Kutlukhan Kutlu ile Röportaj

GÜNCELLEME

KUTLUKHAN KUTLU ile YAPTIĞIMIZ VİDEO RÖPORTAJA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYIN!

 

  • Öncelikle çevirmenliğe nasıl başladığınızı öğrenmek istiyoruz.

Çevirmenliğe başlamam aşağı yukarı üniversiteye başlamama denk geliyor aslında. Çünkü üniversiteye başladığımda aynı zamanda çalışmaya da başlamıştım. İlk işim dergicilikti. Asıl olarak yazı yazıyordum ama dergi hazırlarken yazı kadar çeviri de gerekiyor. Çeviri işlerinin de epeyce bir kısmını ben yapıyordum. Dergicilik dışındaki ilk profesyonel çeviriler ise yanılmıyorsam iki – üç sene sonra başladı. 1993 – 94 gibi olmalı. Özellikle film festivallerinde altyazı çevirileri yapıyordum. 90’larda epey altyazı çevirisi yapmışımdır ama öncelikli işim sinema yazarlığıydı.

  • İlk çevirdiğiniz kitap neydi?

İnanır mısınız, adını hatırlamıyorum. Ama farklı sporların tanıtıldığı ansiklopedi türü bir kitaptı. Tek çevirmeni ben değildim; birkaç kişinin çalıştığı ortak bir işti. İlginçtir, çevirmen olarak bir kitapta adımın tek başına çıkması hayli yeni gerçekleşti: Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Ex Libris”le.

  • Çevirdiğiniz kitapların bir kopyalarını bulunduruyor musunuz? Koleksiyon gibi mesela?

Henüz çok fazla olmadıklarından, evet, hepsi elimde var. Eminim çok fazla olsalar ipin ucunu kaçırırdım.

  • İçinizde ukte kalan, çevirmenlik dışında olmak istediğiniz bir meslek var mı?

Diğer sevdiğim iş yazarlık, onu da yapıyorum zaten. Özellikle sinema üzerine yazıyorum ama genel olarak yazmayı seviyorum. Yazarlığın hemen hemen her alanı ilgimi çekiyor doğrusunu isterseniz; farklı alanlarında da bir şeyler yapmayı isterim. Ama tabii bu içimde ukte kalan bir şey değil, daha ziyade bir tür hedef sayılır.

  • Çevirdiğiniz kitaplardan etkilenip de ben de kitap yazmalıyım dediğiniz bir durum veya böyle bir girişiminiz oldu mu?

kutlukhan kutlu 3Küçüklüğümde ve daha sonra lise yıllarımda kendi kendime hikâye yazardım ama profesyonel olarak dergiciliğe başlamamla birlikte bu hevesimi sürdürmedim. Aslında o zamandan beri hep aklıma bir şeyler gelir, sanırım çocukken edindiğim o hikâye uydurma virüsü hâlâ içimde duruyor. Fakat bir şekilde bunu henüz ciddi bir girişime dönüştürmedim.

Çevirdiğim bir kitaptan etkilenip ben de kitap yazayım dediğim ise pek olmuyor açıkçası, çünkü kitap çevirisi bende tuhaf bir şekilde bir yazarlık tatmini de uyandırıyor. Sanıyorum çevirinin havasına biraz fazla kaptırıyorum kendimi. Bir kitaptan ya da filmden etkilenince oturup bir kitap ya da senaryo yazmak değil, oturup o kitap ya da film üzerine yazmak istiyorum – şüphesiz mesleki bir alışkanlık bu. Bende hikâye yazma hevesi ise genellikle hayatla ilgili bir şeylerden, yaşadığım, aklıma takılan ya da düşlediğim şeylerden çıkıyor.

  • İlk Harry Potter kitabını çevirmeyi kabul ettiğinizde serinin bu kadar büyük bir başarı sağlayacağını anlamış mıydınız?

Hayır. Doğrusu böyle yüksek profilli kitaplara pek alışık değildim. Çok da yaygın değillerdi açıkçası böyle kitaplar. Yani bir şekilde popüler olacağını tahmin etmiştim ama bu boyutlarda değil. Eğlenceli bir çeviri macerası gibi görünmüştü bana daha çok: Üzerine bol bol kafa yormayı gerektirecek birçok problemi ve güzel bir dili vardı, beni en çok bu tarafı çekti.

