmler, hayatını gözden geçiren karakterlere, onların pişmanlıklarına, hayalkırıklıklarına ve arzularına odaklanıyor. Örneğin dünyanın son günü için farklı farklı planlar yapmış olan insanların öyküsü “Last Night”ta, daha önce yapamadığı şeyleri yapmaya çalışan karakterler de var, vaktini yakınlarıyla geçirmek isteyenler de. Kimi piyano resitali veriyor, kimi bütün cinsel fantezilerini gerçekleştirmeye çalışıyor, kimiyse kocasına ulaşmak için çabalayıp duruyor. Ortalıkta gösterilecek bir felaket yok, dünyanın sonunu getirecek şeyin adı bile konmuyor; her yanı saran bir bekleyiş var, o kadar. [stextbox id=”black”]Zombi mahşeri Büyük felaketleri ya da dünyanın sonunu konu alan filmler, felaketler önlemeye çalışan ve felaket sonrası büyük çözümler peşinde koşan, çalışan uzmanların öyküsünü anlatanlar ve sadece hayatta kalmaya çalışan sokaktaki adamın öyküsünü anlatanlar olarak da ikiye ayrılabilir. İkinci kulvar çoğunlukla “post apocalyptic” denen felaket sonrası filmlerle birçok akrabalığa da sahiptir. Örneğin George Romero’nun zombi üçlemesi, hem kıyamet filmlerine, hem de kıyamet sonrasını anlatan filmlere örnek verilebilir. Ölülerin canlı insan etine aç bir şekilde ortalıkta gezindiği ve ısırdıkları kişileri kendilerine çevirdikleri bu tuhaf “doğaüstü salgın” üçlemesi, canlarını kurtarmak için kendilerini bir yerlere kapatan karakterlerle dolu. Karakterler arasında her türlü tartışma, çekişme ve kavga yaşanıyor; standart felaket filminin aksine, Romero’nun bu üç filminde insanların birbirleri için zombilerden daha büyük bir tehlike teşkil ettiği söylenebilir. “Night of the Living Dead”in kapkara ironik finali toplumun şiddet düşkünlüğü, “Dawn of the Dead”in sırf alışkanlıktan alışveriş merkezine yürüyen zombi yığınlarıysa tüketim düşkünlüğü üzerine birer yorum işlevi görüyor. Üçüncü film “Day of the Dead”de zombiler artık her tarafı ele geçirmiştir; evet, bu filmde uzmanlar vardır, ama onlar da sığınağa kapanmış, kendi aralarında çatışmaktadır. Zombi üçlemesinde Romero’nun ortaya koyduğu gözlemler, toplumun çok da kurtarılası bir şey olmadığı ve zaten bu yüzden de kurtulamayacağı, kendi sonunu hazırladığı doğrultusundadır. Romero’nun zombi filmlerinin kilit noktalarından biri, grup içindeki bireylerin birbirlerine çok da fazla güvenememeleri. Zombilik bulaşıcı olduğundan, birbirlerine karşı her an uyanık olmak, gözlerini her an açık tutmak zorundalar. Romero’nun mirasçılarından sayılabilecek olan iki modern zombi filmi, “Resident Evil” ve “28 Days Later”da da, grup içindeki insanlar arasında aynı ilişki var. 1956 yapımı Don Siegel filmi “Invasion of the Body Snatchers” ve uyarlamalarında ise, sürekli uyanık olma ihtiyacı insanı çıldırtabilecek kadar büyük bir gereklilik. Çünkü her yer bedenleri uzaylılar tarafından “ele geçirilmiş” insanlarla dolu; üstelik ele geçirildiklerinde, görünürde pek bir değişim de göstermiyorlar. Karakterler birbirlerinin hâlâ “eskisi gibi” olup olmadığını anlayamadığından (insanlar içlerine uzaylı girdikten sonra da hafızalarını koruyorlar), kesif bir paranoya baş gösteriyor. Toplum, bütün birimleriyle, bir dayanak değil, bir tehdit