Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular -

Sayfa: [1]
1
Seven Hisseder Meleğini

   Kafasının içinde kımıldayan böcekler hep bir ağızdan bağırıyordu. Çığlık çığlığa açtı gözlerini. Başucuna yatmadan önce koyduğu bir bardak su, bu gecelerde ona kolaylık sağlıyordu. Derin bir nefes aldı, kendine gelmeye çalıştı önce, sonra bir yudum içti suyundan. Yanı başında uyuyan karısına baktı uzunca, dağılmış saçları terlemiş boynuna yapışmış, gözlerinden yaşlar akıyor gibiydi. Gözleri açık mı uyuyordu bu kadın? Her neyse.. İçindeki huzur on senedir hiç bu kadar net olmamıştı. Hala uyuyordu, o da yarım kalan uykusuna sevgili karısına sarılarak devam etti. Soğuk bedeni içini ürpertti. Aldırmadı, çünkü o hep soğuk ve donuk bakışlıydı. Uyudu.

Hazırlanmalı Bir Sene Sonraki Ziyarete

   Güneş ilk ışıklarını vurdu yüzüne. Bilerek açık bıraktığı perdesinden içeriye giren parıltının yüzüne vurması onu güne sakin ve huzurlu uyandırıyordu. Erken kalkmak için hiçbir nedeni yoktu normal zamanlarda. Metin çoktan evden çıkmıştı. Bir yıl sonra bugün hiçbir sorumluluğu yoktu, eşine bile bir sorumluluğu yoktu. Her işini kendisi hallediyordu bu adam, onu tanıdığı için çok şanslı hissediyordu kendisini. Onu, evli geçen on seneden sonra bu denli değiştiren şeyin ne olduğunu işte bugün ona soracaktı.

   Erken kalktı bu sabah. Bir sebebi vardı erken kalkmak için, hem de çok önemli bir sebebi. Ziyaret günüydü bugün. Evet, ziyaret.

   Artık beyazı seviyordu. Beyaz olan her şeyi kendisiyle bağdaştırıyordu Menekşe. Bütün kıyafetleri beyazdı. Saftı beyaz gibi, temizdi bembeyaz gibi. Toprak gibi kokuyordu. Bir senedir kocası ona böyle diyordu. Toprak gibi kokmayı geçen sene bugün kendisi istemişti. Ve bugün en güzel beyazlarını giydi, ziyaret için bekledi...

   Ziyaret günleri zor olur. Bu günü anlamlı kılan nedir ki? Acı bir vedayı özlemle anmak mı? “Seni unutmadım.” demek mi ? Yoksa o günü tekrar tekrar yaşayıp, o günlerde acını içinde hissederek her seferinde daha bir ızdırapla kıvranmak mı asıl olan? Belki de bazı ziyaretler hesap vermek içindir. Kim bilir?

   Günler ayları kovalar, klasik bir deyiştir. Ölüler unutulur. Aslında zamanla unutulanlar yaşayanlardır. Yaşayanlar sanır ki unutulmaya mahkum olan sanatsız ölülerdir.

Geceyi ve gittikten sonraki geceleri
seninle geçirir soğuk beden.
Mezarında yolunu gözler, çürümüş gözler..
Tam da bir senenin bittiği gün,
gelmesini ister en sevmediğinin.

   Belli bir süre dolanırlar yanımızda aslında, çoğunuz hissedersiniz ama dile getirmekten korkarsınız. Hissedin, gözlerinizi kapatın ve sadece kalbinizle hissedin. Onlar sizi duyuyor. Ve aslında sevdikleriniz hiç gidemezler. Sizden kimi zaman bir şey isterler de dolanırlar yanıbaşınızda, belki biraz duadır istedikleri... Belki de bir şeyleri istemezler de dolanırlar... Önemli olan onlarda yaşarken anlamlandıramadığınız şeyleri, onları kaybettikten sonra düşünmeniz.

   O zaman her şey iki taraf için de daha kolay olacak.

Anlayacak Donuk Bakışların Sebebini

   Çoğu zaman dilden dökülenleri gözler inkar eder.. Anlaşılmasın diye uğraşsa da sevilen, sevdiğin ya da sevmediğini belli eder gözler..

   "Ben, sana bunu yapıyorum. Nedenini bilmeyeceksin, kendinle çelişeceksin ve benden nefret edeceksin belki, bir tutam sevgiyle ellerini kenetleyeceksin. Ve benden hızla uzaklaşacaksın, senden uzaklaşacağım.. Tüm bedenini, tüm bakışlarını alıp gideceksin benden, alıp da gideceğim senden her şeyimi. Sonra dolanacağım yanıbaşında, hissedeceksin beni avuçlarında..
   İçim acıyor ama kendime bunu yapmalıyım. Senin iyiliğin için değil, kendim için senden gitmeliyim.
   Seni böyle aşık görmeye daha fazla dayanamaz yüreğim. Gideceğim ebediyete."

   Genç kadın sevmediği adamı öptü yanağından, bir avuç dolusu hapı yuttu yarım bardak suyla. Gözlerindeki yaşla gitti, gideceği yere.

   "İçin huzurla dolacak senden gittiğim için, yüzündeki gülümsemen güneş gibi parlayacak.. Anlamlandıramadığın donuk bakışlarım olmayacak, anlamayacaksın bir sene!
   Bir gün olacak beni görmeyeceksin yanıbaşında, tanımadığın bir sesle uyanınca."

   Kader ağlarını örmüşse eğer, istediğiniz kadar kaçın! O sizi saklandığınız çalıların arkasından çıkartır ve oturtur karşınıza. Kaçtığınız, korktuğunuz şeyleri sunar size kahkahalarla. Başka yollara sapın, başka bedenlerde arayın mutluluğu, eğer işin içinde kader varsa o sizi bulacaktır muhakkak.

Olmayacak!
Oldurmayacak!
Kader ve pişmanlık ensenizde nefes alacak!

Kabullenmeli! (Yanlış yaptı bir kadın)

   Bekledi Menekşe akşamın dibine kadar, kızıllık kendini gecenin koyu mavisinin kollarına atana kadar bekledi Metin'i. Gelmedi. Kabullenmesi gereken bir şey vardı.

Kendi istedi bu kefeni ve giydi.
Şimdi derdi neydi? Neden bekledi sevmediğini?
Yaşarken sevemediği Metin'i,
yeni bir nefes bulmuştu diriyken tiksindiği bedeni
ve gelmeyecekti, beklememeli.

Kabullenmeli! (Yanlış yaptı adam da)

   Huzursuz uyandığı sabahların aksine gülümseyerek uyanmıştı adam ziyaretten sonraki sabah, geceleri hatırladığı sevgili karısını bu gece rüyasında görmemenin verdiği huzur tüm bedenini sarmış, yeni güne dünden kalma gülümsemesiyle başlamıştı. Gözlerini araladı, yüzündeki kocaman gülümsemesiyle uyku sersemi elini yatağın boş sandığı kısmına attı. İçini bir ürperti sardı. Tanıyamadığı bir ses; "Günaydın canım." dedi.

   İçindeki ürperti çoğaldı birden ve yok oldu. Ziyaret gününü kadeh kadeh şarapla beraberce eğlenerek geçirdiği yeşil gözlerine vurulduğu kadın, yanında ama bir eksikle ya da bir fazlayla. Arada buğulanan tanımadık görüntüsü Menekşe'yi andıran bakışlarda son buluyordu. Sadece gülümsedi.

"Ellerimi onun yüzünde hissetmeli. Belki de ona benzeyen başka bir bedeni sevmeli." diye düşündü.

   Mutluydu. Dün unuttuğu randevusu bugün  bile aklında yoktu. Bir karar onu  alıkoymuştu. Yatağını paylaştığı başka kadın toprak kokmuyordu ama onun gibi bakıyordu. Yeterdi şu an için ve dün için.

Kahvaltısını yaptı sessizce,
uyanmasından ve görmesinden korkuyordu sahte meleğin.
Şimdi yeni kararla en güzel beyazlarını giyecek,
gerçek meleğine kadar gidecek, sonsuza kadar.
Parmak ucunda çıktı balkona.
Attı kendini büyük yola.