  • Fantastik kitapları çevirmenin, yazarların kendi dillerinde uydurduğu bazı anlamsız uydurma sözcüklerden dolayı zor olduğu bilinir. Harry Potter serisinde bu yönden zorlanmış mıydınız?

Zorlanmadık diyemem tabii, nihayetinde kitabın başlıca çeviri güçlüklerinden biri de terminolojisini Türkçeye aktarmaktı. Eh, bazı kelimelere / terimlere de bir süre tatmin edici karşılık bulamayınca insanın biraz canı sıkılmaya başlayabiliyor. Fakat kendi adıma, Harry Potter terminolojisinde çıkardığımız işten genel olarak memnunum. Doğrusu tam olarak memnun olmadığım bazı terim çevirileri de yok değil ama dönüp baktığımda sevdiğim terim çevirilerinin sayısı çok daha fazla diyebilirim.

  • Harry Potter serisinin yazarı J.K. Rowling’in kullandığı dil çevrilmesi zor bir dil miydi sizin için?

Bana hiç zor gelmedi. Bu da açıkçası kitapların en sevdiğim yönlerinden biri: J.K. Rowling’in dilini son derece rahat, canlı ve doğal buluyorum. Tıpkı okuması gibi çevirmesi de bana son derece doğal geldi. Çevirirken kendimi büyük bir kolaylıkla o dile kaptırabiliyordum. Çok da talihli bir durumdu bu, çünkü bence Harry Potter çevirilerinde genel olarak anlatım dili, terimlerin çevirilerinden de önemli. Rowling’in akıcı ve komik dilini kendi dilinize aktaramazsanız kitaplar cazibesinden epey bir şey yitirir kanısındayım, o zaman da tek tek bazı özel kelimelere en uygun karşılıkları bulmanızın bir anlamı kalmaz.

  • Harry Potter serisindeki kitaplar arasında sizi en çok etkileyen hangisiydi?

Üçüncü kitap, yani Azkaban Tutsağı.

  • Harry Potter’ın hayatınızda özel bir yeri var mı?

Olmaz olur mu? Her şeyden önce bana profesyonel anlamda katkısını inkar etmem mümkün değil. Sadece çeviri açısından değil, genel olarak dil açısından da. Ayrıca tüm gerilimine, takvim sıkışıklığına vesairesine rağmen çok da eğlendim kitapları çevirirken.
Bunun ötesinde, bir okur olarak da kitapları çok sevdiğimi söyleyebilirim. Hayalhaneme epey katkıda bulunmuş bir seri. Dahası bir yazar olarak Rowling’i samimi, hayata bakışını ise ilham verici buluyorum. Bence en çok da bu özellikleri Harry Potter kitaplarını kalıcı kılacak.

Bir de tabii her yanına gömülü onca göndermesi var ki hâlâ farklı farklı metinler (genellikle de eski metinler) okurken Harry Potter’da geçen bir şeyle bağlantısını görüp gülümsediğim oluyor.

  • Ya son kitabı bitirdiğinizde neler hissettiniz? Ve yıllardır süregelen bu efsane serinin sonunu nasıl buldunuz? Sizce o kadar hayrana ve beklentiye değer bir son muydu?

Bir okur olarak konuşursam: Benim için çemberi tamamladı ve her şeyi tatmin edici bir şekilde bağladı. Bu kadar hayranı olan, bu kadar merakla izlenip takip edilen, ucu açık bir yaşam sürmesine alıştığımız serüvenlere nokta koymak çok zor iş: Nihayetinde seri bitmemişken herkes kendi kafasındaki “gelecek”i hayal edebiliyor. O bakımdan hayranları tatmin etmek çok zordu bence. Fakat yine de Rowling’in iyi bitirdiğini düşünüyorum. Baştan beri anlatmaya çalıştığı her şeye uygun bir final yaptı bence.

  • Peki ya kitaplar ve filmlerin uyumu? Sizce ikisi doğru orantıda mı ilerliyor, kurgu olarak bu gidişattan memnun musunuz?

Filmler kitapta ne olup bitiyorsa elinden geldiğince perdeye aktarmaya çalışıyor (büyük ölçüde hayranları hayalkırıklığına uğratmamak için sanıyorum). Oysa bence bu sinemada çok iyi sonuç veren bir uyarlama mantığı değil. Bir sinemasever olarak benim öteden beri en beğendiğim uyarlama filmler, kaynak kitaplara pek az sadık kalmış filmler olmuştur hep. Harry Potter filmleriyse olayları ve karakterleri mümkün mertebe perdeye aktarmaya çalışırken, fazlaca “koşuşturma” hissine boğuluyor bence.