unsuru halini alıyor. Kimine göre ABD’nin “komünist tehdit” karşısında kapıldığı paranoyayı anlatan bir metafor bu; insanın en yakınının bile “ele geçirilmiş”, gizlice “öteki” haline gelmiş olduğunu keşfetmenin dehşeti üzerine bir öykü… Kimine göreyse tam tersi, insanların tanıdıklarını “komünist” yaftasıyla devlete ihbar etmeye zorlandığı, kara listelerin ortalıkta cirit açtığı McCarthy dönemi “cadı avı” üzerine bir metafor. Hangisi olursa olsun, Siegel’in filminin 2. Dünya Savaşı sonrası Amerika’sının yüzeysel küçük kasaba idealini çatırdatan, orta sınıf konformizmini mahveden derin bir kuşkunun ilk habercilerinden olduğu aşikâr. [stextbox id=”black”]Nükleer kıyamet Romero’nun zombi üçlemesi ve bu üçlemenin peşisıra giden filmler, karamsar toplumsal yorumlarıyla, Soğuk Savaş döneminin nükleer kıyamet filmlerine benziyor bir açıdan. ABD ile SSCB arasında onyıllarca süren silahlanma yarışının verdiği ruh haliyle yapılmış olan bu filmlerde, dünyanın sonu tamamen insanoğlunun kendi yanlış kararlarının sonucu olduğundan, nükleer son filmleri kahramanlık öykülerinden ziyade, Kubrick’in müthiş kara komedisi “Dr. Strangelove” gibi toplumsal yorumlarla ve “On the Beach” ya da “Fail Safe” gibi ciddiyet, hüzün ve pişmanlık kokan dramlarla dolu. ABD atom bombasını kendi geliştirip kendi kullanmıştı, ama kendi halkının bile bu silah karşısındaki dehşeti öyle büyüktü ki, açığa çıkardığı güç ancak “tanrının gazabı” gibi benzetmelerle tarif edilebiliyordu. Soğuk Savaş iyice kızışıp iki süper-gücün bulundurduğu nükleer silah sayısı arttıkça, “tanrının gazabı” benzetmesinden hareketle, bu gidişle dünyayı bir kıyametin beklediği şeklindeki korku giderek somutlaşmaya başladı (“Dr. Strangelove”da nihahi silahın adı “Kıyamet Cihazı”dır). Nükleer güce yönelik korku sadece Üçüncü Dünya Savaşı suretinde cisimlenmiyordu, radyasyonun etkisiyle dönüşüme uğramış insanlara ve canlılara da gebeydi (Örümcek Adam’dan dev karıncalara varıncaya dek). Bu tablonun mantıki sonucu olarak da, ortaya başka bir bilimkurgu türü çıktı. Dünya çapında bir felaketin (çok büyük bir bölümünde, nükleer kıyametin) ardından, medeniyetin yitip gitmiş olduğu bir dünyada ayakta kalanların öyküsü. Post-apokaliptik bilimkurgu. Ama Mad Max’in diyarı, başka bir yazının konusu… [stextbox id=”black”]Kıyametin çehreleri Dini/Doğaüstü Nükleer Savaş Çevresel Evrim Salgın Hastalık Astronomik Uzaylı istilası Makinelerin Ayaklanması [stextbox id=”black”]Mini okuma listesi War of the Worlds (Dünyaların Savaşı) – H.G. Wells Childhood Ends (Son Nesil) – Arthur C. Clarke Watchmen – Alan Moore [stextbox id=”black”]10 kıyamet filmi When Worlds Collide (Rudolph Mate, 1951) War of the Worlds (Byron Haskin, 1953) On the Beach (Stanley-Kramer, 1959) Andromeda Strain (Robert Wise, 1971) Invasion of the Body Snatchers (Philip Kaufman, 1978) Dawn of the Dead (George Romero, 1978) Prince of Darkness (John Carpanter, 1987) Independence Day (Roland Emmerich, 1996) Deep Impact (Mimi Leder, 1998) Last Night (Don McKellar 1998) Kutlukhan Kutlu Diğer Yazılar:Sinemada Bilimkurgu Alt Türleri GİRİŞ 1. Bilimkurgunun Çocukluk Düşleri |
Leave a Reply