Fenerin ışığının tam olarak ne tür bir canlıya ait olduğunu anlamaya yetecek kadar olmasa dahi üzerilerine doğru giderek artan bir ivmeyle gelen koca kütleyi kısmen aydınlatmasıyla beraber, Hulusi Amir’in mesleki refleksleri de yıldırım hızıyla harekete geçti. Amir, silahını arka arkaya iki kez ateşledi. Murat’ın, bilincini kaybetmeden önce son hatırladığı şey bu olmuştu. Ensesine inen darbenin beyninde çaktırdığı ışık, sanki bir an için tüm mağarayı aydınlatmıştı. Esasen bu mümkün değildi. Işık sadece kafasının içindeydi. Darbeyse, suları şapırdatarak sağ arkalarından gelen kitleden değil sol yanından gelmişti. Onun gelişini duymamıştı bile…
* * *
Kendine geldiğinde vücudunu hareket ettiremediğini anlaması fazla zaman almadı. Bağlı değildi. El ve ayaklarında yahut vücudunun başka bir yerinde ip ya da zincir varlığı hissetmiyordu. Sağ eli sol göğsünün üzerindeyken çaprazlamasına, sol kolu vücuduna paralel olarak dümdüz aşağı uzanıyordu. Hayır; bağlanmış değildi. Üzerine bir ağırlık da bindirilmiş değildi. Ama vücudunu hareket ettiremiyordu. Felçli gibiydi.
Belki de işe yanlış yerden başlamıştı. Tavana dik bir açıyla bakmakta olan gözlerini sağa sola doğru döndürerek, içinde bulunduğu ortamın neresi veya nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalışmalıydı önce. Üç-dört metre yüksekliğindeki tavanda yer yer sarkıtlar vardı. Bu da demek oluyordu ki hala bir mağaradaydı. Üzerinde yatmakta olduğu zemini hissedebiliyordu. Sert, pürüzsüz, taş bir zemin üzerinde uzanıyordu bedeni. Etrafını tam olarak göremese de yattığı zeminin yerle aynı seviyede olmadığından emin gibiydi. Bir yükseltinin üzerinde olmalıydı. Tavanın üzerinde belli belirsiz dans eden gölgeler ve odanın karanlığa yakın loş aydınlığı, mekanın mum ışıklarıyla aydınlatılmakta olduğu fikrini doğuruyordu. Ama emin olamıyordu. Henüz başını sağa sola oynatabilecek mecalden ve konsantrasyondan yoksundu. Onu daha fazla çaba sarf etmeye yönelten şey, sağ tarafından gelen inilti oldu.
Veyis’in sesini andırıyordu. Olabilir miydi? Veyis, şimdi; burada hemen yanında yatıyor olabilir miydi? Neden olmasındı? Kendi buraya nasıl geldiyse, Veyis de öylece gelmiş, daha doğrusu kendi isteği dışında getirilmiş olabilirdi? Sahi; buraya nasıl gelmişti?.. Zorladı; zorlandı; zihni henüz yaşadığı her şeyi tam olarak, bir bütün olarak hatırına getirmeyi başaramıyordu. Parça parça görüntüler sadece… Zerzevatçı’ya ilk taşındığı gün… Koku… Konuştuğu tuhaf, yaşlı adam… Veyis’le indikleri minare merdivenleri… Tünellerde korku içinde sağa sola çarpa çarpa koşuşturmalar… İki el silah sesi… Ensesine inen darbe ve tüm varlığını kaplayan, o güne kadar hiçbir yerde görmediği parlaklıkta bir ışık… Sonra, sonra görüntüler birleşmeye ve anlamlı bir bütün oluşturmaya başlayacaklar gibiydi ama…
İniltiyi tekrar duydu. Yine sağından geliyordu. Şimdilik tanımlayamadığı bazı başka sesler. Huzursuzluk verici sesler. Şimdilik tanımlayamamakla birlikte, tanımladığı anda hiç hoşuna gitmeyeceğini hissettiği garip sesler. Yine sağından geliyordu… Bütün güç ve konsantrasyonunu başını hafif de olsa sağa çevirmeye adadı. İlk anlarda pek bir hareket olmadı. Ensesi zonkluyordu. Işık… Sebebini hatırladı. Oradan darbe almıştı. Hatırlamaya başladıkça korkuları kabarıyordu. Neden korktuğunu henüz tam olarak hala bilemese de… Sonra boynunun arkalarından gelen bir katırtı. Hani tutulan boynunu açmak için hızla sağa veya sola çevirirsin de bir katırtı gelir ya… Ona benzer bir ses. Ama daha acılısı. Ağır çekimde gibi. Sonra boynu serbest kaldı. Emin olmak için tam sağa çevirmeden önce milimetrik hareketlerle sağlı sollu oynatmayı denedi. Evet; olacak gibiydi. Katırtı acı vermekle birlikte; sonrasında boynunu çevirebileceği kadar bir esneklik vermişti etlerine. Şimdi zonkluyordu. Müthiş bir zonklama. Darbenin mirası… Sonra; kendini muhtemel bir acı dalgasına olabildiğince hazırlayarak ani bir itişle başını sağa çevirdi. Acımış mıydı? Muhtemelen pek çok. Ama gördüğü manzara yüzünden acı ikinci planda kalmıştı. Dehşet, acıdan baskındı!..
