Hızır'ın Çırağı
Dikitlerden birinden bir damla su, yerdeki birikintiye düştü. Yukarıdan düşen damlanın aşağıdaki birikintiyle buluşma sevincini yansıtan ses mağara boyunca yankılandı. Ifellia uyuyordu.
Bir damla daha yankılandı duvarlarda. Bir kehaber, diğerlerinden ayrıldı. Her biri ışık saçıyordu. Dört farklı renktelerdi. Topluluktan ayrılan yeşil renkteydi, Ifellia'ya doğru yaklaştı. Önce ayak ucunda sessizce uçtu, uçarken parıltılı toz taneleri saçıyordu fakat bu parçacıklar kehaberin bir karış aşağısına düşmeden zayıflayarak kayboluyordu. Kızın ayak ucunda durdu, bir sağa bir sola uçuştu, sanki bir şeye karar veriyormuş gibiydi. Sonra ayak uçlarından, kızın kafasına doğru uçmaya başladı. Uçarken kızın giydiği
kahverengi keten benzeri fakat keten olmayan kumaşın kokusunu duydu. Kağıt, ya da yeni basılmış bir kitabın kokusu gibiydi bu koku. Mağaraya girerken pantolonu çok fazla aşınmış ve sırrı henüz çözülememiş taşların kokusu sinmişti. En sonunda kızın kafasının, dalgalı saçlarını görebileceği bir açıda durana kadar uçtu.
Ifellia yavaş yavaş gözlerini açtı, ilk gördüğü şey sadece bulanık, yeşil bir ışık kütlesiydi. Sonra o ilk uyanmışlık anı geçti ve kendisine yarım kulaçtan daha yakında uçuşan kehaberi gördü.
Bir damla su birikintiye kavuştu.
Ifellia hiç korkmadı, hissettiği tek şey huzurdu. Gülümsedi, "Anlatacak mısın?" kehaber ufak bir ateş kıvılcımı çıkarttı. Çatırdayan dal parçalarının sesine çok benzeyen bir ses duyuldu. Bir damla daha birikintiye kavuştu. Kehaber bir an, ufak bir an havada hiçbir şey yapmadan süzüldü.Sonra Ifellia'ya yaklaştı, yaklaştı ve yaklaştı. Ta ki kanatlarını çırparken çıkarttığı hafif esintiyi kız yüzünde hissedene kadar. Kehaberin kanatlarından yayılan tozlar Ifellia'nın gözlerine düştü. Kızın gözlerine düşen her zerre orada parıldamaya devam etti ve ejdercik, Çift Kılıçlar'ın hikayesini, bildiği en harika yoldan anlatmaya başladı. Tozlar Ifellia'nın gözlerinde birikince, hikaye aklında canlanmaya başladı.
*** *** ***
Grikunduz, Lisef'in gözlerine bakmaya devam ederken "Tikk-e Yilci." dedi. Lisef anlam veremediği bu kelimeye 'hı?' deyip şaşkın şaşkın bakacaktı ki, Grikunduz elini omzunun üstüne götürüp avucunu yukarıya açtı. Yukarıda dolanan kitaplardan birisi şimşek hızıyla başının bir karış yukarısına kadar geldi, oraya gelince durdu ve süzülerek Grikunduz'un avucuna kondu. Lisef etkilenmişti.
Tam ortasında kehribar kakılı olan bir kitaptı bu. Kitap masaya koyuldu. Grikunduz eğilip, kehribara hafifçe üfledi ve taş sarı bir renkle parıldadıktan sonra kitabın kapağı eski bir tapınağın sırlarını koruyan kapısı gibi sükunetle açıldı.
"Bu nedir?"
"Anlatıcı kitap. Bir elin parmaklarından daha az nüshası var, şanslıyız ki bu civarın en gözde kütüphanesinde bulunuyorsun."
Kitabın sayfaları önce hafif hafif, sonra daha büyük bir güçle parıldamaya başladı. Sonra bu parıltı daha da arttı bütün odayı içine alacak kadar çoğaldı ardından ışık o kadar parlaklaştı ki Lisef bir an sadece yoğun, sarı bir rengin beynini patlatırcasına gözlerinden içeri girdiğini hissetti. Sonra nesneler, görüntüler şekillenmeye başlandı ve kendilerini Çift Kılıçlar hikayesinin içinde buldular.