Seven hisseder meleğini,
Hazırlanmalı bir sene sonraki ziyarete.
Anlayacak donuk bakışların sebebini.
Kabullenmeli!
Yanlış yaptı bir kadın.
Kabullenmeli!
Yanlış yaptı adam da..
Kabullenmeli sevmeyeni, zamanından önce gitmeli.

                                         SON

2
Düşler Limanı / Kanıt
« : 25 Ocak 2013, 15:13:05 »
   Sevginin ilk baharında...

   "Bana beni ne kadar çok sevdiğini kanıtla o zaman..." dedi bir kız utangaçlığının dibine vurmuş bir ses tonuyla. Ellerini tuttu sevdiğinin,gözlerine bakamadı.

   Sevginin en gözde aylarında...

   "Bana beni ne kadar çok sevdiğini kanıtla!" dedi genç bir kız çoşkulu ses tonuyla. Elini tuttu sevdiğinin, çocuklar gibi koşmaya başladılar sahil boyunca.
   
...
   Uzun yıllardır süregelen bir alışveriştir bu. Yeni yeni konuşmayı öğrenen çocuğa gülümseyerek bakar bir anne ya da bir baba; "Beni ne kadar çok seviyorsun söyle bakalım?" der. "İşte bu kadar!" derken çocuk alabildiğine kollarını iki yana açar. Kendince koskocaman bir dünya yaratmıştır çocuk. O minik kulacı en büyük sevgi göstergesi sanır.

   Her zaman  bir kanıt peşindedir insanoğlu. İyi ya da kötü emin olmak isteriz; her söylenenden, her duyduğumuzdan,her gördüğümüzden...

   Derin düşünceler içinde kıvranırken ruhumuz, aklımız mı bize oyun oynuyordur yoksa gözlerimiz mi?Anlayamayız büyük bir darbe almadan. Bazen çok ısrarcı oluruz. Hata üzerine hata yaparız veyahut hata üzerine hata yapanları affedici oluruz. Her iki durumda insanı uçuruma sürüklemeye yeter aslında o an için. Ama her şey geçince... Hataların üzerine bir çizik atarız, elbetteki kendi yaptıklarımızın. Başkasının yaptığı hatalar gün geçtikçe daha da büyür, büyür ve kocaman olur gözümüzde. Hele ki hata yapan bunları hafife alıyorsa... İşte o zaman içinizde sakladığınız kötü ruh dışarıya çıkar. Bunca zaman bu kadar affedici olmanın verdiği huzursuzluk bütün bedeninizi sarar. Kimisi pişman olur bu kadar iyi olduğu için, kendinden nefret eder. Onu değil de kendini hiç affedemez.

...
   Bir sonbahar akşamı sızlayan ayaklarını hiçe sayarak, emin adımlarla bir kız yürüyordu kalabalık caddede. İşten çıkmıştı, günün uğultusu beynine ağrılarla saplanırken sigarasından son nefesini de çekip fırlattı, koşarak otobüsüne yetişti. Gözleri oturacak yer arıyordu ve buldu. Sallanarak körüğü geçti ve boş koltuğa odaklanarak yürüdü. Bir erkek oturuyordu yan koltukta, cinsiyetini kaba görüntüsünden seçmişti. Daha fazla ayrıntı onun için gereksizdi. Çünkü; gün içinde gördüğü insanlar görüş odaklı seçici algısını fazlasıyla dolduruyor, iş çıkışı gördüğü insanları inceleme zahmetinde bulunmuyordu.

   Koltuğa oturdu, başını koltuğun arka kısmına yasladı ve onu düşündü, kendisini heyecanladıran o adam ne yapıyordu acaba şu an? Elini cebine atıp telefonunu çıkardı. Ve sonra fark etti ki, o adam artık yoktu. İstemsiz bir öfkeyle dişlerini birbirine sürttü.

...
   Menekşe onu daha fazla affedemeyeceğini anladığından beri kendinden nefret ediyordu.Nasıl görmezden gelebilmişti hatalarını,yaptığı haksızlıkları nasıl kabullenmişti bilmiyordu. Aşk her şeyi affederdi belki ama dünyanın bile bir sonu olduğu gibi bu bağışlayıcılığın da bir sonu vardı elbet. En başından uyarmıştı onu.

   "Çıtalarım vardır benim. İnsanları o çıtalara oturturum. Sınırlarım var..."

   Daha fazlasını dinlemeden kahkahayı basmıştı. Halbuki dinleseydi... Dinlemezdi, dinlese de anlamazdı,hiç bir şey değişmezdi.

   Kızıyordu kendisine. Bu kadar affedici olmasaydı, o gerçek anlamda onunla dalga geçerken o da onunla dalga geçseydi...

"Daha fazla ne bekliyorsun benden Oğuz? Bu nasıl sevgi? Kanıtla o zaman! Hem seviyorsun hem bana yalan söylüyorsun!" demeseydi...

   Genç adam aylardır hata üzerine hata yapmıştı, farkındaydı. Ve uzun zamandır kendisine katlanan kadına sevgisini kanıtlamak istiyordu. Bugüne kadar hiç bir şeyi kanıtlayamamıştı. Yalandan da olsa bir şeyler uyduramamıştı çünkü her şey apaçık ortadaydı. Onu her zaman buluştukları yere çağırdı. İskelenin önüne. Bu kez iskelede buluşup başka yerlere gitmeyeceklerdi. Aklındaki bambaşka bir şeydi.

   İlk defa erken gelmişti buluşmaya. Sonbaharı iliklerine kadar hissetmişti Menekşe gelene kadar. "Onu sadece ilk buluşmamızda bekletmedim." dedi içinden. Uzun zaman olmuş. Bir yandan her zaman yaptığı gibi gelen geçen kızları süzüyor, bir yandan da Menekşe'nin geleceği yöne doğru bakıyordu.

 "İşte göründü benim kız!" deyip gülümsedi.

   Menekşe bugünün önemini çok iyi biliyordu. Bugün bir doğum kadar huzurlu, mutlu veya bir ölüm kadar soğuk,içler acısı bir şeyler olacaktı. Ya bir başlangıç ya da bir bitiş noktasıydı bu buluşma. Her zamanki gibi, yani ilk buluşmaları ve daha sonraki buluşmaları gibi özenmişti her şeyine. Tastamamdı. Yüzündeki sahte gülümsemesi bile tamamdı.

   Uzun zamandır olduğu gibi tokalaştılar iki yabancı gibi. Bu Menekşe'nin Oğuz'a verdiği bir cezaydı. Bugüne kadar yaptıklarını affetmişti ama onu cezasız da bırakamazdı,belli bir süre için en uygun ceza birbirlerini tanıyan iki yabancı gibi olmalarıydı.

   Oğuz kuralı bozmadı,tokalaştılar. Bakıştılar ve:

   "Eee... Ne yapıyoruz? Planın nedir?"

   "Vapura biniyoruz Menekşe,gel."


   Oğuz önden, Menekşe arkadan bindiler vapura. Yağmur atıştırmaya başladı bir taraftan. Rüzgar içini ürpertiyordu. Ama Oğuz vapurun en arka kısmına doğru ilerliyordu.  Ses etmedi Menekşe. Ondan bir kanıt istedi. O da kabul etti. Bugün bütün kontrol ondaydı.

   Vapur hareket etti,on dakika kadar yol aldı. Şimdi gri denizin ortasındaydılar. Büyük dalgalara dalmıştı gözleri Menekşe'nin ve artık sabırsızlanıyordu. Ayakta, denizle aralarına giren kenar demirlerine kollarını dayamışlar, yan yana duruyorlardı. İkisi de vapurun altından çıkan azgın köpüklere gözlerini dikmişlerdi. Bu hüzünlü gökyüzü çoktan yaşlarını bardaktan boşalırcasına dökmeye başlamıştı bile. Birilerine ağlıyordu yine bulutlar. Bütün yolcular çoktan içeriye girmişti. Aynı anda birbirlerine döndüler. Oğuz boğazını temizledi ve söze başladı:

"Benim seni sevdiğime inanmıyorsun ve bugün bu ilişkiyi bitirmek için buradasın biliyorum. Benden bir kanıt istedin Menekşe. Ben de sana bu kanıtı sunacağım. Göreceğin şey seni tatmin edecek mi bilmiyorum, hiç bir zaman da bilemeyeceğim sanırım. Beni sevmediğini söylüyorsun. Şimdi sana tekrar soruyorum. Tek şahidimiz yağmur ve bu berbat hava olsun. Ben senden kanıt istemiyorum Menekşe. Şimdi bana bak ve söyle. Beni seviyor musun?"

