Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - kalemistik

Sayfa: [1] 2 3
1
Kurgu İskelesi / Ynt: Benim Adım Robot
« : 09 Eylül 2013, 05:41:34 »
Teşekkürler arkadaşlar! Beğenmenize sevindim!

2
Kurgu İskelesi / Benim Adım Robot
« : 07 Eylül 2013, 21:22:33 »
Bugün, Dünya’ya gelişimin dördüncü günü... Sanırım, Karnabahar ve ailesi varlığıma alışmakta zorlanıyorlar. Bana karşı çok kibarlar ancak, Anne, Karnabahar’a biraz kızıyor gibi. İkisini birkaç kez tartışırken gördüm. Bu tartışmanın, küçük kızın beni sahiplenmesinden kaynaklandığını düşünüyorum. Anne ise bana gülümsüyor. Ben de ona gülümsüyorum. Gülümsemek iyi bir şeymiş. Sanırım dost olduğumuza işaret; Karnabahar öyle dedi.
   Karnabahar, kendisine ismiyle hitap etmem konusunda beni birkaç kez uyarsa da, onu dinlemedim. İsmi bu değilse, neden Baba ona öyle desin ki? Bence kesinlikle ismi bu; üstelik kulağa da hoş geliyor. Üstüne üstlük, bana taktıkları isimden de güzeldir: Robot. Bu kadar yavan bir ismi hak edecek ne yaptım, merak içerisindeyim. Solumsya’da bana, “c-314” derlerdi. Ne kadar da havalı… Keşke gezegenimi yeniden görebilsem!..
   
Gezegenimin kozmosisleri, beni burada unuttuklarından beri dünyadayım. Kozmosun en hareketli asteroitine, uğruna âdemoğlunun birbirini katlettiği bir kaynak numunesi için gelmiştik. Bunca ahmakça hareketi doğuran bir kaynak, oldukça değerli olmalıydı. Petrol denen maddeyi, fotoelektrik etkiyi kullanarak ışık hızında gemiye aktardık. İncelemek üzere kendi asteroitimize dönüyorduk ki, o ışık humması içinde bir kişiyi akıllarından çıkarmışlardı. Geride kalan tek Solumsyalı bendim. Baba, bunun benim de ahmak olduğuma işaret olduğunu söyledi. Diğerleri de güldüler. Nasıl oluyordu da bolca var olan bir şey için birbirlerini yok edenlerle aynı sıfatı alıyordum, doğrusu devrelerim çözümleyemiyor.
   Karna gülümseyerek mutfağa girerken, bana sesleniyordu: “Günaydın Robot.”
   “Ah evet oldukça aydın. Sağ ol!”
   “Şapşalsın…”
   Sanırım bana bir durum bildirmiyordu. Taburelerden birine oturdu.
   “Bizimkileri gördün mü?
   “Evet, odalarındalar… Baba kötü biri mi Karna?”
   “Yo, değil. Neden sordun Robot?”
   “Şey… Baba önündeki çubukla Anne’yi kovalıyordu da.”
   Bir anda gözleri, göz kapaklarını iterek korkunç bir hal aldı.
    “Kapa şu çinko ağzını!”
   “İçeri girdiğimde, onlar da senin gibi sinirlendiler ve beni odadan kovdular.”
   “Tamam! Bahsetmeni istemiyorum.”
   “Sadece biraz krom yağı var mı, diye soracaktım Karna. Kötü bir niyetim yoktu.”
   Şimdi daha sakindi.
    “Anladım Robot, anladım. Daha fazla detaya girmeyelim. İnsanlar bazı şeyleri konuşmazlar.”
   “Peki, olur. Tamam mı?”
   “Gecen nasıldı bakalım, sevimli çinko?”
   “Sıkıcı! Şu âdemoğlu uykusunu kendime programlamak isterdim. Siz yokken etrafta boş boş dolandım. Salondaki dev ekranınız ve alıcılarınız gayet güzelmiş. Biraz kurcaladım ve Solumsya’yı izledim.”
   “Nasıl! Nasıl yaptın bunu?”
   “Alıcıyı Titan Yapay Uydusu’na eşleştirdim. Mesafeli ve asimetrik de olsa bir süre gezegenimi izleyebildim.”
   “Demek kabiliyetlerin var ha!”
   “Sadece sıradan şeyler… Bu arada alıcıyı geri eski haline getirdim. Bir ara Pleasure Tv ikonunun altında Anne ve Baba’yı görür gibi oldum.”
   “Robot!”
   “Kızma Karna… Fazla bakmadım. Zaten Anne ve Baba değillermiş. Ama uzun saçlı olana cidden acıdım Karna! Çok üzgün görünüyordu.”
   Karnabahar’ın, cümlemi bitirmeden kulaklarını tıkamasını çözümleyemiyordum. Küçük olduğu için, bunları ona anlatmamam gerekiyormuş. Yaptıkları her neyse, utanç verici şeylermiş. Baba’nın Anne’ye yaptığı, herkesin ekranlarda izleyebildiği, hatta şu her gün aldıkları resimli kâğıtlarda bile açık seçik gösterilen şey, nasıl utanç verici olabilirdi ki! Küçük arkadaşımın bir yanlışı olsa gerekti.
   Anne ve Baba, az öncekinden hoş kıyafetleriyle merdivenlerden iniyorlardı.
   “Günaydın Robot.”
   “A, evet, Karnabahar haber verdi.”
   “Yüce Allah’ım!..”
   “Nasılsın Anne? Baba seni yakalayabildi mi?”
   Doğrusu sohbet olsun diye sormuştum; kafama bardak fırlatacak ne vardı, anlamadım. Anne’nin yüzünden gülümseme silindi. Şu an pek dost değiliz gibi. Gene de işe gitmeleri taraftarı değildim.
   Anne ve Baba evden ayrıldıktan sonra, Karna ile biraz zaman geçirme fırsatımız oldu. Ekranlarına ses algısı eklediğime ne kadar sevindiğini görünce, bilgisayarının bellek görüntüsünü havaya yansıtan albedo teknolojisini kullandım. Aklık derecesini yükselttiğimde ortaya net bir görüntü çıktı. Karnabahar, bu teknolojiyi hiçbir kozmoloğun bile icat edemeyeceğini söyledi.  Ve bana gülümsedi. Metal yüzüm ona karşılık vermeme engel oluyordu. Yapabilseydim, dudaklarımı sonuna kadar genişletir ve güzellik içinde gülümserdim. İnsanların somurtmasıyla, gülümsemesi arasında ciddi bir güzellik farkı oluyordu. Bu yetiye sahip olmak isterdim.
   
