Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - Lord Engord

Sayfa: [1] 2
1
Aylık Öykü Seçkisi / Seçkide Elli İkinci Ay
« : 14 Ekim 2013, 23:23:38 »

İçeride ne olduğunu bilemezsiniz. Güneşin güven verici ışınlarına izin vermeyen o mekâna, soğuk bir yapay ışığın titrek parlaklığıyla bakmaya çalışırsınız. Uğursuz sesler, belli belirsiz çıtırtılar varmış gibi gelir, ama asla gerçek mi değil mi emin olamazsınız. Zemin kaygandır, birkaç adım ötesi hayatın anlamı kadar muallâktır. Bir ejderha çıkacaktır belki ya da çağlar öncesinden kalmış bir uzay gemisi. Belki bir ayının pençelerinin izini kemiklerine kadar taşıyan iskeletler göreceksiniz ya da faili meçhul bir cinayet kurbanının son izlerini. Depolanmış taramalı tüfekler, mayınlar da çıkabilir karşınıza, bir cadının fesatlıklarını doğuran kazanı da. Belki de bulacağız kendimizi bambaşka bir diyarda.

Eskiler o resimleri duvarlara kendilerini daha güvende hissetmek, daha rahat uyuyabilmek için çizmiştir belki. Çünkü mağara derindir, karanlıktır, bilinmezdir ve her an kıpırdanabilir.

Siz de işittiniz mi? Hayal gücümün bir oyunuydu sanırım, problem yok, bir adım daha atabiliriz. İşte, karşımızda birbirinden güzel 18 öykü var. Hepsi mağaramızın ayrı bir koridoru ve hepsi bizi ayrı diyarlara götürecek.

     - Mağara adlı öyküsü ile Adil Öztürk

     - Kayıp adlı öyküsü ile Bahri Doğukan Şahin

     - Çığlık adlı öyküsü ile Banu Taylan

     - Vahşi Ruh adlı öyküsü ile Barış Erdoğan

     - Kristal adlı öyküsü ile Barış Melih Cengiz

     - Karanlığın Çağrısı adlı öyküsü ile Ceyhun Özçelik

     - Özel Irk – 4 Fare adlı öyküsü ile Elif Beyza Sam

     - Pandora Tüneli adlı öyküsü ile Gökcan Şahin

     - Gerçek Dünya adlı öyküsü ile Hacı İmrağ

     - Ütopya Projesi 3 – Duvar’ın Ardı adlı öyküsü ile Mehmet Kayhan

     - Kül adlı öyküsü ile Metin Çalışkan

     - Kıyımın Nedeni adlı öyküsü ile Mustafa Men

     - Deniz Mağarası adlı öyküsü ile Nesibe Çakır

     - Eski Çağlarda Yanlış Anlama adlı öyküsü ile Ömer Can Saroğlu

     - Garip Bir Öykü adlı öyküsü ile Pınar Kumsal Başdağ

     - Yelkovan – Erkebit’in Mağarası adlı öyküsü ile Seçkin Sarpkaya

     - Kurdeleli Kaplumbağaya Sempati Beslemeyen Sarı Korniş adlı öyküsü ile Taha Sancar Çalışkan

     - Slain Dehlizi'ndeki Beklenilmeyen adlı öyküsü ile Ufuk Ali Kaftanlı

Bu ayki görselimizi, ikinci yılımızın PDF'si için de çizim yapan Celalettin Ceylan üstlendi. Hayal gücünü kıpraştıran bu güzel görsel için kendisine sonsuz teşekkürler!

Gelecek ayın teması da "KUZGUN" olarak belirlendi. Öykülerinizi, her zaman olduğu gibi oykuseckisi@gmail.com mail adresine gönderebilirsiniz.

Ah, şu sarkıta dikkat edelim, başımızı çarpmayalım. Evet, kuzgunların uçuştuğu gelecek yolculuğumuzda görüşmek dileğiyle…

İyi gezintiler,
Gökcan "Lord Engord" Şahin

2
Kurgu İskelesi / Ynt: Lord Engord
« : 18 Ocak 2012, 17:55:15 »
Çok teşekkürler. :) Gelecek aylarda özellikle aylık öykü seçkisi için yeni öyküler kaleme almayı düşünüyorum. Son zamanlarda öykü yazmaktan epey uzaklaştım aslında. Onları önce burada paylaşmış olacağım bir sorun çıkmazsa. :)
(Bu arada yarışmada birinci olmuştum. Sadık Yemni, Aşkın Güngör, Hakan Bıçakcı gibi yazarların jürisi olduğu bir yarışmayı kazanmak epey gururlandırmıştı beni.)

3
Televizyon / Ynt: Hangi dizileri seyrediyorsunuz?
« : 19 Kasım 2011, 10:17:57 »
Şu sıralar seyretmekte olduğum dört dizi var:

-Fringe (ne kadar kötüleşirse kötüleşsin sevgimin azalmayacağı dizidir, ki bu sezon kötü başlasalar da toparlıyorlar gözümde)
-The Big Bang Theory (her zaman müthişti, hâlâ müthiş)
-Behzat Ç. (efsane oldu bile)
-The Walking Dead (ilk sezon özellikle atmosferine hayrandım, bu sezon serbest düşüşe geçti, akıbeti hakkında endişeliyim)

4
Duyurular / Ynt: 30. İstanbul Kitap Fuarı 2011
« : 15 Kasım 2011, 22:10:08 »
İyiydi ya. Aslında o gün gelme niyetim yoktu ama -biraz da Giskard'ın gazıyla- son anda fikir değiştirip paltomu ve çantamı kaptığım gibi fırladım evden. On bir kitapla döndüm. Rıhtım'ın çılgın ahalisiyle ilk buluşmamdı, muhtemelen son olmayacak. Kollara gelince... Önceki günkü on altı kitap sebebiyle idmanlıydım ama gene de yoruldum. :)

5
Televizyon / Ynt: The Big Bang Theory
« : 30 Ekim 2011, 00:54:27 »
Kesinlikle katılıyorum. 5x7 müthiş bölüm olmuş. Daha ilk sahneden belli etmişti kaliteli bir bölüm olacağını, ama bu kadarını beklemiyordum. :)

6
Kurgu İskelesi / Ynt: Lord Engord
« : 28 Ekim 2011, 17:29:30 »
Teşekkür ediyorum. :)
Xasiork'un yarışması için yazmıştım ve 5000 kelime sınırı vardı. Daha uzun anlatmamamın sebebi bu olabilir. Olmaya da bilir, tam hatırlamıyorum şimdi. :P

7
Stephen King'den Kubbe'nin Altında'yı okuyorum.

Daha önce "bu ne sıkıcı kitap arkadaş" diyerek yarım bıraktığım ve bir daha döneceğimi pek sanmadığım bir kitaptı. Geçenlerde kafama esti, biraz okuyayım dedim. Üç-dört gündür yüz sayfadan aşağı okumuyorum. Dizisi çekilebilecek kadar dolu dolu, bol karakterli, bol olaylı bir roman.

8
Müzik / Ynt: Dinlemeyi en sevdiğiniz tür?
« : 24 Ekim 2011, 17:23:40 »
Sadece metal, daima metal. ;)

9
Müzik / Ynt: Günün şarkısı
« : 24 Ekim 2011, 17:21:45 »
Iced Earth - End of Innocence

http://www.youtube.com/watch?v=C0HCzAV6YjY

10
Bu yazıyı yazarken o sözü nerede görmüş olduğumu hatırlamıyorum; ama http://tr.wikiquote.org/wiki/Albert_Einstein sitesinde de söz, benim kullandığım şekliyle yer alıyor. Doğru olduğunu düşünüyorum.

Temenniniz için teşekkürler. :)
Wikipedia'ya özellikle de Türkçe'sine çok az güvenin. İngilizce alıntıyı yanlış tercüme etmişler. Bir ara onların hatasını düzelteceğim. İngilizce orjinali şöyle:
I believe in intuition and inspiration. Imagination is more important than knowledge. For knowledge is limited, whereas imagination embraces the entire world, stimulating progress, giving birth to evolution. It is, strictly speaking, a real factor in scientific research.
Yani bilim değil bilgi sınırlıdır diyor, önemli olan da hayal değil tasavvur.