   Daha önce hiç bu tarz konuşmalar yapmamıştı Oğuz ama onu o kadar iyi tanıyordu ki bu konuşmanın oyun olduğuna yemin edebilirdi. Perde onu sevdiğini söylediği anda kapanacak, Oğuz yine eski Oğuz olacaktı. Daha önce bu sahneyi defalarca görmüştü. Ağlayan suratının bir anda kahkahalara boğulan kocaman bir ağız olduğuna defalarca şahit olmuştu. O rolünü çok iyi oynardı. Derin bir nefes aldı:

"Seni sevmem için bana bir neden göster."

   Oğuz sesini çıkarmadı. Anlamsız ve sersemleşmiş bakışlarını Menekşe'ye dikmişti, bir taraftan da ceplerini karıştırıyordu. Sonunda aradığını buldu. Dörde katlanmış kağıt parçasını Menekşe'ye verdi ve kendini sonsuz griliğe bıraktı. Şiddetli yağmur, azgın dalgalar yutmuştu onu.

    Hayal ettiği son perde bu değildi ki! Bir bitiş değil, yine yeniden bir başlangıç hayal etmişti oraya gelirken. Aylarca ona katlanmış, her hatasıyla onu kabul etmişti. Her insan gibi belki düzelir, belki hatalarından ders çıkarır  diye düşünmüştü. Kabul etmişti onu, her rezilliğine göz yummuştu. Ama o, yine yapmıştı yapacağını, yine bencilce düşünmüştü. Dişlerini birbirine kenetledi, köpüklere baktı ve; "Aptal! Aptal! Aptal!" dedi. Gözyaşlarını sakladı, sakin olmaya çalışarak içeriye, yolcuların yanına girdi:

   "Adamın biri intihar etti!" diye bağırdı.

   Kalabalığın koşuşturma sesleri, dedikodulara karışmış, Menekşe'nin beyninde çınlıyordu. Yağmurdan sırılsıklam olmuş kağıdı açtı ve birbirine karışmış yazıları mırıldanarak okudu; "Seni ne kadar çok sevdiğimi anladın mı şimdi?"

   Sevginin bittiği yerde...

   "Bana beni ne kadar çok sevdiğini bu şekilde kanıtlayamazsın!" dedi bir kız içindeki nefretini kusarcasına.

   Oğuz'un cenazesi bulunamamıştı. Haftada bir gün olayın yaşandığı saatteki vapura biniyor, vapurun arka kısmına geçip demirlere kollarını yaslayıp azgın köpüklere bakarak dakikalarca o günü yaşatıyordu kendine. Tekrar tekrar düşünüyordu olanları...

   Meşguliyetsiz olduğu her an bu sahneyi defalarca hafızasında yaşatıyor, unutmamak için elinden geleni yapıyordu. Kendisine bir ders çıkarmalıydı,elbette ki bu ders onun hayatına ışık tutacaktı ama Oğuz'un ona yaşattığı bu olaydan kendisine pay çıkarmakta zorlanıyordu. Yıllardır sevginin kanıtının sevdiği için ölmek mi, yoksa sevilen için yaşamak mı olduğuna karar veremiyordu. Monoton hayatını her gün bu düşüncelerle cenaze törenine dönüştürüyordu.

   Olanları düşünürken içi geçmişti yine Menekşe'nin.  İneceği yere geldiğini anons eden tiz sesi duyunca oturduğu yerden kalktı, kapıya doğru ilerledi, otobüs durdu ve indi. Her zaman ki sakinliğiyle evinin yolunu tuttu.

3
Düşler Limanı / Bu Gün
« : 25 Ekim 2012, 17:07:25 »
VAKİT


   Menekşe.. Ahh Menekşe... Çekinmezdi o kimseden! Dik kafalılığını tanınmadığı yerlerde, tanımadığı insanlara gösterirdi. Bu nefret dolu gözlerin sahibi onlardan birisi olmalıydı. Daha öncede koluna yapışan, gırtlağına çökenler olmuştu sivri dili yüzünden.

   Ama bu kez bu bakış ona pek bir tanıdık gelmiyor, bu bakışlar başka anlamlar ifade ediyordu.Başka biri, başka bir neden...

   Bakışlarını bir an olsun üzerinden ayırmayan bu şey de neydi böyle?

   Korkusu gitgide nefesini kesmeye başladı.
   
   "Vakit bu gün! ... "

   Büyümüş gözlerinin içine bakan bir çift ela göz... Mırıldanarak bir kaç şey daha söylemişti,kelimeleri seçmek mümkün değildi. Tüyleri ürpermişti.
   
   Vakit bugün de ne demekti? Gözlerini sımsıkı kapattı, iki saniye sonra tekrar açtığında gördüğü kalabalık aklını başından aldı. Şaşkın şaşkın ona bakıyorlardı.

   "Vakit bu gün! Ne demek ?(!)" diye bağırdığı an uğultusunu da beraberinde götürdü etrafını saran kalabalık. Kafayı yemek üzere olduğunu düşünürken,  boğazının acıdığını hissetti.
   
   Bilinmez bir derinliğin içinde kayboluyormuş gibi hissediyordu. Kafasını yere eğdi,yere damlayan göz yaşlarına dikti gözlerini...


AY

   Dalgın ifadesini takınmıştı yüzüne bu gece de.  Düşünceleri gırtlağını sıkıyordu, mosmor olmuş cansız bedenlerden farksızdı yine. Süslenmişti.
   Ateşlediği sigarasına gözlerini dikmiş ciğerine doldurduğu dumanı bırakmamak için inatlaşıyordu kendisiyle. Sonra ne demişti şair diye geçirdiği içinden; “ benim için yanan sadece o var.” 

- Yanıyor... Sadece benim için yanıyor.

   Düşüncelerine anlam veremiyordu. Kafasını kurcalayan karmaşık cümlelerin içinden bir kısmını duyuyor gibiydi.

   Sessiz gecede yankılanan sessizliğin uğultusu. Ne kadar çok aklından kovsa, o kadar çok aklını meşgul eden anlamsız gürültü.

   "En güzeli onlara da yokmuşlar gibi davranmak." dedi sessizce.Duymazdan geldi hepsini.

   Bir damla düştü, sonra bir tane daha. Dokunmadı. Kurudular.

   İçinde tatlı bir heyecan,tiksinç bir korku, ölüm kadar acı, ölüm kadar soğuk bir hüzün vardı. Balkonda her zamanki yerini almış, tüylerini ürperten rüzgara inat, bacaklarını uzatmış yavaş yavaş, uzun uzun içiyordu sigarasını.

   Ay çoktan doğmuştu inşası yeni tamamlanan apartmanın arka tarafından. Önceden salondan açılan balkonun önü açıktı, yani daha net görünürdü Güneş'in veya Ay'ın doğuşu. Dolunay zamanlarında sigarasını daha çok severdi. Yüzünü aydınlatan yusyuvarlak şey, sadece onun için doğuyormuş gibi düşünürdü. Gözlerini kırpmadan göğe yükselmesini, sonra tekrar alçalmasını izlerdi. Her nefes çekişi onun şerefineydi, ne de olsa Ay da sadece onun için doğmuştu.