Senaristler ve yönetmenler biraz daha inisiyatif kullanıp biraz daha kendi yorumlarını getirebilseler ortaya daha iyi filmler çıkardı diye düşünüyorum.

  • Harry Potter serisinin Alacakaranlık ile kıyaslanması sizce ne kadar doğru? Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Bence aralarındaki en bariz bağlantı, iki serinin de hayran kitlesinin önemli kısmını genç okuyucuların oluşturması. Bir de tabii ikisi de genel olarak “fantastik” denen öykü türünden. Elbette bunlar çok yüzeysel bağlantılar ama anlaşılan bu durum ikisinin çok benzermiş muamelesi görmesini engellemiyor.

Bunun dışında konu, kaynaklar, hayatla ilgili verdikleri mesajlar ve hatta yazarlık tarzı açısından bence taban tabana zıtlar. Alacakaranlık hayata bakış açısından epey eski moda bir çizgiye sahip. Bence nihayetinde samimi ama Beyaz Dizi tarzı ışıltılı bir edilgenliğin büyüsüne fazla kaptırıyor kendini. Harry Potter ise bunun tam tersi: İnadı, dikbaşlılığı, cesareti vurguluyor – hatta bazen sevgiye rağmen. Bunun yanısıra Rowling’in Meyer’den çok daha iyi bir yazar olduğunu düşünüyorum. Kendi rengi var.

  • Sizden bize ulaşmayı bekleyen yeni bir kitap var mı?

Son olarak NTV yayınlarının Çizgi Roman Dünya Klasikleri’nden bir Sherlock Holmes öyküsünü çevirmiştim, o çıktı: Kızıl Dosya. Bu seri için çeşitli klasikler çevirmeye bir süre daha devam edeceğim.

  • Şu aralar Rowling’in yeni iki kitap geliyor açıklaması çıktı. Hatta son söylenenlere göre üçleme olacak. Sizin için çemberi tamamlanmış bir serinin tekrar devam etmesi doğru mu? Her şey bir yana, böyle bir haberin bile ortaya çıkması sizi heyecanlandırıyor mu yoksa hayal kırıklığına mı uğratıyor?

Serinin devamının doğru olup olmadığı bence sadece yazarın bilebileceği ve cevaplayabileceği bir şey. Kafasında ne var, ne anlatmak istiyor, yarattıklarına yeni bir şeyler eklemek mi istiyor yoksa bu defa farklı bir açıdan bakmak mı istiyor? Sonuçta edebiyat tarihinde bitti sanılıp devam eden bazı seriler sayesinde çok iyi yeni eserlerle tanışmışlığımız vardır.

Tabii söz konusu Harry Potter gibi ticari açıdan muazzam hacimde bir seri olunca insanlar böyle konulara kuşkuyla yaklaşabiliyor ama ben mümkün mertebe yeni eserlere dair haberlere ticari sinizmle değil, meraklı ve heyecanlı okur / izleyici olarak bakmaya çalışıyorum. Rowling için de ziyadesiyle geçerli bu çünkü bence Harry Potter kitaplarının en önemli özelliklerinin başında samimiyet geliyor. Yazarın hakikaten anlatmak istediği şeyleri yazdığı hissini uyandırıyor bende bu kitaplar. O yüzden de Rowling’in yeni bir şeyler yazacak olması fikri bana kuşku değil, heyecan verir.

Bununla birlikte, haberin kendisine biraz temkinle yaklaşıyorum açıkçası. Rowling açık bir vaatte bulunmuş gibi değil de daha çok “imkansız değil, olabilir” anlamında konuşmuş gibi geldi bana.

  • Fantastik edebiyat türü hakkında neler düşünüyorsunuz peki? Zaman Çarkı’ın bir kitabını redakte etmiş kişi olarak bu tür için neler söyleyebilirsiniz?