*** *** *** **
Çifte Kılıçlar Hikayesi
Bir bilinmez zaman rüzgarı baharın ilk gününün kokusuyla birlikte esti. Toprak, sırlarını yemyeşil ortaya çıkardı. Toprak sır saklayamaz. Güneş en tatli haliyle ışıldarken unutulan efsaneler hayal dalgalarında belirdi. Güneş hayallice ışıldar.
İnsanoğlu biraz Habil biraz Kabil'di. Hileler ve cinayetler, ihanetler ve masumiyete en yakın olanların ölümüyle sonuçlanan çıkar savaşları, arzular... Arzulara yenilirken en büyük zaafı insanoğlunun, isteğinde haklı olduğunu düşünmesiydi.
Yenilgiyi kabul etmek değildi arzuların kazanmasını sağlayan. Savaşın varlığını, ufak da olsa bir mücadelenin gerekliliğini reddetmesiydi insanoğlunun. İstediği şeyin kendine vereceği zararı unutup, yarar görebileceği yalanıyla koşmasıydı günaha. Kimse kendi vicdanında yumuşatmadan işlemez günahı.
*** *** *** *** *** **
Sarum'un yetimi, bir demirciye yakışan kaslı kolları, is kül ve sıcaktan kararmış suratı ve boynunda, çocukluğundan beri taşıdığı madalyonuyla kapıda belirdi. Otuzlu yaşlarına ulaşmasına rağmen herkes onu Sarum'un yetimi olarak bilirdi. Demirci Sarum, yetim çocuk Davut'u yanına çırak olarak almıştı. Davut bazen şehrin yakınındaki sıcak suyun fokurdayarak çıktığı yerlere gider, yalnız başınayken suya girer, sıcak suda rahatlamaya çalışır ve düşünürdü.
Şimdi de daha önce keyif çatarken aklına gelen bir fikri gerçekleştirmeye gidiyordu. Sabah kargalar yeni uyanmış, alacakaranlık yerini aydınlığa bırakmışken, demirci dükkanının tahta kapılarını açtı. İçeriye girdiğinde üç adım ilerleyip sağdaki üzeri örtülü 'şeyin' üzerindeki çarşafı çekti. Karanlıkta parıldayan bir cevher bulmuştu, sıcak su kaynaklarının birinin dibinde. Ustası cevheri gördüğünde "Dünya'nın merkezinden kopmuş gibi duruyor evlat." demişti. Gerçekten de öyleydi fakat Sarum'un yetimi onun nerden geldiğiyle değil, neye dönüşeceğiyle ilgileniyordu.Ocağı yaktı, cevheri eritip kalıba döktü, bu güne kadar öğrendiği her şeyi ortaya döktü.
Ülkenin bu tarafında, krallar bir demirciye ödül vereceği zaman kılıç kabzası verirlerdi. Davut'un ustası her savaştan önce gösterdiği gayret sayesinde bunlardan bir sürü kazanmıştı! Bunları duvara asmışlardı ve yaptıkları özel kılıçlar için kullanıyorlardı. Aralarından birine, kralın baş büyücüsünün nesneleri hafifletmeye yarayan büyüler okuduğu kırmızı bir mücevher kakılmıştı, en özel parça buydu. Tabii mücevherle ilgili bilmediği bir şey vardı. Asla bilemezdi, asla öyle sonuçlansın istemezdi... Gerçi hiçbir zaman da nasıl sonuçlanacağını bilmedi, Davut sadece hayatının en harika kılıcını yaptı. Kılıcın üstüne kendisinin 'havalı' bulduğu, o an aklına esen ya da kim bilir, rüzgar tarafından fısıldanan şu sözcükleri yazdı.
"GECEDEN KARANLIĞI ÇALDIM."