   Günün geri kalanında, küçük arkadaşım bana, hava kararıncaya kadar kitap okudu. Kitapta halkını korumak için, bütün gözü karalığıyla kılıçların önüne atlayan bir savaşçıdan bahsediyordu. Karnabahar, ne onurlu davranış, diye imreniyordu. Hatta yüz ifadesinin hüzne düştüğünü görür gibi oldum. Âdemoğlunun duygu denen şeyi bu kadar yoğun yaşaması çözümleyemediğim olgulardandı.  Kitap bitince, mehtabın ışığı cama yansıdığında, dışarı bakmak için pencereye yanaştım. Arka bahçeye baktığımda, yansıyanın sadece mehtap olmadığını anladım. Bu, Plazma Gemisi’nin florans ışığıydı.
   
Geminin orta kısmından, dönen fanus, içindeki kosmitlerle toprağa indi. İçlerinden hemen lider A-5’i ayırt ediyordum. Kosmitler, mavi çelikten yapılmış ellerinde, silah tutuyor gibiydiler -gibiydiler çünkü ellerindeki görünmez nano silahların olduğunu sadece ben biliyordum. Gemiden inen ilk gurup evin etrafına sismik termosları yaydılar. Son termos da toprağa deyince duyar çalıştı ve evin etrafını siyah sis bulutu kapladı. Böylelikle evi, dış dünyaya karşı kamufle ettiklerini anladım. Karna, bütün bunları endişeyle izliyordu. Ona her şeyin yolunda olduğunu söylemek isterdim; ancak yalan, programlarım arasında yoktu.
   Karna ile birlikte bahçeye indik ve A-5’in umarsız tavırlarıyla yüz yüzeydik.
   “Hemen gemiye bin C-314!”
   “Peki. Yalnızca bana biraz zaman verin. O’na misafirperverliği için teşekkür edeyim.”
   “Ona sonsuz bir veda etsen iyi olur.”
   “Ne demek istiyorsun kaptan?”
   Küçük kızın dizleri titriyor, kalbi ritmini kaybediyordu.
   “Gizlilik misyonumuzu unuttun mu 314?”
   “Yo, hayır! Böyle bir şey olmayacak!”
   “Kurallar her şeyimizdir. Ne oldu sana böyle? Neredeyse bir insan olup çıkmışsın. Kimin tarafında olduğunu hatırlamak ister misin? Hemen… Şimdi…”
   “Bu misyonda bir ilke vardı…”
   “Hangi ilkeden söz ediyorsun?”
   “Fesih manifestosu… Gizliliği aşikâr eden Solumsyalı radyolojik ışınlarını âdemoğluna gönderip hafızasını siler; biten enerjisiyle de bir hurda oluverir.”
   Karnabahar etrafında nelerin döndüğünü anlayamıyordu. Robot ise harekete geçmişti bile. Karna onu durdurmak için ne yapacağını bilemiyordu.  Robot söylediği eylemi gerçekleştirirken, yavaş yavaş yere yığılıyordu.
   “Yo!”
   “Tıpkı kitaptaki gibi Karna… ben onurlu bir savaşçıyım, öyle değil mi?”
   Karnabahar dizlerinin üstüne çökmüş, bir yandan beynine gelen sinyallerin ağırlığının, diğer yandan Robot’un fedasının altında eziliyordu.
   “Hadi ama Karna! Gözünün şu şekli de ne böyle?
   “Yo! Hayır Robot… Hayır!”
   “Artık dost değil miyiz? Neden gülümsemiyorsun bana?
   “Aptal Robot! Aptal!”
   “Hadi gülümsesene. Bak işte… senin gibi uyuyabiliyorum şimdi.   “   

3
Kurgu İskelesi / Ynt: Kafatası Yargısı
« : 02 Eylül 2013, 01:14:03 »
İlginç, güzel kelime oyunları içeren küçük bir hikaye parçacığı olmuş. Biraz daha uzun olması, karakter hakkında biraz daha bilgi sunması daha iyi olabilirmiş. Şu haliyle daha çok giriş ve gelişme kısımları olmayan bir öykü tadı veriyor. Kaleminize sağlık...