Evet; Veyis gerçekten de sağ tarafındaki, yerden bir buçuk metre kadar yükseklikte sunak benzeri ama yontulmaktan ziyade doğal bir oluşum gibi duran, sunak benzeri tuhaf görünümlü bir yükseltinin üzerindeydi. Şeytan masası… Arkadaşı bir şeytan masasının üzerinde uzanıyordu. Boylu boyunca değil ama… Arkadaşının boyundan geriye pek bir şey kalmamıştı çünkü. Şeytan masasının üzerinde uzanmış durumdaki yarı canlı arkadaşının sağında ise arkadaşının bedeninin üzerine eğilmiş halde olmasına rağmen boyu hala da 1.80’in üzerinde gibi görünen bir adam vardı. Arkadaşını kemiriyordu!
Kanı vücudundan çekildi sanki. Sadece kanı değil. Bir anda ağzı kupkuru olduğu için yutkunamıyordu bile. Bu gerçek olamazdı! Gerçek olamazdı!.. Sadece kabus olması ihtimali vardı. Karabasan olmalıydı. Hareketsizliği bile karabasanla birlikte gelen uyku felcinden kaynaklanıyordu. Tabii ya! Okumuştu böyle şeyler daha önce pek çok kez! Uyanmak için yapması gereken tek şey Kuran’dan bazı sureler okumaktı. Hangi sureler ama? İsimleri bile aklına gelmiyordu. Arkadaşının üzerine eğilmiş dev kemiriyordu… Uyanması lazımdı. Surelerin değil kendisi şimdi isimleri bile gelmiyordu aklına. Keşke daha dindar biri olsaydı…
Olmayacaktı böyle. Korkunç manzaraya sabitlediği bakışlarını kurtarmak geldi sonra aklına. Sahneye bakmaya devam ettiği sürece gerçek olduğunu kabul etmiş olacaktı. Reddetti. Eğilmiş dev kemiriyordu… Sımsıkı kapadı gözlerini. Acıtacak kadar. Görsel verinin kesilmesiyle birlikte diğer duyular keskinleşti. Çıtır, çıtır, çıtır… Arkadaşı kemirilmeye devam ediyordu… Sonra o koku… Çiğ et, kan, bok ve sidik… İnsan bedeninin iç kokuları… Gözleri kapalı olduğu için şimdi, bilhassa kokuyu daha çok hissediyordu. Midesinden gırtlağına kadar yakıcı bir sıvı geldi, genzini yaktı. Midesi kalkmıştı. Gözlerini biraz daha kapalı tutarsa öğürmeye başlayacaktı. Kendi kusmuğunda boğulmak istemezdi. Olmayacaktı böyle… Gözlerini kapatmıştı belki ama diğer duyuları yaşanmakta olanın gerçekten de yaşanmakta olduğu bilgisini anbean iletmeye devam ediyorlardı beynine. Olmayacaktı; açtı gözlerini çaresizce. İzlemeye devam etti.
Dev, bacakları bitirmiş gibiydi. Kaval kemiklerinden biri henüz gövdeyle bağlantısını yitirmemiş olduğu halde, üzerinde neredeyse hiç et kalmamış gibiydi. Zaten adam da şu anda bağırsakları kemiriyordu. Arkadaşı ise yardım istemek yerine inlemekle yetiniyordu. Gözleri açıktı ve sabit şekilde tavana bakar haldeydi. Ama gözlerde tuhaf bir şey vardı… Göz göze gelme ihtimalleri olmadığı için bunu tam olarak anlama şansı yoktu ama arkadaşı canlı canlı yenmekte olmanın verdiği acı ve dehşetin etkisiyle olsa gerek; şoka girmiş ve baygın baygın bakıyor gibiydi. Yüzüne yayılan o çarpık gülümseme benzeri kasılmayı açıklamanın başka da bir yolu yoktu zaten.