   Annesini kaybedeli uzun yıllar olmuştu. Hayal mayal yüzünü hatırladığını sansa da, fotoğraf karelerinde gülümseyen bir yüzden ibaretti aslında o.
   Babası ayda yılda bir eve uğrayan, başı boş bir adamdı. Sabah çıkmadan konsolun ucuna iliştirdiği birkaç liradan ibaretti onun için. Böyle olması hoşuna gidiyordu. Evde kalıp kafa ütüleyeceğine, saçma sapan laflarla kalp kıracağına, iliştirdiği birkaç liradan ibaret olması  çok çok daha iyiydi.


   Yalnız kalmak tercihi olsa da gözü hep telefondaydı ya da kapıda. Birisi dedi, birisi gelecek ve ben konuşmasam bile beni anlayacak.

   “Bu gecenin sabahı farklı olacak.”


   SABAH


   Güneş ilk ışıklarını yüzüne vurduğunda saat 7:30'du. Başka zaman sesi çıkmayan telefonu yırtıyordu kendini.
-Eh kalk artık iş saati.

   İki büklüm uyuduğu sandalyesinden kalktı. Hazırlandı, her zamanki gibi son anda koşarak otobüse bindi.

1 saat 10 dakika ...

   Her sabah, aynı mahallede oturduğu öğrencilik yıllarını da beraber geçirdiği arkadaşı Buket ile gidiyordu işe. İş yerleri de aynı yerdeydi. Varmaları için bir kaç araç değiştirmeleri gerekiyordu; Otobüs,banliyö tren ve son olarak metro...

   Buket'in işi Menekşe'den çok çok daha iyiydi. 2 katı maaşı, anlayışlı bir patronu, hava kararmadan evine varabilecek kadar rahat bir işi vardı. Ortaokulu da liseyi de beraber okumuşlardı. Menekşe'den geçinmişti bütün öğrenim hayatı boyunca. Onun tuttuğu notlarla bütün dönem derslerini geçerdi.  Zaten sadece onun sınavlarına,derslerine çalışırlardı. Sonunda Menekşe, ders notlarının yüzünden liseden atılmış, büyük bir mağazada satış görevlisi olmuş, o ise mali müşavirlik bürosunda muhasebeci olmuştu. Tüm bunlara rağmen her sabah hayıflanırdı. Her sabah patronunu karalar, maaşını beğenmez, erkek arkadaşıyla yaşadığı sorunları anlatırdı.
   
   Bir kez olsun sormazdı “Peki sen Menekşe? Nasılsın? Nasıl gidiyor?” Demezdi. Artık şaşırmıyordu. 10 senedir tanıyordu onu.

   Monotonlaşmış bu düzenin içinde hiçbir şey düşünmeden bir robot gibi kafasını sallar, Buket'in duymak istediği şeyleri söylerdi. Menekşe onu destekledikçe küçümseyen gözleri hepten ışıldar, büyük bir haz alarak anlatmaya devam ederdi. Her sabah bu durum böyleydi. Ama bugün, bu gün ona tahammül edemiyordu. Yarım saat daha devam etti onu dinlemeye. Metrodaki herkes Menekşe ile beraber onu dinliyor, zavallı arkadaşının haline acıyorlardı.

   Bilmiyorlardı ki gerçekten acı çeken insanlar, acılarını orta yerde söylemeye korkarlar.Derin bir iç çekti Menekşe.

    Metro geldiklerinin haberini veriyordu; “Sonraki istasyon Çankaya. Çankaya.” Arkadaşının iç gıcıklayıcı ince sesi metro anonsuna karışmıştı. Anlamsızlık içine kadar işlemişti. İstemsizce arkadaşının omzuna elini attı, kulağına doğru eğildi ve şu üç kelimeyi ona fısıldadı:

   -Beş para etmezsin.

   Elini kızın omzundan indirdi Menekşe, şaşkınlıktan irileşen gözlerine baktı arkadaşının ve en içten gülümsemesiyle metrodan indi. Tekrar arkasına bakmadı. Ve artık bundan sonra tekrar tekrar arkasına bakacak değildi. İçindeki onla ilgili sıkıntılarını bu üç kelimeye sığdırmıştı.
    Kaşları çatık, yüzünde pis bir gülümseme ile rüzgara karşı yürüyordu. Yer altından caddeye uzanan merdivenleri ikişer üçer atlayarak çıktı,göz kamaştıran Güneş bugün ona rahatsızlık vermedi. Esnaf yeni yeni dükkanlarını açıyor,esneyerek Menekşe'ye bakıyorlardı,her zamanki gibi.. Salınan saçları ve düzgün fiziğiyle Çankaya'da tanınırdı. Büyük cadde kenarlarına dizilmiş bir sıra dükkan vardı yol boyu,sahipleri bıyık burarak sabah-ı şeriflerinin hayırlı olmasını dilerdi her sabah. O da sakin bir gülümsemeyle kafasını önüne eğerek cevap verirdi onlara. E sonuçta o da bir dükkan sahibinin çalışanıydı. Çalıştığı yere laf gelmemesi ve en önemlisi işinden olmaması için bunu sakin bir tavırla karşılaması gerekirdi.

   “Günaydınlaaar Menekşe Hanım!”

   Sesin geldiği tarafa sakin bir şekilde döndü. 3 senedir devamlı müşterisi gibi gelip kendisine asılan sevgili bunak, Ahmet Bey. Göz göze geldiler. Ahmak bunağın heyecanını Menekşe her göz göze geldiklerinde iliklerine kadar hissederdi ve her seferinde ondan biraz daha nefret ederdi.

   Her gün Menekşe'yi rahatsız eder, saçma sapan bahanelerle girerdi dükkana. Hiçbir şey almazdı, Menekşe'nin dibinde biter, kendinden bahsederdi her gelişinde. Hiç evlenmediğini, bilmem nerede bilmem kaç katlı apartmanları olduğunu, bütün hayatı boyunca iyi huylu temiz bir kız aradığını ama bulamadığını anlatır dururdu. Arka rafları tercih ederdi bunları anlatırken, Menekşe'yi o yöne doğru çağırır gibi anlamlı bir gülümsemeyle dikkat çekmeden konuşmaya devam ederdi, sıkıştırabildiği kadar sıkıştırırdı, dokunabildiği kadar dokunurdu ona kör noktalarda. Senelerdir ona katlanıyordu. ETİBANK'ın müdürü olması da ona katlanmasının büyük bir nedeniydi elbette. Bankaya babasının yığınla borcu vardı ve senelerdir bu borç faiz yemeden kenarda bekliyordu. Belki Ahmet Bey bu borcun faizini ona dokunarak almaya çalışıyordu, bilmiyordu. Tek bildiği konuşması veya tepki vermesi halinde her şeyi kendisiyle beraber uçuruma sürükleyeceğiydi.

   Onunla her gözgöze gelişinde ister istemez onun ne kadar adi bir bunak olduğunu düşünürdü. Yüzüne gülümsemesini takınır, içten içe ise ona nefret kusardı.

   Ahmet Bey sigaradan ve sigara içenlerden nefret ederdi. Her geldiğinde buna değinmeden edemezdi. Sağlığa zararından,özellikle ve özellikle güzel kızları çirkinleştirdiğinden bahseder dururdu sürekli. Menekşe onu kendinden soğutmamak için geliş saatlerine yakın zamanlarda kesinlikle sigara içmez, mağazanın parfümlerinden üzerine sıkardı, sigarayla haşır neşir olduğu anlaşılmaması için elinden geleni yapardı. Fakat o bir yerlerden duymuş olacak ki her geldiğinde ona utanıp sıkılmadan sigara içenleri sevmediğini anlatıyordu. Belki de bu bir tehditti.

   Peki ya bu gün? Gözgöze geldiklerinde tüm bunların bir önemi var mıydı? Bunları umursuyor muydu?
   Bir kaşını kaldırdı Ahmet Bey'in feri sönmüş gözlerine bakarken, adımlarını yavaşlattı ve cebinde duran sigara paketinden bir dal alıp yaktı. Bu ilk nefes her zamankinden daha fazla zevk vermişti Menekşe'ye. Yoluna devam etti, içindeki mutluluk tarif edilemezdi. Tekrar dönüp bakmak istiyordu. O yaşlı suratın nasıl darman duman olduğunu görmek, karşısına geçip onun şaşkınlığını kahkahalarla izlemek istiyordu. Senelerdir ondan saklanmıştı.  Leş gibi sigara kokan ellerini, saçlarını saklamıştı ondan.