Boş durmaktan yeğdir mantığıyla yazılmış, özensiz bir çalışma. Arada bir kan tadı iyidir. :)

4
Kurgu İskelesi / Kafatası Yargısı
« : 16 Ağustos 2013, 19:58:04 »
Ölüm, şeytan için bile mutsuz sondur.

   Ay ışığı, gölgeyi buğday başaklarının üstüne perde yapıyordu. Kafatası başakları yararcasına ilerlerken, sessizliği sapların hışırtısı bozuyordu. Gecenin ürküntüsü, zalim kalplere neşe katıyordu.

   Çiftliğin etrafı köpek ezgileriyle sarılıydı. Kesik gürültünün Kafatası için vahametli bir yanı yoktu. Katanasını yerle yeksan peşinden sürüklüyordu. İnce soluklarla köpek kulübesine yanaştı. Zincire bağlanmış dağ tazısını iştahla süzdü. Huşu ile yalandı. Katanayı diliyle ısladı. Bir an sonra köpeğin kellesi semada savruluyordu. Kan ilginç su oyunları yapan fıskiye edasındaydı. Kafatası ağzını fıskiyeye yanaştırdı. Cansız cismaniden, keyifle kan şerbeti tatmaktaydı. Beslenmesini de düşünerek kanı hemen tüketmedi. Esasen israftan hiç hazzetmezdi. Bir yandan etini tadıp bir yandan kanı içmek daha mantıklıydı. Böylece sindiriminde sorun yaşamazdı.

   Bu lezzetli öğünden ötürü katanaya şükretti.

   Yemeğini bitirdiğinde ise aile babası olarak mesuliyetini yerine getirmesi gerekiyordu. Çocukları ve eşi aç biilaç onu bekliyordu.  Eve biraz ekmek götürse iyi olurdu.

   Gözü çiftlik evine kaydı. Kapıyı tıklattı. Bu geç vakitte rahatsızlık vereceğinden mütevellit üzgündü. İçeriden merdiven gıcırtıları duyuldu. Bir ayak kapı dibine kadar yanaştı. “Kim o?” diyen meraklı sesi endişe içindeydi. Sesi duyan Kafatası, kapıya bütün gücüyle omuz attı. Bu itimatsız sese sinirlenmişti. Kadını kapının altından çekip omzuna yüklendi. Babalığın verdiği gururla gülümsüyordu.

-SON-

5
Kurgu İskelesi / Ynt: Kıpkısa Kulübü
« : 07 Haziran 2013, 03:39:06 »
İşte özlenen kızıl toprak kokusu... Kellenin bu kan hisli hali, bir aşktı cidden. Aşk acıdır. Hisleri kaybetmemek lazım...

6
Kurgu İskelesi / Ruh kapanı
« : 07 Ekim 2012, 14:13:59 »
                Ormanın yeşilliği, evin ahşap yapısına yeşil bir gölge konduruyor gibiydi; bütün huzuruyla kucaklamıştı sanki. Hasan Ali, tam da istediği gibi bir ev bulduğundan emindi. Gözlerindeki ışıltı emlakçı Kadir Bey’i de mesut etmişti. Tabi kafasındaki senaryoyu sakin bir dağ evinde yazmak isteyen Hasan Ali’nin memnuniyeti ile boy ölçüşemezdi.

                Hasan Ali, senaryolarını yazmak için şiirsel bir ortamı tercih ederdi. Bundan mütevellit, odayı mavi ve kokulu mumlarla donatmıştı. Evin eşyalı olması, ona sadece bir çantalık eşyasını alıp gelmesi ve zaman kaybetmemesi konusunda fayda sağlamıştı.

                Senaryosunun karakter yaratma kısmındaydı. Esas oğlan ve esas kız ile ilgili karara varabilmişti de birkaç yan karakter konusunda derin mütalaalar içindeydi. Ellerini birbirinin üstüne kapatıp masanın üstüne koydu ve çenesini ellerinin üstüne dayadı. Mumların ve dizüstü bilgisayarının ışığının loşluğunda yan karakterlerle ilgili detayları düşünmeye başladı. Loşluğun göz kapaklarını yormasının yanında mumun ısısı da tenine uyku hükmünü verdi.