Delilikti bu! Ağlamaya başladı. Salya sümük, öğüre öğüre, hıçkıra haykıra… O kart, erkeksi sesiyle, böyle iç çeke çeke ağlaması hiç yakışmıyordu ona. Sakil bir görüntü. Neredeyse rezilce ama kimin umurundaydı ki… Arkadaşını kemirmek için iki büklüm olmuş dev ise bu yeni duruma rağmen bir saniye bile olsun dönüp, Murat’ın tarafına bakmamıştı. Kemirmeye devam ediyordu. Çıtır, çıtır, çıtır… Arada gırtlağından yükselen homurdanmalar bu ziyafetten ne kadar da keyif aldığını dışavuruyordu. Ağlama krizi ne kadar devam etti; bunu kestirmek zor. Biraz olsun sakinleşmesini sağlayan şey, başının üzerinde, saçlarını neredeyse anne şefkatiyle okşaya bir elin varlığını hissetmesi oldu.
Sonra birden orada öylece belirmiş gibi elin sahibini, uzanmakta olduğu şeytan masasının hemen sol yanında gördü. Gülümsüyordu. Sakindi. Hatta bakışları şefkatliydi bile denebilir. Işıl ışıl bir gülümsemesi ve güzelliği vardı. Yüzüne baktıkça; insan uzun süre durgun suya baktığı zaman oluşana benzer bir etki bırakıyordu zihinde. Yanıbaşında duran o şefkat abidesi kadının boyu sadece 1,50 kadar vardı ama insan ona bakarken tuhaf bir şekilde; kadının boyunun normal bir insandan çok çok kısa olduğunu düşünmüyordu bile. Diğer her şeyiyle beraber boyu da gayet uygun, yerli yerinde ve güzel geliyordu insana. Yüzü; aynı anda hem çok yaşlı -yüzlerce yıl- hem de aynı anda çok gençti. Bir şekilde iki hali de fark ediliyor ama yadırganmıyordu. Sanki bunda tuhaf olan hiçbir şey yokmuş gibi. Tuhaf gelen tek şey; nasıl olup da bir yandan bu kadar huzurlu hissetmeye başlarken bir yandan da eskisi kadar çok korkmaya devam edebilmesiydi. Bunca sükunet ve bunca korku, bir insanın kalbinde nasıl aynı anda yer bulabilirdi?.. Bu çelişki zihnini bir müddet kilitledi.
Kalbini aynı anda kaplayan iki çelişik duygudan biri sahte olmalıydı. Hangisi ama? Başlarda bulanık ve kopuk kopuk çalışan hafızası, geçen her saniyeyle birlikte kendini topluyordu. Buraya, bu noktaya gelene kadar yaşadıklarını, ufak tefek bazı eksikliklere rağmen hatırlıyordu. Yaşadıkları hatta sadece az önce gördükleri göz ününe alınacak olursa korkması gerekiyordu. Hem de bugüne kadar korktuğu her şeyin toplamından daha fazla. İçinde gerçek olması gereken tek duygu korkuydu. Mantıklı olan buydu. Ama gözlerini gözlerine dikmiş, saniye olsun ayırmadan kendisine bakmakta olan kadın buradayken huzur duygusu, her geçen saniye korkuya galebe çalmakta gibiydi. Bunda yanlış olan bir şeyler vardı. Zihninin, huzura teslim olmaya değil korkuya yakın kısmı, bunda yanlış olan bir şeyler olduğunu haykırıyordu adeta. Ama Murat bu haykırışları o kadar da yüksek seslermiş gibi algılamıyordu. Giderek uzaklaşıyor, azalıyordu o ses. Mantığın ve sağduyunun sesiydi o. Bunu biliyordu. Kaybetmek de istemiyordu ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Bunu da anlıyordu. Biraz sonra onu tamamen kaybedecekti. Ama tamamen teslim olmadan önce son bir hamleyle kadına “Neden?” diye sormayı başarabildi.
