Yada:Kalpas’ın Felaketi

“Ey mukaddes ve geniş Altayın yargı (hüküm) yeri! Durmadan kısmet veren Altay! Bizi yıpratmamak için hüküm veren Altay! Saçları ağarmış ihtiyarlarımıza istirahat yeri sağlayan Altay!.. Yer ve denizler yaratıldığı zaman ata babalarımızın takdis ettiği ve taptığı Altay!

Temiz yurdumuz yıpranıyor, az ulusumuz sıkıntı çekiyor. Ey mukaddes Altayım, biz ne yapalım! Ak sakallı atalarımın takdis ettiği ulu Altayım, geçim versen ne olur? Vücudumuz kirlenmese, gözlerimiz yaşarmasa ne olur? Bereketli sürülerimizin kut’larını yaratan mukaddes Altayım, yer-su’yum!”

Diyerek akşam duâsını bitirdiğinde âyin de tamamlanmış oldu. Genç şaman, âyini sonlandıran duâdan sonra artık iyice yorgun düşmüştü. Gün boyunca yaptığı yolculuğun verdiği bitkinlikle uyku onu aldı.

Kudretli Palmir dağının eteklerine gün değmeye başlamış ve kuşların cıvıltısı be-lirgin bir şekilde duyuluyordu. Kendisini ulu bir ağaca yaslanmış şekilde bulan şaman ayağa kalkmadan önce bir süre gün doğumunu seyretti. Önceki gün tamamlanan kurban âyininden kalan eşyalarını topladıktan sonra kansız kurbanını¹ sunduğu Palmir dağına son bir kez baktıktan sonra dağın eteklerinden aşağıdaki vadiye kadar dolana dolana inen patikaya yönelerek yola koyuldu. Şu anda yaşadığı köy bir günlük yürüyüş mesafesinde olmasına rağmen gündoğumundan beri toplanan sis ufkunu kapatıyordu.

Olgun denebilecek bir yaşta ve bilgelikte olmasına rağmen üzerinde bir şaman cübbesi değil herhangi bir kişinin giyebileceği adî elbiseyi giyiyordu. Uzun za-mandır tanrılar ve mukaddes ruhlar hakkında araştırmalar yapmış, neredeyse kendine has bir irfan kaynağına sahip olmuştu. Çocukluğundan beri yanında eğitim gördüğü ihtiyar şamanın şüphelerinin asıl sebebi de buydu işte; genç şamanın kendisi gibi bir ak kam(şaman)² olmasına engel olan şey gencin siyah gözlerinin derinliğinde yatıyordu. Öyle ki, Altaylı hiçbir ak şaman, kendisini kötü ruhlarla muhatap edecek davranışlarda bulunmaz ve onlara karşı kendisinde ilgi uyandıracak şeyler yapmazdı. Bu yüzdendir ki kara kam(şaman) dedikleri kişiler gibi cüppe giymezlerdi. Kötü ruhlar ve karanlık tanrıların rızasını istemek adına hiçbir âyin yapmaz ve onlara kanlı kurbanlar sunmazlardı. Böylece, yaptıkları ayinler kara kamlara ithâfen kansız kurbanla olur ve bu ayinler gündüzleri yapılır-dı.

“Aydınlık ruhlarmış!” diye homurdandı kendi kendine. “Aydınlık ruhlar onun olsun! Asıl korkulması gereken karanlık değil de ne? Halkı ilgilendiren tek şey karanlık tanrılardan korunmak. Hâlâ bunu anlayamıyor mu? Yine eskileri anadursun bakalım. Yo, önce bana nasihat vermeyi, bana çocuk gibi davranmayı bıraksın.”