   Çocukça bir sevinçle; "Bu da ikiiiii!" diye bağırdı mağazaya giden yolun arka tarafına çıkan ikinci kavşağı dönerken, bilerek yolunu değiştirmişti. Bugün karşılaşmak istediği bir başka yüz daha vardı. Çalıştığı mağazanın karşısındaki Merkez Bankası Müdürlüğü'nün arka tarafına yapılan konutların mühendisi, geniş omuzlu otuzlu yaşlarının başlarında olduğunu karizmatik bakışlarından,dimdik duruşundan rahatça anlayabileceğiniz ela gözlü Metin. İnşaatlar başladığından beri mağazaya gelip şampuan,duş jeli gibi bakım ürünleri alırdı.  Müşteri psikolojisini iyi bildiğinden, Metin her mağazaya girdiğinde suratının aldığı ifadeden anlardı yine nasıl bir ürün alacağını ya da aradığını. Onun reyonuna gelirdi ne de olsa.

   Kendisini mi görmeye geliyordu, yoksa bu adam gerçekten haftada bir şampuan mı bitiriyordu diye düşünürken, cep telefonu çaldı. Bu da günlük tarifenin bu saatlerde ona getirdiklerinden biriydi. Arayan pek bir sadık sevgilisi Ulaş'tı. Tanışalı 6 ay olmuştu. Ciğeri beş para etmez yalancının tekiydi. Menekşe onun gerçek yüzünü çok iyi biliyordu ama ona katlanıyordu. İlişkilerinin ilk aylarında onu aldattığı halde onunla devam ediyordu. Kim bilir belki de  onun adiliklerine göz yummasının tek nedeni, kendini en yalnız hissettiği zamanlarda onu arayan tek kişinin o olmasından kaynaklanıyordu sanırım.Hiç bir zaman kendisini dinlemezdi ama kendi sıkıntılarından da bahsetmezdi,komikti. Yanyanayken de hiç sıkılmazdı. Yalandan da olsa tüm yaşananlar, o an için onu mutlu etmeye yetiyordu bu saçma aşk oyunu. Seviyor muydu peki? Bunun felsefesini hiç yapmamıştı. Şu hayatta değer verdiği kim vardı da onu sevme lüksüne erişecekti.

   Telefon çalmaya devam etti boş sokağı inletircesine, bugün onunla konuşmayacaktı. Sessize aldı, cebine koydu. İzmaritin dibini görmüştü, yere atıp üzerine bastı.
   
   İnşaata yaklaşmıştı, gözleri Metin'i arıyordu ama görünürde yoktu.



   DOĞUM GÜNÜ

   "Bu gecenin sabahı güzel olacak." diyerek uyurdu her doğum günü gecesinde. Yine öyle olmuştu bu gün, ama içindeki umut 23 senedir böylesine büyük olmamıştı. Her doğum günü arifesi bunu derdi ama değişen hiç bir şey olmazdı. Hissediyordu bu kez bir şeyler değişecekti. Değişiyordu.

   Metin'e doğru atarken adımlarını aklından geçenlere ruhunu teslim etmeye hazırdı . İnşaatin önüne kadar gelmişti. Sağa sola bakındı, yoktu. İnşaata çıkmaya karar verdi. Hemen hemen bitmek üzere olan apartmanın toz kokan merdivenlerinde ağır adımlarla ilerliyordu.

Sonunda görmüştü onu, o da onu. Elini salladı Metin, gelmesini işaret etti.
   
   "O da beni bekliyormuş."

   Bir saniye sonra yanındaydı, kocaman ela gözleriyle ona bakıyordu gülümseyerek. Bu kadar yakından görmemişti onu. Meğer çok daha güzel bir yüzü varmış, meğer o sakin ifade gözlerinde anlam buluyormuş. Ellerini tuttu.. Gözlerinde kayboldu... Tabureye çıkardı onu,şimdi boyları aynı hizadaydı. Elini cebine atarken bile gözlerini ayırmadı Menekşe'den. Ona doğum günü hediyesi almış anlaşılan. Alnına bir öpücük kondurdu ucunda minik bir nazar boncuğu olan kolyeyi takarken boynuna. Boynunda ılıklığını hissetti ellerinin.

   " Vakit bu gün! İyi ki doğdun Menekşe!

   Mutluluğu ellerinden kaymıştı sanki, bu son cümleyle ayakları yerden kesilmişti. Gülümseyen yüz silikleşmiş, Metin çok uzaklarda şimdi. Bir ışıktı belki de. Veya yoktu. Tabureden inmek istedi, ayaklarının boşlukta olduğunu farketti. Nefessiz kaldığı her saniyesinde bile bakışlarını bir an olsun üzerinden ayırmayan ela gözlerle, tabure olmadan da aynı hizada olmasının verdiği huzuru, boğazını sıkmaya başlayan doğum günü hediyesiyle bozulmuştu. Her şey o anda başlamıştı  ya da bitiyordu.

   Bir çığlık bile atamadı gözünün önünden geçen anılara. İçini kemiren bir haykırıştı, ruhunu ele geçiren bir çift ela gözdü... Dehşet içinde sağa sola bakındı,çırpındı, gözleri Metin'i ararken bir karanlık perdeliyordu geleceğini.Kalp atışları boğazını tırmalıyor, bu huzur canını yakıyordu.

   Her şey bu bir kaç dakikalık son kadar kısa bir acı verseydi keşke bu güne kadar.  Belki o zaman bu doğum günü, onun ölüm günü olmayacaktı.

4
Şişedeki Mısralar / Çilli
« : 24 Ekim 2012, 15:10:39 »
Sevmedim seni çilli abla.
Ne yeşilini ne de kırmızını,
Bana öyle parlak parlak bakma!
Sevmedim seni çilli ve sarı..

Deseler de aşıklara bir elmanın iki yarısı
İstemem seni çillilerin en sarısı,
Sevmem zaten hiç bir meyveyi,
Özellikle sana taktım çilli elma.

"Gel gel elmaya gel!"
Hüseyin amcanın sesi kulağımda.
Kâbuslarım oldun Amasya Elması,
Manav Hüseyin sana bağırıyor aslında,
Yanakları çilli, elma kırmızısı Nalan Abla.


Bu şiiri yazmam için bana ilham veren manav Hüseyin'e ve çilli Nalan'a buradan selamlarımı gönderiyorum.
Menekşe sizi seviyor. :)

5
Düşler Limanı / Rüya
« : 19 Ekim 2012, 14:17:32 »
BÖLÜM-1

   “Neden ellerim yapış yapış ve sıcak? Kan kokusu geliyor bir yerlerden. Gülmek geliyor içimden. Gülüyorum ama bir kadın ağlıyor. Anne? Ne oldu anne?

   Doğduğu ilk günden beri peşini bırakmayan rüyalarının geleceğine ışık tuttuğunu fark edememişti. Rüyayı gördükten iki veya en fazla üç ay sonra gördüğü şekilde yaşıyordu. Kişiler farklı, mekânlar farklı ama olaylar aynı formatta yaşanıyordu. Bunun farkedilmesi uzun zaman almadı elbette ki,  acı bir tecrübeyle öğrendi ailesi.  Her şey için artık çok geçti, olanları unutmak ise çok güçtü.

   Yaşayacağı rüyalar kendini belli ediyordu. Bir insanın bir hafta boyunca aynı rüyayı farklı mekânlarda görmesi, o küçük bedenin bir hafta boyunca ağlayarak uyanması ne kadar normal olabilirdi ki?

   Standart bir ailenin sıradan bir kız çocuğu olan Menekşe, lise ikinci sınıfa gidiyordu şimdilerde. Zeki olmasına karşın hayatta tutunacağı bir şey olmadığını hissediyor ve de üzerindeki sorumluluklar on altı yaşındaki ruhuna ve bedenine  ağır geldiği için dersler, okul ve parlak gelecek adına hiç bir şey yapmıyordu. Ortaokul yıllarına, ve daha öncesine dair hiçbir şey hatırlamıyordu, bu monotonlukta sürüp gitmiş gibiydi her şey onun için. Bölük pörçük hatırladığı şeylerse canını sıkmaya yetiyordu.