Gece boyunca yeşil yeşil parıldayan kılıçla çalıştı, kılıcı farklı yüzeylerde denedi fakat kayaya bile vursa kılıçta çizik dahi oluşmuyordu. Kılıç mükemmel dengeli, tahta bir sopa kadar hafif, fakat fil kadar güçlüydü. Üzerinde denediği kaya ikiye ayrılınca Davut şaşkınlıkla ağzını açtı, eğilip kayaya dokundu fakat ani bir acıyla elini geri çekti. Tam olarak anlayamamıştı ama, kılıç bir şekilde bir nesneye saldırıldığını anlayıp büyülü bir şekilde ısıyla kesmişti. Kılıca dokundu, gece ayazında dışarıda bırakılmış demir kadar soğuktu.
Ertesi gün kralın adamları geldi, Davut'u ve Sarum'u götürmeden önce "Yanınıza, kralımıza hediye etmek üzere en güzel kılıçlarınızı alın." denildi.Davut suratında kocaman aptal bir gülüşle gidip yeni yaptığı kılıcı aldı, Sarum ise herhangi güzel bir kılıcı.
Kılıç Kral Alp'e sunuldu, özellikleri tanıtıldı. Kral kılıcı o kadar beğendi ki beline taktı, yanından ayırmamaya başladı. Kılıç bir çok kere hayatını kurtardı, bir çok krala karşı eşi bulunmaz bir hazine olarak gösterilip hava atıldı. Fakat kılıcın güzelliği kralın yaşlanıp ölmesini engelleyemedi.
Kral ölünce en büyük oğlu tahtı ve kılıcı aldı. Kılıç artık taht, taç gibi, kralın kral olduğunun anlaşılmasını sağlayan etkenlerden biriydi. Fakat en önemli etken kralın kanı ve Gök Tanrı'nın ona bahşettiği hükmetme hakkıydı.
Yeni Kral Kubay kılıcı her gece hizmetkarlarına verirdi ve hizmetkarlar her sabah kılıcı kuşanmasına yardım ederlerdi. Artık kılıç, politika, diplomasi, ticari tavizler gibi saçmalıklar yüzünden kınından fazla çıkmaz olmuştu. Kılıcın ününü bütün ülke, hatta bütün doğu ülkeleri duymuştu.
Bir gün komşu ülkelerden Çianya'nın kralı, Tianzi, bir muhafızından o kılıcı getirmesini istedi. Muhafız, ülkenin baş kentinin sokaklarında gezerken hırsızlık, yan kesicilikle geçinen tayfadan çok yetenekli birini buldu ve göreve kendisinin yerine onun gitmesini istedi.
Karşılığında ömrü boyunca rahat bir yaşam süreceğini duyan hırsız Ziong kabul etti. Saray atlarından siyah bir at aldı ve Muan Krallığı'na doğru yola çıktı. Krallığın baş kentinde sarayı bulması zor olmadı. Günah mı işliyordu, karanlık bir planın parçası mıydı yoksa sadece büyük bir tehlikeye atılan küçük bir hırsız mıydı bilmiyordu. Hatta bunları düşünmüyordu bile. Tek düşündüğü şey geri döndüğünde alacağı altınlar, okşayacağı kadınlar, kafasını koyacağı kuş tüyü yastıklar, giyeceği ipeklerdi.
Açık bir pencereden içeri girdi, talih ondan yanaydı, ortalık bomboştu. Hizmetkarın odası korunmuyordu. Duvardaki kılıcı gördü, gidip asılı olduğu çivinden ipi kaldırdı, kılıcı eline aldığı anda içini dehşet ve korku saldı. Koşarak açık duran pencereden atladı.
Üç hafta sonra kılıcı muhafıza teslim edene kadar endişe ve korkudan kurtulamadı. Alnında biriken soğuk terler geceleri onu yeşil alevlerde yandığını gördüğü kabuslara sürükledi. Muhafız kılıcı alıp bir kese altın uzatmak üzereydi ki Ziong arkasını dönüp koşarak uzaklaştı. Lanetlendiğine inanıyordu.