*************

Gün, köyün üzerini mavi bir yorgan gibi örten göğün üzerinde alçalırken, köyün doğusundan gelip batısında Palmir dağına doğru kıvrıla kıvrıla giden kutsal yolun batı ucunda meraklı bir bekleyiş vardı. Herkes ellerindeki armağanlarla Kalpas’ı bekliyordu. Çünkü Yüce Palmir’e yapılan âyin herkesi ilgilendiriyordu. Çok geçmeden uzaklarda köye doğru gelmekte olan bir adam belirdi. Gelenin kim olduğunu herkes tahmin edebiliyordu çünkü batı yolu Palmir dağında bitiyordu ve son zamanlarda o yolun yolcuları sadece şamanlar oluvermişti. Kısa ama sabırsızca bir bekleyişin ardından kimileri ellerindeki armağanları havaya kaldırdı kimileri de ayinin –tanrıların da yardımıyla- sorunsuzca tamamlanması adına tanrılara şükretmekteydi. Kalpas bütün gün güneşin altında yaptığı yolculuğun verdiği sıkıntıyla kendisine sunulan armağanları gönülsüzce kabul etti ve tüm övgülerle birlikte köye, daha doğrusu âdet üzerine yaşlı şaman Baraday’ın çadırına yöneldi. Baraday, köyün en yaşlısı (ve ak şamanı olması) ve âdet olduğu halde kendisini karşılamaya gelmemişti. Çadıra yaklaşırken elindeki armağanları yanındakilerden birine emanet etti. Sıcaktan pembeleşmiş beyaz tenli yüzünü örten uzun saçlarını geriye doğru itti ve çadırın dışarısında sıralanmış kuş heykelciklerine bir bakış atarak çadırın örtüsünü aralayarak içeri girdi.

“Selamlarım efendim. Buyruğunuz üzerine…” “Tamam Kalpas” diye sözünü ke-siverdi. Baraday –her ne kadar gayet sakin bir ses tonuyla söylemeye çalıştıysa da- yaşlı şamanın bu davranışı Kalpas’ın yüzünün renginin değişmesine yetmişti. Aslına bakılırsa yaşlı şamanın yüzü hali de sağlıklı bir yüz hali değildi. Kırışık yü-zünü çevreleyen seyrek, yer yer siyaha dönüşen seyrek sakallarını sık sık ovuştu-ruyor ve gözlerini bir türlü odaklayamıyor, sürekli kaçıştırıyordu. “Palmir’de bir sorun çıktı mı?” diye sordu Baraday. Bu kadar aceleci bir soruya Kalpas’ın cevabı ise –tahmin edileceği üzere- sadece “hayır efendim” oldu. Kalpas, bir süredir a-yakta durduğundan bacaklarını hareket ettirmek için bir adım attı. Sağ tarafında asılı duran taşa gözü takıldı Baraday’ın çalışmasını izlerken. Tam hafifçe ileri eğilip taşa dokunmak istemişti ki o anda kendisi ve Baraday arasında zeminde bir karaltı oluştu. Daha ne olduğunu anlayamadan Kalpas sanki bu karaltı dipsiz bir çukurmuş ve kendisi de bu çukura düşüyormuşçasına büyük bir ürpertiyle sarsıldı. Her şey aniden olmuştu. Şimdi ise hiçbir görüntü yok, sadece karanlık ve yüreğinin inanılmaz bir şiddetle çarpılışı vardı.

*************

Tüm o sarsılmaların yavaş yavaş dinmesiyle birlikte yükselen bir başka uğultu ve geriye (belki de bedene) çekiliş hissiyle gözlerini açtı. Yarı bilinçli haliyle yaşadığı bu irkilme ona daha çok âyinler sırasında genç şamanların ekstaz halini birden terk etmeleri sonucu yaşadıkları irkilmelerden biriymiş gibi geldi. Ama etrafına bakar bakmaz gördükleri bu düşüncesini dağıtmaya yetti. Güneş yükselince biraz serinlemek için gölgesine oturduğu yaşlı ağacın etrafını şimdi 10 kadar atlı sarmıştı. Atların cinsinden bunların Moğol süvarisi olduğu az çok kestirilebiliyordu. Şimdi hepsi saldırmak için Kalpas’ın bir hareketini bekliyordu. O anda Kalpas’ın düşünebileceği tek şey başının biraz üzerinde ağacın gövdesine asılı duran torbasıydı. Daha torbaya bir hamle girişiminde bulunamadan Kalpas’ın görüş açısının dışında, atından inip ağacın gövdesinin diğer tarafından dolanarak gelen süvarinin güçlü kolları buna mani oldu. Ağacın dibinde oturmakta olan şamanın arkadan gelen süvariye karşı hiçbir şansı yoktu ancak atlıların arasından gelen emreden bir sesle süvari geri çekildi. Kendisini tam karşıdan görecek şekilde bir atlı öne çıktı. Süvarinin parlak ve tüm vücudunu örtmeyecek şekilde örülmüş zırhı kendisini diğerlerinden ayırıyordu. Ve şöyle konuştu sakin bir edayla: “Hiç şansın yok ak şaman. Bu yolun doğusu artık sana kapalıdır. İçindekiler her ne olursa olsun torbanı al ve şimdiye kadar kimseye yapmadığımızdan sana sunacağımız atı büyük bir lütuf sayacağını umarak bizimle gelmeni istiyorum. Özel bir emirle buradayım. Bu yüzden sana çok fazla alternatif sunamayacağım. Kabul ediyor musun? Yoksa seni bağlatıp öncülerin arasına katayım mı?” Başından beri sessiz kalıp olanları aklında yerli yerine oturtmaya çalışırken süvarinin bu teklifi de tıpkı diğer şeyler gibi anlamsızdı. Şamanın boş bakışları sırtına inen kuvvetli bir darbeyle kesiliverdi.