Ne yazık ki Vikipedi yazarı çok az. O yüzden böyle hatalar gözden kaçabiliyor.

*Hatta üşenmedim düzelttim.

Yazıya çarpıcı bir giriş olsun diye, kulağıma çalınan bu sözü kullanmışım; ama doğruluğuna güvenmekle hata etmişim. Düzeltiniz için teşekkürler.

11
Teşekkürler. Böyle platformlardaki bu canlılığı ve üretimi gördükçe, ya da örneğin TBD bilimkurgu yarışmasına 250 öykü gönderildiğini duydukça ben de daha fazla umutlanıyorum. Tenceremizde kaynamaya, fokurdamaya hazır yüzlerce genç fantastik edebiyatçı olduğunu biliyoruz en azından. Şu an ateşi arttıracak birileri yok belki, ama biraz daha beklemek kafi gelecektir diye düşünüyorum. ;)

12
Kurgu İskelesi / Lord Engord
« : 21 Ekim 2011, 19:02:15 »
Kayıp Rıhtım'daki ilk öyküm bu. En sevdiğim öykülerimdendir ve kullanıcı adım da bu öykünün kahramanından gelmektedir. Umarım eğlenceli vakit geçirirsiniz. İyi okumalar. :)


LORD ENGORD

1

Yedi yılda bir, imparatorluğun dört ordusu arasında yapılan yarışma bu yıl sürpriz bir sonuçla kapanmış, Doğu Ordusu tarihte görülmemiş bir şekilde yedi dalda yapılan müsabakanın her dalında açık ara birinci olmuştu. Her zaman favori olan ve diğer üç ordunun toplamına yakın bir asker sayısına sahip Büyük Kuzey Ordusu bile hiçbir bölümde Doğu Ordusu’na yaklaşamamıştı.

Bu tarihi sonuçların ardından elbette tüm gözler Doğu Ordusu’na beş yıldır komutanlık yapan Kuzor’a dönmüştü. Biraz sonra, yapılmakta olan ödül töreninde konuşacak ve halkı tatmin etmeye çalışacaktı. Ama ondan önce geleneksel olarak Başkomutan Engord çıktı kürsüye.

Tören, Mu İmparatorluğu’nun en büyük Açıkhava sahnesi olan Raserium’da yapılıyordu. Elips şeklindeki dev alan, baştanbaşa taş basamaklardan oluşan tribünlerle çevrilmişti. Üç yüz bin kişi kapasiteli Raserium bu dev organizasyon için kullanılabilecek en uygun mekândı. Ve Engord kürsüden keskin bakışlı gözleriyle etrafı süzerken tek bir boş yer görmüyordu.

“Saygıdeğer Mu halkı!” diye başladı sözlerine Engord. Kürek kemiklerini yalayacak kadar uzun, açık kahverengi saçlarını arkadan bağlamış, karşıdan gelen güneşten etkilenmemek için gözlerinin altını siyaha boyamıştı. Üzerindeki toprak rengi üniformayla birlikte tam bir savaşçıydı şimdi.

“Geleneksel yarışmamızın ödül töreni için toplandık ve hepiniz bu özel ana şahit olmak için geldiniz. Öncelikle hepinize hoş geldiniz diyorum.”

Uzun süreli bir alkış tufanı koptu. Sessizlik yeniden sağlandığında Engord şöyle devam etti. “Konuşmamı uzun tutmayacağım ama bugün değinmek istediğim önemli bir konu var…

“Bildiğiniz gibi yarışmanın kuralları gereği tüm ordular sahip oldukları en yüksek teknolojiyi tüm etaplarda kullanma hakkına sahiplerdi. Görüldü ki bu konuda Doğu Ordusu, diğerlerine göre büyük bir aşama kaydetmiş ve neredeyse Atlantis seviyesine gelmiş. Ve yine görüldü ki bir ordu için teknoloji çok ama çok önemli. Ne kadar inançlı ve gayretli bir asker kitlesine sahip olursanız olun, yüksek teknolojiye sahip bir düşman karşısında aciz kalırsınız. Bugün de bunun bir örneğini görüyoruz.

“Fakat… Bir de teknolojinin günlük hayatta kullanımı var. Atlantis bunun en güzel örneği… Belki bin yıl önce ne kadar mutlu, ne kadar iyiliksever bir halktılar. Ama şu an çürümüş ve her yeri dağılmış bir insan topluluğundan başka bir şey değiller. Yöneticiler oraya buraya saldırıp ellerinde olmayan hammaddeleri ele geçirmeye çalışıyorlar. Yüzlerce katlı binalarda yaşayan robotlaşmış insan kitlelerini tatmin etmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Her ne kadar ilişkilerimizi belli bir dengede tutmayı başarmışsak da -geçen yılki olay hariç tabii- çok yakında bize de saldırmak isteyecekleri aşikâr. Çünkü bizim topraklarımız el değmemiş, çoraklaşmamış ve tamamen doğal topraklar. Çünkü burası onlar için bir cennet! Çünkü burası Atlantis’in arayıp da bulamadığı her şey!”

Konuşmanın burasında sesi istediğinden de yüksek çıkmıştı. Birkaç saniyelik bir aradan sonra daha yumuşak bir tonla devam etti.

“Atlantis bu duruma geldi, çünkü teknolojinin kendilerini ele geçirmesine izin verdiler. İnsanlar sistem için çalışan basit kuklalar haline geldiler. Gelişmişlikleriyle övünüyorlar ama ruhlarını kaybettiler.

“Biz Mu halkı olarak bundan dersimizi çıkarıyoruz ve günlük yaşantımıza teknoloji denen canavarı sokmuyoruz, sokmayacağız. Makineler bizim uşağımız olacak, biz onların uşağı değil!”

Konuşmanın burasında öyle bir alkış tufanı koptu ki Engord’un altındaki platform titredi. Başkomutan dinmek bilmeyen alkışlar süresince gururla etrafına bakındı. Bu halkı seviyordu.

“Mu halkı, şimdi söz yarışma galibinin. Komutan Kuzor’un…”

Engord çevik adımlarla kürsüden inerken ve yerini Kuzor’a bırakırken bir alkış daha koptu. Halk bu tarihi galibiyete imza atanı görmek ve dinlemek istiyordu.

“Ben çok konuşmayı seven biri değilimdir,” dedi Kuzor alkışlar diner dinmez. “Askerlerim de bilirler ki benim söylediklerim kısa ve kesindir. Tartışılmaz ve mutlaktır. Öyle olmasaydı şu an Dünya üzerindeki en güçlü ordunun komutanlığını yapıyor olmazdım.”

Kalabalıktan ıslıklar ve alkışlar yükseldi. Bu iddialı cümle halkın hoşuna gitmişti.

“Evet, Dünya’nın en güçlü ordusu dedim, çünkü beş yıldır öyle şeyler yaptık, öyle geliştirdik ki kendimizi; kimsenin bize karşı durabileceğini sanmıyorum. Benim emrimle çocuğunu bile öldürebilecek kadar itaatkâr askerlerim, düşman daha bizi fark etmeden onları yok edebilecek kadar güçlü silahlarım var. Şu ana kadar bunların olmasını engelleyen tek şey Mu hükümeti’nin gelişmeye olan kapalılığı ve tahammülsüzlüğüydü, ama onu da aştım. Az önce başkomutanımızın da söylediği gibi teknoloji bizim kölemiz olacaksa kesinlikle kullanılmalıdır. Şimdi güç bende ve güç Mu’da…”

Ellerini hızla kaldırıp halkı selamladı ve yoğun alkışlar arasında kürsüden indi. Bu halkı o da çok seviyordu…

2

Törenlerin üzerinden üç gün geçmiş, halk coşkulu günleri yavaş yavaş ardında bırakmakta ve günlük yaşamına dönmekteyken Büyük Mu Adalet Heyeti’ne isimsiz bir mektup geldi.