                Tık… Tık… Tık…

                Sağ göz kapağı sol göz kapağından yukarıda açıverdi gözlerini. Ahşap sesi seyran ediyordu kulaklarında. Hafif gıcırtılı ve süreğendi. Saniye başına bir “Tık” sesi düşüyordu. Ufak bir hayvandan çok iri bir insan cüssesi çıkarabilirdi bu sesi. Hasan Ali, anbean tek başına bir dağ evinde kalma fikrini sorguladı. Yavaşça ayaklandı, parmak ucunda sesin geldiği koridora yöneldi. Kafasını koridor boşluğuna uzattı. Odanın loşluğu koridora kadar yansımıyordu. Hafif bir aydınlığın arkasından, kırmızı giysili bir insanın merdiven altındaki kilere girdiğini gördü. Eline ilk gelen şamdanı aldı ve balet misali parmak ucunda adımlayarak kilere yanaştı. Ne yapması gerektiğini hiç bilmiyor gibiydi; soluk alışı da değişmişti hani. Yavaşça eğilerek kapının deliğinden baktı. Kırmızı bir göz ona bakıyordu. Saniye geçmeden kapı sertçe açıldı ve Hasan Ali’nin kafasına çarptı.

                Gözlerini, az önce uyuya kaldığı sandalyesinde açtı. İçine bir huzur doldu. Gördüklerinin rüya olmasından mutluydu ki sağ kaşındaki acıyı ve kendisini sandalyeye bağlayan ipleri fark etti. Hayır, olanlar rüya değildi.

                Arkasından gelen horultulu sesle irkildi: “Demek uyandınız, Ruh Çerisi adayımız.”

                Kafasını gelen sese çevirdiğinde, kırmızı, şeffaf bir ruh güruhu beklemiyordu. Sanki kırmızı bir tulum giymişçesine pürüzsüz vücut tabakaları vardı. Sadece baş kısımları farklılık gösteriyordu. Havada, ayakları yere basmayarak, süzülerek ilerliyorlardı. Kalbinin hızlı atışını fark etti. Libidosu düşerken adrenalini artıyor olmalıydı. Gene de sakin kalmayı tercih etmek, en azından böyle görünmek istiyordu.

                Karşısına geçen, az önce konuşan ruh olmalıydı. “Sen de kimsin? Neler olduğunu anlatacak mısın?” dedi kıvırcık saçları kaşlarına kadar düşmüş, büyük burunlu ruha. “Ben çeri başıyım. Eğer Ruh Çerisi olmayı kabul edersen birlikte dünya âleminin yeni sahipleri olacağız.” diyerek karşısında geziniyordu Çeri Başı. Hasan Ali, iliklerinin boşaldığını hissederek, “Bak! Ben kimseye bir şey yapmadım. Bırakın beni gideyim. Ev sizin olsun. Hem sahiplik falan…” derken, Çeri Başı, “Kes!” diye araya girdi. Diğer ruhlara, “Getirin!” dedi. Ruhlardan biri 4 parça pamuk, 2 tane de çift taraflı jilet getirdi. İki ruh, Hasan Ali’nin göz kapaklarını ayırdı. Çeri Başı, iki pamuğun arasına bir jileti koydu ve Hasan Ali’nin göz kapakları arasına yerleştirdi. Daha sonra aynısını diğer gözü içinde yaptı. Şöyle devam etti: “Aklın varsa gözlerini kapatma. Tabi göz kapaklarını kaybetmek istemiyorsan! Pamuğun ince bir dokusu olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Eğer uykuya ya da dalgınlığa düşersen, göz kapaksız ne kadar dayanırsın bilemem.” Hasan Ali, ağlamaya dahi korkar bir haldeydi. Ayrılmış göz kapaklarında jiletin acısını şimdiden hissediyordu. Göz kapaklarını kapattığı takdirde çekeceği acıyı düşünmek dahi istemiyordu. “Ya uykum gelirse?” diye düşünmekten alamıyordu kendini. “Benden ne istiyorsan söyle artık,” diye seslendi ruha. Çeri Başı: “Bak genç adam! Önünde iki yol var. Birincisi: Ruh Çerisi olmayı kabul etmek... Ruh Çerisi olursan, ordumuza katılırsın ve insanlarla yapacağımız savaşta askerimiz olursun. Biz cehennemi kabul etmeyenleriz. Bu dünyayı istiyoruz. Bu dünyayı topraktan yaratılmışlardan alıp Ruhya ilan edeceğim. Sonsuz olacağız. Anladın mı? Sonsuz…” dedi. Hasan Ali, Baş Çeri’nin çıldırdığını düşünüyordu: Ancak sormadan edemedi “Ya ikinci... İkinci yol nedir?” Baş Çeri gülümsedi ve “Birinci yol sonsuzluksa ikincisi ölümdür genç adam. Ölüm… İnan bana bu jiletten katbekat acımasız yöntemlerim var. İkinci yol seni ölüme götürür. Seç: sonsuzluk ya da yaşam, kırmızılık ya da grilik, zafer ya da hezimet…”

                Hasan Ali, işkenceyle çığlıklar içerisinde ölmeyi göze alamadı. Kendisine söylenen Çeri Yemini’ni etti. Kırmızı İksir’i aldı ve yeminin ardından içti. Artık bir Ruh Çeri idi…
 

7
Kurgu İskelesi / Haçlı katliamı
« : 27 Eylül 2012, 16:55:18 »
   Tepenin hâkiminde, saf toprak kokusunu içine çekiyordu. Birazdan bu masumiyeti soluyamayacağının farkındaydı Tuğra Kağan. Beyaz ve heybetli atının eyerinde, en önde duruyordu. Kudreti ve asaleti cılız gölgesinde dahi hissediliyordu. Nede olsa bir Selçuklu Tarkanı idi.