Ertesi gün Kral Tianzi yeni klıcını kuşanmış bir şekilde tahtına oturduğu sıralarda, Kral Kubay kılıca sahip çıkamadığı gerekçesiyle hizmetkarını zindana attırmakla meşguldü. Kılıcı neredeydi? Nasıl arayacaktı? Diğer ülkenin krallarından biri mi almıştı? Eğer öyleyse bu bir savaş sebebiydi. Bunları düşündüğü sırada büyücüsü gelip kulaklarına sinsice fısıldadı. Bir önceki kralın gençliğinden beri kraliyet baş büyücüsü aynı kişiydi. Kral yaşlanmış, hastalanmış, zamana yenik düşüp taht, taç ve kılıcı oğluna bırakmıştı fakat büyücüde hiçbir yaşlanma belirtisi yoktu. Sadece, gözleri birer balığınki gibi irileşmiş ve sürekli etrafı kolaçan eder olmuştu.
"Kralım..." dedi. "İsterseniz kılıcın bir yenisini yaptırabiliriz! Üstelik büyülerle güçlendirdiğimiz zaman bir öncekinden çok daha etkili bir kılıcınız olur ve eskisini çalan kişiye haddini bildirirken, dostlarınız ve düşmanlarınız Kral Kubay'ın ve Muan Krallığı'nın bir kılıcı kaybetmekle güçsüz kalmayacaklarını, aksine daha da güçleneceklerini görsünler!"
Kral kabul etti. Bu seferki kılıcı gökyüzünden düşen ve düştüğü yere üç adam boyunda bir çukur açan bambaşka bir elementten yaptılar. Kabzasını ise Başbüyücü'nün özel olarak tılsımladığı mavi bir mücevher süslüyordu. Kılıcın üzerine ise büyücünün emriyle
"GÜNDÜZDEN AYDINLIĞI ÇALDIM." yazıldı.
Kılıcın yapıldığı taş hakkında halk arasında bir sürü efsane dolaşıyordu. Söylentilerin uydurma olduğunu söyleyenler olsa da; gerçekten var olmayan hiçbir şey efsaneye dönüşemez.
İki hafta sonra Kral Kubay yeni kılıcını kuşanırken bir baharat tüccarı saraya geldi. Kral'ın eski, geceleri yemyeşil parıldayan efsanevi kılıcını Çianya Kralı Tianzi'nin belinde gördüğünü söyledi. Üstelik tüccarın dediğine göre Tianzi:
"Kılıç benimse tahta da ortağım demektir. Bunu bütün Doğu Krallıkları bilir!" diyerek böbürleniyordu.
Kral hiddetle bağırdı, öyle sinirlendi ki bir muhafız göndermek yerine bizzat gidip emirleri kendisi verdi. Muan Krallığı savaş hazırlıklarına başlarken, taht salonundaki tüccar yeşil bir buhara dönüşüp kayboldu.
Savaş başlamak üzereydi.

*** *** *** ***
Güneş batarken Hunyean vadisinde iki ordu karşı karşıya geldi. Aptal bir kılıç ve soyluların kavgaları yüzünden ölmek üzere olan binlerce insan karşı karşıya nedensiz bir nefretle birbirilerine bakıyorlardı. İki tarafın da zırhları deridendi, iki tarafın da silahları uzun, iki elle kullanılan kılıçlar ya da hafif mızraklardı. İki tarafın büyücüleri de patlayan, ateşler saçan bir sürü bombayı yanlarında getirmişlerdi.
Hava karardıkça Tianzi'nin kuşandığı çalıntı kılıç parlaklaşmaya başlıyordu. Kubay'ın kılıcı ise en az gece kadar karanlık görünüyordu. Çelik ya da demir gibi parlak değildi, kömür kadar kara bir kılıçtı.
Krallar, yanlarında ülkelerinin önde gelenleriyle birlikte ortada buluştular. Savaştan önce birbirilerine karşı güç gösterisi yapmak ya da teslim olmaları karşılığında canlarına zarar gelmeyeceği konusunda zırvalıkları konuşacaklardı. Kim haftalarca yürüdükten sonra savaşmadan teslim olurdu ki? Kubay, sinirli bir şekilde atını sürerken Tianzi ise gayet sakin görünüyordu. Atlar, arada yirmi adım mesafe kalana kadar ilerleyip durdu. Bir an savaş alanında sadece atların kişnemesi ve metallerin sürtüşme sesi duyuldu. Sonra Tianzi kimsenin beklemediği bir teklifte bulundu. Çaldığı kılıcın gücünü bir çok kere test etmişti ve ona çok güveniyordu.
