Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Dwaxer

Sayfa: [1] 2
1
Diğer Fantastik Eserler / Titan Beşlisi (e-roman)
« : 12 Ekim 2010, 11:43:45 »
.

Titan Beşlisi

Arkadaşlar naçizane yazdığım fantastik macera romanını e-kitap haline getirdik. Benim Mavitaş Yöresi Öykiülerim ile bağlantılı bir romandır. Keyifli okumalar diliyorum.

Kapak tasarımı için Devrim Kunter (Devrimk) dostuma teşekkür ediyorum. Sağolsun, kitabın konusuna uygun kapak çizdi benim için.



PdF indirmek için:

http://www.xasiork.biz/XasiorkYayinevi/index.php?option=com_content&view=article&id=116:titan-belisi&catid=36:e-kitap&Itemid=54

.

2
Kurgu İskelesi / Tholl Vadok
« : 25 Eylül 2009, 19:55:06 »
.

Tholl Vadok

Gece yarısını üç saat geçe, Kuru Döşek Hanı artık sessizleşmişti. Sabah erkenden yola çıkacak müşteriler çoktan odalarına çekilip yatmışlardı. Kasabalılardan kılıbık olamayanlar bile iki saat önce koşar adım evlerine dönmüş, sızıp kalanlar ise son bir saatte garson çocuklar tarafından at arabasına istif edilerek teker teker evlerine, elinde oklavayla bekleyen karılarına teslim edilmişlerdi.

Şimdi ışıklarının yarısı söndürülmüş salonda iki delikanlı yerleri süpürüp paspas yapıyordu. Hancı Bergun de hala ayaktaydı. Geri kalan bütün çalışanlar istirahate çekildiği halde o hala tezgahın ardında oturuyor, elinde -tarifi kendine özel- içkisini yudumluyordu. Bergun Pastaci hem Kuru Döşek Hanı’nın sahibi, hem de Mavitaş Kasabası’nın valisi olması nedeniyle bütün gün çalışır, gecede üç dört saatten fazla uyumazdı. Buna rağmen daima dinç görünmesi ilginçti.

Salonun öbür tarafından birisi “Sayın Vali, masamıza buyurmaz mıydınız!” diye bağırdı. Konuşan, şömineye yakın bir masada oturan son üç müşteriden biriydi. Bu masadaki üçlünün ertesi gün yola çıkmak gibi bir kaygısı yoktu. 

Serüvenciler... Kuru Döşek Hanı’nda daima birkaç maceraperest ya da yeteneklerini altın karşılığında kiralayan gözükara adam bulunur. Bu üçü de kendilerini kiralayacak paralı birini bekliyordu. Aslında önceden tanışmıyorlardı, burada karşılaşmışlardı ama müşteri beklerken beraber vakit geçirmekten pek şikayetçi değildiler.

İlk göze çarpan özellikleri; üçünün de siyah tonlarda giyinmiş olmalarıydı. Genelde gecenin koynunda gizli işler çevirenlerin tercih ettiği bir renkti bu. Ama bu adamların bakışlarında kötücüllük yoktu.

Bergun’u masaya davet edenin adı Bıçkın’dı. Tabii ki bu gerçek ismi değil, lakabıydı. Tıpkı diğer ikisi gibi Bıçkın da gerçek adını unutmaya özen gösteriyordu. Boylu boslu, yanık tenli, yakışıklıydı. İncecik sakalı ve beyaz dişleri şeytansı bir çekicilik yaratıyordu. Üzerindeki siyah deriden yelek kaslı kollarını açıkta bırakıyordu. Atletikti. Biri normal, biri de kısa olmak üzere iki kılıç birden taşıyordu ve fiyakalı çizmelerinden hançer kabzaları, pervasızca gösteriyorlardı kendilerini.

Bıçkın’ın yanındaki geniş suratlı adam Avcı’ydı. Ceketinin hemen her yanında yuvalarında yan yana sıralanmış küçük oklar dikkati çekiyordu. Avcı’nın çeşit çeşit tatar yayları vardı. Büyük yaylı tüfeklerini odasında bırakmış olsa da, tek elle kullanılabilen yaylı tabancalarını yanında tutuyordu. Sol bileğinin dış kısmında bile -kendi icadı olan- minik oklar atan bir yaylı mekanizma vardı. Büyüklü küçüklü yaylı silahlar hakkında oldukça zengin bir mekanik bilgisi vardı. Soranlara geyik avcısı olduğunu söylüyordu. Elbette geyik avlamışlığı da vardı ama sadaklar dolusu yedek ok, geyik avı için abartılıydı.

Üçlünün en ufak tefek olanı Klik’ti. Hanın azaltılmış loş ışıklandırması altında belirsiz bir gölge gibi duruyordu. Gözleri fıldır fıldırdı ve sivri kepçe kulakları bir tilkininki gibi sağa sola hareket ediyordu sanki. Yanında taşıdığı gösterişli ve kaliteli bir asma kilidi daima masanın üzerine koyar, arada sırada minik bir maymuncukla bu kilidi kurcalardı. Böylece artık herkes onun bir “çilingir” olduğunu anlamıştı. Hatta anahtarını kaybeden saf bir kasabalı kapısını açtırmak için Klik’i tutmuştu. Üstünde herhangi bir silah taşımıyor, daha doğrusu taşımıyormuş gibi gözüküyordu. Ancak adam aslında göründüğü gibi değildi. Bergun bu grupla birkaç kere -özellikle sabaha karşı- oturup bir şeyler içtikten, muhabbet ettikten sonra Klik’in kızıla çalan saçlarının boyama, küçük keçi sakalının takma ve burnunun üzerindeki kemerin de makyaj hilesi olduğunu anlamaya başlamıştı. Hele hele yarı-elf olduğunu vurgulayan sivri kulak uçları kesinlikle sahteydi. Ama Bergun tabii ki bunları görmezden gelmişti. Kuru Döşek Hanı’nda arananlar listesindekilere de yer vardı; parasını ödediği ve olay çıkarmadığı müddetçe müşterinin kim olduğu önemsenmezdi.

“Arkadaşlar geç oldu, kapatıyoruz!” diye seslendi Bergun masadakilere. Ancak diğerlerinin pes etmeğe niyeti yoktu. “Aman Vali Bey, Kuru Döşek Hanı’nın kapandığı nerde duyulmuş?” diye laf attı Klik. Bıçkın da “hadi Sayın Bergun, bir kadehçik daha!” diye üsteledi. Bergun sırıtarak pos bıyıklarını burdu. İki haftadan beri sabaha karşı hep aynı senaryoyu oynuyorlardı. Hancı, yer paspaslayan gençlerden birine “çocuk, bize dört bira kap çabucak,” diye seslendi. Diğerleri masalarından neşe içinde tezahürat yaptılar.

Ancak Bergun henüz bir iki adım atmıştı ki salonun ortasından gelen ürkütücü bir çıtırtı ile durdu. Ses diğerleriyle kendi arasında, salonun ortasındaki bir noktadan geliyordu. Bergun’un pos bıyıkları ve saçları elektriklenmiş gibi havaya dikildi ve hafif bir yanık kokusu duyumsadı. Sesin geldiği yerde, -serap görür gibi- havada dalgalanmalar başlamıştı. Masadaki üç kişi de ayağa fırlamış, neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Bergun “büyü bu!” diye düşündü. Yoksa aralarında görünmez biri ya da bir şey mi dolaşıyordu? Sonra dalgalanan hava yoğunlaşarak elips biçiminde büyük bir boy aynasına dönüştü, öyle ki Bergun karşıdaki müşterileri araya giren “şey” yüzünden göremez hale geldi.

“Boyut kapısı!” diye inledi Bergun. Daha önce hiç boyut kapısı açıldığını görmemişti ama anlatılanlardan, tarif edilenlerden dolayı, kesinlikle birazdan salonun ortasına kimbilir evrenin hangi köşesinden gelen, ne idiği belirsiz bir yaratığın düşeceğinden emin gibiydi. Garson çocuklar kendilerini masaların altına çoktan atmışlardı. Bergun de tabanları yağlayıp kaçmak için içinde dayanılmaz bir istek duyuyor ama gururuna yediremiyordu. Heyecanını bastırmaya çalışarak gelenin bir iblis olmaması için dua etti.

Bir an boyut kapısı karanlığa dönüştü ve hemen ardından içinden meşhur büyücü Tiq Otally çıkıverdi. Yaşlı büyücünün üzerinde toprak rengi uzun bir cübbe, kafasında da aynı renkte kocaman kenarlı, uzun, sivri kukuletalı bir şapka ve elinde de ucunda ışık parlayan, neredeyse kendi boyunda bir asa vardı.

Tiq Otally çıkar çıkmaz boyut kapısı kapandı. Büyücünün asasındaki ışık bir an salondakilerin gözünü kamaştırdı. Otally sinirli bir şekilde, sanki diğer tarafta başladığı bir konuşmayı devam ettiriyor, daha doğrusu öfkeyle söyleniyordu. “Aptallaar! Beyinsiz amatörler!!..” diye kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu. Öfkesinin ardına gizleyemediği bir telaş, bir nefes nefese kalma durumu da kendini belli ediyordu.

Bergun eskiden beri tanıdığı hatırlı müşterisi, hatta arkadaşı -bir büyücüyle ne kadar arkadaş olunabilirse artık- Tiq Otally’nin yüzünü görünce içi rahatladı. Ancak bir an sonra büyücünün göbeğine kadar uzanan beyaz sakallarına tırmanan yumruk iriliğinde örümceği farkedince dehşete kapılmakta gecikmedi. Aslında büyücünün üzerinde bu iri yarı örümceklerden bir sürü vardı.

Bergun gözlerini faltaşı gibi açarak titreyen parmağıyla adamın üzerini işaret etti ve “Bay Otally! Böce... örümcek!..” diye yüksek sesle kekeledi.

Otally sol elini uzun beyaz saçlarının arasına daldırarak sol kulağını buldu ve tılsımlı küpesini tutarak kadim “Arcane” dilinde birkaç sözcük mırıldandı. Büyücü bir anda kardan adam gibi bembeyaz olmuştu. Üzerindeki örümceklerin de çoğu buz mavisi heykelciklere dönüşerek döküldüler ve yere çarptıklarında kristal vazolar gibi tuzla buz oldular.

Birkaç örümcek donmadan kendini yere atabilmişti ama onlar da pek fazla uzaklaşamadılar; birini Bıçkın çizmesinin topuğuyla ezdi, Avcı ise iki elinde tuttuğu yaylı tabancalardan gönderdiği oklarla iki örümceği ahşap döşemeye zımbaladı ve son olarak Klik’in ceketinin yeninden çıkıveren küçük bir fırlatma hançeri hızla hedefini bularak kalan tek örümceği de halletti.

Bergun şaşkınlıktan donakalmıştı. Tiq Otally de normale döndüğünde çevresine şöyle bir göz gezdirdi. Bakışlarını ayağının dibindeki kırık buz parçalarından yere zımbalanmış anormal örümceklere çevirdiğinde, kuş kanadına benzeyen beyaz kaşlarını havaya kaldırarak “etkileyici!” dedi. Bu iltifat diğerlerinin şımarmasına yol açmıştı, hepsinin ağzı kulaklarındaydı. Üstelik biraz önce yaşadıkları ufak heyecan, özledikleri macera duygusunun tadını, az da olsa damaklarında hissetmelerine sebep olmuştu.

“Merhaba ben Bıçkın, bunlar da Avcı ve Klik...” diye söze başladı Bıçkın ama Tiq Otally gruba ilgisini kaybetmişti bile. Büyücü artık ilk geldiğindeki gibi öfkeyle burnundan solumuyordu ama yeterince huysuzdu. Her zaman oturduğu, köşedeki masasına doğru hızlı hızlı yürürken “Bergun bana içecek bir şeyler yolla, dilim damağım kurudu,” dedi.

Hancı derhal masaların altından çekingence başını uzatan gençlere bir işaret çaktı, garsonlar içkileri getirmeye koştular. Bu arada Bergun yerdeki örümcek cesetlerine dikkat çekerek, -ok saplananlardan biri hala kıpırdamaktaydı- serüvenci grubuna “bravo arkadaşlar, çok nişancısınız doğrusu. İçkileriniz benden,” dedi. Büyücünün ilgisizliğinden morali bozulan grubu nazikçe iteleyerek masalarına geri yönlendirdi. Kendisi de derhal Meşhur Büyücü Tiq Otally’nin masasına seyirtti.

Büyücü masasına kurulmuş, yorgunluk atarken “Bergun sana zahmet bana bir pipo buluver, benimki orada kaldı,” diye seslendi.

Siyah giyen üçlü kendi masalarına otururken Bıçkın “arkamda böyle bir büyücü olsa sırtım yere gelmez,” dedi. Avcı da bu sözü onaylarcasına başını sallamıştı. Klik dudak büktü: “Ben büyücüleri pek sevmiyorum, kendini beğenmiş oluyorlar. Baksana adam kendini tanıtmadı bile. En iyisi rahipler bence, üstelik şifacı oluyorlar,” dedi.

İçecekler ve tütün de geldikten sonra Bergun, büyücünün piposundan bir nefes çekmesini bekleyerek “Usta Otally bizi çok korkuttunuz. Nereden geliyordunuz?” diye sordu.

“Pafund Çölü’nden geliyordum.”

“Pafund Çölü mü! Ama orası cehennemin dibi, uzak ülke!”

“Abartma Bergun, kıtanın güneyi sadece.”

“Yani oraya kimse gitmez anlamında söyledim.”

“Bergun o kızgın çöle gitmemin sebebi gezintiye çıkmak değildi elbette. Zaten az daha postu deldiriyordum... Tholl Vadok Piramidi’ni bulmak için gittim oraya.”

“Tholl Vadok mu? Ben onu efsane zannediyordum, masallar için uydurulmuş...”

“Sen öyle san! İnsanlar ulaşamadığı şeylerin varlığını inkâr etmeye pek meyillidir. Tholl Vadok Piramidi var, ve ben onun 9.Koridor’una kadar girdim. Hesaplarıma göre sadece üç koridor kalmıştı, 12.Koridor’un ardında Vadok’un mezar odası olmalıydı.”

Bu arada siyah giyen üçlü masalarında güya içkilerini yudumlarken pek sessizdiler. Aslında hepsinin kadehleri boşalmıştı ama dikkatleri dağılmasın diye kıpırdamaya bile korkuyorlardı. Bıçkın, deniz böceği kabuğuna benzeyen küpesinin dar ucunu kulağına dayamış, geniş ucunu ise Bergun ile Tiq’in oturduğu masaya yönlendirmeye çalışıyordu. Tılsımlı olan küpenin sesleri toplama özelliği vardı. Klik’in ise normalin iki katı büyüklükteki -sahte- kulakları yardıma ihtiyaç duymayacak kadar keskindi. Avını gözleyen bir tilki gibi dikkatle odaklanmış, en ufak bir fısıltıyı bile kaçırmıyordu. Avcı konuşulanları duyamıyordu ama gözleri adamların dudaklarını okuyacak kadar keskindi. Üçü de maceranın kokusunu almaya başlamışlardı.

“Peki ne oldu Usta Otally, üzerinizde yaratıklarla alelacele gelmiş gibiydiniz?” diye sordu Bergun.

“Ne olacak Bergun; yanımda götürdüğüm salaklardan biri korkunç bir tuzağı harekete geçirdi, bütün koridor zehirli saldırgan yaratıklarla dolmaya başladı. Her taraftan sürüler halinde çıkıyorlardı. Örümcekler, çıyanlar, devasa egzotik böcekler duvarlardaki deliklerden adeta fışkırıyor, hatta tavandan tepemize yağmur gibi yağıyordu.”

“Öbürleri... Yani adamlarınıza ne oldu?”

“Ah beyinsiz amatörler, kaz kafalılar! Lafa gelince bol keseden atarlar; yok açamadığı kilit, çözemediği mekanizma yokmuş, hiçbir tuzak gözünden kaçmazmış!.. Ne olacak Bergun?.. Onların başına ne geldiğini düşünüyorsun? Ben kıçımı zor kurtardım, gördün işte nasıl son anda geldiğimi. Yaratıklar üzerime hücum etmişlerdi bile, koruyucu büyülerim olmasaydı çoktan zehirli dişlerini bana da geçireceklerdi... Üzüldüm tabii... Ama onlar için yapabileceğim bir şey kalmamıştı. Çıkmadan önce koridordaki bütün yaratıkları öldürecek bir ateş topu bıraktım. İyi bir büyücü görevini tamamlamak uğruna -kendi canı olmasa bile- gerekirse bütün ekibini feda edebilmelidir Bergun, anlıyormusun?”

“Eee evet tabii... galiba... Neyse ki siz son anda kurtulabilip buraya geldiniz... Sahi Usta Otally neden buraya geldiniz? Yani hoş geldiniz tabii ama Zaphir’e de gidebilirdiniz değil mi?”