Fantezi edebiyatı zor iş, çünkü yazarların birbirine zıt görünen birçok çizgi arasında bir denge hattı tutturması gerekiyor. Bu zıtlıkların ve çatışmaların en büyüğü de gelenekçilik ve yenilik arasında. Fantezi kökeni gereği çok gelenekçi bir tür, ama bir taraftan da her eserin kendi özel alanını açıp tanımlayabilmesi, zihne kazıyabilmesi için bir nebze farklılık, yenilik ortaya koyması gerekiyor. Mesela fantezi öykülerinin öteden beri, çıktığı dönemden bağımsız olarak anlaşılıp özümsenebilecek, “evrensel” insan deneyimini temsil etme gibi bir hedefleri var. Bu da ortaya yuvadan kopuş, ölümle tanışma, kendi karanlık tarafınla yüzleşme gibi çoğu yazarın kullandığı yaygın birtakım kalıplar çıkarıyor, aşağı yukarı aşina olduğumuz bir simgeler denizi oluşturuyor.

Bu simgeler denizi fanteziyi ilk bakışta kendini fazla tekrar eden, tıkanmış bir tür gibi gösterebilse de türün takipçileri aslında bu kalıpların bir nevi “ortak dil” oluşturduğunu, bu dil kullanılarak anlatılan öykülerin zaman zaman epey yenilikçi olabildiğini de bilir.

  • Peki Harry Potter harici fantastik türde sizin yeni çevirilerinizi görebilecek miyiz? Özellikle, serideki başarınız dolayısıyla birçok okuyucu bu soruyu merak ediyor.

Açıkçası şu yakınlarda yeni bir şey yok ama her zaman takip ettiğim bir tür, bazı fantezi romanlarını okurken farkında olmadan kendimi çevirisi üzerine düşünür buluyorum. Çeviri açısından bol bol çözülmesi gereken (ve çoğu zevkli, bir kısmıysa epey can sıkıcı olabilen) problem sunuyor size fantezi. Her şey problem çözmeye nasıl baktığınıza bağlı, bu tür fırsatlar genellikle merakımı celbettiğinden her an kaşınıp kendimi yeni bir serinin içinde de bulabilirim tabii.

  • Sinemaya olan ilginiz ne zaman ve nasıl patlak verdi?

Kendimi bildim bileli filmlere müthiş bir merakım olmuştur. Büyükannem ve büyükbabamla büyüdüm ben, onların da sinemaya eski İstanbul açık hava sinemalarından kalma büyük bir ilgileri ve sevgileri vardı. Bir çocuk olarak hayal dünyam o tuhaf, Türkçeleştirilmiş telafuzzlarıyla (Con Vayne, Gari Gırent, Gregor İpek!) ve yaşadıkları ışıltılı, mitik, dramatik dünyalarla dolup taşıyordu. Sık sık sinemaya götürülmem bir yana, televizyonda da oynayan hiçbir filmi kaçırmazdım. Anlasam da anlamasam da!

Ergenlik dönemime ise video kültürü fena halde damgasını vurmuştur, özellikle de babamın bir video dükkanı sahibi olması ve benim biraz da bu sayede seksenleri binlerce film izleyerek geçirmem sebebiyle.

Lise bittiğindeyse İstanbul Film Festivali sayesinde seksenler usülü film delisi olmaktan tam teşekküllü sinefil olmaya evrilmiştim artık.

  • Sinema eleştirmenliğine henüz on sekiz yaşındayken başlamışsınız. Bu nasıl oldu?

kutlukhan kutlu 2“18 yaşımda film eleştirmeni oldum” deyince belki biraz tuhaf görünüyor; nihayetinde pratikte öyle de tanımlanabilir belki ama işin aslı şu ki 18 yaşımda aslında genel olarak dergiciliğe başladım. Evden ayrılmıştım, üniversiteye gidiyordum, çalışmak zorundaydım. Film ve müzik dağarcığım genişti (imdb.com ve allmusic.com döneminde çok da değerli görünmese de internet öncesi dergicilik döneminde değerli özelliklerdi bunlar), İngilizcem vardı, imlam ve yazı dilim kullanılabilir durumdaydı. Elbette o sırada annem Nokta dergisinin kent rehberi ve kültür sanat eki Ne Nerede’de çalışıyordu, Nokta ve Ne Nerede’yle onun vesilesiyle tanıştım ama sanıyorum oraya düzenli olarak yazmaya başlamam en çok Erdir Zat’ın teşvikiyle oldu. Dergiciliğin içerdiği pek çok şeyi yapıyordum o sırada: Yazı çeviriyor, haber yapıyor, dosyalar derliyordum… Bu arada da, yine en çok Erdir Zat’ın teşvikiyle, müzik ve sinema üzerine inceleme ve eleştiri yazıları da yazmaya başladım. Hatta bir dönem sinema yazdığımdan çok müzik yazmışımdır. Fakat filmler üzerine düşünmeye ve yazmaya hiç ara vermedim ve birkaç sene zarfında da büyük ölçüde sinemaya dair yazar oldum. Yine Ne Nerede’de beraber çalıştığımız Mehmet Açar 1995’te Sinema dergisine geçtiğinde oraya düzenli olarak yazmaya başladım, özellikle de eleştirilere değil, uzun inceleme yazılarına odaklanarak… Bu da sinema yazarlığında önemli bir noktaydı benim için.