"Teke tek dövüşmeyi teklif ediyorum. Kralların savaşı, insanların canının yanmasına gerek yok."
Aslında insanlarının canını pek önemsiyor değildi, fakat çalıntı kılıcıyla Kubay'ı öldüreceğine öyle çok inanıyordu ki, hiç asker kaybetmeden Muan Krallığı'nı ele geçirmek gibi bir hayale kapılmıştı.
Kubay ise büyücüsünün sözlerine güveniyordu. Bu kılıç da en az diğeri kadar hafifletilmişti, üstelik bunun da büyülü güçleri vardı ve ordusu zayiat vermeden bu savaşı kazanabilirse kolaylıkla Çianya Krallığı'nı ele geçirebilirdi. Hem, reddedip korkak sayılmak da istemiyordu. Doğrusu kendi bileğine, ordusuna güvendiğinden daha çok güveniyordu. Bu Hırsız Kral'ı kendi elleriyle cezalandırmalıydı.
"Kabul ediyorum." dedi Kubay.
Aynı anda atlarrından indiler, yanlarındakileri gönderdiler. Ordular haberi alınca büyük bir gürültü başladı, iki taraftan da kendini kahraman zanneden barbarlar bağırıp çağırıyorlardı.
"Ne yapıyorsunuz ha?"
"Burada dikilip izlemeye gelmedim ben!"
"Kan akacak, şan şöhret kazanılacak diye geldim!"
Krallar, orduları sakinleştirdi. Pelerinlerini çıkarıp, kılıçlarını kuşandı. İkisi de kalkan kullanmıyordu, ikisi de kılıçlarının marifetlerine güveniyorlardı. Alınlarından soğuk terler akarken birbirilerinden yirmi adım uzaklaştılar. Ordularını coşkulandırıp, kendilerine cesaret vermelerini sağladıktan sonra birbirilerine doğru koşmaya başladılar. Tianzi iki eliyle havaya kaldırdığı kılıcını bütün gücüyle indirirken, Kubay da kılıcıyla kendini korumak için Yeşil Kılıç'a vurdu.
Sonra iki kılıç birbirine kenetlendi. Birisi yemyeşil parlarken diğeri karanlık sislerle kaplanmaya başladı. Bir kaç saniye süren bu olay boyunca iki kral da bütün gücüyle karşıdakini yitmeye çalıştı. Kabzalardaki kırmızı ve mavi mücevherler şimşek gibi parıldamaya başladı ve tüm kasları gerilmiş halde ikisi de kırmızı gözlerle birbirilerine bakarken aniden yeşil bir yıldırırım kralların üstüne düştü ve iki kral da ortadan kayboldu, kılıçlarsa yere dimdik saplanıp kaldılar.
Kralsız kalan iki ülkenin orduları daha ne olduğunu bile anlayamamıştı ki, iki kılıç arasında kılıçların üstünde oluşan sihirli bir girdap orduları içine çekmeye başladı. Kaçmaya çalışanlar ilk önce girdaba girip kayboldular, olduğu yerde kılıcını ya da mızrağını yere saplayarak duranlar bir kaç saniye bile dayanamadılar. Girdap yeşil, kırmızı, mavi ve siyah renklerden oluşan spiral dehşetiyle iki orduyu da yuttu. Geriye sadece bir avuç insan kaldığında kaçmanın ya da direnmenin anlamsızlığını fark etmişlerdi. Kılıçlarıyla birlikte spirale doğru koştular, hangilerinin hangi ordudan olduğunu bilmiyorlardı, sadece zorunlu müttefiktiler.
Güya yerde saplı duran sihirli kılıçlara, ya da insanların daha sonraları efsanelerde anlatacağı adıyla, Çifte Kılıçlar'a saldıracaklardı ama bu girişim de faydasız oldu. Havadan çok toprağın solunmaya başlandığı şiddetli rüzgarda onlar da havalanıp spiral dehşette kayboldular. Gecenin karanlığında, savaş alanında sadece sağa sola fırlamış sahipsiz kalkan ve kılıçlar, her yana dağılmış toz, ortadaki girdap ve girdaptan etkilenmeyen tek kişi, dalgalanan yeşil cübbesiyle, Maun Krallığı'nın başbüyücüsü duruyordu.