“Evet Bergun, boyut kapısını daha önce görmüş olduğum herhangi bir yere açabilirim, rahatlıkla Zaphir’deki kuleme de dönebilirdim. Ama insan cehennem çölündeki kadim bir piramidin karanlık küflü labirentlerinde ölümle burun buruna gelince bir dost yüzü görmeyi özlüyor.”

“Ah!.. Çok duygulandım...”

“Bir de üstümde lanetli çölün tozları ile dönüp evime hastalık filan bulaşsın istemedim.”

“Anlıyorum.”

Tiq Otally’nin aklı başka yerdeydi. Piposunu tüttürürken kendi kendine konuşur gibi “çok yaklaşmıştım, sadece üç koridor kalmıştı,” diyordu.

“Afedersiniz Usta Otally ama nedir bu kadar önemli olan, Vadok’un mezar odasında büyük hazineler mi var?” diye sordu Bergun.

“Hazine mi?.. Hazine kelimesi orada olanı tarif etmekte hafif kalır Bergun. Vadok’un mezar odasında...”

Tam bu sırada gözlerinden uyku akan garson çocuk, siyah giyen üçlünün masasına geldi ve boş kadehleri toplamaya başladı. Üstelik sakarlık yaparak masadakileri devirdi ve diğer üçünün konsantrasyonunu bozacak kadar patırtı yaptı. Delikanlı özür diledikten sonra kendini affettirmek istermiş gibi başka bir istekleri olup olmadığını sormuştu ama diğer üçünün karanlık bakışlarını görünce kaçar gibi uzaklaştı.

“Çocuğun zamanlaması harika doğrusu. Siz duyabildiniz mi?..” diye fısıldayarak konuşan Avcı’ya, diğer ikisi sert bakışlar atmakla yetindiler. Tiq Otally’nin konuşmasını dinlemeye çalışıyorlardı.

“İşte böyle Bergun. Şimdi yeni bir serüvenci grubu bulup tekrar Pafund Çölü’ne dönmem gerekiyor. Ama piramidin tılsımı öyle güçlü ki bir dahaki ay doğumunda bütün büyüler ve tuzaklar tekrar kurulacak, koridorların bütün mekaniği ve şifreleri değişecek. Anlayacağın her şeye baştan başlamam gerekecek. Tek tesellim: Artık boyut kapısı açarak piramidin yanına kısa sürede gidebileceğim. Çünkü çölü gördüm Bergun. Issızlığın cehenneminde haftalarca yolculuk ettim. Sıcaktı. Çöle kum denizi diyorlar biliyor musun? Gerçekten de bir deniz kadar uçsuz bucaksız. Kum tepeleri denizdeki dalgalar gibi sonsuzluğa uzanıyorlar. Ve kum fırtınalarının şiddeti, deniz fırtınalarından da beter. Göz gözü görmediği gibi, eğer hemen siper almazsan muazzam bir süratle üzerine çarpan sonsuz sayıdaki kum taneciğinin hışmına uğrarsın. Gece ise aksine dondurucu bir soğuk olur, taş olsan çatlarsın.”

Tiq Otally birden bir şey hatırlamış gibi “Ah! Evcilimi salayım da biraz dolaşsın, olur mu Bergun?” dedi.

“Tabii, elbette!” dedi Bergun ama büyücünün ne söylediğini tam olarak anlamamıştı aslında.

Otally uzun sivri kukuletalı şapkasını çıkararak havaya doğru tuttu ve içine doğru konuştu: “Hadi dolaş biraz!” Şapkanın içinden ufak bir yarasa fırladı ve özgürlüğün tadını çıkarırcasına uçmaya başladı.

Bergun hancılık kariyeri boyunca öyle şeyler görmüştü ki bu onu şaşırtmadı. Yine de yarasanın şapkadan çıkış hızı ürkütmüştü biraz.

Bu arada siyah giyen üçlü Tiq Otally’nin masasına yanaştı. Bıçkın söze girdi: “Bayım konuştuklarınıza kulak misafiri olduk; Vadok Piramidi’nde başladığınız işi bitirmeniz için size yardım edebiliriz. Ben Bıçkın. Kılıç ustalığıma güvenebilirsiniz, ayrıca akrobatlık gerektiren görevlerin altından kalkabilirim,” dedi. Yanındaki öne çıktı: “Ben de Avcı. İyi atıcıyımdır.” En son yanlarındaki gölge de kendini tanıttı: “Ben de Klik. Açamayacağım kilit, çözemeyeceğim mekanizma, fark edemeyeceğim tuzak yoktur!” dedi.

Bergun bir an büyücünün “ben bu lafları daha önce de duymuştum,” gibisinden bir şey söyleyeceğini sandı ama öyle olmadı. Tiq Otally piposundan bir fırt çekti ve ayağa kalkarak “gidelim o zaman!” dedi.

***

Tholl Vadok Piramidi – 9.Koridor

Etrafta yanmış kavrulmuş çeşitli yaratık cesetleri doluydu. Koridorun sonuna geldiklerinde Tiq Otally’nin eski ekibinden arta kalanları gördüler. Diğerleri endişeli bakışlarını büyücüye çevirdiğinde Tiq Otally “ben ateş topunu attığımda onlar çoktan ölmüştü zaten,” diye izahat verdi. 10.Koridor’un kapısına vardıklarında Klik kapıyı inceledi ve ukala bir sırıtışla “çocuk oyuncağı,” dedi. Yine de kilidi açması için maymuncuk setiyle birkaç dakika üzerinde çalışması gerekmişti. Sonunda bir “klik!” sesiyle kilit açıldı. Ardından yavaşça kapıyı iterek ardına kadar açtılar.

10.Koridor, girişin sağına doğru uzanıyordu. Aslında bütün koridorlar birbirine doksan derece açıyla birleşiyordu. Her kapıdan geçişte sağa dönerek yollarına devam ediyorlardı. Aynı zamanda hafifçe aşağıya doğru eğimli koridorlar piramidin merkez ekseni etrafında dönerek diplerdeki mezar odasına doğru gidiyorlardı.

Hemen girişte iki heykel göze çarpıyordu. Ama üçüncü bir heykelin olması gerektiğini düşündüren üzeri boş beyaz mermerden bir kaide vardı. Yanında kahverengi mermerden kaidenin üstünde gerçek ölçülerine yakın yine kahverengi bir kurt heykeli bulunuyordu. Kurt dişlerini gösteriyor, korkunç görünüyordu. Onun yanında da yeşil mermer kaidenin üzerinde yine yeşil renkte küçük bir ağaç heykeli vardı. Üzerinde yüzlerce minik yaprak işlenmişti.

10.Koridor yaklaşık dört metre kadar genişlikte ve yükseklikteydi ama çok uzundu. Öyle uzundu ki diğer ucu zar zor gözüküyordu. Girişten birkaç metre ötede düz desenli zemin bitiyor, yere döşenmiş rengarenk parke taşlar başlıyordu. Yerdeki taşların her biri yaklaşık kırk santim genişliğinde ve altıgen şeklindeydi. Asıl ilginç özellikleri ise tıpkı heykeller ve kaideleri gibi kahverengi, yeşil ve beyaz renklerde olmalarıydı.

Yan duvarlar ise karmaşık desenlerle boyanmıştı ama dikkatli bir göz desenlerin arasındaki yüzlerce deliği fark edebilirdi. Nitekim fark edildi de! “Bu delikler havalandırma için olmasa gerek,” dedi Klik. Bıçkın ekledi: “Eminim şu yerdeki parke taşlardan tuzaklı olanına basıldığında deliklerin içinden mızraklar fırlıyor ve geçeni delik deşik ediyor; ne kadar klişe bir tuzak!” dedi. Tiq Otally ise tereddütlü bir şekilde sakalını sıvazladı: “O dediğin tuzaktan 3.Koridor’da vardı; burası 10.Koridor, aynı tuzağı kullandıklarını sanmıyorum,” dedi.

Avcı gözüne tuttuğu tılsımlı kristalin ardından koridorun uzak, çok uzaktaki diğer ucuna bakıyordu. “Eksik olan beyaz heykel karşı tarafta. Sanırım bu... bir koyun!” dedi.

Tiq Otally heyecanlanmıştı. “Koyun heykeli mi! Peki kahverengi ve yeşil mermer kaidelerden karşıda da var mı?” diye sordu.

“Evet, buradaki kaidelerin aynısından orada da var,” dedi Avcı yakınlaştırıcı kristalini gözüne tutarak.

“Hımmm, bu heykeller bir işe yarıyor olmalı,” dedi Tiq. “Ama önce şu koridoru bir test edelim. Bıçkın!..” Kafasıyla görevi Bıçkın’a verdiğini işaret etmişti Büyücü Otally.

Bıçkın bir an şaşırdı. “Nasıl yani?.. Geçeyim mi?”

Diğer herkes geriye çekilirken Tiq Otally gevrek gevrek gülümseyerek “ister kendin geç, istersen öteye doğru bir şey fırlat,” dedi.

Bıçkın cesetlerin üzerinden aldığı ufak bir gürzü parke taşların üzerine doğru fırlattı. Gürz yere çarptığı anda, o bölgede, yan duvarlardaki deliklerden bir sürü sivri uçlu metal şiş fırladı. Hareket o kadar ani ve şiddetli olmuştu ki, adamlar bunu bekledikleri halde yine de ürktüler. Ejderhanın kapanan dişleri gibiydi. Mızrakların sap kısımları hala duvarın içindeydi ve birkaç saniye sonra bütün mızraklar mekanik tıkırtılar eşliğinde yavaş yavaş yuvalarına geri döndüler.

“Vay canına!” dedi Avcı. “Kalkanları, zırhları bile deler bunlar.”

“Gördünüz mü tam tahmin ettiğim gibiymiş,” dedi Bıçkın.

“Öyle mi, o zaman nasıl geçeceğimizi de tahmin et bakalım çok bilmiş!” diye laf attı Klik.

“Aslında basit,” dedi Büyücü Tiq Otally. “Heykellerden birini yanına alırsan ve heykel ile aynı renkte taşlara basarsan bir şey olmaz!”

Diğerleri itiraz etmedilerse de ikna da olmamışlardı.

“Bıçkın!” dedi Tiq Otally başıyla heykelleri işaret ederek.

Bıçkın yutkundu. “Yani ben mi?..”

“Endişelenme sana koruyucu büyü yapacağım.”

Korsan eskisi adam istemeye istemeye heykellere yanaştı. “Hangisi?”

“Farketmez.”

Bıçkın bitki heykelini kucakladı. Pek de ağır sayılmazdı.

Tiq Otally adamın suratına bir fiske yarasa pisliği atarak, kadim “Arcane” dilinde bir şeyler söyledi. Ardından “ tamam, şimdi efsun ile korunuyorsun, bıçaklar sana bir şey yapamaz,” dedi ve Bıçkın koridora adım atarken “en azından bir iki vuruştan korur seni,” diye hızlıca mırıldandı.

Bıçkın kucağında bitki heykeli ile koridorda ilerlemeye başladı. Klik adamın ardından “unutma yeşil taşlara basacaksın! Renk körlüğü filan yoktu sende değil mi?” diye dalga geçerek konuştu. Ancak Bıçkın ilk taşın üzerine ürkek bir adım attığında hiçbir şey olmadı. Yeşil taşlara basarak biraz daha ilerledi ve tuzaklar harekete geçmedi. Bıçkın yavaşça geriye dönerek ekibe doğru sıtrıttı. “İşe yarıyor!”

Avcı, “peki ama hepimiz nasıl geçeceğiz karşıya,” diye sordu.

Tiq Otally Bıçkın’a geri dönmesini işaret etti. “Bir sorunumuz daha var; üç heykeli yan yana bırakamayız. Bırakırsak kimbilir ne olur ama riske girip öğrenmek istemiyorum doğrusu,” dedi.

“Neden bırakamayız ki?” dedi yanlarına dönüp kucağındaki heykeli kaidesine geri koyan Bıçkın.

Tiq vevap verdi: “Kurt koyunu yer, koyun da bitkiyi. Anladınız mı heykellerin neden koridorun ayrı uçlarında durduğunu?”

“Bu durumda,” dedi Klik, “Bıçkın sen Sayın Otally’yi, Avcı sen de beni taşımalısın, biz de heykelleri kucağımızda tutarız.”

“Sen delirdin mi?” dedi Avcı, “hem seni, hem malzemeleri, hem de heykeli taşıyacağım ve doğru taşlara basarak sek sek zıplayacağım öyle mi?”

“Evet evet imkansız! Bir de dengemizi kaybedersek anında ölürüz,” diyerek Bıçkın da destekledi Avcı’yı. Klik’e çatık kaşlı bir bakış fırlattı.

Üçü dönüp yaşlı büyücü Tiq Otally’e baktılar. Otally çantasından piposunu çıkartırken “kimse kimseyi sırtında taşımayacak,” dedi. “Koridor çok uzun buradan geçmek biraz zaman alacak. Önce kurt ve bitki heykelini alan iki kişi karşıya geçecek, daha sonra karşıya geçenlerden biri iki heykeli birden alıp geri dönecek. Bıçkın sen iki heykeli de kolaylıkla taşıyabilirsin herhalde?”

“Evet taşıyabilirim; ikisi en fazla kırk kilo gelir.”

“Güzel. Tamam o halde geri dönüşlerde heykelleri sen getireceksin ve hepimize karşıya geçişlerde eşlik edeceksin.”

“Anlaşıldı.”

Önce Bıçkın’la beraber Klik geçiyordu karşıya. Tiq Otally piposunu adamların peşlerinden sallayarak “ben gelmeden karşı taraftaki hiçbir şeye dokunmayın sakın!” diye uyarmayı ihmal etmedi.

“Tamam, tamam!” diye cevaplayan Klik, kucağında kurt heykeli ile sadece kahverengi taşlara basmaya özen gösterirken “bu adam da bizi iyice çocuk yerine koyuyor yahu!” diye biraz arkasından gelen Bıçkın’ın duyabileceği kadar bir ses tonuyla mırıldandı.

Koridor çok uzun olduğundan ikisi 11.Koridor’un kapısının olduğu uca varana kadar birkaç dakika geçti. Tam tahmin ettikleri gibi burada da heykelleri üzerine koymak için mermer kaideler vardı. Beyaz kaidenin üzerinde çok sevimli bir koyun heykeli vardı. Klik “kurt heykelini koyunun yanındaki bölüme koysam ne olur acaba?” diye sesli düşündü.

Bıçkın ise kurt heykelini adamın elinden kapar gibi alarak, ters bir bakış attı. “Şimdi deney yapmanın sırası değil!” dedi.

Bıçkın iki heykel iki koltuğunun altında koridorun başına dönerken pek zorlanmadı. Güçlü ve atletikti. Daha sonra bu sefer Avcı ile birlikte geçtiler koridordan. Tiq Otally ise piposunu tüttürüp çantasından çıkardığı bir takım parşömenleri incelemekle meşguldü. Bıçkın Avcıyı da karşıya bıraktı ve Büyücü’yü almak üzere döndü.

Avcı 11.Koridor’un metal kapısı önünde durmakta olan Klik’e yanaştı. “Nasıl, bu kapıyı da açabilecek misin?” dedi.

“Çok kolay! Sen gelmeden önce inceledim kapıyı; bilmeceli kilit koymuşlar.”

“Bilmeceli kilit mi?”

“Evet, bak üzerindeki sayıları görüyor musun?” diye işaret etti Klik. Kapının üzerinde yanyana küçük çerçeveler içinde kabartma sayılar gözüküyordu. Sayılar 11, 13, 17, 19, 23 diye dizilmişti ve bunların ardından gelen son kutucuğun içinde ise soru işareti anlamına gelen bir rün bulunmaktaydı. Hemen biraz aşağıdaki küçük bir diski çevirince soru işaretinin yerine 00 ile 99 arasındaki sayılar getirilebiliyordu. “Aslında çok basit,” dedi Klik, “bu serinin sonuna gelecek doğru sayıyı bulacaksın, ardından kapının mandalını bastırdığında kapı açılır.

“Peki yanlış sayıyı getirip kapının mandalına basarsan ne olur?”

“Açılmaz.”

“Tuzak yok mu peki?”

“Olmaz olur mu, tabii ki var! Aksi takdirde bütün sayıları denemek mümkün olurdu. Yanlış sayıyı girersen, eminim ölümcül bir tuzak harekete geçecektir... Ama bunun çözümü basit; baksana 11’den 13’e iki sayı artıyor, 13’den 17’ye dört sayı, 17’den 19’a iki, 19’dan 23’e yine dört sayı artıyor. Yani bu sayılar sırayla önce iki sonra dört artıyor; önce iki, sonra dört ve bu böylece tekrarlanıp duruyor. O zaman en son sayı olan 23’ten sonra gelecek sayı iki fazlası yani 25 olmalı!”

