SALAMANİkindi namazını üç kere tekrarladı Hekim. Kafasındaki düşünceler bir türlü ağzından çıkan sözlerin manalarına erişmesine izin vermedi. Namazdan sonra ise diğerlerinden uzakta bir köşede kalıp vicdanını sorgulamaya başladı. Kimlerle yola çıkmıştı? Yaptığı şey doğru muydu? Hakkında hiçbir şey bilmediği insanların peşine düşüp yıllardır hizmet ettiği okula ihanet etmişti. Fakat ne uğruna? Medrese basmaları onların kötü niyetlerini belli etmemiş miydi? Başta onları tanımıyor olması bir özürdü belki… Ya şimdi? Yol arkadaşlarından bir tanesi azılı bir deniz haydudu, katil ehli kitap bile olmayan bir kafirdi. Bir diğeri kokusundan yanına yaklaşılmayan bir Hıristiyan tüccar… Bunları kabullenebilmişti. Fakat vicdan sahibi olmayan bir büyücü? İslam’ın kurallarını bilmesine rağmen yasakladıklarıyla hareket eden bir münafık?
O, kafasındaki soru işaretlerini şüphe ipine birer birer asarken dost bir gülümsemeyle yanına birisi oturdu. Cafer elinde yulaf ekmeğine sarılı bir parça et ve su kırbasıyla yemeğe oturmamış arkadaşına yarenlik etmeye gelmişti. Gülümseyerek kabul etti getirdiklerini. Ekmeğin içerisine çaktırmadan göz atıp kuş eti olduğunu fark edince rahatlayıp yemeğe koyuldu.
“Hayırdır inşallah dost? Pek düşüncelisin…” Dedi Cafer ağzındaki lokmayı yutunca.
“Hayır mı, şer mi; yolun sonunda göreceğiz inşallah. Bu büyücü bir acayip adam... Kafamı bulandırdı doğrusu. Ne düşüneceğimi şaşırdım.”
“Allah bizim hayır sandıklarımızdan şer, şer sandıklarımızdan hayır çıkaran değil midir? Sen ona güven.” Dedi gülümseyerek. Sebebini bilmese de bu adamın onu teskin eden bir hali vardı.
“Haklısın dostum. Fakat içimdeki garip şüphe beni kemirmeye devam edecek. Bu yola çıkmakta doğru mu yaptım kestiremiyorum.”
“Yol yanlış olmaz. Yolun bir başlangıcı ve sonu olur. Başlangıçları biz seçemeyiz. Bizler sonunu seçebiliriz ancak. Eğer çıktığın yolun sonunun doğruluğuna inanıyorsan yol doğrudur.” Her verdiği cevaptan sonra gülümsüyordu Cafer.
“Fakat ben yolun sonunu da göremiyorum ki! Elimdeki tek ipucu, aynı yolda yürüdüğüm kişiler. Onların gördüğü son benim hayal ettiğim son değil.”
“Onlar senin yola çıktığın kişiler değil. Yolunun kesiştiği kişiler. Farklı amaçlara giden yollar aynı noktada kesişebilirler.” İkisinin de yemeği bitmiş fakat muhabbetleri devam ediyordu. Cafer bir ağacın dibine bağdaş kurmuş, ellerini de birbirine kilitlemiş Hekim’in göremediği uzakta bir noktaya bakarak konuşuyordu. Hekim ise tamamen ona dönük dizlerinin üstünde oturmuş, bir talebe gibi sorular sorup ilgiyle cevapları dinliyordu.
“Peki senin yolun nerede başladı? Ve nereye varıyor?”