   Karşıdaki tepenin ardında, atlıların öfkeye bezenmiş toz bulutu görünmeye başlamıştı bile. At nalları, kulaklara savaş davulu gibi geliyordu. Tepe boyunca birkaç flama belirdi. Bunlar beyaz, üçgen ve ortasında kırmızı haç işareti olan flamalardı. Giderek yükselen bir dalga gibi yaklaşarak belirginleşiyorlardı. Flamaların merhabasının ardından, Haçlılar da zırhlı bedenlerini ayyuka çıkardı. Tıpkı flamaları gibi, zırhlarının üstüne beyaz kumaştan, kırmızı haç işaretli bir tabard giymişlerdi. Tam tepeye ulaştıklarında durdular. İki güreşçinin meydan okuması misali, ordular birbirlerini süzüyordu.

   Tuğra Kağan, önce sağ taraftaki nehri süzdü. Ne kadarda berrak diye geçirdi içinden. Atının dizginlerini sağ tarafa çekti. Selçuklu Eyalet Ordusu’na şöyle bir göz attı. “Koçlar!” diye seslendi. “Gün, zafer günüdür. Gün… Ya, şereflice bir zaferle vilayetinize dönmenin ya da onurluca bir ölümle hayattan sağ salim gitmenin günüdür. Değişmeyen tek şey yengidir. Bu böyle biline!” diye ekledi. Son olarak, “Herkes birbirinin arkasını kollasın! Unutma, bir şeyi kaybetmekten korkarsan korkun gerçek olur… Allah yardımcınız olsun!” diyerek atının dizginini sola doğru çekti. Kılıcını kınından çıkardı ve sağ elinde tutarak havaya kaldırdı. Bu hareketle beraber yeşil flama havaya kalktı. Haçlılar, bu flamaya kırmızı üçgen flamayla karşılık verdi. Tuğra Kağan, ölümün emrini verircesine indirdi elini. Ölümün eliyle birlikte flamalarda indi; kırmızıdan uzak son saniyelerini yaşayan toprağa doğru.

   Selçuklu ve Haçlı Orduları, zafer arzusuyla dörtnala koşuyorlardı birbirlerine. Anlamsız meydan okuma nağraları, gökyüzünde seda bulutu oluşturdu. Ancak, Tuğra Kağan tepenin ardına kemankeşleri saklamıştı. Atlılar tepeden aşağıya, Dar Vadi’ye doğru koştururken. Tepenin ardından kemankeşler hâkime doğru çıktılar. Oklarını gerdiler ve savaş meydan muharebesine dönmeden vakitlice, Haçlılar’ı Türk zırh delici temrenleriyle keklik misali avladılar. Haçlılar, Türk askeriyle göğüs göğse gelene kadar epey zayiat vermiş oldu.

   Tuğra Kağan, kemankeşlerin temren yağmurunu kesmesiyle atını iyice hızlandırdı. Ordunun önünde mızrağı olmayan tek kişi oydu. İlk temasta mızraklı askerlerle düşmanı yarmak çok önemliydi. Ardından kılıç ustası sipahiler savaşın kaderini tayin edecekti.

   Baş Tarkan Tuğra Kağan, üstüne gelen mızraklı askeri umursamadı. Aksine daha da hızlandı. Kılıcını iyice kavradı. Tam da iki ordu burun buruna geldiğinde yavaşladı, karşısındaki mızraklı askerin mızrağını sol eliyle kavradı ve sağ elindeki kılıcıyla mızrağı ortadan ikiye böldü. İvedi bir şekilde kılıcını sağ tarafa doğru savurdu. Onca uğultunun arasından, et, kemik ve tekrar et sesini algıladı: İlk baş düşmüştü. Keskin kılıcını, bir başka haçlının kol uzvuna denk getirdi. Et, kemik ve tekrar et sesi… Ardından havada bir kan eğrisi…

   Muharebe bir saati aşkındır sürüyordu. Tuğra Kağan’ın deri zırhında, kahverenginden eser kalmamıştı. Bedenine sarı ve kırmızı hâkimdi. Haçlıların sayısı oldukça azalmıştı; yengi yakın gözüküyordu. Baş Tarkan, haçlı katliamına devam ediyordu. İnsan ne kadarda zayıf ve çaresizdi. Esaslı bir kılıç darbesiyle var oluşu son buluyordu. Bir mezrada hayvan etleri ne kadar önemsizse burada da insanlar o durumdaydı şu halde.