***

Bu sırada binlerce kilometre kuzeyde Mavitaş Kasabası’nın valisi Bergun Pastaci, kasabanın güvenlik sorumlusu olan oğlu Hardel ile geç kalmış bir kahvaltı yapmaktaydı. Gece hiç uyumamıştı. Tiq Otally ve ekibi başka bir boyut kapısından Pafund Çölü’ne gider gitmez hemen kasabanın büyücü ve rahiplerini yataklarından kaldırtmış, acilen hana çağırtmıştı. Zehirli örümceklerin kalıntılarını temizletmiş, olası  lanet ve hastalıklara karşı koruyucu büyüler yaptırmış, adamlarına bütün salonu ilaçlı sularla temizletmişti. Ayrıca rahipler yıldızlara bakıp, Kuru Döşek Hanı’nın ana salonunda zırt pırt boyut kapısı açılmasının, zaman ve kader örgüsü üzerinde eksantrik değişimlere yol açıp açmadığı konusunda araştırma yapmışlar, neyse ki korkulacak bir sorun bulmamışlardı.

Bergun ancak yeni oturup dinlenecek fırsat bulabilmişti ve zil çalan karnını doyururken oğluna gece olanları anlatıyordu. Güvenlik teşkilatı her nasılsa olaylardan habersizdi.

“Ah baba, yine kaçırdım olayları! Aslında ben de gitmek isterdim onlarla,” dedi Hardel. Yirmili yaşlardaki genç savaşçı küçüklüğünden beri serüvenciliğin hayalini kuruyordu ama henüz Zaphir Şehri’nden öteye gidememişti.

“Saçmalama!” dedi babası, “bırak artık bu serüvencilik hayallerini, sana burada ihtiyacımız var. Bir an önce evlensen de başını bağlasan, sakinleşirsin belki. Hem... Tiq Otally Usta ile serüvene çıkmak... çok tehlikelidir.” Bergun oğlunun yüzüne, daha fazla kurcalamamasını tembihleyen bir bakış attı.

Hardel, “en azından şu boyut kapısını görebilseydim, güzel miydi bari?” diye sordu.

Ansızın salon hafifçe titremeye başladı. Tiz bir uğultu duyuldu ve “çıtt!!” diye bir ses geldi. Herkesin saçları elektriklenip dikilmişti. Hardel babasının pos bıyıklarının fırça gibi kabardığını görünce gülmekten kendini alamadı. Ama Bergun gülmüyordu. Ekşimiş bir suratla oğluna “şimdi göreceksin boyut kapısını,” dedi.

Gerçekten de salonun ortasına bir boyut kapısı açıldı ve içinden, üzerine kımıl kımıl, çeşitli renklerde yılanlar sarılmış vaziyette Büyücü Tiq Otally çıkageldi. Büyücünün şapkasından asasına kadar her yerinde yılanlar vardı ve çoğu yaşlı adamı ısırmaya çalışıyordu. Buna rağmen Tiq Otally yılanların farkında değilmiş gibi öfkeyle bağırıyordu: “Aptallaaarr!! Beyinsiz amatörleerr!! SALAKLAAARR!!”



SON
.

3
Kurgu İskelesi / Voldemort’un Laneti
« : 18 Eylül 2009, 15:58:18 »
.

Voldemort’un Laneti



     Gece yarısını henüz iki saat geçtiğinden olacak, Hemaraj Pinak’a telefon acı acı çalıyor gibi gelmişti. İngiltere Nüfus İdaresi’nin İletişim Teknolojileri sorumlusuydu ve oldukça acil bir sorun olmasa bu saatte aranmayacağının da bilincindeydi. Ayılmaya ve saate bakmaya çalışırken telefonu cevapladı. Şirketteki nöbetçi memur arıyordu.

     “Bay Pinak, acil bir durum var” dedi görevli.

     “Nedir?”

     “Bilgisayarlar kilitlendi, hiç bir program çalışmıyor. Sanırım çok ciddi bir hacker saldırısına uğradık. Adam imzasını da bırakmış.”

     “Nasıl yani?”

     “Monitörde kocaman kırmızı bir yazıyla ‘Voldemort’ yazıyor.”

     “Voldemort mu?”

     “Evet efendim. Defalarca resetledim ama hep aynı yazı çıkıyor.”

     “Tamam, geliyorum” dedi Hemaraj. Londra’nın göbeğindeki şirketin merkez ofisine gitmek için hazırlanmaya başladı. Bir yandan saldırıyı kimin yapmış olabileceğini düşünüyordu. Voldemort, Voldemort... Bu kelime yabancı gelmiyordu ama hatırlayamadı. Nüfus İdaresi’nin veri tabanı, ülkenin en güvenlilerinden biriydi.  Adam bunu hackleyebildiğine göre “çok iyi” olmalıydı; üstelik bir de imza bırakmış. Hemaraj, sinirle dişlerini gıcırdattı; bu saldırı prestijine gölge düşürecekti. Kimdi bu Voldemort?

***

     O cuma günü Nüfus Dairesi, sözde bakım çalışmaları yüzünden hizmet veremedi. Veri tabanı silinmiş, sisteme, işlemcileri kullanılmaz hale getiren -daha önce rastlanılmamış- bir virüs bulaştırılmıştı. Durum ciddiydi. Bir sürü bilgisayar uzmanını, hafta sonu sıkı bir mesai bekliyordu.

***

     Öğleden sonra Londra’nın başka bir semtinde, bir kanalizasyon kapağının etrafında birkaç polis toplanmış, bir olayı soruşturuyordu. Kanalizasyon işçilerinden biri kafa üstü lağıma düşmüş ve boynunu kırarak ölmüştü. Polislerden sivil olanı, ölenin çalışma arkadaşlarını sorguya çekiyordu. “Hiç biriniz görmemiş anlaşılan, olayın nasıl olduğunu?” dedi polis.

     “Hayır memur bey, hepimiz çay molası vermeye gidiyorduk. Aslında Harry’nin de bize katılması gerekiyordu ama nasıl olduysa arkada kalmış ve döndüğümüzde ölmüştü.”

     “Yani kazayla kanalizasyona mı düştü?”

     “Eee, buna pek inanasım yok açıkçası.”

     “Ne demek istiyorsunuz?”

     “Bakın memur bey, kanalizasyona herkes düşebilir ama şimdiye kadar kafa üstü düşen birini pek duymadım doğrusu.”

     “Cinayet olabileceğini mi ima ediyorsunuz?”

     “Harry tecrübeli bir işçiydi, rögardan içeri balıklama dalacak biri değildi.”

     “Peki bu...” polis cesetten aldığı kimliği okudu. “Harry Potter’ın düşmanı var mıydı? Kimse tehdit ediyor muydu acaba?”

     “Bildiğim kadarı ile yoktu.”

     “Harry Potter. Şu filmdeki gibi, sihirbaz çocuk...”

     “Evet, ‘bok büyücüsü’ diye dalga geçerdik onunla.” Kanalizasyon işçisinin -güzel anıları hatırlarmışcasına- bir an yüzüne yapışan sıcak gülümseme, arkadaşının ceset torbasına konuluşu sırasında hayali bir esinti gibi kayboldu.

***

     Cinayet masası dedektifi John Blackwood, küçük ofisindeki koltuğuna geniş geniş yayılmış, bilgisayarının ekranından slaytlar şeklinde geçen “en çok arananlar”ın fotoğraflarına bakarken; birkaç gün daha dişe dokunur bir iş çıkmazsa göbek yapabileceğini düşündü. Ancak John’un işi cinayetleri çözmekti ve “iş çıkması”, birilerinin boğazlanması anlamına geldiği için, aklından geçen ironik düşüncelerden dolayı kendinden utandı. Acaba dünyada hiç cinayet işlenmese kendisi ne iş yapardı? Dahili hattan gelen Başkomiser Edward Long’un heyecanlı sesi, John’u saçma düşüncelerden sıyırdı.

     “John, derhal ofisime gel!” dedi Başkomiser. Bu “derhal” acil demekti.

     John Blackwood, Başkomiser’in ofisine girdiğinde sekiz on kişinin daha toplanmış olduğunu gördü. Ortağı Samuel Benton’u da orada görünce biraz şaşırdı. Onun öğleden sonra izinli olduğunu sanıyordu. “Ben sana sorarım” gibisinden bir bakış attı Samuel’e.

     Başkomiser dikkati toplayacak şekilde gür bir sesle konuştu: “Arkadaşlar bugün Londra’nın hemen dışındaki şüpheli bir araba kazasında hayatını kaybeden bir adam ve kanalizasyona düşerek yine şüpheli bir biçimde boynunu kıran başka bir adamın da adlarının Harry Potter olduğu bilgisini almış bulunuyorum.”

     Bir an odadakiler suskun bir şekilde bilgiyi sindirdi. Derken her zaman ki atılganlığıyla basın sorumlusu Harrison konuştu: “Şu meşhur Harry Potter gibi mi yani. Eyvah, eyvah...”

     “Tesadüf olamaz mı?” dedi birisi.

     “Tesadüf bile olsa, riski göze alamayız.” dedi Başkomiser. “Anita! Araştır bakalım Londra’da... İngiltere’de kaç tane Harry Potter varmış. Hepsinin bilgilerini liste halinde istiyorum.”

     Anita hızla ofisten çıkarken, Başkomiser herkesin gözünün içine tek tek bakarak birazdan söyleyeceklerinin çok önemli olduğunu vurguladı. “Bakın çocuklar, bu bilgi kesinlikle gizli tutulmalı. Basına sızmasına kim sebep olursa kellesi gider ona göre! Herkes anlamıştı. “Hem zaten belki de tesadüftür, umarım tesadüftür” dedi Başkomiser. İçinden, Tanrı’ya bir kıyak yapması için yalvardı.

     Tam bu sırada Anita telaşla içeri girdi. Çabuk dönmüştü. Odadaki herkesin bakışları hint asıllı çıtı pıtı polis memuruna döndü. Kızcağız konuşmadan önce dışarıya sesinin gitmeyeceğinden emin olmak ister gibi kapıyı kapattı. “Efendim Nüfus İdaresi’nin bilgisayarları korsanlar tarafından hacklenmiş; sivillerin kimlik bilgilerine ulaşamıyoruz.” Başkomiser’in dilinin ucuna gelen kelimeyi boğmak ister gibi devam etti Anita: “Üstelik daha kötüsü var. Korsanlar bir mesaj bırakmış... Voldemort!”

     “Voldemort mu?” dedi Başkomiser Edward Long. Odadaki birkaç kişinin şifreyi çözmüşçesine mırıldandıklarını fark etmişti ama bu kelime kendisi için bir anlam ifade etmiyordu. “Açıklasana Anita!” dedi sabırsızlığını vurgularcasına.

     “Voldemort, romanda Harry Potter’ı öldürmeye çalışan adam!”

     Başkomiser hiç mutlu değildi. İsteksizce konuştu: “Evet, artık olayların tesadüf olmadığından emin olduğumuza göre... Kıçımızı kaldırıp şu seri katili yakalayalım. John ve Samuel siz Nüfus İdaresine gidin...”

***

     “Şuradaki adam” dedi bir görevli, ötedeki Hemaraj Pinak’ı işaret ederek. John ve Samuel, esmer bilişim uzmanının yanına geldiklerinde; Hemaraj’ın parmakları, büyük terminallere bağlantıladığı diz-üstü bilgisayarın klavyesinde takır takır çalışmaktaydı. Bir an kafasını kaldırıp tepesine dikilen iki tipe baktığında bile çalışması duraksamadı. John, onun yetkinliğine sessizce saygı duydu. Sonra dikkatini bilgisayarın köşesindeki büyük harfler çekti: “H.P.” Aklına olmayacak bir fikir geldi. “İsminizin baş harfleri mi?” dedi, adamın işini bölmekte bir mahsur görmeyerek.

     Hemaraj, adamların polis olduğunu tahmin ederek ayağa kalkarken “Hayır, bilgisayarın markası o” dedi.

     Samuel Benton, polis kimliğini adamın burnuna dayarken, -ukalaca ses tonundan hoşlanmadığını belli eder gibi- adama kötü kötü baktı. “Kimliğinizi görebilir miyim bayım?” dedi.

     “Hemaraj, alışkın bir hareketle kimliğini uzatırken, “hintliyim... Arap değil” dedi.

     John birkaç saniye adama dik dik baktıysada tartışmaya girmedi. “Pekala bay Pinak. Saldırgan ya da Korsan, -her ne ise- hakkında bize neler söyleyebilirsiniz? Onu derhal yakalamamız gerekiyor.”

     “Saldırganın bıraktığı izleri inceledim ve size ancak adamın hangi telefon numarasından bağlandığını söyleyebilirim. Büyük ihtimalle başkasının modemini kaçak kullanmıştır. Hatta buna eminim, çünkü bu adam işinin ehli.” Hemaraj telefon numarasını bir kağıda yazarak John’a uzattı.

     İki polis merkeze dönerken; John, Samuel’e “sen şu kitabın yazarı J.K. Rowling ile görüş” dedi.

     “Sen gelmiyor musun?” dedi Samuel.

     John, elindeki kağıt parçasında yazan numaraya tekrar baktı. Ezberlemişti. “Ben İstanbul’a gidiyorum” dedi.

***

     Komiser Ferit Coşar, Atatürk Hava Limanı’nda bekliyordu. Londra’dan gelen yolcular çıkış kapısında gözüktüğünde, üzerinde “John Blackwood” yazan kartonu havaya kaldırdı. John hızlı adımlarla yaklaştı Ferit’e. Fazla bekletmemişti. Çabuk bir tanışmadan sonra kendilerini arabada, şehir merkezine giderken buldular. Ferit hızlı kullanıyordu.

     “Aradığınız numara Taksim, Beyoğlu’nda bir turizm acentesine ait.”

     “Siz sorguladınız mı çalışanları?”

     “Hayır, daha konunun ne olduğunu bile bilmiyorum. Anladığım kadarıyla bir hackerlik olayı. Para mı çaldılar?”

     “Hayır sadece bilgi. Ama bu olayın İngiltere’deki bazı seri cinayetlerle ilgisi var.”

     “Pekala John, sana John diyebilirim değil mi? Sana ben yardımcı olacağım, seni istediğin yere götüreceğim ve sorgulamalarda tercümanlığını yapacağım.”

     “Sağol Ferit. Bu arada ingilizceyi çok güzel konuşuyorsun.”

***

     Ipswich’de bir yaşlılar yurdu.

     “Adam kendini asmış ha?” dedi polis memurlarından biri. Yaşlı adam odasının banyosunda sallanıyordu.

     Hastabakıcı hemen oradaki tekerlekli sandalyeyi işaret ederek, “şaka mı ediyorsunuz?” dedi. “Doksaniki yaşındaydı. Ayağa kalkması için bile benim yardımıma muhtaçtı. Oraya tırmandığını düşünmüyorsunuz herhalde.”

     İki polis memuru şaşkın bir şekilde birbirine baktı. “Belki de biri yardım etti bu... Adı neydi?”

“Harry Potter.”

***

     J.K. Rowling’in evi adeta bir hapishane güvenliğine sahipti. Samuel Benton kimliğini kameraya gösterdi ve bahçe kapısı otomatik olarak açıldı. Samuel’in geleceği önceden bildirilmişti.

     “Bu konunun gizli kalması çok önemli bayan Rowling” diye belirtti Samuel. Ünlü yazarın asistanı Ashley Rosen de yanlarındaydı.

     “Konunun ne olduğunu bir bilsem.”

     “Şu yazdığınız Harry Potter kitapları hakkında, hiç tehdit mektupları alıyor musunuz bayan Rowling? Devam etsin ya da Harry ölsün gibi, korkutucu veya garip, huzursuz edici mektuplar?”

     “Tehdit mi? Oh, aman Tanrım, tabii ki hayır” dedi yazar. “Benim okuyucularımdan asla...”

     “Aslında...” diye araya girdi Ashley. “Arada sırada bu tip e-mailler aldığımız oldu.”

     Yazar şaşırmış ve kandırılmış bir yüz ifadesiyle asistanına baktı. “Ashley!..”

     “Bak hayatım, seni böyle abuk subuk mesajlarla meşgul etmemi beklemiyordun herhalde.” Asistan, polis memuruna dönerek devam etti. “Bayan Rowling’in hayranlarından gelen bütün mesajları ben ve başka birkaç görevli okuyoruz ve ancak bazılarını ona iletiyorum. O kadar çok mektup geliyor ki hepsini okuması imkansız.”

     “Peki tehdit mektupları?” diye sordu Samuel.

     “Aslında tehdit değil de bazen garip, huzursuz edici e-mailler oluyor. Örneğin: ‘Harry Potter çok şımardı’ ya da ‘Öykü biterse Rowling de biter’ gibi...”

     “Aman Tanrım!” dedi ünlü yazar. Duydukları karşısında şok olmuştu.