“Ah!” dedi ilgiyle Cafer bu soru karşısında, “Sana verdiğimiz sözü tutmanın zamanı geldi demek. Pekala, anlatayım da dinle:
“Ben Isfahan’da kendi halinde bir kitapçının çocuğu olarak geldim dünyaya. O kitapçı dükkanıdır işte benim büyüdüğüm yer. Daha doğrusu o kitaplar…
“Babam diğer kitapçılar gibi değildi. Özellikle nadide eserlerin peşinde koşardı. Özel alıcı ve satıcılar da bunu bilirler, nadide kitaplar söz konusu oldu mu onu bulurlardı. Ben de ne zaman böyle bir kitap gelse dükkana alıcısı gelmeden alır okurdum. Allah’a hamdolsun. Böyle bir yetenek bahşetmiş bana. Hızlı okurum, okuduğum da kalır aklımda.” Kendinden bahsedince yüzü kızarmıştı Cafer’in. Hekim bunu onun temiz dünyasına vermişti.
“Demek ilim konusundaki bilginin kaynağı bu kitaplar… Ben de Bağdat Medresesi’nden bir deha ile tanıştığımı sanmıştım.” Hekimin sorusu zaten mahcup olmuş adamı bir kat daha utandırdı. Yüzünü öne eğerek anlatmayı sürdürdü.
“Aslında çağırmadılar değil. Fakat pederden kalma dükkanı bırakıp gidemedim. Kütüphanesini ziyaret amaçlı defalarca gezmişimdir lakin. O ne muazzam hazinedir öyle! Her gittiğimde on kitaptan aşağı okumadan dönmemeye uğraşıyorum.”
“Zor olmuyor mu?”
“Aslında Arapça olanlarda zorlanmıyorum da eski rumca çok zorluyor. Bir de firavun yazmaları var. Onları çözmeye uğraşmaktayım bilen kalmamış o yazıyı.” Cafer, bunları o kadar doğal, o kadar abartısız anlatıyordu ki Hekim kendisini elif-ba’yı yeni sökmüş bir velet gibi hissediyordu.
“Kitaba, yazmaya bu kadar değer veriyordun da bizim kütüphanedeki yazmaları yakmalarına neden ses çıkarmadın?” Öfkeyle sormuştu bu soruyu. Bir anda onun kitapları ve yazmaları üst üste yığarken görüntüsü gelmişti gözünün önüne.
“O yaktığım yazma benim bir çalışmamdı zaten. İlime bu kadar değer vermiş bir medresede, o yazmaların yakılmasına göz yummayacak birisi muhakkak vardır diye düşünmüştüm. Haksız da çıkmadım.” Diye cevapladı gülümseyerek.
“Ya ben de çıkmasaydım ortaya? O zaman yakılacaktı bütün kitaplar, öyle mi?”
“Ortaya topladığım kitapların hepsinin kopyaları Bağdat kütüphanesinde mevcuttu. Onların yakılmalarına göz yumacak insanların elinde olmalarındansa yakılmaları daha iyidir.” Bu cevaptan sonra başını eğme sırası Berberi’ye gelmişti. Sonra konudan uzaklaştığını fark edip lafı çevirdi.
“Peki bu adamları nereden buldun?”
“Esasen onlar beni buldu dostum. Bir Cuma vakti camiden çıkıp dükkanıma geldiğimde o ikisini kapımda bekler buldum. Bana danışmak istedikleri bir konu olduğunu söylediler. Hemen dükkanı açıp içeri aldım. Benim methimi yolda karşılaştıkları bazı insanlardan duymuşlar. Ellerinde olan bir düzenekle alakalı kendilerine yardım edip edemeyeceğimi sordular. Kapıma gelen insanı geri çevirmek de adetim değildir. Düzeneği görürsem eğer yardım edebileceğimi söyledim. Heybelerinden katlanmış kalın keçe kumaşı çıkarıp önümdeki masaya bıraktılar. Masadan kaldırmadan yavaş yavaş önümdeki engelleri kaldırmaya başladım. Her katı açtığımda biraz daha merak uyanıyordu içimde. İnsanın karşısına her gün gelmiyor böyle nadide düzenekler dostum.
