UZAKLARDA
Yeşil gözlerini babasından almıştı Mark. Hiç görmediği babasından. Sadece anlatıldığı kadar biliyordu babasını. Kahramandı, İnsanların hayatını kurtarmıştı, İnsanlar için kendini feda etmişti. Geride ne bir fotoğrafı kalmıştı ne de bir hatırası. Niye diye sormasına izin vermemişlerdi, sormak yasaktı.
Sorgulamak yasaktı. Yıllarca, garip binaların içinde, garip adamlar ne derse onu yapmıştı. Yer silmiş, çiçek sulamış, hayvan beslemiş, sırf yapacaksın dendiği için saatlerce yağmur altında beklemiş, çıplak elle kobra yakalamış, günlerce aç kalmıştı. Kulağına fısıldanan bir şeyi, söylemesi istendiğinde söylemiş ve ağır biçimde cezalandırılmıştı. Sonradan öğrenmişti, sır saklamanın önemini. Daha sonra yine kulağına saçma sapan bir şeyler fısıldanmış, bu kez de söylemesi için günlerce işkenceye maruz kalmıştı. Sonra Adamlardan biri gelip, Başını şefkatle okşayıp, “Sınavı geçtin evlat” demişti.
Günler, aylar, yıllar hep sınavlarla geçmişti. Fiziki ve psikolojik dayanıklılığı artırma maksatlı, yorucu, acı verici hatta zaman zaman fiziken zarar verici sınavlarla geçip gitmişti yirmi yıla yakın zaman.
Kel kafaları ayna gibi parlayan, turuncu elbiseli adamlar vardı her yanda. Bunlara elbise demek pek doğru değildi aslında, daha çok çarşafa dolanmak gibiydi. Dingin insanlardı, hep sakinlerdi. Ses tonları hiç yükselmezdi. Dışarıdan bakınca vurdumduymaz gibi görünseler de her biri, bilge insanlardı.
Sonra başka dersler başlamıştı. Sadece sesini duydukları biri – ki ona öğretmen diyordu herkes- bağdaş kurup oturdukları, zemini yer yer bozulmuş ve bu nedenle insanın kıçına batan taşlarla kaplı, her daim nemli, karanlığı; mum ve gaz lambası ışığıyla aydınlatılmış, pencereleri hasırdan kafeslerle örtülmüş bir odada onlara; savaştan ve hayatta kalmaktan, insanoğlunun devamından ve daha bir çok şeyden bahsediyordu.
Son derste, “VAMPİR” demişti birkaç kez ama ne olduğunu, ileride öğreneceklerini de belirtmişti. Yolculuğa çıkacaklarından bahsetmiş, dünyanın değişik yerlerine gideceklerini söylediğinde, başka dünya mı? Diye birbirine sormuştu odadaki öğrenciler.
Yaşadıkları izole hayatın dışında, bambaşka bir dünya olduğundan haberi yoktu hiçbirinin. Mark, tapınak dedikleri bu yerden otomobil denen şeye bindirilip, havaalanı dedikleri ve uçan demir nesnelerin sıra sıra dizildiği büyük geniş alana vardığında, turuncu çarşaflara dolanmamış, kafalarında saçları olan, herkesin birbirinin aynısı olmadığı bu yerin neresi olduğu hakkında hiçbir fikri yoktu. Yol boyunca kalabalık yollardan, geldikleri tapınağa hiç benzemeyen binalarla dolu yerlerden geçmişlerdi. Herkes farklıydı, her şey farklıydı. Demek ki öbür dünya dedikleri şey buydu.
Adına uçak denilen demir yığınının, onları bir yerden başka bir yere nasıl götüreceği hakkında fikir yürütmesi gerekmişti. Buraya geldikleri otomobilin biraz değişiği olmalıydı, tekerlekleri vardı çünkü. Uçak havalanıp, dünyaya kuşların gözünden baktığında şaşırmış, nasıl olup ta kuşlar gibi uçabildiklerini anlamaya çalışmıştı.
Adına Prag dedikleri bir yere geldiklerini, onlara refakat eden adamın, yine adına telefon dedikleri bir nesneden, karşısında biri varmışçasına kendi kendine konuşmasından anlayabilmişti. Prag kalabalık bir yerdi. Burada da insanlar birbirine benzemiyordu. Geldiği yerdekiler gibi giyinmiyorlardı ve çoğunun saçı vardı. Binalar çok farklı ve kasvetli görünüyordu. Tapınağı düşündüğünde, etrafı çevreleyen yüksek ve garip görünüşlü binalar ürkütücü görünüyordu.