   “Aklımı zorlamalı mıyım? Ağlardım, sonraları gülerdim. Aklımı zorlamamalıyım, olanlar karışık. Kanlı her yer. Bir adam beyaz yatağında nefes alamıyor.”

   Sabahın beş buçuğunda kalkıyor, altıda evden çıkıyor, bir saat sonra başlayacak ders için elli dakika yol çekiyordu her gün. İlk üç ders şekerleme yapıyordu çok sevdiği sırasında. Dördüncü teneffüs kahvaltı ediyor, son üç derste de gece gördüğü rüyaları kaleme alıyordu. Hocaları ses etmezdi onun bu tutumuna, çünkü başka şeylerle uğraşsa da, gözü başka yerlerde olsa da kulağı hocanın anlattıklarındaydı. Bir kez olsun ani sözlülere cevapsız kalmamıştı.

   “Kalabalık burası. Bana göre değil. Çok soru soruyorsunuz çok. Aklım o kadar berrak değil. Ne oldu bilmiyorum. Buraya gelmek zorundayım. Ama sizi sevmiyorum. Kahvaltımı edip bu kırmızı şekerleri yutmak zorundayım. Duyuyorum ,sizi anlıyorum. Peki ya siz? Beni anlıyor musunuz?”

   Okul çıkışı, okulun tam karşısındaki Sahil Kafe'ye gider, bir kaç dal sigara içerdi bir bardak sıcak çayla. Kafenin sahibi Murat gelirdi yanına, her gün cevabını bildiği soruyu bıkmadan usanmadan sorardı. Sonra bir süreliğine otururdu karşısında ses etmeden.

   -Bu gün nasılsın Menekşe?

   -İyiyim Murat. Her zaman ki gibi...

   -Defterin yanında değil mi?

   -Evet, al.

   -Bakalım bugün neler yazmışsın.


   “Siyah çerçeveli gözlükleri ona karizmatik bir hava katıyor. Senelerdir tanıyorum onu hep beyaz önlük giyiyor, temiz bir adam vesselam.  Benim defterimden ona lazım olan sayfaları aldıktan sonra elinde masalara dağıtacağı mönülerle dolaşıyor bir o yana bir bu yana. Seviyorum onu, en azından diğerleri gibi bana aptalca sorular sorup aklımı karıştırmıyor. Ve beni merak ediyor biliyorum. Yoksa neden yazdıklarıma bu kadar önem versin ki?”

    Gözleri dolmuştu yine Murat'ın... Menekşe'ye baktı ve yine ona tek bir soru sormadan  devam etti yazdıklarını okumaya.

    “Onunla aramda bir bağ var. Ne olduğunu çözemiyorum ama bu bağ o kadar kuvvetli ki konuşmasam bile o gün neler yaşadığımı anlayabiliyor, hissediyorum. Bakışları hüzün dolu. Sanırım geçmişi karışık benim gibi. Bana karşı mı böyle bakıyor, yoksa herkese karşı mı böyle, ahh bilmiyorum. Ne zaman yanına gelsem bomboş kafe. Onu diğer insanlarla konuşurken hiç görmedim ki.”


   Her satırı okuduğunda kafasını kaldırıp Menekşe'ye bakıyordu. Bu genç kız her okuduğu satırda huzur dolu gözlerle bakıyordu ona.

   Ve şu an saat 5. Eve gitme vakti...

   -Hoşçakal Murat.

   -Kendine iyi bak Menekşe.


   Gün, eve adımını attığı anda bitiyordu Menekşe için, gece yatağına girip uykuya daldığı anda da başlıyordu. Eve varınca gün içinde yaşadıklarını annesine kahkahalarla anlatıyor, kendisi için bu kadar üzülmesinin,endişelenmesinin yersiz olduğunu söylüyordu. Sürekli hıçkırıklara boğulan bu kadını anlamıyordu. Yüzüne bu denli şaşkın, ürkek ve dalgın bir ifade takınarak anlattıklarını dinlemesine bir türlü anlam veremiyordu.

   "Bu kadın kafayı yemiş olmalı."

   BÖLÜM-2

   -Olayı bir de sizden dinleyelim Aslı Hanım, sakin olmaya çalışın ve en başından bana anlatın Menekşe'yi.

   -Bebekliğinde doktor doktor gezerdik Menekşe için. Kimse anlayamadı sıkıntısının ne olduğunu. Karnını doyurup, huzurla yatırdığım gecelerde sık sık çığlıklarla uyanıyordu, ağlıyordu, ağlıyordu, sürekli ağlıyordu. Bu da anne ve baba olarak bizi ürkütüyordu doğrusu. Hocalara da gittik Murat Bey, bir dolu para döktük minik kızımız için...

   Gittikçe boğulan sesiyle devam etti Aslı Hanım:

   -Bir dolu para harcadık onun sağlığı için. Bizi korkutuyordu durumu. Üç-dört yaşlarındayken sık sık eline kesici bir alet alıp kahkahalar atarak üzerimize yürürdü ağır adımlarla. Sonra elindekini bırakıp ağlamaya başlardı. Neler olduğunu anlayamıyorduk. İlk başlarda televizyondan mı etkileniyor, filmleri mi taklit ediyor diye düşünüyorduk, izlemesini de engelledik, ama sorun bu değildi. Menekşe devam ediyordu tuhaf hareketlerine. Şimdi ilkokul beşinci sınıfa gidiyor ama yaşıtlarına göre çok geride..Okumayı bile diğer arkadaşlarına göre geç söktü. Konuşmayı da çok geç öğrenmişti zaten.

   Gözlerindeki pişmanlık ve acı, Murat Bey'in iliklerine kadar işlemişti. Daha önce bir çok vaka görmüştü ama bu çok farklıydı. Duygularını bir yana koyarak çözmeye çalışırdı olan biteni, sadece doktor kimliğiyle analiz ederdi. Ama bu genç annenin anlattıkları onu derinden etkiliyordu. Menekşe'ye yardım etmek için elinden geleni yapacağına o kadına oracıkta söz vermişti.

   Derin bir iç çekti Aslı Hanım ve devam etti:

   -Her pazar olduğu gibi küçük kızımın banyosunu yaptırdım, saçlarını ördüm ve yatağına yatırdım. Bir haftadır her gece ağlayarak uyanıyordu, odasına gidene kadar çoktan gözlerini silmiş kahkahalar atmaya başlamış oluyordu. Alışmıştık bu duruma ama anlamam gerekiyordu. Onun bir haftadır aynı rüyayı gördüğüne inanmam gerekiyordu.

   Yaşadıklarının bu kadarından bile bahsetmesi onu çok üzüyordu. Yine hıçkırıklara boğulmuştu. Biraz sakinleştirdi onu Murat Bey. Devam etmesi gerekiyordu bu genç kıza yardım edebilmesi için, en yakını annesinden evladının çocukluğuna dair bazı bilgileri alması gerekiyordu.Kadın gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu.

   -Olaylar olmadan önce bana anlatmaya çalıştı. Kan, dedi. Anne, dedi. Kan var, bak, ellerime bak, dedi. Şaka yapıyor sandım, arkasına yine kahkahalar atıyordu bunları bölük pörçük her söylediğinde. Düşünemedim. Nereden bilebilirdim Murat Bey? Nereden bilecektim? ...

   BÖLÜM-3

   Şizofreni tanısı konuldu Menekşe'ye. Her sabah okul sandığı binaya gidiyordu, peşinde annesi... Aslı Hanım kızını gözünün önünden ayırmamaya and içmişti o günden sonra.