*************

Kalpas gözlerini yine bir ağacın gölgesinde açtı. Fakat ağaç, Palmir’in o güzel geniş yapraklı ağaçlarına pek benzemiyordu. “Al biraz iç bakalım” diyerek elindeki deri matarayı uzattı Kalpas’a. Halbuki Kalpas’ın onun yanında olduğundan bile haberdar olmadığını bilmiyordu. Adam matarasını geri çekti. Kalpas zonklayan başını tutarak ileride büyükçe bir çadır ve bu çadırın biraz ötesinde kamp kurmuş askerlere bir göz attı ve hemen yanında kendisine suyunu uzatmış adama döndü. “Sen kimsin? Nereden geliyorsun?” Adam şaşkın şaşkın bakarak “Dur bakalım. Burada esir olan yalnızca ben miyim? Madem soruyorsun ben de senin gibi bir şamanım. Daha doğrusu henüz sadakat yemini etmemiştim. Ama görüyorum ki sen benden yaşlısın. Buna rağmen cübbe taşımıyorsun. Sebebini sorsam seni rahatsız etmiş olmam herhalde” Kalpas’tan bir cevap gelmedi. Aksine bakışları ciddileşmişti. Kısa bir süre sessizlikten sonra sessizliği bozan Kalpas oldu: “Neden burada olduğumuzu biliyor musun?” “Belki sen söylersin diye ummuştum” diye yanıtladı adam. “Tek bildiğim Yüce Palmir’in sınır boyundaki köyü cezalandırması ve bunun üzerine Cengiz Han’ın şamanın –her ne hikmetse- bu lanetli toprakları sahiplendiği. Dağ ruhunu kızdıracak ne yaptılar bilmiyorum, bilmek de istemiyorum doğrusu. Kimileri bir Moğol şamanının Palmir’e meydan okuduğunu orada karanlığın tanrılarına ayin yaptığını söylüyor. Senin de tahmin edebileceğin üzere dağ ruhlarını kızdırmak insanın başına çok kötü şeyler getirir ve bir kere kızdılar mı kabarmış bir nehir gibi olur derler. Şimdi ise Palmir’in lanetinden zarar görmemiş köylerin şamanları burada, kara şamanın emri üzerine zorla getirtildiler. Bunları bana sormana şaşırıyorum doğrusu? Peki seni nasıl buraya getirdiler?” İleride yaklaşık 25 adım ötede 4 muhafız ayağa kalkmış birbirleriyle konuşmaktaydılar ki o esnada ikisi Kalpas’ın oturduğu tarafa doğru gelmeye başladılar. “Siz ikiniz ayağa kalkın” kısa bir süre aralarında bir şeyler konuştuktan sonra biri diğerine “uzun boylu olanı istiyor” diyerek Kalpas’ı işaret etti. Kalpas yol boyunca yanında nasıl getirdiğini bile bilmediği torbasına doğru eğilmişti ki muhafızlar buna izin vermediler. “Seni seçtiler besbelli” yüzünde muzur bir gülümsemeyle Kalpas’a baktı genç şaman. Böylece Çadır’a doğru yola koyuldular. Mesafe çok uzak değildi ama oraya ulaşmak için askerlerin kampının içinden geçsek gerekiyordu. “Hiç değilse olanlardan haberdar olurum” diye muhafızlar kendisini götürmek istediklerinde zorluk çıkarmamıştı ama şimdi buna pişman olmanın zamanı gelmişti. Bütün askerler yağmadan elde ettikleri malları birbirlerine gösteriyor, işe yaramayan mallar olursa bunları yerlere atıp umursamazca üzerine basıp gediyorlardı. Bütün bu çirkinlikler dayanılacak gibi değildi.