Yaşlı/genç kadın sorduğu ve sormak isteyip soramadığı bütün soruları anlamış gibi son bir huzur verici gülücük gönderdi Murat’a ve dünyada bugüne kadar dünyada yankılanmış belki en güzel sesle konuşmaya başladı: “Biz, Zülkarneyn’in altın kapılarının bekçileriyiz.” Kadının gönle huzur veren o güzel sesi, bu dünyada yankılanıyor değildi. Bir yönden de geliyor değildi. Aynı anda her yandan ama en çok da onu dinleyen Murat’ın içinden geliyor gibiydi ve bu haliyle ilahi bir ilham gibi maruz kalanın benliğini ihtişamla ihata ediyordu. Seslerin taşıyabileceği anlamların ötesinde manalarla yüklüydü ve bir süre sonra Murat bu konuşmanın sözlerden oluşmadığını idrak etti. Kalpten kalbe akan bir ilham seli gibiydi… Atık kelimelerin ihtiva ettiği manaları duymuyor, görüyor, yaşıyordu hatta…
“Zülkarneyn’in altın kapılarının bekçileriyiz.” şeklindeki ilk cümlenin ardından, zihnine dolan manalar kelimelerle ancak tefsir veya şerh edilebilirdi. Kısmen ve kabaca o da… Artık anlatılanları dinlemiyor görüyor gibiydi… “Zülkarneyn… bir yol tuttu. Sonunda güneşin battığı yere ulaşınca onu kara, balçıklı bir suda batıyor gördü. Orada bir millete rastladı. ‘Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin iyi muamele de edebilirsin’ dedik. ‘Zulmedene azap edeceğiz. Sonra Rabb’ine döndürülür, onu görülmemiş bir azaba uğratır. Ama inanıp faydalı işler işleyene mükafat olarak güzel şeyler vardır. Ona buyruğumuzdan kolay olanı söyleriz’ dedi. Sonra, yine bir yol tuttu. Sonunda güneşin doğduğu yere varınca, güneşi, kendilerini bir koruyucu ile örtmediğimiz bir milletin üzerine doğuyor buldu…Sonra yine bir yol tuttu. Sonunda iki dağın arasına varınca, orada neredeyse sözden hiç anlamayan bir millete rastladı. ‘Ey Zülkarneyn! Şüphesiz Yecüc ve Mecüc bu ülkede bozgunculuk yapıyorlar. Bizimle onların arasına bir set yapman için sana bir ücret verelim mi?.’ dediler. Rabb’imin bana verdikleri sizinkinden daha hayırlıdır. Bana gücünüzle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım. Bana demir kütleleri getirin’ dedi. Bunlar iki dağın arasını doldurunca ‘Körükleyin’ dedi. Demirler kor haline gelince ‘Bana erimiş bakır getirin de üzerine dökeyim’ dedi. Artık Yecüc ve Mecüc onu ne aşabildiler ne de delip geçebildiler. Zülkarneyn: ‘İşte bu Rabb’imin bir rahmetidir. Rabb’imin belirlediği zaman gelince onu yerle bir eder. Rabb’imin verdiği söz gerçektir’ dedi…
Sonra vaad edilen günün geldiğini gördü… Kapıların açıldığı günü… Yecüc ve Mecüc’ün her tepeden sel gibi akın edip dünyayı kaplayışlarını… Geniş yüzlü, küçük gözlü, yüzleri deri üstüne deri kaplanmış kalkanları andıran yaratıkların ülkeleri ve şehirleri insanları ve hayvanları ve birbirlerini yiyip bitirişlerini, gölleri ve denizleri içip kurutuşunu…
Anlamıştı artık… Germakoçi ve Cazu idi onlar. “Zülkarneyn’in kapılarının koruyucuları…” İnsanlıkla kıyamet arasında duranlar… İnsanlığı korumak içindi bütün bunlar… Neşeli bir gülümseme yayıldı yüzüne; bir şükran nişanesi olarak; kendi elleriyle kendi karnını yarıp, iç organlarını sunarken yaşlı kadına… Acı büyüktü, Murat sakin.
Soldaki sunakta yatmakta olan Hulusi Amir, katatonik bir şekilde hala elinde tutmakta olduğu tabancayı, kaslarının ve iradesinin-daha çok iradesinin- bütün gücünü harcayark, insan üstü bir çabayla kendi başına doğrulttu. O böyle ölmeyecekti… Kendi vücudunu kendi elleriyle parçalayıp, lokma lokma sunarken gülümseyerek ölmeyecekti bu hilkat garibelerine… Deliliğin de bir sınırı vardı. Geçmeyecekti oradan. Sıktı.