   "Elimde kavrayamadığım bir cisim. İstemsizce yürüyorum. Hayır, hayır bunu  istemiyorum.  Donuk  bakışlarla  birisini arıyorum. Burası çok karanlık. Neredesiniz? Mimiklerimi kullanamıyorum, sesim de çıkmıyor ki! Korkuyorum. Bir şey var bana engel olan, birisi var önümde duran. Bir adamın soluk alış verişleri sıklaşıyor. Duyuyorum. Can çekişen bir hayvan gibi sesler çıkarıyor. Off!
   Yine ağlamış olmalıyım. Nefes almakta zorluk çekiyorum. Gözlerim yanıyor, başımın ağrısı midemi bulandırıyor. Yine o rüyayı görmüş olmalıyım. Susadım. Anneee!"


    Annesine sesini duyuramayan küçük beden yatağından kalktı bir bardak su için... Kan ter içinde kalmıştı. Yüzündeki gülümsemesiyle melekler kadar masumdu. Küçük ellerinde iğreti duran, iki eliyle bile zar zor kavradığı bıçağı aldı. Bakışları donuk,ürkek bir o kadar da kendinden emindi. Rüyalarında büründüğü kişilik onu bir anlığına ele geçirmiş, minik ellerini uyuyan babasının gırtlağını kesecek kadar canileştirmişti.

   Gördüğü o rüyanın son günü bu gündü. Farkedilebilir miydi peki önceden? Ya da annesi Menekşe'nin sesini duyup suyunu getirseydi her şey değişir miydi? Tabi ki de hayır. Zaman, mekan farklıydı rüyalarında... Olayı gerçekleştirdiği andaki zaman da, kişi de farklıydı. Birileri ölecekti. Bir şeyler istemsizce değişecekti.

    Bir çok tedaviyle bu hale gelmişti Menekşe. Beş senedir gittiği beyaz bina ve ona ayrılan kısım onun okulu gibiydi. Kendi kendine bir şeyler mırıldanıyor, bazen birilerine cevap veriyordu oturduğu yerden.  Kafasını koyduğu masasının üzerinde biraz uyukluyor, az sonra kalkıp yanına aldığı bir dilim ekmeği yiyor, ilaçlarını yutuyordu,defterine bir şeyler karalıyordu. Sonra doğru Murat Bey'in kliniğine yol alıyor, defterine karaladıklarını yırtıp Murat'a bırakıyor, bir bardak sıcak çayla sigarasını içiyor ve en son evine dönüyordu. Bütün bunlar 2 saat kadar kısa zaman diliminde gerçekleşiyordu. Ama Menekşe o gün içinde yaşadıklarına başka şeyler katarak annesine kahkahalarla anlatıyordu. Sanki sabahın erken saatlerinde çıkıp akşam üstü eve dönmüş gibi...

   İç dünyasında neleri yaşattığı o masum gözlerinden anlaşılmıyordu. Dalıyordu çoğu zaman, kimse bilemezdi neler düşündüğünü.

   BÖLÜM-4

   Huzurla uyuduğumuz gecenin sabahı, kimi zaman huzurlu olmaz. Rüyalarımızı, belki daha da fazlası, bedenlerimizi ele geçiren sahte kişilikler, bir gece de bütün hayatımızı altüst edebilirler. Bütün huzurumuzu alıp götürebilirler, tekrar bıraktıklarında karşılaştığımız dünya, eskisinden çok farklı olabilir.

   Bazen dualar edersiniz, okuyup üflersiniz kâbuslar peşinizi bırakmaz. Anlattığınızda ise yakın gördüklerinize, size ya yalancı ya da şizofren muamelesi yaparlar. Anlatmadığınız zamanlarda ise, yani çoğu zaman, sanırsınız bu sadece size bahşedilen bir ödüldür, hatta seçilmiş bir kişisinizdir. Mantığınızı devreye sokarsınız. O zaman da, size şizofren muamelesi yapan insanlara hak verirsiniz.

    Bu karmaşıklık içinde büyür bazıları...  Bir değişimin başlangıcı,dönülmez bir kaybın hiç bir şey bilmeyen bir şahidi olabiliriz.

   Kim bilir? Belki bizler de olan bitenlerin birer parçasıyızdır. Belki bizler de birer Menekşe'yizdir ya da Menekşelerin şahitleri.

6
Düşler Limanı / Küçüğüm
« : 15 Ekim 2012, 12:18:29 »
   Hayat kimilerine adil olmadı. Kader gibi kahpe, kader gibi vicdansızdı. Hayat ve kader beraber olup en baştan vurdu kimilerini. Daha çocukken aldı ellerindekini.

   Fırtınaya kapıldı bedenler, anlayamadılar etraflarında hızla dönen şeyleri,göremediler. Anladığı zaman ise insanoğlu çok geç olmuştu. Fırtına dinmişti ama elde avuçta bir şey kalmamıştı. Silkelendi insanoğlu, bakındı etrafına, bazısı devam etti o harabede yaşamaya, kimisi şekil vermeye çalıştı bu dağınık hayatına. Kimisi de son verdi tabi ki de, daha fazla yaşayamazdı bu karmaşıklıkta...

   Bir veda ardına dökülen bir bardak su niyetine miydi? Yoksa gittiğin gibi gel demek için miydi bu yaşlar, bağıra çağıra bazen de dönüşü yok demek için sessizce akıtılan, çoğu zaman can yakan kızarmış gözlerden akan hüzünler miydi ortalığı kasıp kavuran?


25 EKİM 2025

   Seni o gün gerçekten bulduğumda hayatın anlamsızlığına kapılmıştım. Sen bana o mis kokan ellerini uzattığında farkında değildim sevginin,şefkatin. Sadece bir histin benim için, tarifi olmayan bir gülücüktün gözlerimde, ne zaman ağlasam yanımdaydın. Benimle ağlamazdın tabi ki, daha fazla ağlatmamak için gülerdin.En içten sözlerinle su serperdin yüreğime, gül kokan ellerinle silerdin çocuksu yanaklarımdan akan damlaları. Yüreğimde hissederdim yüreğini, ama çocukça bir bencillikteydim.

   Bir sonbahar sabahı doğmuşum...

25 EKİM 2000

   “Merhaba minik surat!”

Beni ilk gördüğünde bana minik surat demiş. Annem anlattı bana bunu sonradan. Kocaman açmış bal rengi gözlerini, anlamaya çalışmış beni. Minik ellerimi tutmuş; "Neden bu kadar küçük ki?" diye sormuş hemşirelere, kahkahalara boğulmuş herkes...
Şaşkın şaşkın bakmış gülen suratlara, ellerimi okşamış.
   

.. .. 2001

   “Anne bu ne kadar da pis kokuyor böyle. Iyy! ”

Kucağına büyük gelsem de, paylaşamazmış beni kimseyle. Annemden bile kıskanırmış çoğu zaman. Ağlarmış hep yanında durayım diye. O kokuyu aldığında anlayamamış altımı pislettiğimi, bütün gün evin içinde dört dönüp  "Banyo yapması lazım... Banyo yapması lazım.." deyip durmuş.


   “Defterimi yırtmış bacaksız! Kafasını kıracağım onun!”

Yeni yeni muzurluğa başlamışım, defterlerini yırtmışım.Sinirlenmiş, bir defter için kızmış bana ilk defa. O da bebekmiş aslında daha...


.. .. 2007

   “Burası okul küçüğüm. Her teneffüs geleceğim yanına. Kimse dokunamaz sana, korkma ben yanındayım.”

Ve ben okuldaydım, ürkektim biraz ama yanımda o vardı, yanımda o olacaktı. Biliyordum başım sıkışınca gelecekti. Hissederdi o, biliyordum koşacaktı yanıma her ağladığımda, beni hiç yalnız bırakmayacaktı.


.. .. 2008

   “Ağlama bak ne yapacağım sana. Hani evde yapardık ya kaldır ellerini,hadi ama küçüğüm kaldır ellerini. Aferin işte böyle. Bir küçücük aslancık varmış...

Aslancık şarkısını bana o öğretmişti. Tekerleme kısımlarında gıdıklardı beni, çatlayana kadar güldürürdü. Gözlerimden yaşlar gelirdi, sinirlenirdim. Bıraksın beni diye ağlardım. Çocuktum nereden bilebilirim ki?