Mark tapınaktan birlikte geldikleri 2 arkadaşının farklı yerlerde, farklı adamlara teslim edildiğini gördüğünde, kendi akıbetini merak ediyordu. Hiç tanımadığı bir dünyaya atılmış, tek başına kalmış gibi hissediyordu. Ömrünün tamamında garip bir yaşam biçimi sürdüğünü düşünürdü hep ama gördüğü şeyler ona daha garip geliyordu. Etrafta akan insan selleri, tapınaklarda yaşıyormuş, kobra avlıyormuş gibi görünmüyorlardı.
Otomobil, lüks bir binanın önünde durduğunda, refakatçisi arabadan indi, onun yerine bir başkası bindi. Adam hiç konuşmadı, Mark ta bir şey sormadı. Bu döngü bir süre devam etti. Değişik yerlerde, adamlar iniyor, yerlerine başkaları biniyordu.
Son durak olduğunu tahmin ettiği, tapınaklarına benzeyen devasa binanın önünde durmuştu araba. Adam inmesini işaret etti. Mark, binanın ihtişamına ve büyüklüğüne şaşkınlıkla bakarken, kolundan hoyratça çekiştirildiğini fark etti. Adam onu sürüklercesine binanın içine sokmuştu.
Binanın içi de dışı gibi görkemliydi. Duvarlarda insan resimleri, çıplak ve kanatlı küçük çocuk figürleri göze çarpıyordu. Girişin tam karşısında, renkli duvar süslemeleri ve bir tahtaya bağlanmış, başı öne düşmüş, kafasında dikenlerden örülü bir taç taşıyan adamın devasa heykeli duruyordu. İlerledikleri yer, sağlı sollu, ahşap oturakların çevrelemesiyle koridoru andıran bir hal almıştı. Uzaklardan çan sesini andıran bir ses ritmik olarak kulaklarına çalınıyordu.
Adam, kapı yerine bir perdeyle örtülmüş, dar bir kabine sokmuştu onu. Kısa bir bekleyişin ardından, ayaklarının altından gelen, uğultu ve sarsıntı, irkilmesine neden olmuştu. Üstünde durdukları zemin, yavaş yavaş yerin dibine batmaya başladığında, kabinden çıkmak için ileri doğru atıldı ama yanında duran adam onu omuzundan yakalayıp durdurmuştu. Kısa süre sonra, yolculukları bittiğinde, zeminden indiler ve zemin geldiği yere, yukarıya doğru tekrar yükselmeye başladı. Uzun ve sağlı sollu kapılarla dolu, kırmızı granitten koridoru aşmaları biraz vakit almıştı. Yine hareket eden bir zemin ve yine aşağı doğru bir yolculuğun ardından, tıpkı yukarıdaki koridor gibi, kırmızı granitten başka bir koridoru adımlıyorlardı.
Koridorun bittiği yerde, tabandan tavana kadar uzanan, çift kanatlı, üzerinde kakmalar olan, devasa bir kapı onları bekliyordu. Kapıyı çalmalarına gerek kalmamıştı, keza birkaç adım kala, kapı kendiliğinden açılmıştı. Bu görkemli kapının ardında gördüğü manzara hayal kırıklığı yaratacak cinstendi. Devasa odanın ortasında uzunca bir masa ve biri başında, diğeri sonunda iki sandalyeden başka hiçbir şey yoktu. Etrafı aydınlatan cılız ışığın kaynağı aralıklarla, duvarlara asılmış meşaleler gibi görünüyordu.
Mark etrafına bakınırken, gözlerinde oluşan bembeyaz bir perde, ellerini gözlerine siper etmesine sebep olmuştu. Ellerini yavaş yavaş indirirken, gözleri bu parlaklığa çabuk uyum sağlamıştı. Az önce bir adım önünü zor gördüğü oda, aydınlanmış her yer bembeyaz olmuştu. Yerler beyaz granitle, duvarlar ise kırmızı granitle kaplıydı. Masa oldukça eskiye benziyordu keza sandalyeler de öyle.
Kırmızı duvarlardan birinde bir hareketlilik olunca gözü o tarafa kaymıştı Mark’ın. Duvarın bir kısmı sağa doğru kaymış, karanlık bir dehlize benzeyen boşluk kalmıştı. Karanlığın içinden, beyaz saçları ve sakalıyla biri çıkıp kendilerine doğru yürürken, yanındaki adam, ellerini göbeğinin altında kenetleyip, belinden yukarısı eğik duracak bir şekil almıştı. Adama bakmıyordu, bunun bir selamlama olduğunu anlamıştı.
Ardından ışıklar, tekrar sönmüş, meşaleler tekrar alevlenmişti. Mark, bu yeni ortama tekrar uyum sağlamak için gözlerini kısarken, beyaz saçlı adamın sesi duyuldu;
“ Seni bekliyordum”