  • Hakkında eleştiri ya da analiz yazıları kaleme almak için iyi-kötü ayırt etmeden pek çok güncel filmi seyretmek zorunda olmanın sinemayla olan ilişkinizi deforme ettiğini düşünüyor musunuz?

Bu sorunun tam cevabı olmasa da şunu söylemeden geçemeyeceğim: Bence sinemayla olan ilişkiniz, sinema üzerine yazmaya başladığınız anda bir bakıma deforme oluyor zaten. Çünkü görsel işitsel bir etkiyi sözel olarak süzüp analiz ediyor, kelimelere tercüme etmeye çalışıyorsunuz. Fakat bence zenginleştirici bir deformasyon bu: Farklı bir ilişki kuruyorsunuz o zaman filmlerle. Tavsiye ederim!

Film izlemede aşırı doza uğramak ve bu süreci bir tür mecburiyet olarak görmeye gelince… Pauline Kael’in film eleştirmenliğini bıraktıktan sonra ettiği bir laf vardır, “Artık hiçbir Oliver Stone filminin sonuna kadar oturmak zorunda değilim!” diye. Bu duyguyu anlayabilsem de neyse ki kendimi nadiren böyle bir durumda bulmuşumdur. Sanırım baştan beri sürekli günlük ya da haftalık yayınlarda çok fazla çalışmadığımdan. Nispeten bir seçme lüksüne sahibim; en azından neyi nerede ne zaman izleyeceğim konusunda. O yüzden hâlâ çoğu zaman bir filmi izlemek benim seçimimmiş gibi hissediyorum, “mecburuz, işte, izleyeceğiz” diye değil. Bu konuda son olarak şunu söyleyebilirim: Bence asıl tehlike izlemede aşırı doz değil, yazmada aşırı doz.

  • Son zamanlarda bazı yönetmenler, filmlerine basın gösterimi düzenlemiyorlar. Sizce bunun esas sebebi ne? Ve basın gösterimleri hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce kesinlikle gerekliler mi, yoksa onlarsız da olur mu?

Günlük ve haftalık mecralarda yazan arkadaşlar için pratik bir gereklilik bu tabii, çünkü bu gösterimler olmadan film vizyona girdiğinde hakkındaki yazıyı vaktinde yazamamış oluyorsunuz. Gazetelerin sinema içerikleri genellikle filmlerin gösterime girdiği Cuma gününe denk gelir; o gün yazınızın çıkması için de önceden filmi görmüş olmanız gerek. Bu durumda filmin gösterime girdiği gün hakkında yorum yazısı yayınlamak yerine, tanıtım yazısı yayınlayabiliyorsunuz ancak belki de filmini önceden göstermeyen sinemacı da tam bunu istiyordur, bilemiyorum. Olumsuz sözlerin eşlik etmediği, nötr bir tanıtım. Bu da işlevi itibariyle temelde reklâm olmuyor mu?

  • Bir sinema eleştirmeninin ‘bir hafta’sı nasıl geçer? Merak edenler için özetleyebilir misiniz?

Açıkçası bu bir haftayı tarif etmek için ben hiç mi hiç iyi bir örnek teşkil etmiyorum, bunu aslında bir gazetede düzenli yazan, tüm ön gösterimlere giden arkadaşlara sormalısınız. Benim de öyle dönemlerim oldu ama bu aralar eleştirilerden ziyade uzun ve nispeten az sayıda, daha da önemlisi gündemle bağlantılı olması gerekmeyen inceleme yazıları yazıyorum. Vaktimin çoğu sinema sektörünün faaliyetleri arasında koşuşturmaktan ziyade okumak, izlemek ve yazmakla geçiyor. Günlük / haftalık yayınlarda çalıştığınızdaysa mecburen epey koşuşturma vardır ve epey dar bir takvimle çalışırsınız. Yine de genel olarak gösterimler, söyleşiler, basın toplantıları, festivaller ve arada bir gelen jürilikler, paneller ve seminerler, diğer yayınlara görüş, yıldız ve liste vermeler çoğu sinema yazarının hayatının demirbaşlarıdır diyebiliriz sanırım.

