İthaki Yayınları'ndan çıkan
Prelüdler ve Noktürnler'i okudum ve böylece ben de Sandman'i okuyanlar kervanına katılmış oldum. Tek kelimeyle muhteşemdi!
Sandman konu olarak Avrupa folklörünün bilindik figürlerinden biri olan ‘Düşlerin Efendisi’ni alıyor merkezine. Kendisi insanların üzerine büyülü bir kum döken ve güzel rüyalar görmelerini sağlayan bir karakter olarak geçer masallarda. Hatta o kadar popülerdir ki şarkılara, filmlere ve romanlara konu olmuştur birçok kez. The Chordettes grubunun
Mr. Sandman (1954) adlı parçasını mutlaka duymuşsunuzdur. Tabii Metallica’nın
Enter Sandman şarkısını da unutmamak lazım…
Mitoloji ve gerçek dünyayı bir araya getirmeyi çok seven
Neil Gaiman da işte tam da bu efsaneyi alıp “Ya Sandman gerçek olsaydı? Ya tüm mitolojiler ve çizgi roman evreni bizim dünyamızla bir şekilde ilintili olsaydı?” sorusundan yola çıkarak
Düşler Efendisi Morpheus’u tasarlamış. Evet, o Morpheus. Hani Yunan mitolojisinde uyku tanrısı olan… Anlayacağınız daha ilk adımda türleri aynı potada eritmeye başlamış yazarımız.
Sandman, Düş, Rüyalar Efendisi, Morpheus… pek çok farklı ismi var bu beyaz tenli, uzun siyah saçlı ve yankılı sesli kahramanımızın. Kendisi (adından ve şimdiye dek anlattıklarımdan da anlayacağınız üzere) rüyalar âlemine ve tüm düşlere hükmeden, hatta onları yaratan kadim ve ölümsüz bir varlık. Altı tane de kardeşi var Düş’ün:
Kader, Ölüm, Yıkım, İhtiras, Umutsuzluk ve
Hezeyan. Kendilerine “Sonsuzlar” diyen bu yedi ölümsüz varlık düş ile gerçekliğin, mitoloji ile tarihin, cennet ile cehennemin, hatta periler diyarının bile iç içe geçtiği, apayrı bir düzlemde, hepsinde birden aynı anda varolabiliyorlar.
Çizgi romanımız sapkın bir okült liderinin Birinci Dünya Savaşı sırasında
Ölüm’ün yerine yanlışlıkla
Düş’ü yakalamasıyla ve yüz yıla yakın bir zaman boyunca onu bodrumunda hapsetmesiyle başlıyor. Bu süre zarfında düşlerden mahrum kalan dünya bir sürü tuhaf olay yaşanıyor: uyuyup da bir daha uyanamayanlar, rüya göremeyenler, hiç uyuyamayanlar…
Sandman sadece esir düşmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisi için çok önemli olan üç eşyası da esareti sırasında farklı ellere geçiyor: maskesi, kum torbası ve rüya cevheri. Düşlerin Efendisi bir şekilde serbest kalmak, intikamını almak ve kendisinden çalınanları bulmak zorundadır. Ama nasıl?
Açılış hikâyesi daha ilk sayfalarından gerek çizimleri gerek karakterleri gerekse de konusuyla bilindik çizgi romanlara benzemediğini yüzünüze bas bas bağırıyor.
Hellboy’a ilham verdiği çok bariz olan
Lovecraftvari atmosferi sizi hemen sarıp sarmalıyor. Hem gerçek dünyanın mitolojilerini hem de DC evrenini başarıyla bir araya getirmesi de sizi âdeta mest ediyor. Örneğin Jack Kirby ve Joe Simon’ın 1974 yılında DC Comics için tasarladığı, uyku gazı püskürten silahıyla kötü adamları uyutan
The Sandman adlı klasik süper kahramanın, ya da gerçek adıyla
Wesley Dodds’un aslında bu uykusuzluk dönemi sırasında baş gösteren tuhaflıklar nedeniyle ortaya çıktığı söyleniyor birkaç karede. Böylece Morpheus’un gerçekliğine bir kat daha ilave edilmiş oluyor ustalıkla.
Daha sonraki bölümlerde enfes bir
Habil ile Kabil yorumu ve insanı dehşete düşüren bir
Cehennem tasviri karşılıyor bizleri. Konuyu çok fazla açık edip tadınızı kaçırmak istemiyorum ama “Cehennem’in efendisi kim?” sorusuna üç farklı mitolojiyi birleştirerek verilen cevabın cidden zekice olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. Sandman’in bir iblisle giriştiği söz düellosunu nasıl kazandığını da her fantastik veya çizgi roman okuru mutlaka görmeli diyor ve fazla ayrıntıya girmekten itinayla kaçınıyorum.
İnişli çıkışlı hikâyeleri yok muydu peki? Vardı elbette. Gaiman’ın da cildin sonunda da itiraf ettiği gibi acemilik dönemi işleri, ilk adımlar bunlar. Mesela her ne kadar
John Constantine’i çok sevsem de onun bulunduğu bölüm ve DC evreniyle Sandman’i birleştirmeye çalışan bir sonraki macera o kadar da iyi değildi. Öte yandan âdeta bir
Stephen King romanından fırlamış gibi olan “24 Saat” adlı öyküyse ürkütücü bir güzelliğe sahipti. Ve tabii ki Ölüm’ü ilk kez gördüğümüz “Kanatlarının Sesi” adlı kapanış hikâyesi de öyle… Bu macera Gaiman’ın kendi tarzını buluşunu da müjdelemiş âdeta.
Sandman’i okurken bu kadar büyük bir haz almamın başlıca nedenlerinden biri de hiç şüphesiz yetkin bir çeviriye ve editörlüğe sahip olmasıydı. Daha önce
İçeriden Ölmek (Robert Silverberg) ve
Eve Dönüş (Ray Bradbury) gibi eserlerde akıcı ve kusursuza yakın çevirisiyle gönüllerimize taht kuran
Elif Ersavcı ortaya yine harika bir iş çıkarmış. Koca ciltte tek bir hataya rastladım, onun da hata olup olmadığından tam emin değilim doğrusu. Constantine’in konuşma balonlarından birinin yarısı İngilizce olarak bırakılmış; “
I ain’t no mark for the venus of the hardsell,” diyor tam bu kısımda. Yani Constantine’in
Hellblazer adlı çizgi-roman serisinde kahramanımızın kurduğu punk grubunun ilk ve tek parçasının nakaratını söylüyor. Neden bu lafı telaffuz etmiş, niçin bu şekilde çevrilmeden bırakılmış bilmiyorum.
Hemen onun ardından çağırmak/seslenmek (
call) ile ilgili ufak ama zor bir kelime oyunu var. Orada da mecburi istikamet izlenmiş, olur o kadar. Bunların haricinde fevkaladenin fevkinde, dört dörtlük bir Türkçeleştirme olmuş. Kendisi de sıkı bir Neil Gaiman hayranı olan Elif Ersavcı hem akıcı bir çalışma koymuş ortaya hem de yazarın şiirsel dilini korumayı başarmış. Tabii editörü
Alican Saygı Ortanca’nın katkılarını da unutmamak gerek…
Hani bazı çizgi romanlar vardır, onları diğerleriyle aynı kefeye koymaya gönlünüz elvermez. Mesela
V For Vendetta. İşte Sandman de onlardan biri. Sadece çizgi roman severlerin değil, tüm fantastik okurlarının okuması gereken bir eser… Devamını heyecanla bekliyorum!