FİRAR (I)Medrese kapısının önüne yığılmış muhafızlar, içeri girmek için beyhude bir çabaya girişmişlerdi. Altı güçlü kuvvetli adam, kapıya yükleniyor fakat kımıldatmayı başaramıyorlardı. Amirleri olan Safvan bin Abdullah yardımcısıyla konuşurken hayli sinirli gözüküyordu.
“Medine'tüz-Zehra’nın göbeğinde, güpegündüz böyle bir hadise cereyan etsin... Olacak iş değil. Bundan böyle nöbetçileri daha sık değiştireceğiz Ubeyd.” Ubeyd’in başını onaylamak için öne eğmesine aldırmadan kapıya yüklenmekte askerlere döndü. “Hala açamadınız mı beceriksiz herifler! Çabuk koçbaşı getirin!”
“Efendim, kapının ardında sürgü gözükmüyor!” kapıya yüklenmekte olan muhafızlardan biri, iki kanadın birleştiği yerdeki, serçe parmağının zorla girebileceği boşluktan bakarak söylemişti bunları.
“Öyleyse!? Sihir var bu işin içinde! Nasıl bir işin içine düştük? Koşun, imamı çağırın!” Muhafızların amiri emri verince hemen iki muhafız koşarak uzaklaştı.
İmam gelip kapıdaki mührü kırdığında 20 kadar muhafız içeri doluştu. Dört tanesi yeni açılan kapının önünde kimsenin kaçmaması için bırakıldı. Geri kalanlar, ilk katı aramaya koyuldu. Bu katta bulabildikleri ancak hasta odalarından birinde yatağa yatırılmış hareketsiz bir beden ve aynı yatağın hemen yanında, elleri ayakları sıkıca bağlanmış, ağzına da bir çaput sıkıştırılmış, üzerinde yeni mezun hekim cübbesi olan bir berberiydi. Amirin emriyle berberinin ağzındaki çaputu çıkardıklarında herif sanki yıllardır konuşmaya hasret kalmış gibi konuşmaya başlamıştı.
“Aman efendim, çabuk! Elinizi çabuk tutmazsanız kaçıracaksınız haydutları!” kendisine yönelen şaşkın bakışlar arasında, hızlı nefes alıp verişlerle devam ediyordu konuşmasına. “Tabi. Siz benim kim olduğumu bilmezsiniz. Efendim ben yeni mezun hekimlerden, Talib bin Mustafa. Yeni mezun diyorum lakin henüz icazetimi bile alabilmiş değilim o haydutlar yüzünden. Bugün burayı basıp ben hariç herkesi aşağıdaki bodrumlara kapattılar. Beni kapatmama sebepleri ise kendilerinin güvenlerini kazanmak üzere yardım sözü vermemdir. Aslında kazandığımı da düşünüyordum fakat sizin geldiğinizi duyunca beni buraya bağlayıp, hasta arkadaşlarını da geride bırakarak üst kata kaçtılar. Öyle de sıkı bağladılar ki melunlar! Bileklerim yara bere içinde... Tabi, kendi dostlarına acımayıp geride bırakan kafirler, bu zavallı berberiye ne diye acıyacaklarmış?” Hekim’in aralıksız konuşması herşeyi açıklıyor idiyse de susmaması Safvan’ı çileden çıkarıyordu.
“Sus be adam! Ne meraklıymışsın konuşmaya. Sorularıma cevap ver sadece. Kaç kişiydiler ve ne taraftan kaçtılar?” diye sabırsızca sordu.
“Ah efendim. Tabi, siz de haklısınız fakat beni de mazur görün. Korkunç haydutlarla saatlerdir baş başayım. Haydutlar beş kişiydiler. Başlarında Begüm dedikleri bir hatun kişi var. Bir tanesinin kuzey barbarlarından olduğunu öğrenebildim. Diğerlerinden emin olmamakla birlikte Arap olduğunu sandığım tehlikeli bir büyücü, bir hristiyan ve bir de müslüman gezgin daha var. Sizin gelişinizden korkup dışarıya çıkamadıklarından üst kata koşturdular. Hepsi de silahlı ve de tehlikelidir efendim. Bir de benim görmediğim Abbas diye bir yardımcılarından bahsettiler. Dikkatli olunuz.” Nihayet berberinin konuşması bittiğinde aldığı cevaplardan tatmin olan Amir derhal adamlarına dönüp emirler yağdırmaya başladı.
“Siz ikiniz burada kalın! Bu yatan herif onlar için önemli olabilir. Eğer canlıysa hekimle birlikte başında durun uyandığında sorgularız. Ubeyd, üç kişiyle derhal aşağı inip tutsakların güvenliğinden emin ol! Geri kalanlar benimle yukarıya geliyor. İmam efendi sizi de yoracağız kusurumuza bakmayın.”
Aldıkları emirlerle harekete geçen muhafızlar odadan dışarı fırladılar. Ubeyd, adamlarıyla bodrum merdivenlerine doğru hareketlendi. Safvan da kendisi önde olduğu halde adamlarıyla birlikte yukarı doğru merdivenlerin basamaklarını yavaşça çıkıyordu. Hepsinin ellerinde olası bir ok saldırısından korunmak için ahşap kalkanları ve mızrakları vardı. Henüz üst kata ulaşmamışlardı ki başlarının hemen üstüne saplanan bir okla hepsi oldukları yere çakılıp kaldı. Ok taş duvara saplandığı yerde yanıyor ve alevler yavaş yavaş aşağıya akıyordu. Amir adamlarına kalkanlarının ardında savunma pozisyonu aldırırken okun geldiği yönden bir ses yükseldi:
“Sakın yaklaşmayın! Eğer bir tanenizin dahi kafasını bu katta görürsem beynini delerim!” Tehdidin sahibi bir erkekti.