“Doğu Ordusu komutanı Kuzor, göreve geldiğinden beri bazı aracılar sayesinde İmparatorluk bütçesinden fazla para almakta ve görevini kötüye kullanmaktadır. İspat ve yargılama için gerekli belgelerin heyet tarafından kolaylıkla elde edilebileceğini düşünüyor, bir an önce gereğinin yapılmasını talep ediyoruz.”


3

Kuzor, başkomutanın huzuruna hızlı ama tedirgin adımlarla çıktı. Kubbeli bir silindir biçimindeki başkomutanlık binasının bordag ağacından yapılma sağlam merdivenlerini tırmanırken tek düşüncesi neden acilen çağrılmış olabileceğiydi. Bu konuda kafasında iki karşıt düşünce dönüp duruyordu. Ya kademesi yükseltilip Büyük Kuzey Ordusu komutanlığına getirilecekti, ya da görevinden alınacak ve yerini Binbaşı Enoel alacaktı.

Son bir haftada Kuzor’un başrolde olduğu iki önemli olay yaşanmıştı. Birincisi Kuzor komutanlığındaki Doğu Ordusu’nun geleneksel ordular arası yarışmada tarihte görülmemiş bir başarıya imza atmasıydı.

İkinci olay ilkiyle direk alakalı ama tam tersine Doğu Ordusu adına büyük bir utanç kaynağıydı. Büyük Mu Adalet Heyeti tarafından ortaya çıkarılan belgelere ve yapılan soruşturmaya göre Kuzor yolsuzlukla suçlanıyordu.

Durum ülkeye yayılınca büyük bir tartışma başlamıştı. İkiye bölünen halkın bir kısmı Kuzor’un kesinlikle suçlu olduğunu ve kendini başarılı göstermek için -belki de daha yüksek kademelere ulaşabilmek için- böyle bir halt yediğini söylüyor, bırakın komutanlıktan atılmasını, sürgüne yollanması gerektiğini konuşuyordu. Diğer yanda Kuzor’un doğru yaptığını düşünenler vardı. Madem ordu biraz daha fazla parayla bu kadar iyi bir hale getirilebilecekti, neden yöneticiler bu kadar az bütçeyle yetiniyordu? Kuzor onlara göre hakkı olan parayı almış ve bu adaletsizliğe son vermek için kullanmıştı. Kuzor hemen kahraman ilan edilmeli ve tüm orduların bütçeleri arttırılmalıydı. Hele Atlantis’le İmparatorluk arasındaki anlaşmazlık savaşa dönüşmeden önce… Yoksa yenilgi kaçınılmaz olacaktı.

4

“Lord’um beni çağırm…” dedi Kuzor odaya girer girmez.

“Sence Kuzor…” diye sözünü kesti odadaki yine bordag ağacından işlenmiş iri masanın arkasındaki adam. “… şu sineği neden paramparça edemiyorum?”

Kuzor tamamen kendisiyle ilgili olaylara odaklandığı için komutanının ne dediğini önce anlayamadı. Sonra masanın üzerinde koca bir sineğin keyifle bacaklarını ovuşturmakta olduğunu gördü.

“Bilmiyorum efendim,” dedi şaşkın şaşkın. Sesi bir şeyle suçlanmış ve kendini savunmaya çalışan bir çocuğunki gibi çıkmıştı. Ne kadar kudretli bir komutan olsa da başkomutanın yanında çocuk gibi hissederdi. Doğrusu koskoca Lord Engord’un yanında çocuk gibi kalmak bile saygısızlık sayılabilirdi. Mümkünse şu sinek kadar olunmalıydı.

“Biliyorsun, tüm maddeler atomlarına kadar benim emrimde…”

“Elbette efendim. Siz canlı bir tanrısınız.”

Engord sineğe dikilmiş gözlerini kaldırdı ve Kuzor’a dikti. “Ben Tanrı değilim ahmak!”

“Sözün geli…”

“Sözün gelişi falan da Tanrı değilim.”

“Özür dilerim.” İşte bir çocukluk tınısı daha…

Engord’un gözleri yine sineğe kaydı.

“Ne diyorduk? Tüm atomlar, hatta var olan tüm parçacıklar emrimde olduğu halde bu sineğe neden bir şey yapamıyorum?”

“Yaparsınız efendim.”

“Yapamıyorum Kuzor. Ne bu sineğe, ne şu bitkilere, ne de ölümün soğukluğu değmemiş bir insana en ufak bir etkide bulunabiliyorum… Eğer yapabilseydim, Atlantis orduları bizim için en ufak bir tehlike teşkil etmezdi.”

“Ama yine de sinek gibi avlayabiliyorsunuz onları! Geçen yılki Zontario Adası harekâtındaki kahramanlıklarınızı herkes biliyor.”

“Hıh… Ben onları sinek gibi avlamıyorum. O giydikleri zırhla kendi kendilerini öldürüyorlar. Kafalarındaki kaskları sıkıştırıp beyinlerini patlatıyorum. Çelik giysilerini ciğerlerine geçiriyorum. Ama o canlı hücrelere en ufak bir şey yapamıyorum.”

“Sizin yaptığınızı kimse yapamıyor efendim. O çatışma topyekûn bir savaşa dönüşseydi bile eminim haklarından rahatlıkla gelirdiniz.”

“Nereden biliyorsun kimsenin yapamadığını Kuzor?”

Sinek elini yüzünü güzelce yıkamış birkaç adım atıp masanın kenarına varmıştı. Şimdi çok hücreli gözleriyle Kuzor’a bakıyordu. Kuzor da ona bir an karşılık verdikten sonra yine Engord’a döndü.

“Sizin gibi başkaları olsaydı bilmez miydik?”

“Beni biliyor muydunuz? Kırk yaşımda Atlantislilere karşı savaşmaya karar verene kadar benden haberiniz bile yoktu!”

“Doğru söylüyorsunuz. Siz istemeseniz bilemezdik.”

“Her neyse konuyu dağıtıyoruz. Kaç gündür düşünüyorum Kuzor, en ufak bir canlılık içeren şeyler benim neden etki alanımın dışında diye… Ama bir cevap bulamıyorum. Yani mantıkla açıklanabilecek bir cevap. Bu durumda tek bir şey kalıyor geriye. Ruhları koruyor onları.”

Kuzor komutanının ne demek istediğini anlayamamıştı. Engord da bunu gözlerinde okumakta gecikmedi.

“Bak şimdi,” dedi gür sesiyle. Ve aynı anda başkomutanlık binası ortadan kayboldu. Kubbeli binanın ikinci katında olmaları gerekirken yirmi metrekarelik ahşap zemin üzerinde havada süzülüyorlardı. Engord hâlâ koltuğunda oturuyor, önündeki masadaki sinek de kıpırtısız duruyordu. Kuzor altındaki bıçak gibi kesilmiş dörtgen zeminin yerle bir bağlantısı olup olmadığını bilmiyordu ama topuğuyla yere iki kere vurduğu halde kıpırdamadığına göre sağlam olmalıydı. Aşağıda temsili korumaların -başkomutanlıkta Engord dışında sadece kapıda bekleyen iki asker olurdu- şaşkınlıkla etrafa baktıklarını gördü. Havadaki zeminin üzerindeki komutanlarının güvende olduklarını görünce biraz teselli oldular. Bunun da onun işi olduğunu anlamışlardı.  

“Görüyorsun değil mi? Tüm binayı atomlarına ayırdım ve o atomlar etrafımızda havaya karışmış durumdalar. Altımızda en ufak destek olmadığı halde bizi burada tutabiliyorum. Hatta…” dedi ve o anda bina tekrar belirdi. “… işte atomları yine bir araya getirdim. Örümcekleri ve fareleri yerlerinden etmiş olmalıyım ama olsun.”