  • Televizyon dizilerini de takip ediyor musunuz? Ediyorsanız, hâli hazırda devam eden ya da sona ermiş yerli-yabancı diziler arasında favorileriniz neler?

Açıkçası yerli dizilerden takip ettiğim yok. Yabancılardan da bu ara pek az dizi izler oldum. Şimdilerde ilgimi çeken dizilerin başında sanırım “Bored to Death” geliyor. Jonathan Ames’in “I Pass Like Night” romanını basıldığı zamanlarda okumuştum ve epey ilgi çekici bulmuştum. Sonraları da zaman zaman aklıma gelmiştir, “Ya bir Jonathan Ames vardı, ne oldu ona?” diye ama bir şekilde hiç açıp bakmamışım. Diziyle tanışınca gördüm ki meğer o ilk roman sonrası ciddi bir tıkanıklık krizi gelmiş. Dizi, Ames’in o döneminden yola çıkarak kent nevrozu, ehli keyiflik ve tür tür sosyal eğretilikle dolu harikulade bir mizah yapıyor. Ayrıca biraz eski usül, bana Hitchcock zamanı kent dekorlarını andıran, stilize, romantik bir Brooklyn kuruyor.

Sitcom’lardan The Big Bang Theory’yi epey gülerek izliyorum, “geek” kültürüne dair klişeler ve stereotiplerden mizah üretmede hayli iyiler bence.

Bir de yeni başlayan “The Walking Dead” var, zombi istilasına uğramış bir post-apokaliptik dünyada geçiyor. Zaten çizgi romanını çok severdim Robert Kirkman “Invincible”dan beri dikkatle takip ettiğim bir yazar.

  • Edebiyat ve sinemayla yakından ilgilisiniz hatta bu alanda aktif çalışmalar yürütüyorsunuz. Peki müzikle aranız nasıl? Ne tür müzikler dinliyorsunuz? Çaldığınız bir enstrüman var mı?

kutlukhan kutlu 1İlkgençlik dönemimde (ki Walkman’in hüküm sürdüğü seksenli yıllara denk düşer), deyim yerindeyse kulaklık kulağıma yapışık halde yaşardım. O zamandan beri de müziğin günlük yaşamımda hayati bir yeri var; birkaç gün peşpeşe seyrek müzik dinlemişsem farkında olmadan içimde bir sıkıntı başgösterdiğini hissediyorum, hemen kendimi müziğe veriyorum. Gerçi faal olarak müzik dinlemediğim zamanlarda da sürekli kafamın içinde “shuffle”a bağlanmış bir tür soundtrack çalıyor diyebilirim. Buna karşın benim çaldığım bir enstrüman maalesef yok; fikri hoşuma gitse de hiçbir zaman ciddi bir şekilde öğrenmeye kalkmadım.

Envai çeşit müzik dinliyorum diyebilirim ama tabii ki bu benim müzik zevkim hakkında hiçbir şey söylemeyecektir. Galiba temelde caz benim sürekli geri döndüğüm, aradığım, yeni formlarını bulup takip ettiğim müzik, yani müzik beğenimin ana damarı. Nitekim hâlâ Coltrane, Miles, Mulligan ve Monk gibi klasik cazcıları sever ve dinlerim, ayrıca John Zorn gibi avangardlara da epey ilgim vardır. Fakat sanırım daha önemlisi, özellikle cazın bir şekilde temas ettiği başka müzik türlerini çok seviyor olmam. Soul, funk ve blues gibi bariz akrabalar dışında, mesela trip-hop hâlâ çok dinlediğim ve özlediğim bir müzik (özellikle Portishead ve Massive Attack). Bence bunun bir uzantısı olarak, belli elektronik müzik gruplarını ve yaratıcılarını da epey dinliyorum. Boards of Canada, Burial, çok sevdiğim elektronik müzisyenler. Rock ise müzik beğenimde tüm bunlardan bağımsız, apayrı bir hat oluşturuyor. Sanırım rock’ta özellikle 70’ler esintileri taşıyan grupları seviyorum. Wolfmother mesela, bana biraz eski Led Zeppelin’i hatırlatıyor ve son yıllarda sevdiğim bir rock grubu.