Sonunda kampı geçip Çadır’ın girişine vardıklarında Kalpas’ı ve muhafızları cüppeli bir adam karşıladı. Elinde tuttuğu özenle katlanmış kenarları kutsal isimlerle süslenmiş bir cüppeyi açarak Kalpas’a yakınlaştırdı. Yüksek sesle “İşte” dedi şaman, “Palmirli Kalpas’a son bir fırsat. Acaba kendisi ulu şamanımız Kökçe’nin huzurunda diz çökecek mi? Ulu efendimizin de ilgilerine mahzar olmuş bu genç şaman tarikatımıza katılacak mı?” Kısa bir sessizlikten sonra havaya kaldırdığı cüppeyi tekrar katladı ve ağır adımlarla Çadır’a yöneldi. Kalpas şaşkınlığını gizleyemiyordu. “Ününü duymuştum ama ellerinin bu kadar uzun olduğunu bilmiyordum. Benimle ne işi olabilir ki?” diye kendi kendine soruyordu, bir yandan da cebini yokluyordu ki ayinler sırasında kullandığı küçük bıçağı eline geldi. Kendisini buraya getiren muhafızların yanı sıra Çadır’ın girişindeki muhafızları da hesaba dahil edince çaresiz o da önünde yürümekte olan adamı takibe koyuldu.

Gayet özenle sıralanmış meşaleler ve bu meşalelerin aydınlattığı bir dizi kartal ve geyik figürlerinin oluşturduğu küçük koridorun sonunda yerden bir miktar yüksekte tahtında oturan şamana doğru yaklaştılar. Elindeki cüppeyle ağır ağır yürüyen şaman yürümeyi kesti ve omzunun üzerinden Kalpas’a bir bakış fırlattı. Sonra birkaç adım ilerleyip tahtında oturmuş elçisinin elinde tuttuklarını inceleyen ve bir yandan da Kalpas’ı süzen gözler netleşince durup konuşmaya başladı: “Kudretli Cengiz Han’ımıza selam olsun! Ulu şamanımızın ve kudretlimizin de beğeneceğini umduğumuz bir hediye ile çıkıyoruz karşınıza” dedi ve bir elinde tutuğu cüppeye ilaveten boşta kalan diğer eliyle koynundan pürüzsüz, oval bir taş çıkardı ve göğüs hizasına kadar havaya kaldırdı. Taş ışıkta soluk bir ışıltıyla parlamaktaydı. Bunun üzerine tahtında oturan kara şaman belini dikleştirerek iyice arkasına yaslandı ve bu güzel taşı izlemeye koyuldu.

“Bu kutsal taş ki Altaylar buna Yada taşı derler, kullanıldığı vakit havada muazzam fırtınaların oluşturabilir, yaz ayında bile kar yağdırabilirmiş”. Şamanın Kökçe’ye hitap edişini dinleyen Kalpas bu son cümlelerle birden irkiliverdi. Yaptığı tüm ahmaklıklar sanki bir büyüden uyandırılmış gibi tek tek aklında şekillenmeye başladı. Ruhu öfkeyle doldu. Tereddüt içinde öne doğru sendeleyince kara şaman Kökçe’ye hitap etmekte olan şaman bile konuşmasında duraksadı ve bir an için omzunun üzerinden Kalpas’a bir bakış fırlattı. Bunun üzerine şamanın konuşmalarını dikkatle dinlemekte olan Kökçe’nin yüzünde bir gülümseme belirdi ve dedi ki: “Belki Kalpas bize bu konuda yardımcı olabilir. Biz de belki daha sonra kendisinin tarikatımıza kabulü hakkında konuşabiliriz.