     Samuel duygusal bir anın yaşanmasına izin vermek istemez gibi araya girerek, “peki hiç ‘Voldemort’ diye birinden mesaj aldınız mı?” diye sordu Ashley Rosen’e.

     Bu soru, iki kadının da dehşetli bir yüz ifadesi takınması için yeterliydi.

***

     İstanbul’u sevmişti John Blackwood. Turistik yerlerinden biri olan Beyoğlu’nda, yollarına yaya devam etmek zorunda kaldılar. Trafiğe kapalı İstiklal caddesinde yürüdüler biraz. Kalabalıktı. Dar bir sokağa girdiler ve üçüncü binanın dördüncü katında aradıkları turizm acentasını buldular. Beş kişinin çalıştığı küçük bir büroydu burası ve bekledikleri gibi hackerlık olayından haberleri bile yoktu. Kablosuz internetleri vardı ve birisi yakınlarda bir yerden modem hatlarına sızmış olmalıydı.

     Ferit, bayan bir turizmci ile güya son konuşmaları yapıyordu. John, onun sırıtarak kıza kartını verdiğini gördü. Herhalde aklına bir şey gelirse araması için. Bu arada John da pencereden dar sokağı seyretti biraz. Birbirine doğru uzanan eski taş binalar, sokağı gölgeye boğuyordu. Voldemort bu binalardan birinde olabilir miydi? Karşı binada bir pencere dikkatini çekti. Bu sırada Ferit yanına gelmişti.

     “Ferit baksana, şu karşı penceredeki yazılar nedir?” 

     “Falcı. Kahve falı, tarot falı bakılır diyor. Medyum yani. Aslında ülkemizde yasak bunlar. Yakında kapatırlar orayı.”

     Çıktılar. Bir dakika sürmeden kalabalık İstiklal Caddesi’ne vardıklarında John durdu. İçinde garip bir his vardı. Arkasını dönüp tekrar geldikleri sokağa baktı. Falcı’nın penceresinde kocaman bir baykuş tünemişti ve John’un görebildiği kadarıyla ayağında rulo edilmiş bir kağıt tutuyordu. Gözlerine inanamadı.

     “Ferit bak!”

     “Hass... O ne yaa?”

     “Bu bir baykuş! Hem de gündüz vakti! Üstelik bir mesaj taşıyor!”

     “Mesaj mı?”

     “Anlamadın mı? Harry Potter filmindeki gibi. Mesajları baykuşlar getiriyordu hani.”

     “Harry Potter mı?.. Haa, neyse... Beyoğlu ilginç bir yerdir.”

     “Oraya gitmeliyiz Ferit.”

     Tam bu sırada John Blackwood, ceketinin ucundan birinin çektiğini hissederek, istemeyerek de olsa bakışlarını baykuştan ayırmak zorunda kaldı. Tam önünde pislikten rengi kararmış, yağlı kıvırcık saçlı bir genç görerek irkildi. En çok dikkat çeken şey de, çocuğun bir eliyle John’un ceketini çekiştirirken, diğer elindeki, içinde sümüksü kimyasallar olan şeffaf naylon torbayı ağzına ve burnuna dayayarak içinden nefes çekmesiydi. Çocuğun gözleri, ortasında kocaman siyah bir leke olan sarı yuvarlaklaklar şeklindeydi ve ölü bakıyordu. Arada ilaçlı torbayı ağzından çekip, tükürükler saçan hırıltılı sesiyle bir şeyler söyledi ama tabii John doğal olarak bir şey anlamamıştı. Yine de, bu paçavralar içindeki sokak çocuğunun para dilendiğini tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yoktu. Ama şimdi sırası mıydı? John müthiş rahatsız olmuştu. Çocuğun parmaklarını ceketinden sökmeye çalışırken, ellerine bulaşan iğrenç bir vıcıklık hissetti.

     “Ferit, Ferit! Baksana ne istiyor bu?”

     Ferit olayı farkettiğinde gözleri çakmak çakmak açıldı. Sinirlendiği besbelli bir biçimde ve hızlı bir şekilde -John’un küfür olduğunu tahmin ettiği kelimeler sayıklayarak- çocuğun üstüne yürüdü. Yakasından yakalayıp tartakladığı çocuğu iterek uzaklaştırmaya çalıştı. Sokak çocuğu şimdi John’un ceketini ve poşetinden nefes çekmeyi bırakmış, Ferit’in kullandığı kelimelerin benzerlerini kullanarak iki dedektife bağırıp çağırıyordu. Her taraf insan kaynıyordu.

     John, bir an tekrar baykuşun olduğu tarafa baktı. Kuş hala oradaydı ve kesinlikle kendisine bakıyordu. Kalabalık caddenin gürültülü atmosferi içinde, tekrar kafasını çevirdiğinde, sokak çocuğunun elinde tuttuğu kesici bir aleti sağa sola salladığını gördü. Ferit artık daha tedbirliydi. İkisi de tehdit ve küfürleşme yarışına girmişlerdi. Çocuk, John’u da ihmal etmedi ve ıslık çalarak savrulan keskin metal, ceketinin üst cebini yırttı. John hemen bir refleks adımı geri çekilerek, otomatik hareketlerle ceketini çıkarıp sol koluna doladı. Bu onlara akademide öğretilmiş bıçağa karşı korunma hareketiydi. Arka planda birkaç kadının çığlıklarını duydu. Etraflarında binlerce insan olması, yaşadıkları olayı inanılmaz kılıyordu. Baykuş hala duruyormuydu acaba? Ferit’e döndüğünde, türk meslekdaşının silah çektiğini gördü. Bu duruma nasıl gelinmişti? Çığlıklar, bağırma, çağırmalar arttığında, “Hey Johny!” diye bir ses duydu yan tarafından. Döndüğünde sadece bir an, diğeri kadar kirli başka bir sokak gencinin kendisine doğru savurduğu koyu renk camlı şişeyi görebildi. Darbe şakağında patladı ve John Blackwood için film koptu.

     Tekrar gözlerini açtığında yerde yatıyordu ama taş değil bir sedye üzerindeydi. Ambulansı görebildi biraz ötede. Etrafta bir sürü insan kalabalığı onu seyrediyordu. Birisi kalkmamasını işaret ederek anlamadığı bir dilde konuştu onunla. Burası neresi? Biraz ötede üniformalı polislere bağırıp çağıran adamı tanıyordu. Polisler onu sakinleştirmeye çalışıp, alttan alıyorlardı. Sonunda Ferit yanına geldi.

     “Dostum nasılsın? İyileşeceksin merak etme.”

     “Ferit...”

     “Hah! Bak beni tanıdığına göre kafan sağlam.”

     “Çete miydi?.. Bize saldıranlar?”

     “Ne? E-evet çeteydi John. Uyuşturucu almışlar. Manyak pislikler! Üzgünüm dostum senin ceketini, telefonunu filan çaldılar. Cüzdanın da gitmiş herhalde. Alçaklar!”

     Sağlık görevlileri John’u ambulansa bindirdi. Ferit de yanında gidiyordu.

     “Ferit, baykuş ne oldu?”

     “Merak etme dostum. Şimdi hastaneye gidiyoruz.  Kafanın filmini çekecekler. Anladın mı? İyileşeceksin.”

***

     Watford Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi.

     Samuel Benton, uzman Psikiyatr Doktor Howard Pingrim ile beraber, beyaz hücre kapısının kırılmaz küçük gözetleme camından içeriye bakıyordu. Hücrede kırılacak eşya olmaması, hatta bütün eşyaların (duvarlar da dahil) lastik benzeri esnek bir dokuyla kaplandığı dikkat çekiyordu. İçeride donuk bakışlarla duvarları seyreden onyedi yaşında bir erkek çocuğu oturuyordu.

     “Tehlikeli mi?” diye sordu dedektif.

     “Söylemesi zor” dedi Howard Pingrim. Doktor, ellinin üzerindeydi. Kırçıllı keçi sakalını sıvazladı. “Şimdiye kadar kimseye saldırmadı. Sadece iki defa hastabakıcılara direnç göstermiş.” Konuşurken bir yandan elindeki dosyayı inceliyordu. “Kriz anında zor zapt edilmiş.”

     “Deli kuvveti diyorsunuz yani?”

     “Biz o kelimeyi kullanmıyoruz dedektif” dedi Psikiyatr, hafif kınayan şekilde bakıyordu.

     “Doktor bu genç, -Tom Faylom- iki sene evvel J.K. Rowling’e abuk subuk, manyakça mektuplar yazıyormuş.”

     “Olayı biliyorum dedektif; o zamandan beri benim hastam.”

     Samuel elindeki not defterinden okudu: “Harry’nin pamuk cildine cehennemin resmini kazıyacağım... Karnını deşip, bağırsaklarını boynuna dolayacağım...”

     “Evet, evet ben de okudum o mektupları. Tom, o mektupları kendisine ‘Voldemort’ adında ruhsal bir varlığın yazdırdığını iddia etti. Ayrıca Rowling’in malikanesine girmeye çalıştığını da hatırlamıyor. Büyük ihtimalle Voldemort’un onun kontrolünü ele geçirdiğini düşünüyor.”

     “Peki siz bütün bunlara inanıyor musunuz Doktor?”

     “Evet inanıyorum. Paranoid şizofren hastalığı oldukça karmaşıktır. Hasta sanrılar görür ve sesler duyar, üstelik bunlar hasta için şüpheye yer bırakmayacak kadar gerçektir. Bence Tom tüm anlattıklarını beyninde yaşıyor.”

     “Anladığım kadarıyla Tom’un gördüğü bu Voldemort denilen şey, ona istediği her şeyi yaptırıyor. Yani istese çocuğa cinayet de işletebilir?”

     “Evet, teorik olarak bu doğru. Zaten bu yüzden onu burada kilit altında tutuyoruz.”

     “Peki dışarı çıkması imkansız mı? Haberiniz olmadan çıkıp geri gelmiş olabilir mi?”

     Doktor güldü, “dedektif bir ara uğrayın isterseniz, siz de paranoya başlangıcı görüyorum.”

     Samuel hafifçe bozulmuştu ama düşüncesinin gülünç olduğunu itiraf etmek zorunda kaldı. Dışarı çıkabilse bile neden geri dönsün, değil mi?  “Yine de hastayla bir konuşmak istiyorum Doktor.”

     “Pekala, siz bilirsiniz. Lütfen silah sokmayın içeriye ve yanınızda bir hasta bakıcı bulunsun.”

     Samuel, Tom Faylom’u hücresinde ziyaret ettiğinde, iriyarı siyahi hastabakıcı da kapı eşiğinde bekledi. Genç Faylom’un sarı saçları vardı. Beyaz teni, güneş görmeyen hücresinin etkisiyle olsa gerek iyice ceset rengine dönmüş, çelimsiz bir zombi gibi görünüyordu. Duvara baktığından Samuel onu sadece profilden görebiliyordu. Yaklaştı.

     “Selam Tom, ben...”

     “Kim olduğunu biliyorum Samuel!” Ses, asla bir gençten beklenmeyecek kalın tonda, tıslama hırlama karışımı, hayvani bir inlemeydi sanki. Asırlardır kapalı duran bir mahzenin kapısı aralanmış ve dışarı gelen bayat havanın soğukluğu yüzüne çarpmış gibi, Samuel’in tüyleri ürperdi.

     Samuel, bakıcıya ters bir bakış attı. Hastaya kendi hakkında bilgi vermiş olmalıydı.

     “Öyle mi? O halde neden geldiğimi de biliyorsundur.”

     Tom birden kafasını çevirip Samuel’e baktı. Kılcal damarları çatlamış gözlerin, beyaz olması gereken bölümü neredeyse kıpkırmızıydı. Kül rengindeki teniyle ürkütücü bir tezat oluşturuyordu. Sırıttı. Ama aniden değil; ince dudaklarının yukarı doğru kıvrılması ile başlayıp, sarı dişlerinin boy göstermesi arasında geçen süre, Samuel’e hiç bitmeyecekmiş gibi geldi. “Harry Potter’ı korumaya çalıştığını biliyorum Samuel” dedi.

     “Peki onu kimden korumam gerekiyor Tom?”

     “Üzgünüm ama senin işini kolaylaştırmayacağım” dedi delikanlı ve hemen akabinde surat ifadesi yumuşayıp, bakışları donuklaştı.

     Samuel boşa vakit kaybettiğini düşünerek kalktı. Hücreye tekrar göz gezdirdi ve buradan kaçılmayacağına ikna oldu. Tam gitmeye davranmıştı ki, Tom adamı dirseğinden tutarak çekti. Boş bulunan dedektifin dengesi bozulur gibi oldu. Gencin deli kuvvetine direnemedi. Psikopat çocuğun kafası adamın kulağına doğru uzandığında, ısıracağını anlayarak korkudan ödü patladı. Hastabakıcı da öteden hamle etmişti ama yetişmesine imkan yoktu. Fakat korkulan olmadı. Tom sadece -çocuksu bir ses tonuyla- kulağına fısıldadı: “John’un başı dertte!”

     Eğer bu deli çocuk kulağını kopartsa, Samuel bu kadar şok olmazdı herhalde. Hastabakıcı Tom’u etkisiz hale getirirken, bir an donup kalan Samuel, çocuğun yakasına yapıştı. “Ne dedin sen? Ne dedin? John’u nereden tanıyorsun? Konuş o... çocuğu, konuş!” diye delirmiş gibi bağırıyordu. Azman hastabakıcı Tom’u bırakarak Samuel’e müdahale etmek zorunda kaldı. Tom ise katatonik bir hale bürünmüş, sadece saçma sapan mırıldanarak, kıpırdamadan yatıyordu. Gürültülere iki hastabakıcı daha geldi ve delirmiş polisi zorlukla zapt ederek dışarı çıkardılar. Neredeyse sakinleştirici iğne yapılacakken Samuel kendini topladı. Nasıl olur? Nasıl? Buradaki hiç kimseye John’dan bahsetmemişti.

      “Onunla tekrar konuşmam lazım doktor” dedi, Tom’un hücresinden biraz evvel çıkan Doktor Howard Pingrim’e. Hasta bakıcılar tehlikeli bir deliymiş gibi çevresini sarmışlardı. “Bakın biraz evvel kendimi kaybettiğim için özür dilerim. Söz veriyorum bir daha olmayacak ama lütfen onunla biraz daha konuşmama izin verin.”

     “Çok geç” dedi Doktor Pingrim. Bu sefer bakışları gerçektende kınayıcıydı. “Onu katatonik bir krize sokmuşsunuz. Beyni dünyayla ilişkisini kesti. Sakinleştirici verdim ama ne zaman düzeleceğinden, ya da düzelip düzelmeyeceğinden emin değilim.”

     Samuel hastaneden çıkar çıkmaz John’u aradı. Karşıdan telefonu açan her kimse bilmediği bir dilde konuşuyordu. Türkçe olduğunu tahmin etti. Küfürleştiler. John’un başı dertte miydi? 

***
devamı var

4
Kurgu İskelesi / Nuh'un Gemisi
« : 04 Eylül 2009, 14:54:14 »
.

Nuh'un Gemisi


“Herkes ölecek!” dedi uzaylı yaratık.

Henüz birkaç dakika önce dünya dışı bir varlıkla tanışmıştım ve daha heyecanımı hazmedemeden, kıyamet zamanının geldiğini öğrenmek şok etmişti beni. Dünya yok olacak!

Herhangi birinden duysam zerre kadar ciddiye almazdım ama karşımdaki teknolojik açıdan bizden milyon sene ileride bir uzaylı olunca insan ister istemez ciddiye alıyor. Aslında bu büyük siyah badem gözleri olan, koca kafalı, ince vücutlu biçimsiz yaratığın, kostüm giymiş bir insan olduğunu düşünüp kuşkulanabilirdim ama beni garip bir ışın vasıtasıyla uçan dairesine çektiğinde, daha kendisi iddia etmeden ikna olmuştum uzaylı olduğuna. 

Birden kendimi çok halsiz hissettim, ümit ışığı arar gibi sorguladım uzaylıyı: “Peki bu üzerimize gelen meteorlar, çok mu büyük? Yani durdurmanın, yönünü değiştirmenin bir yolu yok mu? Sizin o kadar teknolojiniz var, bir şey yapamaz mısınız?” diye sordum.

O siyah kocaman gözler, hüzünlü bir hava veriyordu yüzüne. Yakasındaki tercüme cihazı aracılığıyla konuştu: “Talat, gelen meteorları şahsi imkanlarımla bile durdurabilirim, hatta ben ve birkaç arkadaşım zaman zaman sizleri korumak için benzer müdahalelerde bulunduk ama bu sefer durum farklı, bu sefer durduramayız, çünkü bu meteorlar size başkaları tarafından gönderiliyor.”

“Baba, sen ne diyorsun yaa! Başkaları kim? Bizi öldürmek mi istiyorlar yani?”