“Halife efendimizin şehrinde haydutluk yapıp bir de buradan elinizi kolunuzu sallaya sallaya çıkabileceğinizi mi sanıyorsunuz? Sayınız az. Bütün çıkışları tuttuk. Buradan kurtulamazsınız. Teslim olun.” Safvan’ın kendinden emin sesine cevap gecikmedi:
“Bizim halifemiz Bağdat’tadır. Tek ve doğru halife O’dur. Ne sizin sahte halifenize ne de onun şehrine saygı duyacak değiliz. Biz buraya bütün münafıklara layık oldukları hazin sonu yaşatmak için geldik. Allahu-ekber!” bu tehditkar, nefret dolu sözleri Safvan’ı kışkırtmayı başarmıştı.
“Öyleyse bize başka seçenek bırakmıyorsunuz! Adamlarımla oraya gelip hepinizi gebertmek farz oldu!” Safvan, henüz cümlesinin yarısında yukarı doğru hareketlenmişti zaten. Fakat karşılık hemen geldi.
“Elimizde oldukça ölümcül silahlar mevcuttur. Buradan sağ çıkmaya gelmedik! Biz Zehra’nın altını üstüne getirmeye geldik!” Sözleri hemen bir ok atışı daha takip etti. Bu sefer diğerinden daha yakına isabet etmiş olan ok, Safvan ve adamlarının geri adım atmasına sebep oldu.
“Ne demek istiyorsunuz? Bütün şehri beş kişiyle mi alt üst edeceksiniz. Elinizde nasıl bir silah var?” Safvan yanan oklardan etkilenmişti. Duvarda hala sönmeden durabilmeleri hiç karşılaşmadığı fakat lafını çok duyduğu ‘yunan ateşi’ni hatırlatmıştı ona. Bu adamların elinde büyü ve ilim birlikte bulunuyordu ve bu ciddiye alınması gereken bir tehditti.
“Elimizde Allah’ın kudret nişanı var.” Kendinden emin sesin bu sözleri Safvan’ın ve İmam’ın yüzünün çarpılmasına sebep olmuştu.
“Cüz’ü mü parçalamışlar? Aman Ya Rab!” İmam dehşetle Muhafızların liderine bakıyordu.
“Cabir’in ilmini mi gerçekleştirdiniz?” Safvan böyle bir şeye hemen inanacak kadar saf değildi fakat yaşadıkları dönemde ilmin hızla gelişmesi küçük de olsa bu ihtimali göz önüne almaya zorluyordu onu. Cabir bin Hayyan’ın yüz yıl evvel ortaya attığı, cismin en küçük yapıtaşı olan ‘El cüz-ü layetecezza’nın parçalanabileceği ve başarıldığında Bağdad’ın altını üstüne getirebileceği, iddiasını duymuştu. ‘Allah’ın kudret nişanı’ bir efsaneden öte değildi fakat eğer gerçekleştiyse yalnız medrese değil bütün Kurtuba tehlikede demekti.
“Evet gerçekleştirdik. Eğer siz de gerçekleştiğine şahit olmak istemiyorsanız derhal bu şehri terk edersiniz! İnsanlarınızı uyarın! Buradan kaçsınlar ve yüzlerini gerçek ve tek Halife olan Halife Kadir’e dönsünler.” Yüzlerini görmedikleri adamın savurduğu tehditler muhafızları şaşkına çeviriyor, Safvan’ın da sinirden kıpkırmızı olmasına sebep oluyordu.
“Neden buradasınız? Mısır’daki Halife’yi neden hedef almadınız?” Safvan bin Abdullah, bir hamle yapmadan evvel emin olmaya çalışıyordu.
“Meraklanmayın! Allah’ın laneti o münafıkların da yakasındadır. Şimdiye kadar Kahire çoktan toprağın derinlerine gömülmüştür. Haberini almanız yakındır. Halifemiz çok yaşasın!”
Muhafızlar amirlerine bakıyor, onun tereddütünden endişe ediyorlardı. Onun bu şekilde hareketsiz ve düşünceli durmasına alışık değillerdi. Kafasından geçen düşüncelerin gölgesi yüzüne vurmuştu Safvan’ın. Duvardaki oktan yere damlayan alevlere bakarak derinlere dalıp gitmişti. Hiçbir şey yapmadan hareketsizce durup beklemek için oldukça uzun bir süre yalnızca olduğu yerde düşündü. Nihayet kafasını kaldırdığında kalkanını ve mızrağını hemen arkasında duran muhafıza bırakarak bağırdı:
“Anlaşmak için yanınıza gelmeme izin vermelisiniz. Tamamen silahsız olarak yanınıza geliyorum. Kabul ediyor musunuz?” Cevap olarak yalnızca üçüncü bir ok atılmıştı. Bu demekti ki yukarıdakiler konuşmayacaktı. Muhafızların amiri iki defa daha sordu fakat cevap olarak bir ok bile atılmadı. Sessizlik ve yüzüne çarpan havanın soğuk etkisiyle mızrak ve kalkanını verdiği muhafızdan kaptığı gibi kalan birkaç basamağı ikişer, üçer tırmanıp üst kata çıktı. En azından haydutlardan sadece birini yakalayabileceğini ummuştu fakat burada rüzgardan başka bir şey yoktu. Duvara saplı oklar hala yerlerinde duruyor olmasalar, az evvel yaşadıklarının hayal olduğunu düşünecekti.
Bu bölüm gözüme uzun geldiği için ikiye böldüm. Yakın zamanda ekleyeceğim.