   Tuğra Kağan, nehre doğru koşan bir haçlı askerini gördü. Askerin kafasının üstündeki yıldızlı başlığa bakılırsa bu onların komutanı olmalıydı. Kaçıyor olması Haçlıların trajedisini anlatmaya yetiyordu. Hemen arkasından gitti. Tam nehri geçmeye çalışırken arkasında bitiverdi. Kılıcını kaldırdı ve ucundan tuttu. Bir iki kere yaylandırıp fırlattı. . Et, kemik ve tekrar et sesi… Ardından havada bir kan eğrisi…  Kılıç nehre haçlının sol uzvuyla birlikte düştü. Haçlının bedeni önce dizleri üstüne çöktü, sonra da sola doğru yıkıldı. Tuğra Kağan, kılıcı nehrin akıntısına kapılmadan almak adına koştu. Kılıcın akıp gitmesine engel olan taşa teşekkür edercesine bir bakış attı. Bu esnada, kinlice bir nidayla sağ omuzunda bir kol ve sırtında bir insan bedeni kadar ağırlık hissetti. Haçlı komutan bu hamlesi ve nehrin akıntı gücüyle Tuğra Kağan’ı devirdi. Nehrin buz gibi sularına gömüldüler. Haçlı komutanı, kendisinin de nehre batmasına rağmen Tuğra Kağan’ı bırakmadı. Tuğra Kağan, artık ciğerlerine dolan suyun yerini oksijenle dolduramayacağını anlayınca, umutsuzca nehrin dibini seyretti. Ne kadar da berrak diye geçirdi içinden. Ta ki ağzından gelen kan ebruli olana dek.

   Selçuklu Ordusu, Dar Vadi’den büyük bir zafer ve komutansız ayrıldı. Üstelik zaferin tadı, ölümün kederinden hoştu.

8
Kurgu İskelesi / Ynt: Kan İçici
« : 22 Eylül 2012, 14:58:29 »
Rüyada mı bu kadar enteresandı, yoksa hayal gücün mü? Karar veremedim doğrusu.

9
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Otuz Dokuzuncu Ay
« : 21 Eylül 2012, 22:34:34 »
yalnız bir daha ki öykü için 5 kasım yazılmış. ekimde aylık seçki çıkmayacak mı? hiç sanmıyorum. sanırım yanlış yazıldı.

10
Kurgu İskelesi / Ynt: Katana +18
« : 20 Eylül 2012, 19:00:25 »
Çok iyi gidiyor. Devamını bekliyorum mutlaka. Tane tane özene bezene yazılmış... Çok tebrikler.

Teşekkürler...

Ancak devamını yazmayı düşünmüyorum.

11
Kurgu İskelesi / Ynt: Mavi berenin öyküsü
« : 20 Eylül 2012, 11:02:47 »
Ses nizamiye tarafından geliyor. Bize öğretildiği üzere, sıçraya sıçraya hareketleniyorum o yöne:
Koş… 5 saniye say… Ve çök!
Koş… 5 saniye say… Ve çök!

   Herhangi bir kör noktadan kurşun yememek adına, ivedi olarak yapıyorum bunu. Yol boyunca da silah sesleri çoğalıyor. Bu bir baskın olsa gerek. Nizamiyenin yoğun ateş altında olduğunu görüyorum. Arkadan gelen arkadaşlarımla asılıyoruz kurma koluna. Ateş üstünlüğünü almak adına boşaltıyoruz şarjörleri. Dakikalarca süren uğraşımız sonucunda, nizamiyenin üstünden alıyoruz ölümün elini.

Bu taraftaki ateş sona erdiğinde, köy tarafından da aynı yoğunlukta ses geldiğini fark ediyorum. 2 arkadaşım benimle kalırken, diğerleri ve bütün komutanlar o yöne gidiyor. Bölük komutanımız, sabit kalmamızı ve sadece gözetleme yaparak sızmayı engellememizi istiyor ve gidiyor. O sırada Soylu ve Tolga geliyor aklıma. Ya nizamiyedelerse? Oradan çıkanda olmadı. İçeriden herhangi bir harekette algılamıyorum. “Ben gidiyorum,” diyerek koşuyorum nizamiyeye. Soylu içeride değil. Malkoç içeride ve çoktan ölmüş. Varilin arkasındaki Tolga çekiyor dikkatimi. Silahına sarılmış ve kan kusuyor. Yerde, kan gölünün ortasında yatarken silahına sarılmış ve ağlıyor. Elini tutuyorum; “Çıkacağız buradan,” diyorum. Dudaklarından kan sızarak, baygın bakışlar içinde, o ana kadar fark etmediğim bacağını gösteriyor: Sayısız kurşun deliği. Ben çoktan öldüm der gibi bakıyor. O durumdayken bile iki cümle dökülüyor kanlı dudaklarından: “Babama… ‘Oğlun onurluca, çatışarak öldü,’ dersin. Oğlun çok delikanlıydı…” Sonrasını getiremiyor ve cennetine doğru yola çıkıyor. Gözlerime kinin ve intikamın sızışına engel olamıyorum.

Nizamiyeden çıktığım gibi diğer iki arkadaşımın beni gözettiği yere gidiyorum. O ikisinin de yerde yatan onurlu bedenleriyle karşılaşıyorum. Bu gece benim için katlanılabilir olmaktan tamamen çıkıyor. Bunca silah sesinin arasında ne yapmam gerektiğini pek idrak edemiyorum. Sarhoş olmuşçasına yürürken silah sesleri kesiliyor. Yerde Murat Uzman’ı görüyorum. Son nefesiyle bana elindeki bombayı uzatıyor. Eğilip alıyorum ve kalkarken ellerinden öpüyorum. Kafamı kaldırdığımda onlarca terörist, namluları benim üstümde sırıtıyorlar. Bir zafer sırıtışı gibi, aç bir it sürüsü gibi… Bu zaferin tadını onlara yaşatmam. Erkek adamım ben! Ağlamam, ağlayamam. El bombasının pimini çekiyorum, mandalına basmadan elimde tutuyorum.