“Evet Talat. Siz onlara ‘Olasılıkçılar’ ya da ‘Kâhinler’ diyebilirsiniz. Onlar uzayın en iyi ihtimal hesabı yapan ırklarından biridir. Üstelik bizim ırkımız gibi teknoloji kullanarak değil, kendi doğal yetenekleriyle becerirler bunu...”

“Bi dakka, bi dakka! Lafını unutma da; uzayda sizden başka türler olduğunu mu söylüyorsun?”

“Talat, şu anda içinde bulunduğun galakside -sen ona nedense Samanyolu diyorsun- 200 milyar yıldız var ve evrende, içinde ortalama 200 milyar yıldız barındıran yaklaşık 200 milyar galaksi var. Sizin güneşinizin etrafındaki sekiz gezegenden birinde hayat varken, evrenin geri kalanındaki 200 milyar kere 200 milyar yıldızın etrafında dönen gezegenlerde birden fazla hayat bulunması seni neden şaşırtıyor? Bir değil, iki değil; bir milyondan fazla -o da bizim haberimiz olanlar- değişik tür var evrende Talat.”

“Yaa...” Bu sözler beni neden daha da kötü hissettirmişti bilmiyorum. “Olasılıkçılar dedin... Neden bizi yok etmek istiyorlar?”

“Olasılıkçılar, aslında size yakınlar ama sizin ‘paralel evren’ dediğiniz bir frekansta bulundukları için, şimdilik varlıklarını tespit edemiyorsunuz. Onlar her zamanki gibi ihtimalleri hesapladılar ve siz dünyalıların yakın gelecekte yapacağınız bazı bilimsel deneylerin kontrolden çıkacağını ve kendilerini yok edecek felaketler doğuracağını anladılar. Bilim adamlarınız evrenin oluşumuna dair simülasyonlar yapıyor, anti-madde protonlarını çarpıştırıp, paralel uzaya enerji gönderiyorlar, ufak boyutlarda kara delikler oluşturuyorlar. İşte bu deneylerden biri zincirleme reaksiyona sebep olacak ve sadece sizin dünyanız değil, Olasılıkçıların paralel evrendeki dünyası da yok olacak!”

Bütün bunlar bana fazla geliyordu, bir an rüyada olabilir miyim diye düşündüm. Kendimi moral olarak kötü hissediyordum. Yine de bu üstün uzaylının benim her soruma sabırla cevap vermesi gururumu okşuyordu. “Peki sen bunları nereden biliyorsun; görüşüyor musun Olasılıkçılarla?” diye sordum.

“Evet Talat, o ırk ile iletişim halindeyiz ve işlerine karışmamamız gerektiğini bilecek kadar iyi tanıyoruz onları.”

“Nası yani?.. Çözüm bu mu? İnsanları uyarabilirlerdi, o deneylerden vaz geçerdik. Ya da ne bileyim... Koskoca gezegeni içindeki yedi milyar insan ile beraber yok etmekten daha az şiddet içeren bir yol olmalı muhakkak!”

“Tabii söylediklerin mantıklı. Bunun sebebini sana şöyle izah edebilirim: Örneğin benim ırkım, akıllı akılsız ya da ehlî vahşi ayrımı yapmadan bütün canlı yaratıklara saygı duyar. Eğer biz benzer bir tehlikeyle karşılaşsaydık sorunu daha zararsız bir şekilde halletmeye çalışırdık ama Olasılıkçılar bizim gibi değildir. Onlar dünyalıların paralel evrendeki kendi dünyalarına zarar verebileceklerini keşfettikleri anda sizi yok etmeye karar verdiler, çünkü onların gözünde sizler evlerine dadanan zararlı haşeratlar gibisiniz. Yani size değer vermiyorlar.”

Çökmüştüm. “İnanamıyorum yaa!.. Şaka mı bunların hepsi, ne olur şaka olduğunu söyle!”

“Üzgünüm Talat, ama hepsi gerçek. Dünya yok olacak... Tek tesellim; Dünya canlılarının neredeyse yüzde yetmişinin genetik şifrelerini kaydedebilmiş olmam. Son zamanlarda, toplayabildiğim kadar da canlı örnek topladım. En son üç yüz kadar da insan toplayıp buradan ayrılacağım.”

Yukarı çekilirken gördüğüm kadarıyla uçan daire küçük sayılmazdı ama bahsettiği kadar insanı alması da zordu. “O kadar kişi bu gemiye sığacak mı?” dedim.

“Asıl gemim bu değil Talat, ana gemi Ay’ın diğer tarafında duruyor. Ana gemi çok büyüktür, o kadar büyüktür ki, İstanbul’un üzerini kaplar desem anlarsın herhalde. O gemi uzaydaki nesli tükenme tehlikesi altında olan türleri toplamak ve barındırmak için özellikle dizayn edilmiştir.”

“Yani gezici hayvanat bahçesi!” dedim ama der demez de pişman oldum. Pot kırmıştım. Elin uzaylısı bana felaketten kurtulma bileti teklif ediyordu ben ise adama laf sokuşturuyordum; kızardığımı hissettim. Bakışlarımı gemideki aklımın ermediği yüksek teknoloji ürünü cihazlara çevirdim ama uzaylının kocaman siyah gözlerini üzerimde hissediyordum.

“‘Nuh’un Gemisi’ demeni tercih ederdim Talat,” dedi. Tercüme cihazı o kadar kaliteliydi ki uzaylının sesindeki kırgınlığı bile vurgulayabiliyordu.

“Haklısın, kusura bakma,” dedim Uzaylı Abi’ye. “Peki neden ben? Üç yüz kişiden biri olarak neden beni seçtin?”

“Genetik olarak sağlamsın çünkü,” dedi. Pederle hiç geçinemezdik ama işte sonunda bana bir faydası olmuştu. “Şimdi kararını ver Talat geliyor musun?”

Bir saniye kadar başımı öne eğip kararsızmış numarası yaptıktan sonra “geliyorum,” dedim. “Ama ailem, arkadaşlarım...”

“Üzgünüm Talat.”

 

***

 

Birkaç gün sonra, büyük ana geminin bir salonunda -yarısı erkek yarısı dişi- üç yüz heteroseksüel insan ve bir uzaylı, devasa bir pencerenin önünde toplanmıştık. Pencerede (ya da ekran) Dünya gezegeni gittikçe uzaklaşıyordu. Aslında birazdan ‘büyük çarpışma’ olacağı için güvenli bir mesafeye uzaklaşan bizdik. Uzaylı Abi bir gezegenin yok oluşunu -bilimsel amaçlarla- kayıtlara geçirecekti. Bize seyretmek isteyip istemediğimizi sormuştu ve nedense herkes istedi. Belki de gözümüzle görmeden inanmayacaktık.

Dev ekranın önünde kendimi sanki sinemaya gelmiş gibi hissediyordum, diğerlerinden bazıları daha duygusaldı, ağlamaya başlamışlardı bile. Yanımdaki İnge’nin elini tuttum. İnge, İsveçli, sarışın, manken gibi bir hatundu ve hemen kaynaşmıştık.

Derken “İşte şimdi olacak,” diye bildirdi Uzaylı. Aslında o kadar uzaklaşmıştık ki sadece güneş rahatlıkla görünebiliyordu. Ekrandaki uzay görüntüsünün ortasında, küçük bir ışık yanıp söndü. O kadar küçüktü ki...

 

- SON -

5
Kurgu İskelesi / Kıyametin Dördüncü Boyutu
« : 01 Eylül 2009, 19:01:48 »
.

Kıyametin Dördüncü Boyutu


“Kıyamet alametleri bunlar!”

Yetmişlik teyze bu sözleri sarfederken boncuk gözlerini devirerek bankta yanında oturan diğer teyzeye biraz ötedeki adamı işaret etti. Adam ayakta durmuş huşu içinde İstanbul Boğazı’nı seyrediyordu. İnce uzundu; üzerinde siyah tişört ve kot pantolon vardı. Teyzeler bilmese de adam Hristiyan âleminde sıkça tasvir edilen Hazreti İsa figürünün çok benzeriydi. Uzun saçları, ince sakalı, o yüz, o mahzun ve ermiş bakışlarla tıpkı İsa’ydı. Ama fazlası da vardı; kollarında ve yüzünde egzotik sembol dövmeleri doluydu. Özellikle yanak ve şakaklarındaki işaretler, ayrıca alnının tam ortasındaki güneş dövmesi, yetmişlik teyzeleri yadırgamanın doruğuna ulaştıran ayrıntılardı.

“Tövbe, tövbe! Başımıza taş yağacak, azmış bunlar, azmış!” diye cevap verdi diğer yetmişlik teyze.

Bu sırada parkta dolaşan üç delikanlı, dövmeli adamın önünde durdu ve “tipe bak, satanist bu kesin!” şeklinde laflar atıp gülmeye başladılar. Ama İsa tipli adam bunların hiçbirisini duymuyor gibi bir yüz ifadesi takınmıştı. Gençlerden biri biraz daha yanaşıp “lan satanist! Kafan iyi mi senin?” dedi ve yaptığı esprinin gururuyla arkadaşalarına döndüğünde hep birlikte güldüler.

Bir anda, hemen yanlarında başka bir adam belirdi. Öyle ansızın gelmişti ki, kimse onun yaklaştığını görememişti bile. Sanki oraya ışınlanmış gibiydi. Bu da İsa tipli adam gibi uzundu ama aynı zamanda genişti de. Siyah deri pantolon giymişti ve üzerindeki kıpkırmızı tişört, muazzam kasları tarafından yırtılmadığına göre oldukça esnek olmalıydı. O kasları gören biri rahatlıkla adamı Dünya vücut geliştirme şampiyonu zannederdi. İki, hatta üç kişi iriliğindeydi. Sanki hayatını solaryumda geçirmiş gibi yanık bronz tenliydi. Ağaç kütüğü gibi kalın boynunun üzerinde saçsız kocaman bir kelle taşıyordu. Ve bu adamın da tıpkı diğeri gibi -yüzü dahil- vücudunun açıkta kalan kısımlarında bir sürü sembollerden oluşan dövmeleri vardı.

Adam fırıncı küreği gibi eliyle İsa’ya yanaşan gencin suratını bir basket topu tutar gibi kavradı. Kocaman el, delikanlının suratına bir ahtapot gibi yapışmıştı. Ne olduğunu anlamayan genç panik halinde kurtulmaya çalışıyordu. Gencin iki arkadaşı adama bağırıp çağırmaya, küfür etmeye başladılar. Parktaki herkes olaya dikkat kesilmişti.

İsa hâlâ denize bakıyordu ama artık bozuk bir yüz ifadesi vardı. Bakışlarını manzaradan ayırmadan “gulyabanisin sen, neden beni takip ediyorsun?” dedi.

Gulyabani gülerken ve konuşurken, ses tellerinden gelen enerji bir kaplanınkiyle eşdeğer titreşimler yaratıyordu. “Gulyabani mi? Ben İblis diyeceksin sanmıştım! Asıl sen kendine bak; popüler sembolizmin ilahı gibisin!.. Acınası arkadaşım; kurtarmaya geldiklerin, sana saldırmaya başlamış!” dedi.

“Senden başka saldırgan yok İblis! Bırak çocuğu da evine dön!”

“Öyle mi dersin!”

Bu sırada çocuklardan biri sustalısını çekip İblis’e doğru salladı. “Bırak ulan, bırak!” diye bağırıyordu. Gerçekten de arkadaşı suratını kapatmış el yüzünden belli ki nefes almakta zorlanıyor, panik halinde çırpınıyordu. Ancak var gücüyle kurtulmaya çabalasa da başarılı olamıyordu. Bıçak tehdidine karşı İblis’in tepkisi gülmek oldu. Derken sustalı bıçak iri yapılı adamın çocuğu tutan kaslı koluna girip çıktı. İblis “ne yani beni mi öldüreceksin?” diyor hâlâ gülüyordu. Bu sefer sol eliyle de bıçaklı genci omuzundan yakaladı. Üçüncü genç ise adamın arkasından tekmeyle saldırmıştı. Omuzunu kaptırmış olan çocuk bıçağı ard arda İblis’in tişörtünün altından bile belli olan baklava şekilli karın kaslarına saplamaya başladı. Saplıyor, saplıyor, saplıyordu. Ama kan gözükmedi.

İblis tekrar İsa’ya döndü: “İşte bak, kurtarmak istediklerinin halini gör!” dedi. Parkta birkaç bayan çığlık atarak kaçışmış, insanlar gruptan uzaklaşmıştı. İsa morali bozuk şekilde sahil boyunca hızlı hızlı yürümeye başladı. Bu arada biraz ötedeki bankta oturan iki yetmişlik teyze titreye titreye kalkıp olay yerinden uzaklaşma telaşı içindeydiler. Hâlâ yumruk, tekme ve bıçak darbeleri almakta olan İblis bu sefer yaşlı kadınlara dönerek “başınıza taş yağacak teyzeee!” diye bağırdı ve kahkahalarla güldü.

 

***

 

Atilla Karaduman’ın içinde bulunduğu asansör, yerin onmetrelerce altına doğru harekete geçtiğinde, genç bilim adamı klostrofobik bir endişeye kapılmaktan kendini alamadı. Oldum olası yeraltına sıkıştırılmış tesislerden hoşlanmazdı. Ama gelmiş geçmiş en önemli bilimsel deneyde çalışacak grubun arasına seçilmiş olmanın gururu bütün zorlukları unutturabilirdi. Bunu düşününce gülümsedi. Avrupa’nın göbeğinde yerin onmetrelerce altındaki bu -üstün teknoloji ürünü- devasa tesiste, atom-altı parçacıkları, hızlandırılmış anti-madde protonlarını birbirleriyle çarpıştırıp, evrenin oluşumuna dair çok önemli deneysel bilgiler elde edeceklerdi. Ve bu muazzam olaya şahit olacak bir avuç insandan biri olacaktı Atilla.

Asansörün kapısı açıldığında ünlü Alman bilim adamı Uwe Eisenmeister ile karşılaştı. Alman Profesör, Atilla’yı görünce gülümsedi. “Ah genç meslekdaşım günaydın! Büyük patlamaya hazır mısın, hazır mısın kara delik oluşturmaya?” dedi.

 

***

 

Taylan Demir üniversitenin kantininde yanında arkadaşı Cem ile otururken, dersleri sadece dinleyerek sınıfı geçtiği lise yıllarına özlem duydu. Üniversiteyi geçen sene kazanmış, bilgisayar programcılığı bölümünde okuyordu. Ertesi günkü sınav için kitap karıştırıyorlardı. Kantin her zamanki gibi kalabalıktı. Etraftaki gençlerin muhabbet uğultusu yüzünden ortam pek de ders çalışmaya elverişli değildi. Zaten Taylan’ın aklı başka yerdeydi. İçinden bir his dünyada ders çalışmaktan daha önemli şeyler olduğunu söylüyordu. Nitekim kapıdan içeri Çiğdem girdi.

Çiğdem, Taylan ve Cem’in sınıf arkadaşıydı. Çocukları görünce beyaz dişlerini göstererek gülümsedi ve masaya doğru yürümeye başladı. Taylan’ın iç organlarından yayılan heyecan titreşimleri yüz kaslarının seyirmesine sebep olmuştu. Yine de zorlukla sırıttı ve “günaydın Çiğdem, naber?” diyebildi. Geçen hafta baş başa sinemaya gitmişler, koskoca cumartesi gününü birlikte geçirmişlerdi. Yine de arkadaşlığın ötesine geçip geçmedikleri henüz belli değildi. Taylan kızın da kendisinden hoşlandığını biliyor ama nedense biraz fazla yakınlaşmaya kalksa korkuyla karışık bir heyecan duyuyordu. Ya terslerse!.. Terslemezdi gerçi ama, ya terslerse!.. Üstelik aynı sınıfta okuyorlardı.

Çiğdem oturduktan sonra biraz sohbet ettiler ve genç kız Cem’e “çay alsana bize!” diye rica etti. Cem uzun çay kuyruğuna giderken Taylan ve Çiğdem başbaşa kalmıştı. “Nasıl, hazırlandın mı sınava?” diye sordu genç kız.

“Ben... Yok yaa, aklımı toparlayamıyorum bir türlü.”

“A-aa neden?”

“Bilmiyorum... Yani biliyorum da... Neyse boşver, yarına kadar vaktimiz var nasıl olsa, gerekirse sabahlarım.”

Çiğdemin gözleri parladı. Elini, çocuğun masadaki kolunun üzerine koyarak “ne düşünüyorsun ? Söyle, içine atma lütfen!” dedi.

Taylan kızla gözgöze geldi. Dünya umurunda değildi artık. “Çiğdem ben...”

“Evet Taylan?”