“Nihayet o değersiz kumaş parçasının içinde onu gördüğümde heyecandan küçük dilimi yutacaktım. Öylesine basit bir düzenek fakat öylesine muhteşem ve kusursuz... İlk dikkatimi çeken şey dışını tamamen kaplamakta olan bakır tabakanın üzerindeki işlemelerdi. Akçaağacın dalları öylesine güzel işlenmiş. Yapraklarının her biri üzerinde ince ince çalışılmış. Üzerine baykuş dahi tünemiş. Sen de gördün değil mi güzelliğini dostum?”
Görmemişti fakat doğruyu söyleyip karşısında aşkla tarif eden adamın heyecanını bölmemek adına onaylarcasına başını salladı Berberi ve zaten karşıdakinin beklediğinin bir cevap olmadığını kendisine bakmadan devam etmesinden anladı.
“Bu bakır tabakanın üzeri camekanla örtülüydü. Kenarları ise altınla mühürlenmişti. Düşündüm; bunun bir sebebi olmalıydı. Yapan zat içerisinin havayla temas etmesini istememişti belli ki. Camekanın içinde bakır tabakanın tam ortasına çakılmış bir de gümüş temren vardı. Öylesine küçük bir şeyin üzerindeki işlemeler gece mehtabını kıskandırır dostum. Temrenin ucunda işlenmiş şahin ardına sabah yellerini almış gibi, öylesine süzülüyor. Her parçasını incelediğimde hayretim ve hayranlığım katlanıyordu. Yalnızca ilmi bir düzenek değildi karşımdaki, aynı zamanda bir sanat eseriydi.
“Ellerim titreyerek avucuma aldım onu. Ne işe yaradığını öğrenmek için sabırsızlanıyordum. İlk dikkatimi çeken şey yanlarda bulunun yuvalar oldu ki bu bir kilit düzeneğinin varlığını gösteriyordu. Yani ikinci bir parçası vardı ve bu parça ilki olmadan düzgün bir şekilde çalışmayacaktı.
“Elimde sağa sola çevirdiğim düzeneğin herhangi bir işe yaramamasının sebebinin bu olduğunu anlattım onlara. Adam beni dinledikten sonra onu eline aldı… O anı sana kelimelerle tarif edebilmemin bir yolu yok dostum. Onun eline geçtiğinde gümüş şahin, avına yönelmiş gibi kanatlandı adeta. Akçaağacın dalları bir anda çiçekler açtı. Baykuşun gözleri parladı. Bir hicaz ezgisi çalındı sanki kulağıma o an. Aklımın bana oynadığı oyunlar neticesi kendimden geçmişim. Beni uyandırıp su içirdiler. Sonrasında düzeneğin sırrını gösterdiler. Nereye götürürse götürsün, ne yöne döndürürse döndürsün temren hep aynı yönü gösteriyordu: Garbı!
“Bu ilim olamazdı. Bundan kesinlikle emindim. Bu büyü olmalıydı. Yeniden isteyip elime aldım bakır tabakayı. Kül suyu dökülmüş çiçek gibi canı çekildi birden bire. Hemen arkasını çevirip eser sahibi imza atmış mı diye baktım.” Cafer susup ağzı meraktan bir karış açık olan Berberi’nin yüzüne baktı gülümseyerek. Hekim bu gereksiz sessizliğe daha fazla dayanamadı:
“Eeee? Kimmiş eser sahibi?”
“Meryem El İcliyye!”
“Meryem El Usturlabi?”
“Ta kendisi! Usturlablarından bir iki tanesini görmüştüm fakat böyle bir aletle uğraştığını hiç duymamıştım.”
“Ben büyüyle uğraştığını hiç duymamıştım.”