Bombayı fark ettiklerinde artık çok geç. Bomba saniyeler içinde infilak ediyor. Gökyüzüne et parçaları, et parçalarına kemik parçaları, kemik parçalarına da kan eşlik ediyor. Şarapnel parçaları sırıtıyor şimdi. Bir zafer sırıtışı gibi, kahraman bir metal sürüsü gibi…

Bütün bunları yukarılara yükselirken izliyorum. Nereye gittiğim muamma. Bu arada tepenin üstündeki taş yığınının arasında Soylu’yu görüyorum. Birden bir askerin ruhuna dönüşüyor. Yanıma doğru geliyor o da. Beraber yıldızları süslemeye gidiyoruz. “Vay be Soylu! O roket saldırısında ölen şehit askerdin demek.”

12
Kurgu İskelesi / Ynt: Mavi berenin öyküsü
« : 19 Eylül 2012, 10:59:25 »
Sabah olup da viranenin yolunu tutmadan evvel, tellerin üstünden bir top giriyor, karakol hudutlarına. Plastik top, yerde birkaç kere sekip, bir ağacın gölgesine tünüyor. Karakol kapısına ilişiyor gözlerim. 4 yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim çocuğun, kara, boncuk boncuk bir çift gözünü yakalıyorum gözlerime denk. Tedirgince bir bana bakıyor, bir plastik topuna. Gözlerini o kadar çabuk gezdiriyor ki topla benim aramda, herhalde “Topu alıp kaçayım,” diye geçiriyor içinden. Askerlerden korktuğu, birilerinin ona bizi “öcü,” olarak anlattığı çok açık. “Gel bakalım içeri,” diyorum. Ufak adımlamalarla giriyor içeriye. Bana hiç arkasını dönmeden plastik topunu alıp, arkasına bakmadan kaçıyor. Üzülüyorum bu aradaki uçuruma. Onu karşıma alıp, saatlerce anlatsam da anlamaz kardeşliğimizi. El mahkûm ayrılıyorum oradan; toz kokusu beni bekler.

Uyandığımda içime bir huzur doluyor. Bu gece son yerde yatışım. Yarın yeni karakola gideceğim. Temizlik ve yaylı yatak beni bekliyor; hem de tam 3 gün. Yüz kaslarımın tebessümü unutmaması ne hoş! Bolca pratik yapıyorum bu akşam. Yemekhaneye kadar koruyorum tebessümümü. Yemekhaneye girdiğimde, herkesin ağzından mayın kelimesini çekip çıkarıyorum. Ne olduğunu sorduğumda, gündüz, mayın temizleme aracının mıknatıslama yöntemiyle mayın çıkarırken, bir tanesini patlattığını öğreniyorum. Allahtan bu araç insansız ve uzaktan kumanda edilebilen bir araç! Bu sayede ölüm riski tamamen ortadan kalkıyor. Tolga’ya, yarın benimle yeni karakola gelip gelemeyeceğini soruyorum. Üstün çavuşluk performansından dolayı burada kalacağını söylüyor.

Geceyi nasıl geçireceğimi düşünüyorum. Uykumu almış durumdayım ve bu gece nöbetimde yok. Birazda gündüzcü arkadaşlarımla vakit geçirir sonra gecenin icabına bakarım diye planlıyorum. Yemekten sonra Soylu’yu doyurup, viraneye gidiyorum. Şen şakrak bir akşamdan sonra, gündüz kuşları, gecenin siyahına uykuyla eşlik ediyorlar.

Düşünmeyi çok seven birisi olarak, polarımdan yaptığım yastığa kafamı koyup, hülyalara dalıyorum. Merve şimdi ne yapıyordur acaba? Beni düşünüyor mudur? Vatanı, onu da koruyorum düşüncesiyle on katı bir aşkla koruduğumu biliyor mudur acaba? Sesini duymayalı da bayağı oldu. Burnumun sızlaması, gözyaşlarımın habercisi olsa gerek. Tabi onlara çıkış izni yok. Erkek adamım ben! Ağlamam, ağlayamam. Duygulanmak da neymiş? Kendime yasak ettiğim bir olgudur sadece.

Bütün bu düşüncelerimi HK-33 tüfek sesi bölüyor. Biraz uzaktan, boğukça geliyor. Telaşe ile zıplıyorum yerimden. Telaşla arkadaşlarımı kaldırıyorum. Uyku sersemliği kalkıyorlar, pekte bir şey anlamadan. Hepsini kendine getirip, onları yönlendirmek bana kalıyor. Hepsinin silah sesini kavradığından emin olduktan sonra, tüfeğimi kapıp koşuyorum dışarı.