“Efendim, gerçekten hayranlık duyulacak bir insansınız…”

“Övgü için yapmadım bunu. Şimdi izle. Tüm gücümle şu sineği atomlara ayırmaya çalışacağım.”

Gözlerini sineğe dikti. Emrine muhalefet eden bir askeriymiş gibi öfke dolu bir bakıştı bu.

“Gördün mü?” dedi Kuzor’a dönerek.

“Neyi efendim?”

“Hiçbir şeyi… Hiçbir şey olmadı işte. Parçalanmadı. Farkına bile varmadı. Çünkü o canlı ve her hücresine sinen bir ruhu var. O ruh atomlarını koruyor ve dokunmamı engelliyor.”

“Şimdi anladım. Ama siz yine de yenilmezsiniz efendim.”

“Şu sineğe baktıkça bana hiç de öyle gelmiyor Kuzor, hiç öyle gelmiyor…”

Ve Lord Engord eline geçirdiği bir kâğıdı sineğin kafasına indirdi. Ama sinek son anda tehlikeyi fark edip havalanmış, gürültülü bir vızıltıyla odanın diğer tarafındaki kitaplığa konmuştu. Engord sinirle güldü.

5

“Efendim, beni çağırmanızın nedeni neydi?” dedi Kuzor neden sonra.

“Başkomutanlığı bırakmaya karar verdim.”

“Ne? Nasıl yani?”

“Tüm orduları sana emanet edip çekileceğim. Yolsuzluk yaptığın söyleniyor ama yarışmada senin ordunu izledim. O paranın tek kuruşunun boşa gitmediği belli. Gitmeden önce imparatorluk kurulundan orduya verilecek payı arttırmalarını isteyeceğim. Sonra da köşeme çekileceğim.”

“Ama siz olmazsanız Atlantis süper teknolojik ordularıyla bizi göz açıp kapayıncaya kadar yok eder.”

“Abartma Kuzor. Mu İmparatorluğu hiçbir zaman o kadar kolay teslim olmaz. Sana yeni teknoloji konusunda güveniyorum.”

“Peki neden bırakıyorsunuz?”

“Cevap çok bariz değil mi?”

“Benim için değil efendim.”

“Peki, şöyle söyleyeyim. Ordular son zamanlarda kokuşmaya başladı. Benim yenilmez olduğumu düşünüyor ve işleri gevşetiyorlar. Aralarında bir tek sen gevşemedin.”

Kuzor derin bir nefes aldı. Şu birkaç dakikada üst üste şoklar yaşıyordu. Durumu hazmedebilmesi için uzun bir süre geçmesi gerektiğinin farkındaydı.

“Atlantis elbet bir gün beni yok etmenin yolunu bulacaktır,” diye devam etti Engord. “Ve o gün Mu’nun çöküş günü olur. O yüzden bırakmalıyım. Ve sen tüm orduları güçlendirmeli, savunmamızı geçilmez yapmalısın. Mu her zaman teknolojide geri ama kültürde ileri bir imparatorluk oldu. Kültürümüz yok olursa tüm Dünya için durum kötüleşir. Bunu korumamız lazım. Yani Atlantis bizi fethetmemeli. Onların dev robotlarına, uçan savaş makinelerine, güçlü kitle imha silahlarına karşı bizim de bir şeyler yapmamız gerekiyor ve bu konuda güvenebileceğim tek kişisin.”

“Anlıyorum efendim,” dedi Kuzor. Belki sevinmesi gerekiyordu ama o büyük bir sorumluluk aldığını düşünüyor ve o yükü şimdiden omuzlarında hissediyordu. Bu gece uyuyamayacaktı, belki sonraki gece de. Durumu hazmedene kadar beyni harıl harıl çalışacak ve onu hem yıpratacak hem olgunlaştıracaktı. Şimdiden değişmiş hissediyordu kendini.

“Şimdilik kimse bilmesin,” dedi Engord. “Bir ay içinde koltuğum senin olacak.”

“Emredersiniz efendim,” dedi Kuzor ve ayağa kalktı.

“Gidebilirsin.”

Kuzor komutanını selamlayıp kapıya yöneldi. Kitaplıktaki sinek ellerini ovuşturuyordu.

6

Kuzor’la Engord’un gizli görüşmesinden yirmi gün sonra bir haber geldi:

Atlantis ani bir baskınla kuzey kıyılarına ayak bastı! Hızla iç kısımlara ilerliyorlar. Yüz bin kişilik bir ordu, beş yüz dev-robot, yüz ejder robotu, iki yüz taşıyıcı robot ve yüz yeraltı robotuyla geldikleri rapor edildi!

Engord haberi duyar duymaz ayağa kalktı. Tül gibi ince ama dayanıklı, kahverengi bir giysi ve rahat bir pantolon giydi. Ayaklarına en dayanıklı ayakkabılarını, alnına uzun saçlarını toplaması için Mu armalı bir band taktı. Ve merdivenlerden indi. Zemin kata ulaştıktan sonra gizli bir kapağı açıp yerin altına geçti. Yüzlerce basamağı hızla atlattı ve dar bir tünele girdi. Kısa süre sonra karşısına aşılmaz bir duvar çıktı. Ama komutan en ufak bir duraksama göstermedi. Çarpmasından bir saniye önce duvar ortadan kayboldu ve Engord geçtikten hemen sonra geri geldi.

Engord karşısına çıkan karanlık odanın ışıklarını -sadece düşünerek- açtı ve onu Kuzey’e götürecek yeraltı aracını gördü. Doreon adlı metalik gri-siyah renkli araç manyetik bir sistem sayesinde havada asılı duruyor ve yine manyetik alanların yardımıyla müthiş bir hızla hareket edebiliyordu. Doreon, Atlantis’in hemen hemen her yerinde kullanılan bir araçtı ama Mu’da yaygın değildi. Yalnızca önemli kişilerin acil ihtiyaçları için kullanılıyordu.

Engord kapısı veya penceresi olmayan, çeşitli motiflerle süslenmiş, iki yanı kurşunkalem ucu gibi sivrilmiş bir silindir şeklindeki Doreon’a yaklaştı. Üst kısmındaki atomları hareket ettirdi ve içine binerek kapıyı tekrar kapattı. Engord’un zihinsel emriyle Doreon hareket etti ve kısa sürede inanılmaz bir ivmeyle hızlandı.

“Son kez,” diye mırıldandı kendi kendine. “Son kez ordumun başına geçiyorum. Bir kez daha Atlantis’i def edeceğim ve görevi bırakacağım. Atlantis toparlanana kadar Kuzor orduyu güçlendirecek ve artık bana ihtiyaç kalmayacak.”

Birkaç dakika sonra Doreon yavaşlayıp durdu ve Engord’u istediği yere ulaştırmanın gururuyla hafifçe cızırdadı.

Engord hiç zaman kaybetmeden Büyük Kuzey Ordusu komutanlık binasının bodrumundan çıktı ve komutanın yanına gitti. Mu’nun en büyük ordusu Kuzey Ordusu olmasına rağmen Atlantis bunu bile bile kuzeyden saldırmıştı. Demek ki kendine güveniyor, büyük orduyu hemen yok ederek bir an önce hedefine ulaşmak istiyordu.

“Sizi gördüğüme ne kadar sevindim anlatamam,” dedi Kuzey komutanı Reod.

“Bunları bırak da Kuzor’un ordularını çağırdınız mı onu söyle.”

“Çağırdık efendim,” dedi Reod. Biraz bozulmuştu.

“Güzel, ne zaman burada olurlar?”

“Bir hafta içinde.”

“O zamana kadar dayanabilir miyiz?”

“Siz varken elbette. Üstelik bildiğiniz gibi Kuzey ordusu…”

“Bırak şimdi. En güçlü ordunun artık Kuzey ordusu olmadığı gün gibi aşikâr. Kuzor’un ordusu son yarışmada bunu açıkça gösterdi.”

“Ama onlar sayı bakımından bizim üçte birimiz bile değil.”