“Ben sana... yani seni...” Birden dünyanın bütün sesleri susmuş gibi tedirgin edici bir sessizlik oldu. Ortamın gürültüsüne alışkın kulaklar için bu oldukça dikkat çekiciydi. Taylan kafasını kaldırdığında masanın başında dikilen uzun boylu, siyah tişörtlü, metalci İsa tipli bir adamla karşılaştı. Çevredekiler de bu adama bakıyordu, o yüzden kantindeki bütün muhabbetler kesilmiş, bir anlık bir sessizlik olmuştu. Tabii bir saniye sonra herkes İsa tipli adamı konuşmaya başladı, çünkü adamın açıkta kalan her yerinde egzotik dövmeler vardı. Yüzüne bile yaptırdığına göre dövme manyağı olmalıydı ve giysilerinin altında da bu dövmelerden olduğunu tahmin etmek zor değildi. Öte yandan kantindeki neredeyse bütün kızlar, dünyayı umursamayan bu boylu boslu deli adamı çekici bulmuş, zihinlerinde -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- böyle bir adamla birlikte olsalar toplum içindeki durumlarının nasıl olacağını hesaplıyorlardı.

Dövmeli İsa, Taylan’ın önündeki kitapları işaret ederek “artık bunlara çalışmana gerek yok, Dünya’nın sonu geldi,” dedi.

 

***

 

Taksim’in arka sokaklarında Ferit Çalık, -namıdiğer Bitirim Ferit- zor anlar yaşıyordu. Karşısındaki üç tinerciden ikisi bıçak, biri de falçata çekmişti. Sarı gözleri zombi gibi bakıyordu; belli ki “çekmişlerdi.” Soygun amaçlı bir saldırı değildi bu; muhakkak bir düşmanı Bitirim Ferit’i bitirmek için bu bağımlıları parayla tutmuştu. Bu alemde sivrilmeye gör, olacağı budur işte.

Ferit teke tek olsa rahatça dağıtırdı rakibini, hatta iki kişiyi bile halledebilirdi ama üç kişi, üstelik uyuşturucudan hissizleşmiş serserilerin ellerinden hiç kesik almadan kurtulması mucizelere bağlıydı.

Birden devasa bir gölge, gölgelerin arasından çıktı. Goril iriliğindeki adam tinercilerden ikisini kafalarından tutup birbirine tokuşturdu. İç parçalayan kemik çatırtıları eşliğinde fışkıran beyin lapaları arnavut kaldırımına saçıldı. Adam tavaya yumurta kırar gibi kırmıştı kafaları. Ferit gün gelip de düşmanına acıyacağını rüyasında görse inanmazdı doğrusu. Bu arada diğer genç küfürü basarak bıçağını iri adamın kalbine sapladı. Adam ise hırıltılı bir kahkaha attı. O gülüş... Yırtıcı bir hayvanın kükremesi gibi insanın içini titretiyordu. Adam tenis raketi gibi kocaman elinin tersiyle bağımlı genci ötedeki eski binanın duvarına yapıştırdı. Sonra gülerek yavaş yavaş Bitirim Ferit’e doğru yaklaşmaya başladı. Yüzü dahil her yerindeki muhteşem dövmeler adamı daha da ürkünç gösteriyordu. “Ferit, Ferit farkındasın değil mi; kıçını ben kurtardım, yoksa postu deldirecektin!” dedi.

Ferit dehşete düşmüştü. Genç adam kolay kolay tırsacak birisi değildi ama karşısındaki izbandutun sıradan bir insan olmadığını çoktan anlamıştı. Adamın göğsüne saplı bıçağa takılmıştı Ferit’in aklı; gerçi kan gözükmüyordu ama bu iyi haber mi yoksa kötü haber mi ondan da emin değildi. Tanımadığı bu adam cehennem zebanisi gibiydi. “Zebella gibi!” diye düşündü Ferit. Neden sonra adamın kendisine adıyla hitap ettiğini idrak etti. “Sen de kimsin?” diye sordu.

Adam göğsüne saplı bıçağı çekip çıkardı ve fırlatıp attı. Bu hareketi eğer Ferit’i etkilemek için yaptıysa, başarmıştı. “Bana ‘Kâhin’ diyebilirsin Ferit. Ben geleceği gören kişiyim. Ve yakında kıyametin kopacağını görüyorum,” dedi.

 

***

 

Atilla Karaduman genç yaşta dünyanın önde gelen fizikçileri arasına girmenin haklı gururuyla öğlen yemeğini yemek üzere tesisin bahçesine çıktı. Elinde sandviçi ve içeceği vardı. Yer altında çalıştıktan sonra öğle yemeği aralarında temiz havaya çıkmak iyi geliyordu. Güzel bahçedeki çimenlikte banklardan birine oturdu. Yemeğini yerken ötede Profesör Eisenmeister’i görmüştü. Yaşlı fizikçi, genç bir hintliyle tartışıyor gibiydi. Hintli olan heyecanlı heyecanlı “Profesör büyük bir hata yapıyorsunuz! Bu boyutlarda bir deneyin ortaya çıkaracağı graviton miktarı kütle-çekimsel dalgalanmayı aşırı fazda tetikleyecektir!” gibi şeyler söylüyordu. Adamın özetle demek istediği; deney sırasında oluşacak kara-deliğin etrafındaki maddeleri içine çekecek kadar güçleneceği ve bunun geri dönülmez bir reaksiyonu başlatacağıydı.

Aslında bu Atilla’nın da aklını kurcalayan bir teoriydi. Ancak bu olasılık bilim çevrelerinde “dikkate alınmayacak kadar küçük bir ihtimal” olarak değerlendiriliyordu. Yine de benzer küçük çaplı deneylerde bile kısacık ömürlü minik kara deliklerin oluştuğu bilinen bir gerçekti. Çok kaba tabirle; var olan enerjinin yok olması gibi, doğa kanunlarına aykırı bir olay gerçekleşiyordu ve kaybolan madde ya da enerjinin “Paralel Evren” denilen varlığı henüz ispatlanmamış uzay boyutlarına kaçtığı düşünülüyordu. Ancak, -teorik olarak- Kara Delik bir kez güçlenir ve büyümesine devam ederse; artık ışığı bile çekebilecek kadar güçlü kütle-çekim kuvvetine ulaşana kadar çevresindeki her şeyi emerdi; tesisi, toprağı, Dünya’yı, Ay’ı, Mars’ı, gezegenleri, Güneş’i ve diğer güneşleri...

Profesör Eisenmeister hintli meslekdaşını başından savarak Atilla’nın yanına geldi. Banka oturdu. “Ah şu kıyamet senaryoları! İnsanlar burada ne yaptığımızı anlamıyor; evrenin sırlarını çözdüğümüz için bize teşekkür edecekleri yerde...”

 

***

 

Metalci İsa tipli adam Taylan’a “Taylan seninle konuşmamız gerek, yalnız kalacağımız bir yere gidelim,” dedi. Genç Taylan bu delinin kendi ismini bilmesine çok şaşırmıştı. Bu arada Cem de masaya gelmiş, Çiğdem’le ikisi arkadaşlarına açıklama bekler gibi bakıyorlardı. Taylan “tanımıyorum arkadaşı,” der gibi dudak büktü ve yabancıya dönerek “arkadaşım müsaade eder misin, ders çalışıyoruz,” dedi.

İsa gülümsedi. “Israr etmek zorundayım Taylan... Yoksa Moon-Star mı demeliyim sana?” dedi. Taylan birden kıpkırmızı oldu. Moon-Star, Taylan’ın internet âlemindeki takma ismiydi. Ancak bu takma ismini sohbet odalarında değil, şifresini kırıp kullanılmaz hale getirdiği sitelere imza olsun diye kullanıyordu. Taylan birkaç seneden beri çok usta bir “Hacker”di! Bilgisayar kullanmak, programlarla, kodlarla oynamak onun için adeta doğuştan bir yetenek, ve çocuk oyuncağıydı. Ancak Taylan benzerlerinin aksine bu konuda oldukça ağzı sıkı bir gençti; gizli kimliğiyle ilgili kimseye ama hiç kimseye bir şey anlatmamıştı. O yüzden şimdi bu yabancı foyasını meydana çıkardığında allak bullak olmuştu. Doğrusu birilerinin izini bulacağını hiç düşünmemişti.

Cem yabancıya biraz diklenmek istedi ama Taylan hemen araya girdi. “Arkadaşlar ben bu beyle gideceğim, siz devam edin sonra dönerim ben,” dedi ve diğerlerinin bir şey söylemesine fırsat bırakmadan İsa’yı ortamdan uzaklaştırdı. Çiğdem şaşkın bir şekilde erkek arkadaşının arkasından bakakalmıştı. Taylan’ın bu gizemli davranışları delikanlıyı ne kadar da çekici kılıyordu.

Taylan ilk fırsatta “kimsiniz?” dedi “ve beni nereden tanıyorsunuz?”

“Bana ‘Olasılıkçı’ diyebilirsin Taylan; hatta kısaca ‘Olas’ de! Aslında seni tanımıyorum; sadece olasılıkları hesapladım ve Dünya’nın başına gelecek korkunç felaketi önleyebilme ihtimali en yüksek olan kişi sen çıktın.”

“Demek olasılıkları hesapladın?..”

“Beni deli sanıyorsun değil mi?”

“Hayır... Yani evet, ondan eminim de acaba tehlikeli misindir diye düşünüyorum. Moon-Star’ı nasıl öğrendin?”

“Çok basit! Baktım ve gördüm. Benim geldiğim yerden bakınca, senin yaşadığın dünya, kâğıt üzerindeki desenler kadar basit görünür. Paralel Evren diye bir şey duydun herhalde?”

“Yani bir tür uzaylı olduğunu mu söylüyorsun? Buraya uçan daire ile mi geldin?”

“Uçan daireye ihtiyacım yok Taylan. Zaten bizim ırkımız sizinki gibi teknolojik cihazlar kullanmaz. Aslında biz ve siz uzak değiliz; sadece farklı frekanslarda yaşıyoruz. Şöyle düşün: Yerdeki bir bakteri için hayat iki boyutludur, senin ayak parmağını bile göremez, görse bile doğru tanımlayamaz. İşte seninle benim aramda da benzer bir fark var; sen üçüncü boyutta yaşıyorsun ben ise dördüncü boyutta. Şu anda karşında gördüğünü sandığın kişi de aslında benim ayak parmağımın ucu... Tabii ayak parmağını esprili bir benzetme olsun diye söyledim, yoksa bizim senin anlayacağın türde bir şeklimiz de yok.”

Taylan gülümsedi. “Şimdi anladım! Arkadaşlarla birlikte bana tezgâh kurdunuz değil mi? Aklınızca eşek şakası yapacaksınız?” Etrafına bakındı, her an Cem’in köşeden çıkıp “nasıl da kandırdık,” filan diyeceğini bekliyordu.

Olas elini uzatarak avuç içindeki sembolü Taylan’ın alnına yasladı. Birden Taylan kendini hayatında gördüğü göreceği en gerçekçi rüyanın içinde buldu. İnteraktif bir rüyaydı bu ve Olas da yanındaydı. Uçuyorlar, yerçekiminden bağımsız istedikleri gibi davranabiliyorlardı. Taylan ilk şaşkınlığı attıktan sonra Olas ona, Dünya’ya neler olacağını gösterdi.

Önce Avrupa’da deney yapılan bir tesiste oluşacak felaketi gösterdi. ‘Olasılıkçılar’ denilen ırk, bütün ihtimalleri hesaplamış, Dünya’da yapılacak bu deneyin kontrolden çıkarak, bütün güneş sistemini yutacak, durdurulamaz bir kara delik (süpernova) oluşturacağını bulmuşlardı. Normalde umurlarında olmazdı ancak oluşacak kara delik, emdiği her şeyi Olasılıkçıların yaşadığı paralel evrene püskürtecekti. Bu da hiç hoşlarına gitmemişti. Bunun üzerine Olasılıkçılar gezegen büyüklüğünde dev meteorların yönünü değiştirip Dünya’ya doğru hızlandırdılar. Deneyden bir gün önce meteorlar Dünya’nın uydusu Ay’a çarpacaktı. Göktaşları devasa olduklarından ve korkunç bir hızla geldiklerinden dolayı, çarptıkları Ay’ı büyük parçalar halinde direk Dünya’nın üzerine iteceklerdi. Dünya yok olacak ve Olasılıkçılar için bir tehlike kalmayacaktı.

“Ama bu barbarlık!” diye itiraz etti Taylan. “Madem o kadar kudretlisiniz, bir şekilde deneyi yapmamıza engel olursunuz, bütün dünyayı içindeki canlılarla yok etmenize gerek yok ki!”

“Haklısın Taylan... Bunu sana nasıl izah edebilirim bilmiyorum. Irkım arasından sizin kaderiniz için üzülen bir tek ben varım desem abartmış olmam. Bizimkiler, siz Dünyalıları pek umursamaz. Sizler bizim gözümüzde, -senin anlaman için bir benzetme yapayım- ancak sinekler kadar değerlisiniz.” Olas elini delikanlının alnından çekti. Taylan başında zonklama şeklinde hafif bir ağrıyla gerçek dünyaya döndü. Dakikalarca değişik diyarlarda, uçuk ama canlı bir rüyanın içinde oldukları halde, bu olayın gerçekte bir saniye sürdüğünü şaşırarak idrak etti. Afallamıştı. Olas konuşmasına devam ediyordu: “Biz geleceği görürüz Taylan. Bunu ihtimalleri hesaplayarak yaparız. Sizin bilgisayarlarınızın trilyon günde yapacağı hesapları, biz anında ve tıpkı senin nefes alman gibi doğal bir şekilde yaparız. Dünya’nın sonu geldi Taylan; öyle ya da böyle Dünya yok olacak. Eğer sen yapılacak deneydeki yanlışlığı giderebilirsen, belki -o da belki- ben de ırkımı Dünya’yı yok etme karanını bir süre daha ertelemeye ikna edebilirim.”

“Bir süre ertelemek mi?” Olas’ın hüzünlü bakışları nedense Taylan’ı pek etkilemiyordu. Gördüklerinin ve duyduklarının şokunu yaşıyor, içindeki korku, öfke duyguları gittikçe kabarıyordu. “Peki sen niye engel olmuyorsun? Bana gösterdiğin gibi yetkililere de gerçeği gösterebilirsin! Seni dinlerler.”

“Hayır Taylan, bütün olasılıkları hesapladım; beni dinlemeyecekler, en iyi ihtimalle beni incelemek için bir hastaneye kapatmaya kalkacaklar. Bu işi ancak sen bitirebilirsin.”

 

“Deneyin yapılacağı tesisi bozamaz mısın peki?”

“Taylan bizim ırkımızın da bazı kanunları var; benim o tesise yaklaşmam yasaktır. Aksi halde kendi dünyamda başım çok kötü belaya girer.”

“Koskoca Dünya’yı kurtarmak için, kanunları çiğneyemez misin?”

“Taylan... Sen olsan, sinek ırkının kurtuluşu için kendini ateşe atar mıydın?”

 

***

 

Ferit zebella arkadaşını her zaman gittiği kahveye götürmüştü. Ara sokakların arasına gizlenmiş bu kahvehane küçük bitirimlerin toplanma yeriydi. Burada hırgür çıkarmak racona tersti; tarafsız topraklardaydılar. Böylece Ferit hain saldırıdan kurtulduğunu ahaliye gösteriyor, üstelik insanüstü korumasını da sergiliyor, resmen gösteriş yapıyordu.

Kâhin her zamanki gibi gülüyordu. “Koçum bize iki çay!” dediğinde, sesi binlerce vatlık hoparlörlerden gelmiş gibi kahvenin camlarını titretti. Ferit sinsi sinsi sırıttı; herkesin gözü korkmuştu. Kâhin, arkadaşına döndü “Ferit sanırım aramızda bir iletişim problemi var; ‘Dünya’nın sonu geldi!’ cümlesinin neresini anlamadın?” dedi.

Ferit kaşlarını çattı. “Dünya’nın sonu derken?”

Kâhin bir “Of!” çekti. Garson çayları bırakıp uzaklaşırken uzanıp Ferit’in omuzunu tuttu. Bitirim Ferit birden kendini başka bir âlemde buldu. Üstündeki şoku atması ve yerçekiminden bağımsız hareket edebilmenin zevkini çıkarabilmesi on dakikasını almıştı. Sonra yanındaki Kâhin onu yükseğe çıkardı ve Avrupa’nın üzerine başlayan kara deliğin bütün Dünya’yı emerek nasıl parçaladığını izlettirdi. Yeryüzü hallaç pamuğu gibi kabarıyor, karalar, denizler kese kâğıdı gibi buruşuyordu. Ortada ise görünmeyecek kadar minik bir nokta etrafında dehşetli bir girdap dönüyor, denizleri, havayı, karayı, her şeyi içine çekiyordu. Ferit bu sırada kulaklarında insan çığlıkları duyuyordu. Sonra sevdiği bazı insanların elektrik süpürgesine kapılmış karıncalar gibi felakete doğru uçtuklarını gördü; etlerinin kemiklerinden ayrılmasını seyretmek zorunda kaldı; özellikle annesi ve halasının son anlarını görmek yüreğine çok dokunmuştu. Sonra müthiş bir baş ağrısıyla kendini tekrar kahvede buldu. Garsonun çayları bırakmış ve uzaklaşırkenki görüntüsü kaldığı yerden devam ediyordu; sanki en az yarım saattir hayaller âleminde dolaşmaları aslında bir göz açıp kapama anı kadar sürmüştü.