  • Harry Potter serisinin sondan bir önceki filmi hakkındaki düşünceleriniz neler? David Yates’in bir sıçrayıp, iki sıçrayıp, üçüncü sıçrayışta turnayı gözünden vurduğunu söyleyebilir miyiz?

Filmi izlemiş olarak cevap verebelirim şimdi bu soruya: “Ölüm Yadigârları”nı çok beğendim. Bence serinin şu ana kadarki en iyi filmi.

Bir defa öncekilerin aksine bu filmin sinemasal açıdan belirgin bir karakteri olduğunu, “bir Harry Potter uyarlaması” olmanın ötesinde bir sinemasal yapıt olarak da kendi başına izlenip takdir edilebileceğini düşünüyorum. Diğer filmlerde çoğu senarist ve sinemacı Rowling’in romanlarını perdeye taşıma işine, olan biteni, olayları taşımak şeklinde yaklaşıyordu. Halbuki benim için bir roman salt olaylardan ötedir. Harry Potter romanları da öyle. Nihayetinde de şimdiye kadarki Harry Potter filmlerinde kitaplardaki olayları, sahneleri, karakterleri bulduğumda bile filmi birarada tutan genel bir bakış açısı bulamıyordum kendi adıma. Tabiri caizse fazlaca “tercüme kokuyorlardı” (kağıttan perdeye tercümeden söz ediyorum burada). Filmlere bakınca Harry Potter kitaplarında nelerin vuku bulduğunu anlıyorduk da, bu kitapların tam olarak ne menem bir şey olduğunu anlayamıyorduk. “Ölüm Yadigârları”nın bu ilk bölümündeyse romanı ikiye bölmenin filme sinemasal açıdan çok yaradığı belli oluyor. Bana göre ilk kez nefes alan, prodüksiyon tasarımının ötesinde de karaktere sahip bir film ortaya çıkmış. Karakterlerin sadece içinde gezindiği sihir dünyasını değil, iç dünyalarını da anlatma konusunda belli bir çabaya ve bu çabayı sarf edebileceği vakte, alana sahip bir film bu.

  • Son olarak çevirmen olmak isteyen arkadaşlarımıza söylemek istediğiniz bir şeyler var mı?

Bence çeviride en önemli şey, çevirinin basılacağı dili çok iyi bilmeniz. Yani Türkçeye çeviri yapıyorsanız, diyelim ki İngilizce’den önce Türkçeyi çok iyi bilmeniz, çok iyi kullanmanız hayati önem taşıyor. Yeni çevirmenler bunu bazen atlıyor, çevirecekleri orijinalin kitapların dilini (ki genellikle İngilizce oluyor bu) iyi bilmenin yeterli olduğunu sanıyorlar. Halbuki nihayetinde üreteceğiniz eser Türkçeyse ve sizin Türkçeniz kötü, sıkıntı vericiyse, buram buram çeviri kokuyorsa, çeviriniz kelime kelime ne kadar “doğru” olursa olsun, okuru hemen yitirirsiniz.

Elbette bunun dışında da çok önemli birçok konu var: Bildiğiniz yabancı dili sürekli olarak iyi takip etmek, farklı kalıpları ve değişik kullanımları bilmek için kendinizi mümkün olan her açıdan, devamlı o dile maruz bırakmak… Çeviri üzerine kafa yormak, okuduğunuz çeviriler üzerine düşünmek… Mesela niçin bazı çeviri biçimlerinin ortaya daha etkili ya da daha akıcı, daha doğal sonuçlar çıkardığını düşünmek… Fakat bence yine de en önemlisi, insanın sürekli kendi dili üzerine çalışması.

Son derece açıklayıcı ve birbirinden değerli cevaplarınız için çok ama çok teşekkür ederiz Kutlukhan Bey. Dilleriz daha yıllarca farklı mecralarda da olsa yazılarınızı okumaya devam edecek ve yine dileriz ki yeni gelecek fantastik ya da bilimkurgu tarzı eserlerde çevirmen olarak sizin isminizi görebileceğiz…