“Güç bakımından da siz onların üçte biri değilsiniz! Şimdi, durum raporu ver.”

Reod masanın üzerindeki haritada Atlantis ordularının fethettiği her yeri gösterdi. Kıtanın kuzey kısmının tam ortasından aşağıya doğru parabolik bir eğri şeklindeydi Atlantis’in elindeki bölge. Reod, orduların konumlarını, Atlantis’in robotlarının ne şekilde hareket ettiklerini ve gerekli olan diğer tüm bilgileri ayrıntılarıyla aktardı.

“Belli ki direk başkente gidiyorlar,” dedi Engord parmağıyla başkentin üzerine iki kere tıklayarak. Başkent Ra-Pol (diğer bir deyişle Güneş Şehri) dev kıtanın hemen tam ortasındaydı, çok az bir miktar kuzeydoğuya kayıyordu.

“Onları Sef ve Zoan dağları arasında sıkıştırabiliriz. Eğer orayı geçerlerse koca bir boş alana çıkarlar ve başkente kadar onları durduramayız.”

“Yani şimdi saldırmayalım mı?” dedi Reod.

“Bırakalım dağlara kadar ilerlesinler. Orduları oraya çekelim. O zamana kadar diğer birliklerimiz de yetişecektir. Sayı olarak üstün konuma geçeriz. Ama şu anki hızlarına bakılırsa dağlara ulaşmaları dört günden uzun sürmeyecek. Bir şekilde onları yavaşlatmamız lazım. Kuzor gelmeden dağlardan çıkmamaları lazım.”

“Kuzey Ordusu ilk emirde saldıracak efendim.”

“Şimdi saldırırsak askerlerimizin çoğunu kaybederiz Reod. Bir şey düşünmemiz lazım.”

“Bu arada, sizin için önemi var mı bilmiyorum ama Atlantisliler bu kez tamamen yeşil bir üniforma giyiyorlarmış. Denilene göre zırhlıları Grona adlı sert bir bitkiden yapılmış. Çok dayanıklı değilmiş ama tabii metal zırhtan daha hafif olduğu kesin. Yine de neden Grona’yı tercih ettiklerini tam anlayamadık.”

Engord bir anda donakalmıştı. Görünüşe göre Atlantis onun sırrını öğrenmiş ve askerlerine canlı bitkilerden zırh giydirmişti.

“Ben sebebini biliyorum,” dedi Engord dalgınca. “Bu kez işimiz daha zor Reod.”

7

Ertesi gün Kuzey Komutanlığı’ndaki odasında kara kara düşünüyordu Engord. Ulaşabildiği tüm istihbaratı getirmekle görevli Gowuyan’ı bekliyordu. Gowuyan imparatorluğun dört bir yanından her türlü bilgiyi alabilecek çevreye ve donanıma sahipti. Engord başkomutan olduğundan beri pek çok kez ondan faydalanmıştı. Hatta önceki yıl Atlantis’in Zontario adasına asker çıkardığını da ilk ondan öğrenmişti. Zontario Atlantis ile Mu’nun uzun zamandır anlaşamadıkları bir konuydu. Mu’nun egemenliğindeydi ama Atlantis coğrafi olarak adaya daha yakın olduğu için hak iddia ediyordu. Sonuçta Engord bizzat adaya gitmiş, çıkartma yapan askerlerin kökünü kurutmuştu.

Kapı tıklatılınca düşüncelerinden sıyrıldı Engord. Gelen Gowuyan’dı. Engord’un emriyle masanın karşısına oturdu.

“Haberler kötü lordum,” dedi.

“Atlantis ordusuyla ilgili mi?”

“O durumu zaten biliyorsunuzdur. Asıl kötü olan halk cephesi…”

“Ne olmuş Gowuyan, lafı geveleme.”

“İmparatorluğun her yanında Atlantis egemenliğine girmek isteyen gruplar türedi. Bir anda nereden çıktıklarını bilmiyorum, ama büyük kitleler Atlantis’e bağlanmak istiyor. İlk taşkınlıklar dün çıkmaya başlamış, bugün ise kendi fikirlerinden olmayanlara şiddet uygulamaya başlamışlar. Artık fakir olmaktan, teknolojiden uzak kalmaktan bıktıklarını söylüyorlar.”

“Lanet olsun,” dedi Engord. “Atlantis bunu çok önceden planlamış. Muhtemelen misyonerler gönderip halkın aklını çelmişlerdir.”

“Yine de henüz çoğunluğu oluşturmuyorlar efendim.”

“Olsun, bu durumda ordunun bir kısmını isyanları bastırmak için kullanmamız gerekecek. Hatta Batı veya Güney ordusunu tamamen bu iş için yönlendirebiliriz.”

“Maalesef o da zor,” dedi Gowuyan. Engord’un bir şey söylemesine fırsat bırakmadan devam etti. “İki orduda da asi komutanlar türemiş ve kendi birliklerini dağıtmışlar. Hatta Atlantis’e bağlanmak için isyanlara katılanlar olduğu söyleniyor.”

“Nasıl yani, orduların ne kadarı dağılmış?”

“Güney ordusunun yüzde otuzu, batı ordusunun yüzde yirmi beşi.”

“Kuzor’un ordusunda bir şey var mı?”

“İşte asıl kötü haber o… Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum ama…”

Engord içini çekti, koltuğuna yaslandı ve kötü haberi bekledi.

“Kuzor,” dedi Gowuyan, “tüm ordusunu toplamış ve başkente geliyor.”

“Ben çağırdım zaten, Atlantis ordula…”

“Öyle değil efendim. Kuzor, Güneş Şehri’ni yıkmak istiyor. Başkentin ve İmparatorluk unvanının kendine teslim edilmesini isteyecekmiş. Atlantis’le işbirliği yapıyor.”

Engord gözlerini kapadı. Damarlarındaki kan akışı öyle hızlanmıştı ki şakaklarında hissediyordu. Sağ kulağına keskin bir ağrı girdi ve çıktı, sol gözü birkaç saniye seyirdi, dişleri birbirlerini törpüledi. Sonra bir kahkaha attı. Böyle bir duyguyu ömründe hissetmemişti, öfkeden çıldırmak üzere hissediyordu kendini.

“Demek Komutan Kuzor hain çıktı ha… Ben de onu başkomutan yapacaktım. Adam imparator olmayı düşünüyormuş, başkomutanlığı ne yapsın… Bir de sırrımı söyledim ona… Sineğe bile bir şey yapamıyorum dedim. Adam elbette yetiştirdi Atlantis’e… Ordular da vazgeçti demir zırhlardan tabii.” Bir daha kahkaha attı. “Belki çıplak gelmeyi de düşünmüşlerdir.” Gowuyan’a bakmıyordu. Onun orada olduğunun bile farkında değildi.

Engord ayağa öyle hızlı kalktı ki koltuğu devrilecek gibi oldu. Ama devrilmeden ortadan kayboldu koca koltuk. Tavandaki avize deli gibi sallanmaya, etraftaki kitaplıklar çatlayıp devrilmeye başladı. Engord kapıya doğru kesin adımlarla yürürken bina da titriyordu. Kapı Engord’un düşünmesiyle kendi kendine açıldı ve arkasında bekleyen askerler ortaya çıktı. Hepsi silahlarını doğrultmuştu ve en önlerinde Kuzey Ordusu Komutanı Reod vardı.

“Engord, seni Atlantis İmparatorluğu adına tutukluyorum,” dedi.

Engord yine bir kahkaha attı. “Atlantis İmparatorluğu demek… Meğer herkes Atlantis’i istiyormuş, herkes teknoloji için, sömürülmek için yanıp tutuşuyormuş da haberim yokmuş.” Cümleyi bitirirken somurtmadan da öte bir yüz ifadesi vardı Engord’un. Arkasını dönüp devasa pencereye doğru koştu. Ayağa kalkmış şaşkın şaşkın bakmakta olan Gowuyan’ı belinden tutup yanında sürükleyerek pencereden aşağı atladı. O sırada ne cam kırıldı, ne başka bir şey. Engord geçerken bir anlığına yok olup geri gelmişti sadece. İki adam üçüncü kattan aşağı süzülürken arkalarından Engord’un odasındaki halı da süzülüyordu. Onlar yere düşmeden altlarına geçti ve yerin birkaç santim üstünde iki adamı yakalayıp tekrar havalandı. Aynı anda arkalarındaki komutanlık binası gürültüyle yıkılıyor, tozu dumana katıyordu.