“Bütün bunlar olacak mı gerçekten?” diye yorgun bir şekilde sordu Ferit.

“Sadece birkaç gün kaldı. Ferit bu felaketi önleyebilecek tek kişi sensin!”

“Ben mi? Ama nasıl, neden?”

“Çünkü sende gereken fedakârlık, gözü karalık, cesaret, bilek gücü ve akıl var. Özetle taşaklı adamsın!”

Ferit sırıttı. Doğru söze ne denirdi ki? “Estağfurullah abi, sen varken bize düşmez,” dedi mütevazı bir şekilde.

“İsviçre-Fransa sınırının altında gizli bir tesis var Ferit. Adamlar orada abuk subuk deneyler yapıyor. Bilim adamlarından biri bilgisayara yanlış kodlar girecek ve bu yanlışlık, -senin de gördüğün şekilde- bütün herkesin hayatına mal olacak. O kişinin durdurulması gerekiyor Ferit. Yapabilsem kendim yapardım ama o tesise girmem, bazı -senin aklının ermeyeceği- metodlarla engellendi. Anlayacağın bu şerefli işi yapmak sana düşüyor.”

“Seni engelleyenler kim peki?” dedi Ferit. Kâhin’e engel olabilecek bir gücü tasavvur edemiyordu.

“İnsanları sevmeyen bazı uzaylılar Ferit; ne katakullilerin döndüğünden haberiniz yok! Yazık!.. Şimdi beni dinle; o bahsettiğim yanlışlığı yapacak bilim adamı Türk, adı da Atilla Karaduman. Türk olması senin için bir şey fark eder mi; unutma bütün insanların hayatı söz konusu!”

Ferit yutkundu. Şaka maka insanlığın kurtarıcısı rolüne soyunuyordu; heyecandan kalbi titredi. “Hiç farketmez, babamın oğlu olsa bitiririm!” dedi.

“Güzeel, sana güvenebileceğimi biliyordum zaten.”

 

***

 

“Adı Atilla Karaduman, Türk bilim adamı,” dedi Olas. “Çok iyi bir fizikçi ama bilgisayara verileri girerken yapacağı bir hata, deneyin kontrolden çıkmasına sebep olacak. Ufak bir dalgınlığın bu kadar büyük sonuçlara yol açtığı, evren tarihinde görülmemiştir!”

“Benim de tesisin bilgisayarına sızıp hatayı düzeltmemi istiyorsun öyle mi?” dedi Taylan. Bu iş pek de zor olmayacak gibi bir izlenime kapıldı bir an.

“Evet Taylan aynen öyle, ama deneyi kontrol eden ana bilgisayara internetten ulaşman imkânsız; anlayacağın o tesise gizlice girmen gerekiyor.”

Taylan yutkundu. Bu işin pek de kolay olamayacağına dair içinde kötü bir his vardı şimdi. “Ben... Bilemiyorum... Ben casus değilim ki, öyle bir tesise girmek filan...”

Olas Taylan’ın gözlerinin içine baktı. “O zaman sevdiklerinle vedalaş, sadece iki gününüz kaldı,” dedi.

Taylan’ın ilk aklına gelen Çiğdem oldu. Genç kızın gülümsemesi... İçi titredi. Kalbinde karıncalanma gibi bir his vardı. Korkuyordu. Daha çok Çiğdem’in zarar görmesinden korkuyordu, onu bir daha görememekten... “Tamam yapacağım,” dedi.

 

***

 

Kâhin ve Ferit çok zengin bir mafya babasına gittiler. Kâhin’in mafya babasını ikna etmesi kısa sürdü; adam Ferit için bütün imkânlarını seferber etti. Hemen sahte pasaportlar ve vizeler ayarlandı, gümrüklerde adamlar bulundu. Ferit’in İsviçre’ye seyahati sorunsuz gerçekleşti. Onu havaalanında karşıladılar. Tekinsiz bazı Türkler ve yasa dışı örgüt mensubu bazı yabancılar onu gireceği tesis yakınlarındaki kasabaya götürüyorlardı. Sahte kimlikler, silah, haritalar, krokiler vesaire her şey hazırdı. Tesise girebilmek için orada çalışan birinin yerine geçmesi gerekiyordu ve o kişinin kaçırılması işini yerel mafya üstlenmişti. Bu operasyonlar için çok güçlü bağlantılar araya sokulmuş ve milyon eurolar harcanmıştı.

 

***

 

Olas ve Taylan da sponsor bulmak amacıyla çok zengin bir iş adamına gittiler. Olas’ın adamı ikna etmek için hayal dünyasına götürmesi yeterli oldu. İş adamı bütün imkânlarını Taylan’ın önüne serdi; hemen politik bağlantılarını kullanarak pasaport ve vize işlemlerini hallettirdi ve Taylan’ı İsviçre’ye özel bir jetle gönderdi. Bir takım adamlar onu karşıladılar ve sınırdaki tesise götürdüler. Kurdukları geçici karargahta Taylan’ın bütün ihtiyaç duyacağı teknolojik malzemeler hazırdı. Tesisin bilgileri cep bilgisayarına yüklendi, çalıntı şifrelerle manyetik geçiş kartları oluşturuldu. Her şey hazırdı.

 

***

 

Atilla Karaduman o sabah muhteşem deney için son hazırlıkları yapan kilit adamlardan biriydi. Reaksiyonun aşamalarını kontrol edecek bilgisayara izlemesi gereken komutları giriyordu. Yakında büyük deney gerçekleşeceği için oldukça heyecanlıydı. Bu arada öğlen tatiline de bir şey kalmamıştı ama herhalde bilgisayarın programını halledip, son ayarları yapmaya yetecek kadar süresi vardı, böylece öğleden sonra başka işlere zaman ayırabilirdi. Komutları hızlı hızlı giriyordu; zaten hepsi bildiği şeylerdi. Midesi guruldadı; acıkmış olmalıydı. “Bugün iki değişik sandviç alıp bahçeye mi çıksam, yoksa kantinde sıcak bir şeyler mi yesem?” diye düşünmeye başladı. Midesi tekrar guruldarken bilgisayara değerleri girmeye devam ediyordu. Yemeklerin hayali gözlerinin önündeyken, birden kantindeki yeni kasiyer kızı düşündü. Hatunun göğüsleri taş gibiydi doğrusu. Kendisine de çok güler yüzlü davranıyordu, acaba... Derken işini bitirdi! Bilgisayarı programlamayı tamamlamıştı ve saatine baktığında onikiye beş kaldığını görerek, zamanlamayı iyi becerdiği için kendisiyle gurur duydu. Yemeğe çıktı.

 

***

 

Taylan kapıdan geçerken manyetik bantlı kimlik kartını yuvaya okuttu. Ötede güvenlikçiler çene çalıyorlardı. Alarmların çalmasını, apar topar yakalanmayı beklerken yeşil bir ışık yandı ve önündeki turnikenin kilidinin açıldığını bildiren hafif bir ses duyuldu. Taylan’ın kalbi küt küt atıyordu; bu bilgisayar başında siteleri çökertmekten kat kat heyecanlıydı. Yakalanmamalıydı; en azından hatayı düzeltene kadar ele geçirilmemeliydi, yoksa kıyametin gelişini bir İsviçre polis nezaretinde beklemek zorunda kalacaktı. Nezarette pencere olup olmadığını düşündü.

Üzerinde bilim adamı izlenimi veren beyaz bir önlük vardı. Saatine baktı onikiyi biraz geçiyordu. Zamanlama güzeldi; hemen herkes öğle yemeğine çıktığından kendisini gören olmayacaktı. Yani Taylan öyle ümit ediyordu. Önceden iyice ezberlediği yollardan aşağıya yerin onmetrelerce altındaki laboratuvarlara indi. Sadece birkaç kişiye rastlamış, onlar da kendisine pek dikkat etmemişlerdi. Sonunda bilgisayarı buldu; tam da Olas’ın hayalinde kendisine gösterdiği yerdeydi. Etrafta kimse yoktu. Hemen çalışmaya başladı.

Taylan oldukça hızlı çalışıyor, bütün şifreleri kırıyor, bilgisayarı yeni baştan programlamak için gereken bütün adımları başarıyla tamamlıyordu. Ancak bilgisayar onun kadar hızlı değildi. Daha doğrusu bazı yönergelerin devreye sokulması teknik ve güvenlik sebeplerinden dolayı biraz zaman alıyordu. Sona yaklaştığında aradan on dakika geçmişti ama bu on dakika Taylan’a zulüm gibi gelmişti. Olas Atilla’nın yaptığı hatayı Taylan’a tarif etmişti. Taylan parçacık fiziğinden anlamazdı ama bilgisayar kodlarındaki hatayı hemen idrak etti. Doğru ile yanlış arasında küçük -ama sonuç itibarıyle büyük- bir fark vardı. Genç adam yanlış kodun yerine ne yazacağını gayet iyi biliyordu ve o aşamaya neredeyse varmak üzereydi, neredeyse...

“Sen kim olmak?” dedi birisi bozuk bir ingilizceyle. İşine dalmış olan Taylan neredeyse korkudan havaya zıplayacaktı. Kafasını çevirdiğinde tepesinde dikilen güvenlik görevlisi ile göz göze geldi. İşte şimdi hapı yutmuştu! Yan gözle bilgisayarın ekranına hızlı bir bakış attı; değiştirmesi gereken satır orada duruyordu. Sadece klavyeye birkaç dokunuş... Sakin olmaya çalışarak güvenlik görevlisine “az bir işim var, ben bilim adamıyım,” dedi. Taylan’ın İngilizcesi iyiydi. Doğal davranmaya çalışırken aslında klavyeye dönse işini kaç saniyede bitirebileceğinin hesaplarını yapıyordu.

Güvenlik görevlisi Taylan’a “sen Atilla Karaduman mısın?” dedi.

Taylan zoraki bir sırıtışla “evet, evet Atilla Karaduman,” diye cevap verdi. Bir yandan da eğer işler ters giderse bu güvenlik görevlisini haklayıp haklayamayacağını düşünüyordu. Ama karşısındaki adam sağlam duruşlu biriydi.

Derken güvenlik görevlisi elini arkasına götürüp silah çekti. Taylan kıpkırmızı oldu. Güvenlik elemanı yalanını yememişti, demek ki Atilla Karaduman’ı tanıyordu. Ama böyle olmamalıydı, programı değiştirmeliydi. Acaba işine devam etse adam onu vurur muydu? Hiç sanmıyordu ama belli de olmazdı. Fakat Dünya’nın yok oluşu? En iyisi tehlikeyi göze alıp hiçbir şey olmamış gibi... Sonra tuhaf bir şey farketti, görevlinin tabancasında hani hep o filmlerde gördüğü susturuculardan takılıydı. Taylan’ın dehşetle gözleri büyüdü. “Sen güvenlik görevlisi değilsin!” dedi.

Güvenlik üniforması taşıyan adam -bu sefer Türkçe olarak- “kusura bakma koçum senin hesabın kesildi!” dedi. Silah üst üste patladı. Mermiler ıslık sesi çıkarmıştı. İki tane gövdeye ve iki de kafaya sıkmıştı. Birkaç saniye hüzünlü bir yüz ifadesiyle kanlar içindeki cesedi seyretti. Bu Ferit’in ilk cinayeti değildi. Yine de adam öldürmekten nefret ederdi. Ama bu seferki... Bunu insanlığı kurtarmak için işlemişti. Gülümsedi.

 

***

 

İtalya – Venedik

San Marco meydanı her zamanki gibi tıklım tıklım turistle doluydu. Deniz taşmış meydandaki su seviyesi insanların bileklerine geliyordu. Herkes ayakkabılarını çıkarmıştı. Kalabalıktan bazıları meydanın diğer tarafındaki devasa kilisenin fotoğraflarını çekerken, bazı Japon turistler de meydanın kenarında denizi seyreden her yeri dövmelerle kaplı insan azmanının fotoğraflarını çekiyordu.

Kâhin biraz ötede tartışan gondolculara kulak misafiri olurken sırıtıyordu. Adamlar Venedik’te bu mevsimde kanalların taşmasının hiç de hayra alamet olmadığını söylüyorlardı. Derken tanıdık bir koku duymuşçasına çenesini hafifçe kaldırarak “şimdi de sen mi beni takip ediyorsun?” dedi arkasına bakmadan.

Olas’ı gören birkaç yaşlı katolik kadın istavroz çıkardı. “Karışmak zorunda mıydın?” dedi Olas, Kâhin’e yaklaşırken. Yüzündeki hoşnutsuz ifadeyi kelimelerle tasvir etmeye imkân yoktu.

Kâhin hırıltıyla güldü. “Senin karıştığın gibi mi?”

“Ben iyi bir amaç için çalıştım,” dedi Olas “senin gibi değilim!”

Kâhin Olas’a döndü. Yüzünde ilk defa bir sırıtış eksikti. “Hiç düşündün mü; belki de senin bulamadığın bir şeyden haberim vardır? Bildiğin gibi, benim hesabım daima seninkinden kuvvetli olmuştur,” dedi. Sonra da tekrar hırıltılı gülümsemesini takındı ve biraz ötelerinde kendilerini utangaç bakışlarla süzen Japon kafilesine dönerek “şu manzaranın da fotoğraflarını çeksenize!” diyerek gökyüzünü işaret etti. 

Herkes kafasını kaldırdı. Gökyüzündeki Ay, hiç olmadığı kadar kocamandı ve sanki... Sanki parçalanıyordu!


-SON-


.

6
Kurgu İskelesi / Sir Nigel’ın İntikamı
« : 05 Ağustos 2009, 20:28:04 »
.


Sir Nigel’ın İntikamı

Kuru Döşek Hanında sıradan bir gündü. Mavitaş kasabası ahalisinden, alkolizme meyilli birkaç tembel ile uzak diyarlardan gelen maceraperestlerin anılarını dinlemeye doyamayan, adeta bu hikâyelerin bağımlısı olmuş delikanlı gençler, geçici müşterilerin masaları etrafında “acaba bir havadis yakalayabilir miyim?” diye kulak kabartısı şeklinde pusuya yatmışlardı.

Şanslıydılar; çünkü gelip geçici müşterilerin arasında, tüccarlar ve sıradan yolcuların yanısıra, maceraperestler de vardı. Hele bir tanesi, tavırlarından bir barbar olduğunu iyice belli eden, hava atarcasına devasa kaslı vücudunu sergileyen savaşçı, konuşmaya pek meraklıydı. Yanında kocaman bir kılıç taşıyordu. Çoğu mavitaşlı, büyük ihtimal bu kadar büyüğünü görmemişti ve yine büyük ihtimalle, aralarından bu kılıcı kaldırabilen çıkmazdı, kaldırsalar bile kullanamayacakları kesindi. Ama Barbar’ın kolları, omuzları ve daha birçok yerindeki, patlayıp fışkıracakmış gibi duran kasları, bu muhteşem görünüşlü aleti, tırpan sallar gibi savuracağına ve önüne çıkanı biçeceğine dair, göreni ikna edebiliyordu.

Evet, barbar savaşçı kasabalıları etrafına tolamış, çeşit çeşit maceralarını anlatıyordu. Devasa yaratıklarla, hayaletlerle, iblislerle ve  korkunç, akla hayale gelmedik canavarlarla nasıl savaştığını, onları kesip biçtiğini, varsa öbür dünyalarına gönderdiğini ballandıra ballandıra tasvir ediyordu. Anlattıkça coşuyor, coştukça anlatıyordu ve seyirciler, “ooo! Vay bee! Bravo!” şeklinde tezahüratlar yaptıkça keyfinden deliye dönüyor, ağzı kulaklarına varıyordu. Üstelik bu cesur savaşçının çok üstün bir özelliği daha vardı: Kendisini dinleyenlere içki ısmarlıyordu!

“Herkese benden içki!” diye gürledi barbar savaşçı ve bir tezahürat daha patladı.

Hancı pos bıyıklı Bergun, ak sakallı yaşlı büyücü Tiq Otally’nin masasında oturuyordu. Barbar’ın ısmarladığı içkileri doldurmaya koşturan genç garsonu, bir el işaretiyle yanına çağırdı.  Garson geldiğinde,  “parasını peşin al!” diye tembih etti Bergun. Tamam dercesine kafasını sallayan garson, hızla bara doğru seyirtti.