Benim yüzümden annemin terliğini çok yemiştir. Her şeyi üzerine alır, bütün kabahatların sorumlusu kendisiymiş gibi davranırdı. Bu kadar şefkatli olmasına sinir olurdum. İçten içe gıcık olurdum ona. Çocuktum nereden bilebilirdim ki?


25 EKİM 2012

   Sana sürprizim var küçüğüm. Beni bu kaldırımda bekle. Karşıdan senin için bir şey alıp hemen geleceğim.


   Heyecanlı değildim. Bana doğum günü hediyesi alacağını tahmin etmiştim. Durduk yere sabahın köründe beni evden çıkarmasından belliydi zaten. Sahte bir gülücük vardı yüzümde, sırf kırılmasın diye ses etmiyordum. Kaldırıma oturdum, kafamı eğip yerdeki taşlarla oynamaya başladım. Benden heyecanlı olması beni deli ediyordu. On iki senedir alışılagelmiş 25 Ekim sendromunu her sene nasıl böyle içinde büyütüyordu diye düşünürken bir çığlık duydum. Kafamı kaldırdığımda kalabalığı gördüm. Bu kavşakta her zaman böyle kazalar olurdu ama bu sefer ki çok farklıydı. O acı çığlık beynimde yankılandı ablamın gül yüzünde son buldu. 

   Benim için gitmişti. Geri gelemedi. Gözlerimin içine bakmıştı yine; "küçüğüm." demişti. "Keşke doğmasaydım..." dedim yerde yatan cansız bedenini görünce. Simsiyah uzun saçları kızıla boyanmıştı. Yüzü gülümsüyordu. Bal rengi gözleri bana şefkatle baktığı zamanlardaki gibi kocaman olmuştu yine. İnanamadım. Bu yerde yatan kanlı vücut ablam olamazdı. Yere yığılmışım.

   Gözlerimi açtığımda hastanedeydim başımda dayım vardı. Bana bakıyordu.

   "Keşke o benim için gitmeseydi,keşke ben doğmasaydım! Keşke küçüğün olmasaydı! Keşke abla! Keşke ben ölseydim!"

   Şimdi tarih, 25 Ekim 2025.

   Canım ablam gittiğinden beri konuşmuyorum onla ilgili, kimselere. Kimileri umursamaz diyor, bencil diyor bana biliyorum. Anlatamam ben gül kokulu ablamı, eskide kalmış gibi anamam ben onu. Bunları yazmak benim için hayli zor ve yorucu oldu. Evliyim şimdi bir kızım oldu. Adını Menekşe koyduk. Ablamın adı. O da abla olacak, onun da bir küçüğü olacak.

   Küçücük bir bedenken kaybettiğim ablamın yerini kimse dolduramayacak.

   Elbette hem annem, hem oyun arkadaşım, hem bakıcım olabildi hayatımdaki kadın.

   Ama ben... Ben bir daha kimsenin küçüğü olamadım.
   

7
Düşler Limanı / Olduğum Yerdeyim
« : 14 Ekim 2012, 20:18:09 »
   Bütün çarşıyı dolanmıştı ailesiyle. Çok değil 2 hafta sonra kuzeninin düğünü vardı. Aralarında bir soğukluk olsa da geçen yıllara rağmen, yine de kuzeniydi, birinci dereceden akrabaydı ne de olsa. Şık bir abiye almalıydı.

   Canı sıkkındı,hem de çok. Giydiği hiçbir şeyi kendisine yakıştırmıyordu. Hiç olmadığı kadar çirkin ve bakımsız çıkmıştı sokağa bugün. Giydi, çıkardı. Baktı uzun uzun aynalara, bir sağa bir de sola döndü, inceledi. ''Hayır olmadı.''

   Kabine her girdiğinde içi sıkılıyordu çünkü vücudunda 2 gün önce babasının acımadan vurduğu yerlerde güller bitmişti. Onlar öyle bir güldü ki; yüzüne tokat gibi çarpan, tenine sadece dikenleri batan güller, yüzündeki gülleri solduran mor güller...

   Hiçbir şey olmamış gibi babası da inceliyordu giydiği elbiseleri. Satıcıların yanında övünüyordu kızıyla, '' Ne giyse yakışır benim kızıma.''

   Güzel olduğunu söylerdi arkadaşları, görenler, tanıyanlar. Hemen hemen herkes... Mavi gözleri, beyaz teni simsiyah uzun saçlarıyla her ortamda dikkatleri kendinde toplamayı başarırdı. Allah vergisiydi,güzeldi.

   İçinde yaşattığı öfkeyi ya da sevgiyi dışa vurmazdı çoğu zaman, öfke nöbetleri geçirse de bazen çok geçmeden sakinleşir pişman olurdu öfkesine yenildiği ana lanet ederdi. Çocuksu yüzündeki kocaman gülümsemesi gözlerine yansırdı. Ama bugün karabasanlar çökmüştü sanki yüzündeki güllere ya da mor basan mı demeli?

   Yorulmuştu eve döndüklerinde. Bütün gün gezmesi dolaşması değil, her kabine girdiğinde tekrar eden kabus yormuştu Menekşe'yi. Odasına geçti,üzerini değiştirmeye hali yoktu. Oturdu yatağının üzerine dikkat kesilmiş bir şeyler duymaya çalışıyordu sanki. Duyduğunu sandığı sesleri daha yakınında hissediyordu. Olması gereken şu an en yakınındaydı. Tüyleri ürperdi geç kalınmışlığın tadına varmanın gururunu da yaşıyordu bir yandan. Geç kalınmışlığın gürültüsü olabilir miydi bu? Derin bir nefes aldı alabildiği kadar. Astım  hastasıydı, ilaçlarını son birkaç haftadır kasıtlı olarak kullanmadığını anımsadı alamadığı nefesini verirken.

   Üzerine oldukça bol gelen bembeyaz pamuklu geceliğini kıyafetlerinin üzerine geçirdi. Yine aynı kabusu yaşamak istemiyordu. Yere dizlerinin üzerine çöktü, kolarını en yukarıya kaldırdı, başını geriye attı. Artık nefes almakta daha da çok zorlanıyordu ama ismini koyamadığı huzuru bütün bedenini sarmıştı. En azından huzurluydu.

   Gözünden akan yaşlar kulaklarına iniyordu. Sessizce ''Lütfen...'' dedi. İçinden yalvarıyordu belliydi. Dayanacak gücü kalmamıştı nefes alırken boğuluyormuşcasına sesler çıkardığının farkındaydı. Ayaklarının üzerine oturdu kolarını indirdi, kafasını yere eğdi. Sesinin çıkmaması için kendini zorluyordu. Dişlerini sıkmış gözlerini kapatmıştı.

   Ormanda ...
   Şelale sesi, yüzüne çarpan serinlik ve kuşlar ...

   Karanlık ...
   Bu çığlık tanıdık...
   
   Seçimini yapmıştı. Ellerini balkon demirlerine dayadığında içini tarif edilemez bir huzur kaplamıştı. Ayakları yerden kesildiğinde uçuyor gibiydi ve nihayet beyaz elbisesinin içinde melekler kadar özgürdü Menekşe. Hayalini kurduğu özgürlük kuş sesleriyle birleşti. Yüzüne çarpan rüzgarı hissetmek ona keyif veriyordu. Bulutların arasından geçiyor olmalıydı, puslanmıştı gözleri göremiyordu artık önünü.
   
   Güneş'e fazla yakınlaşmış olmalı,yüzü alev alev yanıyordu. Ya da yağmur mu yağıyordu? Ilık ılık başından gerdanına akan yağmurdu,tertemiz bir ilkbahar yağmuru.
   Titreme sardı bedenini gerdanına sokulan ılık sel içini ürpertmişti. Yoksa yine mi nöbeti tutmuştu? Nefes almakta yine zorlanıyordu. Tamam haftalardı ilaçlarını kullanmıyordu ama bu huzurun içindeyken mi onu bulmuştu?

   ''Lanet olsun!''

   Çığlıklar...
   Ağıtlar...

   Kuş sesleri ? Artık çok uzakta.

   Soğuk, karanlık bir yerdeyim. Olduğum yerdeyim.

Sayfa: [1]