Gowuyan yuvalarından uğramış gözleriyle Engord’a baktı. Başkomutan, etraftaki askerlerin bakışları arasında uçan halısıyla uzaklaştı ve tenha bir yerde Gowuyan’ı indirdi. Tek kelime etmeden büyük bir hızla tekrar havalandı ve kimseye haber vermeden, yanına hiçbir şey almadan, hiçbir plan yapmadan yollara düştü. Bir süre sonra zihinsel gücünü tüketmemek için halıyı bıraktı. Ayakları onu kuzeye götürdü. Atlantis’in devasa ordusunun olduğu yere. Günlerce yürüdü, yürüdü ve yürüdü. Önüne kayalar çıktı, yok etti; nehirler çıktı, kuruttu; tepeler çıktı, çökertti.

Sef Dağı’na ulaşınca bir kaya buldu, ona kendisini dağın öte yanına götürmesini emretti. Kaya, topraktan bir bitki kökü gibi sökülerek havalandı. Sallandı, silkindi, ona tutunmuş tüm solucanları, böcekleri attı ve Engord’un ayağının dibine geldi. Engord kayaya çıkıp oturdu. Hazır olur olmaz kartal hızıyla aştı dağı. Öte tarafa geçip aşağı yöneldiğinde karınca sürüsünü andıran Atlantis ordularını gördü. Yirmi adam boyundaki dev-robotlar gürültüyle hareket ediyor, devasa kanatlarını çırparak uçan ejder robotlar leş peşindeki akbabalar gibi ordunun üzerinde dönüp duruyordu. Ordu topyekûn Sef ile Zoan dağlarının arasına yaklaşıyor, yaklaştıkça dağların arasından geçebilecek şekilde daralıyordu.

Engord yamaçtan aşağı inmeyi ve ordulara yaklaşmayı sürdürdü. Mu’ya karşı olan vicdan azabını ancak Atlantis’e karşı savaşarak dindirebilirdi. Belki birazdan ölecekti; lakin en ufak bir tereddüt hissetmiyordu.

Büyük bir düzen ve disiplinle ilerleyen Atlantis askerleri, Sef-Zoan boğazında karşılarında aniden belirene kadar Engord’un farkına bile varmamışlardı. Ordunun birkaç yüz metre önünden giden on iki atlıdan oluşan keşif ekibi havadan inen kaya parçasını görünce pek de şaşırmadı. Engord’un bir yerde karşılarına çıkacağını biliyorlardı.

Atlılar Engord’dan yirmi metre ötede durdu. Hepsi birden ‘molekülbozum silahı’ olarak adlandırılan kalem kadar ince, tüy kadar hafif ama şimşek kadar etkili silahlarını rüzgâr hızıyla çıkardılar. Çıkarmalarıyla pişman olmaları bir oldu, çünkü silahlar hiç var olmamış gibi kayboldu ellerinde. Bir an sonra hepsi Engord’un önünde havada asılıydı ve namlusu sahiplerine dönüktü.

Molekülbozum silahının tipik özelliği hedef aldığı şeyin molekül yapısını bozmak ve içsel enerjisini kendini parçalayacak şekilde yöneltmekti. Şimdilik kitle imha silahı olacak kadar geliştirilememişti ama bir insanı tek atışta öldürebiliyordu. Atlı birliğin on iki askeri de daha silahlarını çektikten sonraki ilk nefeslerini almadan kendi silahıyla paramparça oldular.

Üstlerinde parçalanan ve narin tüylerini kana bulayan sahiplerini yere atan atlar panikle kişneyip kaçıştı. Engord üzerinde olduğu kayayla beraber, onu fark eden ve ilerlemeyi durduran Atlantis ordusuna yaklaştı. Hiçbir tereddüte düşmeden emrindeki on iki silahla önüne kim gelirse paramparça etti. Ordunun ön sıralarındaki askerlerin silahlarını da ele geçirip arkadakilere karşı kullandı. Onların gücü tükenince başka silahlar buldu ve böyle sürüp gitti. Altındaki yüzlerce cesetle ordunun kalbine doğru adım adım, ceset ceset, kan kan ilerledi.

8

Lord Kuzor, onu başkente -ve ebedi zafere- taşıyan zırhlı savaş araçlarından birinin içindeydi. Hemen hemen hiç sarsılmadan dağ tepe aşabilen aracın içindeki rahat koltuğunda gözlerini kapatmış, trans halindeydi ve hiç huzurlu görünmüyordu. Aniden gözlerini sonuna kadar açınca, onu on dakikadır dikkatle izleyen sağ kolu Zi-Klo’yu korkuttu.

“Engord,” diye tısladı Kuzor, “Atlantis ordusuna saldırıyor. Geri zekâlılar molekülbozumlarını devre dışı bırakmazlarsa hepsi geberip gidecek. Ayrıca başka bir yolla saldırmaları gerek… Zi-Klo, beni hemen Atlantis başkomutanına bağla.”

“Hemen efendim.”

9

Engord, ilerleyişindeki ilk ve tek hatasını havada süzülen ejder robotları unutarak yaptı. Öfkeyle başkomutanı yok etmeye giderken, etki alanının dışından menzilli bir nötrino torpili yollayan ejder robotunu fark edemedi. Işık hızındaki nötrinoların varlığını ancak bir kısmı onu delip geçerken idrak edip kendini savunabildi. Ejder robotlarının gönderdiği nötrinolar uzayda zararsızca dolaşan parçacıklar değil, geliştirilmiş bir teknolojiyle yakalanıp etkisi güçlendirilen yarı-yapay parçacıklardı. İnsan bedeninde mikroskobik delikler açarlardı. Birkaç bin tanesi dahi ancak atomsal seviyede zarar verdikleri için bir insanı yok etmeye yetmezdi ama bir ejder robotu aynı anda yüzlerce kentilyon nötrinoyu birden gönderirdi. Ve bu, bir insanı tuzla buz edecek kadar büyük bir miktardı.

Engord tehlikeyi bir saniye geç fark etseydi ölecekti, bir saniye erken fark etseydi şimdiki gibi gözleri kararmayacak, başı dönmeyecek, milyonlarca hücresi ölmeyecek veya hasar görmeyecekti.

Bir anda kendini yerde buldu. Yerçekimini bile hissedemiyor, ölüp ölmediğinden dahi emin olamıyordu. Eğer yaşıyorsa silahlar ve kaya kontrolünden çıkmış olmalıydı. Ve tabii birazdan askerler onu molekülbozum mermisi yağmuruna tutacaklardı. Ölmüşse artık Mu da ölü sayılırdı.

Sırtüstü kıvranırken gözünü aralayabildiği -ve hâlâ hayatta olduğunu anladığı- an gördüğü manzara beklediğinden çok farklıydı. Başının üzerinde bir karaltı vardı. Koca bir dikdörtgen şeklindeydi ve gittikçe büyüyor gibiydi. Sanki üzerine bir çekiç iniyordu. Engord bir anda kavradı bunun ne olduğunu… Tüm düşünce gücünü kullanarak karaltıyı durdurmaya çalıştı. Bunun kolay olmayacağını biliyordu, çünkü az önce üzerine bindiği kayanın belki bin katı ağırlıktaydı bu şey.

Bir dev-robotun ayağından başka bir şey değildi bu. Atlantisliler onu pestilini çıkararak yok etmeye çalışıyorlardı. Maruz kaldığı nötrinonun zihin gücüne bir etki yaratıp yaratmadığını bilmiyordu Engord, ama başka güvenebileceği bir şey olmadığı için elinden geleni yapacaktı.