“O kısmıyla alakası olduğunu düşünmüyorum, dostum” dedi Cafer yüzünü çevirerek. “Tabakanın arkasında sadece imza yoktu. Aramca bir takım yazılar da vardı. Bu yazının başkasına ait olduğu belliydi. Yani Meryem’in eserini bir başkası ele geçirip bunu bir büyüyle bir şeye yönlendirmiş. Altına da bir yazı yazmış. Yazıyı okuduktan sonra fazla tereddüt etmedim. Dükkanı ve kitapları, içlerinden işime yarayabilecek üç beş tanesini yanıma aldıktan sonra, küçük kardeşime verdim. Zaten pederim öldükten sonra miras yüzünden yüz yüze bakamaz olmuştuk. Bu sayede o hususu da tatlıya bağlamış oldum.”
“Ne diyordu yazıda?”
“’Yolun açık olsun şahinin efendisi,
Güneş battığında baykuşun gözüne bak,
Engin denizlerin ardında hazinesi,
Salaman seni beklemekte olacak.’”
Dörtlüğü aklında ölçüp tarttı hekim. Bahsi geçen Salaman muhakkak Süleyman olmalıydı. Demek gerçekten bir hazine vardı! Bunları aklından geçirirken odun ateşinin aydınlattığı adamın yüzüne gözlerini dikerek konuştu:
“Öyleyse gerçekten Süleyman’ın hazinesi var!”
“Bu kadar zahmeti alelade bir şeyi saklamak için çekmiş olamazlar. Yani bu düzenek çağımızın çok ötesinde, kullanılan büyü ise çok kuvvetli. Daha kim bilir nelerle karşılaşacağız.”
“Muazzam bir şey olmalı.” Diye sessizce içinden geçirdi Hekim. Hazinenin boyutunu tahayyül etmeye çalışıyordu fakat ne kadar büyük olsa bu kadar zahmete değeceğini kestiremiyordu. Bir oda dolusu saf altın, medreseye ihanetin bedelini ödeyebilir miydi? Ya da bir koca elmas Drakkar’ın gemisini ve tayfalarını satın alabilir miydi? Kafasında sorularla boğuşurken Cafer aklını okurmuşçasına konuştu yeniden.
“Sadece altın olarak düşünmemek gerekli bu hazineyi. Dinarla satın alınamayacak şeyler de var.”
“Ne demek istiyorsun? Başka ne olabilir ki buradaki hazineden kasıt?”
“Hazine lafından hemen önce baykuştan bahsediyor dörtlükte. Yani bu hazine baykuşla ilintili olmalı. Baykuş da eski Rumların sözde ilim ilahesi Athena’nın hayvanıdır.” Konuşmasına ara verip Hekim’in söylediklerine anlam vermeye çalışan bakışlarını yakaladığında devam etti: “Bilmem kulağına gelmiş midir, eski Rum yazmalarından Salaman ile Absal’ın hikayesi? Eğer bu ikisini birleştirirsen…”
“İklikolas’ın kütüphanesi!” diye haykırdı Hekim, daha karşısındaki sözünü bitirmeden. Çok heyecanlanmıştı. Varlığının gerçekliğinden emin olmadığı bir şeydi bu yapı. Fakat düşününce bu da yalnızca bir varsayımdı. Belki altın ve mücevher dolu bir sandık, belki gizli hikmetlerle dolu bir oda, belki de hiçbir şey… Evet! Bu olasılık da mevcuttu. Oraya kadar gidip ellerinde koca bir hiçle dönebilirlerdi. Fakat bu insanlar hayatlarını bir hiç için geride bırakmazlardı. Orada ne olduğunu muhakkak bilen bir kişi varsa bu ancak dörtlükte bahsi geçen şahinin efendisi olmalıydı. Şahinin efendisi aklına geldiğinde Farisi dostundan izin isteyip hastasının durumunu kontrol etmeye gitti.
Yıl olmuş neredeyse yüzüm de tutmuyor aslında ama neyse. Paslanmışımdır yazmaya yazmaya. Bol bol hata bulabilirsiniz