13
Kurgu İskelesi / Ynt: Mavi berenin öyküsü
« : 18 Eylül 2012, 13:39:11 »
Tek gözüm diğerinden daha ayrık gözlerimi açtığımda, Soylunun kararlı ve asil bakışlarını görüyorum karşımda. Bir dil darbesiyle uyandırmış olmalı beni. Tebessümle, kafasını ensesinden çekip, ellerimi gezdiriyorum kıllarının arasında. Uyumama izin vermedi. İşte Soylu! İşte onun misyonu bu olmalı. Bir kez daha hayran oluyorum ona.

Ay hâlâ yukardayken, güneş, “Tamam! Şimdi benim sıram,” diyerek çıkageliyor. Ben Arafat’a “Günaydın!” o bana “İyi geceler!” diyor ve kahvaltımı yapıp uyuyacağım viraneye doğru yollanıyorum. Bu arada mayın temizlemek adına ilk gurup geliyor. Ben ise uyuyorum, aynı takat içinde.

Akşam kalkıyorum gözlerimi ovuşturarak. Tuhaf bir sükût hâkim karakola. Yemekhaneye girdiğimde, bütün arkadaşlarım önlerindeki yemeği kaşıkla bir o yana bir bu yana itip duruyor. Belli ki kimsenin tadı yok bu akşam. Sarı çocuk Tanju’ya yanaşıyorum, “N’oldu lan?” diyorum. Zorca ve derince bir nefes alıyor. “Sorma kardeşim! Öğlen vakti bir haber aldık. Bize ekmek getiren beyaz kamyonet kurşunlanmış,” diyor. “Ekmekçi?” diyorum, cevaptan emin. “Ölmüş kardeşim! Ölmüş! Onu da kurşunlamış şerefsizler!”

O âna kadar, ölümü bu kadar yakın hissettiğimi hatırlamıyorum. Yemekhanenin tavanında asılı bir “Ölüm,” kelimesi var; ancak kimse dillendirmeye cesaret edemiyor. Tutup, indiriyorum o kelimeyi oradan. “Beyler! Olurda size bir şey olursa, yapmamı istediğiniz bir şey var mı?” diye soruyorum. Düşünüyorlar ve Tanju, “Benim ailem çok gururludur. Şehitlere verilen kan parasını almazlar. Onlara almalarını söyle. Annemin hastalığı için harcasınlar. O para helaldir onlara. Birlikteki dolabımın üst rafında bir ajandam var. Oradan telefon numaralarını alır söylersin,” diyor. Tolga, “Babama, ‘oğlun çok delikanlıydı’ dersin. Bu yeterli kardeşim!” diyor. Nişanlısına hatıra göndermek istediğinden bahsedenler, babasından sevgi görmediğinden, aslında onu çok sevdiğinden bahsedenler ile duygusal bir akşam oluyor. Bende Merve için yaptığım örmeli tespihin, geride kalanlarca ona iletilmesini istiyorum.

Pek bir şey yiyemeden Tolga ile birlikte nizamiyeye geçiyoruz. Soylu orada ve yine çok asil! Bir ara Murat Uzman kolaçan ediyor durumumuzu. Biraz kalıp gidiyor. Tolga bana bir mucizeden bahsedeceğini söylüyor. Yukarıdaki yıkık taş kalıntılarının bir roket saldırısında yerle bir olduğundan bahsediyor. Karakolun son şehidi orada verilmiş. “Hani şu Soylunun bütün gündüz yattığı taş yığını mı?” diye soruyorum. “Evet,” diyor. Bu durumun esareti ürpertiyor beni. Soylu, sandığımdan da asil olabilir. Yâda sandığımdan da metafiziksel…

Bu gece, yeni karakola çıkmadan önceki son nöbetim. Yarın gece dinlenip, akabindeki sabah intikal halinde yeni karakola gideceğiz. Biraz temizlik iyi gelecek. Biraz özlem, biraz ölüm, biraz hatıra sohbetleriyle son buluyor bu gece de.

14
Kurgu İskelesi / Ynt: Mavi berenin öyküsü
« : 17 Eylül 2012, 13:54:45 »
Eyvallah

15
Kurgu İskelesi / Ynt: Mavi berenin öyküsü
« : 17 Eylül 2012, 13:39:09 »
Tolga karakteri gerçek bir karakterdir. Adam madde kullanıyordu ve komandoydu ve çavuştu. Bundan ilerisi yoktur herhalde. Nereden nasıl geçti bilemem ama gerçekte olan bu.

mayın toplama aracı diye bir şey var türkiye de tek. bu aracı astsubay komuta ederken yardımcıları uzman çavuşlardan oluşan bir "tim" bu olayda gerçek. gördüm yani yalan söylemekten de nefret ederim.

karakol askeri rdmlerden oluşabiliyor. jandarmalar bilir. gördüm bu da gerçek. yalan söyleyecek değilim.

seçme diye sağlık kontrolü olduğunu söyledim. koşun lan en iyi koşan komando olacak gibi bir konudan bahsetmedim.

barışcıl bir insanım. kavgadan tartışmadan nefret ederim. bence uzamasın. konu dağıldı çok. okuduğunu anlamanı istiyorum kardeşim. ne anlatmak istediğimi tam anlamamış görünüyorsun.

saygılar...

Sayfa: [1] 2 3