Öfke tüm vücuduna hakim olmuştu Altaylı genç şamanın. Tahtında oturmuş kendisine bir şeyler söyleyen kara şaman daha sözlerini bitirmemişti ki tiz bir çığlıkla öne atılarak cebinde oynamakta olduğu küçük bıçağını çıkarıp şamanın tam ensesinden içeriye soktu. Bir elinde cüppe diğer elinde de kutsal taşı tutmakta olan şaman kendisini vuranı ancak yere yığıldığında belli belirsiz görebildi. Başı hafif geriye dönük olarak ve gözleri de aralı olarak cansız bedeni yerde kanlar içerisinde Kalpas’a bakıyordu. Tam bu anda meşale ışıklarının ulaşamadığı gölgelerde kendilerini izlemekte olanlar büyük bir şaşkınlık içerisindeydiler ki ortamı dolduran bir kahkaha geldi Kökçe’den. Kalpas elinde bıçağıyla yerde yatmakta olan şamana bakarken, şamanın elinde sımsıkı tuttuğu Yada taşı elinden kurtuldu ve tıngırtılarla tahtın önüne, Kökçe’nin ayaklarının dibine yuvarlandı. Derken, yerde yatan ceset birden alev alıverdi. Alevler ölü bedenin her yerinden yükseliyordu. Kara şaman tüm bunları şaşılır derecede sükunet içerisinde izliyordu ve maiyetindekiler de bu Moğol’un en kudretli şamanının emri olmadan işlere karışıp karışmamanın tereddütü içerisindeydiler. Çünkü Kökçe, rekabetten hoşlanırdı ve bu rekabetin emrindeki adamların birbirlerini öldürmelerine sebep olsa bile müdahale etmezdi. Ama bu seferki bir yabancıydı. Ceset, daha Kalpas elindeki küçük bıçağıyla etrafına bir göz gezdirip kendisine ilk saldırının nereden geleceğini kestirmeye çalışırken kararıp küle dönüştü.

Bunun üzerine kara şaman Kökçe tahtından doğruldu ve elini kaldırıp bir şeyler söyleyecekken Çadır’ın girişinden tahtın olduğu yere kadar büyük bir uğultuyla gelen rüzgar meşalelerin bir çoğunu söndürdü. Şaşırtıcı bir şekilde tahtın önünde kadar ulaşan yel yatmakta olan cesedin küllerini döne döne yükseltti ve oluşan bu küçük hortum, Kalpas bir elini gözüne siper etmiş küllerden korunmaya çalışırken bedenin sardı. O anda acı bir çığlık yükseldi Çadır’dan dışarı ta muhafızların bekleştiği yere kadar. Kökçe bu sefer iki elini birden kaldırıp öfke içinde efsunlar yağdırıyordu. Ama faydasızdı. Kalpas tam da dengi olmayan birine çatmıştı ve öldürülen şamanın son bir çabayla –belki de ölümün getirdiği canhavliyle- içinden okumuş olduğu efsunlara karşı koyamadı. Küller Kalpas’ın bedenini bir yandan sarıp bir yandan da dehşetli bir biçimde yakmaya başladı. Kalpas acı içinde ve şuursuz bir biçimde kendini oradan oraya atıyordu ta ki derisi tıpkı giysileri gibi yanıp geriye kararmış bir kuru kafa ve kemik yığını bırakana kadar.

“Ahmak!” diyerek hiddetlendi kara şaman. “Acemi ahmak! Ele geçirdiğin taşın ihtişamı seni ele geçirmeseydi ölümün o Altaylının elinden olmayacaktı. Fakat şimdi lanetinde onu da zehirlemiş oldun. Ama onunla işim bitmedi anlıyor musun? Onunla işim bitmedi!” Sonra ağır adımlarla tahtından indi ve yerde yatmakta olan kara şeklin tek belirgin yanı olan kararmış kafatasını gözleriyle inceledi. Bir zamanlar uzun saçlarının araladığı siyah gözlerinin yerinde şimdi daha koyu iki büyük delik durmaktaydı…

1-Altay kavimlerinde ak kamlar ayinler sırasında hayvanları kurban etmezler. Bunların yerine kendilerince mübarek saydıkları materyalleri (buğday, darı, şarap vs) saçı etmeleri ya da ruhlara bağışlanmak üzere salıverilen hayvanlar vardır.
2-Aydınlık dünyasına tanrılarına hizmet eder, ayinlerini Ülgen’e yaparlar. Kara kamlar gibi insanları kötülükten korumak adına güçlü ayinler yapıp Erlik’e kanlı kurbanlar sunmazlar.

Yazarın Notu: Öyküde yer alan dualar “Tarihte ve Bugün Şamanizm” isimli kitaptan(TTK yayınları) alınmıştır. Bir takım tarihsel gerçeklerden yola çıkılarak çeşitli öğeler eklendiyse de bunlar tamamen kurgudan ibarettir.


Mustafa “Thalion Hurin” AVCI

(Bu yazı lostlibrary.org sitesinden, yayıncısının izni alınarak yayınlanmıştır)