Dev-robotlar baş kısmındaki bir pilot tarafından yönetilen insan biçiminde bir metal yığınıydı. Pilot özel bir bölmeye kapatılır, diyotlarla sinirsel tepkileri aynen robota iletilirdi. Bu sayede pilot robot üzerinde tam hâkimiyete sahip olurdu. Gözünü kırpsa robot da gözünü kırpar, elini uzatsa robot da elini uzatırdı. Yani şu an robotun içindeki Atlantisli, bir böceği eziyormuş gibi hissediyor olmalıydı.

O böcek ezilmedi. Dev ayak Engord’un bir metre üzerinde paslanmış da hareket edemiyormuş gibi gıcırtıyla sabit kaldı. Zihninin hâlâ formda olmasıyla hayatı kurtulan Engord ayağa kalkacak fiziki gücü toplamaya çalıştı. Birazdan askerler güçsüzlüğünü fark edecek ve onu öldürmeye bizzat geleceklerdi.

Kısa sessizliğin ardından gürültüler duymaya başlayınca zamanı olmadığını anladı. Ayağa kalkamıyordu. Nötrinolar enerjisini emip götürmüştü. Hücreleri delinen yerlerini onarmak için yoğun bir çaba sarf ediyordu. Bu yüzden de ateşi çıkmıştı ve soğuk terler döküyordu. Engord robot ayağının etrafında toplanmaya başlayan askerleri görünce üzerindeki elbiselerin yardımıyla oradan kurtulmaya karar verdi. Zihin gücünü giysilerine ve ayakkabılarına yöneltti. Böylece, ensesinden kaldırılan bir kedi misali havalandı. Üzerindeki dev ayağın altından çıkıp kendini doğrultması çok kısa sürdü.

Av tekrar başladı. Etrafındaki şaşkın asker güruhunun hepsini yine kendi silahlarıyla paramparça etti. Gökyüzündeki ejder robotlarını görünce tekrar saldırıya hazırlandıklarını anladı. Ordunun diğer kısımlarındaki ejder robotlar da toplanmıştı ve onlarca üyesi olan bir kuş sürüsüne benziyorlardı. Birazdan hepsi birden onu nötrino bombardımanına tutabilirdi.

Elbiselerinin yardımıyla ters yönde dalış yapan bir kartal misali havaya sıçradı Engord. Yaklaştığı ejder robotlar anında atomlarına ayrılıp gaz halinde havaya karıştılar. Birkaç tanesi nötrinolarını ateşlese de Engord evrendeki tüm parçacıklar gibi onlar üzerinde de istediğini yapabiliyordu. Yok etmesi çocuk oyuncağıydı. İstese bir kara delik gibi ışığı bile büküp yok ederdi. Yeter ki menzilinde olsun…

Etraftaki tüm ejder robotları etkisiz hale getirdikten sonra Atlantis ordusunun kökünü kurutmak için tekrar aşağı indi. Fiziksel olarak kılını kıpırdatamasa da telekinetik gücü sayesinde kendini çok formda hissediyordu. O yukarıdayken askerler komutanlarının emriyle molekülbozum silahlarını etkisiz hale getirmişlerdi. Yine kendi silahlarıyla vurulmak gibi bir hata yapmak istemiyorlardı. Üzerlerindeki yeşil giysiler de Engord’un onları yok etmesini önleyecekti. Engord komutanlardan birinin belindeki kılıcı aldı ve hem el becerisi hem de zihin yeteneğiyle önüne geleni biçmeye koyuldu. Askerler tamamen silahsız oldukları için tek yapabilecekleri yumruk ve tekme ile savaşmaktı. Birkaç tanesinde hançer vardı ama hepsi kendi hançerleriyle ölüp gidiyordu.

Engord, Dev-robotları kontrol edebilecek kadar güçlü olsaydı hepsini onlara ezdirecekti ama ancak durdurmaya yetiyordu kudreti. Yeraltı robotları ise henüz çok uzaktaydılar. Engord bu dar boğazda üzerine fazla gelemeyen yaya ve atlı askerleri rahat rahat yok edebiliyordu. Metalik gri kuğu motifli kılıç yüzlerce baş kesiyor, binlerce kalbe saplanıyordu.

Engord Atlantis’in başkomutanına yaklaştıkça öfkesi artıyor, darbeleri daha şiddetli oluyordu. Onu yenilmez yapan buydu, ona güç veren öfkesi…

10

Atlantis askerleri Kuzor’un başkomutanı uyarmasıyla molekülbozum silahlarını etkisiz hale getirmişlerdi ama bu yeterli değildi.

“Pencereyi aç,” dedi Zi-Klo’ya.

“Efendim, havalandırmayı…”

“Pencereyi aç dedim, havalandırmayla falan alakası yok.”

“Peki efendim,” dedi asker ve aracın sadece sağ tarafında bulunan pencereyi araladı. Kuzor gözlerini kapattı ve yine transa geçti. Zi-Klo hiçbir şey anlamamıştı, ama onun yapması gereken anlamak değil, yerine getirmekti.

Kocaman bir arı pencereden girince korkuyla koltuğuna sindi Zi-Klo. Arılara alerjisi vardı ve hayatında gördüğü en büyük ve tüylü arı içeri girmek için bula bula onun zırhlısını bulmuştu.

Kuzor gözlerini açtı ve havada asılı duran ve motor gibi gürüldeyen arıya dikti gözlerini.

11

Zaman akıp gitmiş, güneş batmaya koyulmuş, savaş alanı leş kokusuyla sarılmıştı. Mu başkomutanı temizlik harekâtını aralıksız sürdürüyor, yorulmak bilmiyordu. Atlantisliler disiplinden kopmuş, şuursuzca saldırıyordu. Bazıları kaçmaya çalışıyordu ama geriye dönmek isteseler koca orduyu aşamıyor, Engord’u geçmek isteseler kılıcının tadına bakmadan uzaklaşamıyorlardı. Ölüm her halükarda enselerindeydi.

Lord Engord gözünden kaçan ufak tefek hançer çiziklerinin dışında -üzerindeki halsizliği saymazsa- sapasağlam ilerlerken boynunun hemen arkasında derin bir sızı hissetti. Önce ölü taklidi yapan bir askerin hançeri sandı ama eliyle yokladığında saplanmış bir hançere rastlamadı. O an burnunun dibinden neredeyse yumruk büyüklüğünde tüylü bir yaban arısı geçti. Engord elini ensesine tekrar götürdüğünde hafifçe şiştiğini ve dokununca fena halde zonkladığını fark etti. Nokta şeklinde de olsa kan sızıyordu.

Koskoca orduyu darmadağın eden başkomutan ensesinden sokan bir arıdan kendini kurtaramamıştı. Ona dokunmaktan bile aciz olduğunu hatırladı. Arı zehrini de zihin gücüyle etkileyemezdi. Çünkü o zehir bedenine girer girmez vücudunun bir parçası olmuş, ruhun koruması altına girmişti. O an idrar kesesindeki sidiği ya da bağırsaklarında birikmiş dışkıyı yok edemeyeceği gibi zehri de yok edemezdi. İşin kötüsü onu sokan arı dünya üzerindeki en güçlü zehre sahip arıydı ve en ölümcül yeri bulmuştu sokacak.

Engord asker öldürmeyi bırakmıştı. Elini sürekli ensesine götürüp çekiyordu ve dünya gözünün önünde bir sarmal gibi dönüp duruyordu. Elbiselerini taşıyacak gücü kalmayınca kılıcı yere sapladı ve onun üzerinde ayakta kalmaya çalıştı. Nefesi sıklaşmıştı ama yetmiyordu. Ensesindeki yara dakikalar içinde fena halde şişmiş, inanılmaz bir şekilde ağrımaya başlamıştı. Soluk borusuna da içeriden baskı yapıyor olmalıydı. Nefes alması her saniye daha da güçleniyordu çünkü. Ve başının arka tarafı uyuşuyordu. Bu uyuşukluk üst taraflara yayılırken şaşkın askerlerin tekrar saldırdığını fark etti. Engord’a bir şey olduğunu anlamışlardı. Engord tüm gücüyle elbiselerine onu yukarı taşıması için emir verdi. Ama ilk kez bu emir işe yaramadı. Devirdiği gözleriyle etrafından temkinli bir şekilde yaklaşan askerlere baktı. Hepsi bulanıktı.

Atlantis askerleri Engord’un bu ani çöküşünden faydalanmak için saldırıya geçtiler. Engord kılıcını yerden son gücüyle söktü ve kaldırdı. Etrafında dönen dünyaya rasgele savurdu. Askerler bir adım geriye çekildiler. Ama Engord o adımı atamadı. Kılıç o kadar ağır geliyordu ki sanki koca bir kavak ağacını tutuyordu elinde.

Askerlerin arkasından bir komutan çıkageldi, Engord’un elindekinin aynısı olan kılıcını kaldırdı ve hızla savurdu. Engord belki de son kez kendini korumayı başardı. İki metal havada çarpıştılar. Engord nefes almasının iyice zorlaştığını hissediyor, sol eliyle boğazının derisini çekiştiriyordu. Sanki daha rahat nefes alabilecekmiş gibi.

Karşısındaki komutan kılıcını geri çekti ve tekrar saldırdı. Kılıçlar tekrar çarpıştılar ve Engord’unki dayanamayıp yere düştü. Başkomutan birkaç kez ayakta sallandı ve kendini tıpkı kılıç gibi yerde buldu. Sırt üstü kıvranırken korkunç öksürükler çıkıyordu boğazından. Gözlerinin akları kanlanmıştı. Saçındaki band yırtılmış, saçları toprağa yayılmıştı.

Askerler bir anda üzerine çullandılar. Hançerlerini saplamak için adeta birbirleriyle yarıştılar. Engord son nefesini bir öksürük eşliğinde verirken…

12

 Yer sarsılmaya başladı. Etraftaki dağlardan korkunç çatırtılar yayıldı. Önce birkaç kaya yuvarlandı, sonra yer yarıldı, dağlar hareket edip birbirlerine yaklaştı. Atlantis ordusunun yarısı aynı anda iki dağın arasında sıkışıp toprağın altında kayboldu. Henüz Sef-Zoan boğazına girmemiş arka kısım ise yüzlerce kilometre kuzeyde olması gereken denizin dev dalgaları arasında boğuldu. Önce ovalar, sonra dağlar ve yaylalar sulara gömüldü. Tüm Atlantis askerleriyle beraber son anda denize açılıp kaçmayı başaran bazı gruplar dışında Mu halkı sular altında kaldı. Ne Kuzor kaldı geriye, ne askerleri. Hayvanlara istediğini yaptırabiliyordu belki, ama doğaya söz geçiremezdi. Bir sineği Engord’un elinden kurtarmakla dev bir tufanı durdurmak aynı şey değildi. Bir arıya emir vermekle, dalgalara emir vermek bir değildi.

 Ne fethedilecek bir toprak kaldı, ne korunacak bir anıt. Ne Mu kaldı geriye, ne Atlantis. Hepsi birkaç saat içinde suların altını boyladı.

Mu’dan sağ kalanlar Asya ve Amerika’ya dağılmadan önce, kendi kıtalarıyla aynı anda Atlantis’in de sulara gömüldüğünü öğreneceklerdi.

13

Engord’un cesedi Sef-Zoan arasında suya gömülmeden hemen önce dev bir gri bulut peyda oldu. Güneye esen rüzgârı umursamadan bir efsanenin son tanığı olmak istermiş gibi bekledi üzerinde. Dağılıp yok olmaktan korkmadan yere indi bulut. Bir kez yere değdi ve hemen yükseldi. Ardından Sef ve Zoan Dağları’nın zirveleri dahi görünmez oldu… Hiç var olmamışlar gibi…

SON


13
Bu yazıyı yazarken o sözü nerede görmüş olduğumu hatırlamıyorum; ama http://tr.wikiquote.org/wiki/Albert_Einstein sitesinde de söz, benim kullandığım şekliyle yer alıyor. Doğru olduğunu düşünüyorum.

Temenniniz için teşekkürler. :)

14
Teşekkür ederim. Konuyu görüp mesajları okuyunca 'ben de bir ara bu meseleyle ilgili bir şeyler yazmıştım, ama nereye yazmıştım?' diye düşünüp epey aradım. Sonunda buldum. :)

15
'Karanlık ve Aydınlık' adlı e-kitabımın önsözünde bu konuya biraz değinmiştim. Önsöz şöyleydi:

“Hayal bilimden daha önemlidir, çünkü bilim sınırlıdır.” Dünyaya kendini kabul ettirmiş bir bilim adamı, gelmiş geçmiş en zeki insanlardan biri olan Albert Einstein böyle söylüyor. Bilim bile bir yerde tükenebilir ama insanoğlunun hayal etme gücü uçsuz bucaksızdır. Bugün her yanımızı saran teknolojinin bir zamanlar sadece bir hayal olduğunu hepimiz biliyoruz. Şimdiki hayallerimizin de geleceğin gerçekleri olduğunu… Hayal etmek insanlığa bahşedilmiş en önemli yeteneklerden biri ama peki biz bunu yeterince kullanabiliyor muyuz?

Evet, dünya kullanıyor, birileri bir şeyler hayal ediyor, üretiyor, geliştiriyor ve dünyaya hâkim oluyor. Ama biz Türk insanı olarak hep hayalleri arka plana atmaya yönelik yetiştiriliyoruz. Daha çok küçükken hayalci olmamamız konusunda sürekli uyarılıyor, gündelik hayatta gerçeğin dışına bir adım atmaya korkan bireyler olarak yetiştiriliyoruz. Okullarda sürekli bir şeyler öğretiliyor, ama hayal kurma ve bunları paylaşma adına hiçbir şey yok. Aksine bence okullar insanın içindeki hayalci çocuğu yok ediyor. Hayal olmayınca fikir olmuyor, fikir olmayınca üretim olmuyor, üretim olmayınca gelişme olmuyor. Ve hep yerimizde sayıyoruz.

Hayal gücünün en etkili şekilde kullanıldığı alanın sanat olduğunu hepimiz biliyoruz. Ülkemizde gerçek sanatçıların ne kadar az yetiştiğini ve bunlara aslında ne kadar az önem verdiğimizi de… Neden sanatçı yetiştiremediğimiz de aslında ta çocukluğumuza dayalı bir şey. Aileler çocuklarının resim yapmasını, müzikle uğraşmasını, kısaca beş parasız bir sanatçı olmasını istemiyor. Tüm çocuklar mühendis, doktor, avukat vs. olmak için şartlanıyor. Bu durumda ne üniversitelere yerleşebiliyorlar, ne de mezun olduktan sonra iş bulabiliyorlar. Bu mekanizmayı kırmayı başaran sanatçılar ise sanattan zevk almayı bilmeyen insanlardan oluşan bir toplumda elbette değer görmüyor ve bu bir kısır döngü halinde devam ediyor.

Edebiyat sanatına bakarsak yine hayal eksikliğini görürüz. Türk yazarlar fantastik kurgu, bilimkurgu, korku, gerilim, polisiye gibi hayal kurma üzerine kurulu türlerde eser vermiyorlar pek. Çünkü tutuculara göre o türler edebiyat bile sayılmamakla birlikte, gerçek hayatı birebir yansıtmadığı için ufkumuzu açmıyor(!). Kendini edebiyatçı olarak gören birçok insanda bu türlere karşı bir alaylı tavır görmek bile mümkün.

Neyse ki yeni nesil artık bu tutuculuğun pençesinden kurtuluyor gibi görünmekte. Gençlerden çok şey bekliyoruz ve umutluyuz. Hayallerinizi bastırmayın arkadaşlar. Onlar bizim geleceğimiz…

Sayfa: [1] 2