“Bunun akıllıca olduğundan emin misin?” dedi yaşlı büyücü Otally. Tiq Otally, klasik insan büyücülerdendi. Bembeyaz saçı sakalı göbeğine doğru uzanıyor, suratı ise kırış kırıştı. Görünüşte çok yaşlıydı ama kimbilir hangi kadim sanatlarla ömrünü uzatıyorsa, bir genç gibi dinç hareket ediyor, keskin zekası kristal berraklığında çalışıyordu. Yerleri süpüren buruşuk cübbesi, kukuletalı kocaman şapkası, değişmez kıyafetleriydi. Her sene bu zamanlarda Mavitaş kasabasına gelirdi Otally. Sadece Mavitaş Ormanında yetişen, mavi şapkalı, beyaz benekli, fosforlu mantarlardan toplamak için. Aslında bu mantarların kadim bir dilde, telaffuzu zor bir adı da vardır ama yerli halk mavi mantar der buna ve oldukça zehirli olduğundan yemezler. Yaşlı büyücü, her geldiğinde Kuru Döşek Hanı’nda kalır ve aynı zamanda kasabanın valisi olan, Hancı Bergun ile gel zaman git zaman oluşan bir samimiyet doğrultusunda, hâl hatır sormaktan ileri sohbet eder.

“Usta Otally, ben bilirim bu barbarları, şimdi sudan bir sebeple kızar, olay çıkarır, ondan sonra da ödet hesabı, ödetebiliyorsan. Üstelik korumalara dövdürüp, masrafları zorla almaya kalksam,  bu izbandutu dövmek için benim fedailerin tümünü ayaklandırmak gerek. O zaman bile kalıbımı basarım ki, bu insan azmanını zapt edene kadar, her taraf dağılır, yıkılır, savaş alanına döner. Astarı yüzünden pahalıya gelir anlayacağın. Yani, en iyisi bu tiplerden hesabı peşin almak.”

Tiq Otally piposunu tüttürdü. “Sevgili Bergun, ben de tanırım barbarları ve daha birçok değişik âdetleri olan, bir dolu ırktan da haberim vardır. Çok gezdim ve de çok okudum. Şimdi senin garsonun hesabı peşin istediği anda, o barbar bunu gurur meselesi yapacak ve ‘kaçıyor muyum, düzenbaz muamelesi mi yapıyorsunuz bana?’ diyerek öfkelenecek.”

Birden malum masadan, “başlatmayın lan hesabınızdan, kaçmıyoruz ya!” diye bir gümbürtü koptu. Dev cüsseli barbar ayağa kalktı ve karşısında cüce gibi kalan garson çocuğu yakasından tuttuğu gibi tek eliyle havaya kaldırdı. Bergun fırlamıştı bile, kapı tarafındaki iki fedai ise bir an atılacak gibi oldularsa da, durdular ve aralarında fısıldaştılar. Fedailerden biri kapıdan fırladı, belli ki başkalarını da getirecekti. Diğeri ise kımıldamadan uzaktan olayları izlemeye devam etti.

Bergun barbarın yanına vardığında, “aman beyim sakin olun lütfen, eminim bir yanlış anlama olmuştur!” dedi.

Bu sırada garson çocuğun gömleği yırtılarak kıç üstü yere düştü. Alkolün tesirindeki müşteriler buna neşeyle güldüler. Daha gece olmadan tiyatro gibi bir eğlence başlamıştı. Barbar da çocuğun düşmesi ve kaçmaya çalışırken bir iki defa daha tökezlemesini komik bulup keyiflendi. Tekrar masasına oturdu ve şakşakçılarıyla muhabbete devam etti. Bu arada hesap ödeme meselesi arada kaynamıştı ve Bergun de olayın üstüne gitmedi.

“Usta Otally, ermişliğinize söylüücek söz bulamıyorum, yine haklı çıktınız!” dedi Bergun, ak sakallı büyücünün masasına geri döndüğünde.

Büyücü bir yandan piposunu tüttürürken, bir yandan da gevrek gevrek gülüyordu. “Dur bakalım sevgili Bergun, daha dertlerin yeni başlıyor,” dedi.

Bergun heyecanlanmıştı yine. “Aman diyeyim Usta Otally, şaka olduğunu söyleyin lütfen. Ne derdiymiş bu?”

“Barbarın cebinde sadece iki gümüş var, sence yetecek mi hesabı ödemesine?”

“Sadece iki gümüş mü? Ama siz nereden biliyorsunuz bunu?” diye sordu Bergun. Fakat Tiq Otally’nin kaşlarını kaldırarak, muzip bir ifadeyle bakışını görünce üstelemedi. Onun gibi usta bir büyücü için cepteki parayı bilmek, basit bir meslek sırrı olmalıydı. “Çok zarar ettik,” diyebildi hancı yorgun bir sesle.

“Herkese benden içkiii!” diye gürledi malum kişi. Ve şakşakçılardan müthiş bir tezahürat daha koptu.

“Hass... Ulan!” diye fısıldayarak fırladı Bergun ama birden kendini toparladı, büyücüye dönerek saygıyla eğildi ve “çok pardon!” dedi.

Tiq Otally’nin neşesi öyle artmıştı ki keyifli kahkahalarını salıverdi.

Tam o sırada kapıdan altı fedai girdi. Demin giden, beş arkadaşını daha getirmiş içerde kalanla birlikte şimdi sayıları yedi olmuştu. Aralarından biri de -komutanları olan- Bergun’un oğlu Hardel’di. Aslında bu askerlere fedai demek yanlış olur, çünkü hepsi ciddi askeri okullarda ve kamplarda eğitim almış, doğma büyüme Mavitaş Kasabası’nın delikanlılarıydı. Bergun’un vali olduktan sonra kasaba için yaptığı bir sürü olumlu icraatlardan biri de, yerel ailelerden seçmece delikanlıların, şehirlere gönderilip, ciddi eğitimlerden geçirilerek -ki buna psikolojik eğitim bile dahildi- profesyonel asker olması ve kurulan muhafız birliğinde görev almalarıydı. Böylece hem Mavitaş Kasabası, hem de Kuru Döşek Hanı ciddi bir güvenlik örgütüne kavuşmuştu. Bütün muhafızların aynı tip üniformaları vardı ve tecrübelerine göre rütbe sahibiydiler. Kasaba zaten duvarla çevriliydi ve kapılar nöbetçilerin gözetimindeydi. Gece gündüz, sürekli devriye asla ihmal edilmezdi.

Hardel, kapının ordan babası ile gözgöze geldi. Eğer sorun çıkarıyorsa Barbar’ı dışarı atmak için izin istiyordu âdeta. Bergun oğluna onaylarcasına bir bakış attı ve kendisi barbarın masasına yanaşırken, muhafızlar da Hardel’i takip ederek masanın etrafını kuşattılar. Barbar’ın bir günlük samimi dostları, birden dillerini kedi yutmuş gibi sessizleştiler. Kenarlarda oturan bir iki tanesi yağlı yılan gibi sıvıştı. Birazdan kopacak gümbürtüde kafalarına bir masa, sandalye isabet etme şansının hiç de az olmadığını tahmin edecek kadar bar kavgası görmüşlerdi herhâlde.

“Nooluyo lan?” dedi barbar etrafını kuşatan muhafızları görünce. Masada oturan birkaç mavitaşlının gözlerinden, bu insan azmanı izbandutla muhafızlar arasında kalmanın stresi okunuyordu. Bazılarının elleri ayakları titremeye başlamış ve hemen hepsi de, çıkacak çıngarda ziyan olmasın diye içkilerini fondip yapmışlardı.

“Barbar kardeş...” diyecek oldu Bergun ama Barbar kesti sözünü.

“Sör Naycıl diiceksin, ulan it!” diye kükredi. Sandalyesinde yayılmış, hiç istifini bozmadan oturuyordu. Ancak sağ eli, neredeyse bir adam boyundaki, iki tarafı keskin, devasa kılıcının kabzası üzerindeydi.

Bergun kıpkırmızı oldu. İnsanın hem han sahibi, hem de kasaba valisi olması, rahatsız edici durumlar ortaya çıkarıyordu. Herhâlde, adeta yüzüne tükürükler püskürerek, sarhoşlardan küfür yiyen, ülkedeki tek vali Posbıyık Bergundu.

Öteden olayları ilgiyle seyreden Tiq Otally, muhafızların ellerini kılıçlarına bile götürmediğini görünce, onların profesyonellik ve soğukkanlılıklarını takdir etti. Sıradan fedailer olsa şimdiye kadar saldırmışlardı küfürü eden savaşçıya.

“Sör Naycıl, efendim hesap kapatıyoruz da, ısmarladığınız içkileri tahsil etmem gerekiyor. Hepsi on iki altın efendim.” dedi Bergun. Sinirine rağmen ses tonunda kibarlık sınırını aşmamıştı.

“On-iki altın mııı? Ulan goblin kıçı suratlı itler, adam mı kazıklıyorsunuz?” diye bağırdı Sör Naycıl.

Bergun’un korktuğu başına gelmişti. Yorgun bakışlarla savaşçı barbarı süzdü ve adamın bir para kesesinin bile olmadığını, geç de olsa fark etti.

Barbar, kemerindeki minik bir cepten iki gümüş para çıkararak masaya fırlattı. “Al bakalım, bayat şarapların için iki gümüş fazla bile!” dedi.

Öteden kulak misafiri olan Tiq Otally, “bayat şaraplar...” lafından sonra dayanamayıp patlattı kahkahayı. Barbar bir an sesin geldiği yöne döndüğünden, Bergun’un oğluna verdiği işareti fark edemedi.

Sör Naycıl’ın gözlerinin kararmasıyla, kafatasından gelen “tok!” sesini duyması aynı ana denk geldi. Muhafızların hepsi de ustalıkla sakladıkları sopalar ile Barbar’a giriştiler. Özellikle kafasına Bergun’un oğlu Hardel tarafından indirilen ilk darbe, gücünü kaybetmesine sebep olmuştu. Gözlerini açmaya, toparlanmaya çalışıyor ama yedi koldan sağanak gibi gelen darbeler buna fırsat vermiyordu. Körlemesine savurduğu kollarıyla bir iki kişiye vurabildi, ancak bunlar sabahtan beri kahramanlık hikâyelerine alkış tutan, kendini masanın altına atmayı becerememiş, geçici dostlarıydı.

Neden sonra, Sör Naycıl dayak yemekten yoruldu. Yumuşadı, muşmula gibi oldu ve kendinden geçti. Dövenler, bir iki dakika daha devam ettiler vurmaya, ancak neden sonra onlar da yorulduklarından mıdır nedir, teker teker bıraktılar dövmeyi. Vücudunun her tarafı moraran, yüzü gözü şişmiş barbar, zorlukla taşındı ve kasabanın dışında, yolun karşı tarafında ki dere yatağının kıyısına atıldı.

Bu arada handa Bergun ve Hardel, Barbar’ın el koydukları iri kılıcını inceliyorlardı. “Fena değil” dedi Hardel, “tabii satabilirsek. Bunu kullanacak adam bulmak da zor.”

“Ne yapalım, şehirde satabiliriz belki. O herif de bir daha kasaba sınırlarından girmeyecek, ona göre!” dedi Bergun ve tekrar Tiq Otally’nin masasına döndü. “Üstat görüyor musunuz başımıza gelenleri, bir sürü hengame, hem de boş yere.”

“Ben zaten görmüştüm ama üzme kendini, sayenizde epeyce eğlendik. Yine de acıdım barbara, epeyce hırpaladınız onu.”

“Az bile oldu. Üstad bu nasıl bir zihniyettir ki, parası olmadığı halde insanlara içki ısmarlayıp, cömertlik yaptı? Deli midir, bu adam?”

“Biraz deli, biraz da yalnızlık, takdir edilme, sevilme ihtiyacı.”

“Yok hocam, tam sopalık bir adam işte. Hoşuna gidiyor sopa yemek. Bir de başımıza düşman kesilmese bari, delidir ne yapsa yeridir.”

“Evet... Ama asıl tehlike, bence şuradaki adamlar!” dedi büyücü Tiq.

Bergun’un yine beti benzi soldu. “Ustam bugün hep kötü haber veriyorsunuz” dedi, büyücünün işaret ettiği yöne bakarken.

En köşe masada, gölgeler içinde oturan iki kişiyi gösteriyordu Otally. İkisi de kara giysiler içindeki adamlardan biri cübbeliydi ve içerisi sıcak olduğu halde kukuletasını takmakta ısrar ediyordu. Zayıf, uzun bir adamdı. Kocaman tırnaklı elini, boynuna asılı çantanın üstüne bastırıyor, belli ki çantasında değerli bir şey saklıyordu. Diğeri ise karanlık işlerle uğraşan birine benziyordu. Soğuk sinsi bakışları, fıldır fıldır gözleri, kemerine asılı hançer koleksiyonu -ve çizmelerindekiler- onun büyük ihtimalle bir kiralık katil olduğunu belli ediyordu. İkisi de sanki izlendiklerini anlamışçasına kalktılar ve handan çıkmaya davrandılar.

“Haa, onlar mı?” dedi Bergun. “Bence de insanın arkasını dönmek istemeyeceği tipler ama hesaplarını ödediler. Ve sizin de bildiğiniz gibi üstat, Kuru Döşek Hanı’nın bir prensibi vardır: Müşteri hesabını ödediği ve olay çıkarmadığı müddetçe, kim olduğu önemli değildir.”

“Biliyorum,” dedi Tiq Otally, kapıdan çıkmakta olan ikilinin peşinden bakarak. “O cübbeli olan, bir büyücü. Üstelik karanlık sanatlarla ilgilendiğinden, adım gibi eminim. Çantasında sakladığı her ne ise, görmem mümkün olmadı. Bunlar bir iş çevirecek gibi geliyor bana.”

İki karanlık tipli adam, handan çıkarak, atlarını almak için ahırlara yöneldiği sırada, katil tipli olanı, “bence boşuna büyütüyorsun,” dedi, “vakit gece yarısına gelirken, dışarıda kamp yapmamız gereksizdi.” Bu adam gerçekten de profesyonel katildi. Auntrin şehri sokaklarında “Yılan” diye bilinirdi, belki yılan gibi hızlı saldırması, belki de zehirli hançer kullanması yüzünden.

“Hiç de değil!” diye itiraz etti kara büyücü Degrim. Hayatını karanlık sanatların inceliklerini öğrenmeye adamıştı ve sayısız kurbanını kötülüğün bir sanat olabileceğine ikna etmişliği vardı. “İçerideki ahmak bizden şüphelendi ve benim de, bütün gece adamın tarayıcı büyülerine karşı diken üstünde durmaya niyetim yok.”

Ertesi gün güneş tepeye çıkarken, Barbar Sör Naycıl, Mavitaş Kasabası kapısına geldi. Üstü başı çamur içinde, morluklar ve kurumuş kan lekeleriyle berbat görünüyordu. Gözünün biri tamamen kapanmış, diğeri de hatırı sayılır derecede şişmişti. Kapı nöbetçileri derhal kılıçlarına davrandı ve üç adam boyu duvarların üstündeki iki okçu da, ellerindeki çifter çifter arbaletleri savaşçının iri gövdesine doğru çevirdi. “Uzak dur!” diye uyardı nöbetçi çavuşu. “Artık bu kasaba da istenmiyorsun. Canını seviyorsan bir daha buralara uğrama!”

“Kılıcımı verin lan!” diye bağırdı savaşçı, sesi biraz yorgun gibiydi.

“Kılıcına, borcun karşılığında el konuldu!” dedi nöbetçi.

Barbar hiddetle nöbetçinin üzerine yürümek istedi bir an, ancak vınlayarak bir adım önüne saplanan bir ok, onu durdurdu. Duvarın üstündeki okçulardan biri uyarı atışı yapmıştı ve barbar nöbetçilerin gözlerine baktığında, ilerlerse onu öldüreceklerine ikna oldu. Birkaç adım geri çekildi ve parmağını -tehdit edercesine- nöbetçilere doğru sallayarak konuştu: “Sanmayın ki, bu olay burada kapandı. Döndüğüm de... Döndüğüm zaman, göreceksiniz! Hepinizin...” diye küfürlerle devam etti sözlerine. Tumturaklı küfürler etti, gün yüzü görmemiş ve kadim zamanlardan kalma küfürler. Bütün Mavitaş Kasabası ahalisinin, çevre ahaliler ve hatta yakın şehir ahalilerinin kulaklarını çınlattı. Çoluk çocuk, büyük küçük, ecdatlarını ve doğmamışları da ayırmadı. Oradan geçip de konaklayanı, hatta konaklamayıp da geçeni bile ve salaklık edip uğradığı için, üstelik bu nankör insanlara içki ısmarladı diye kendini de dahil etti listeye. Sövüp saydı, sayıp sövdü. Sonunda yoruldu, ağzı kurudu. Nöbetçiler ise hiç cevap vermediler bu sövmelere.

Akşam yediği dayaklardan dolayı her yeri ağrıyan barbar savaşçı,  zonklayan başını tutarak, tekrar dere kenarına dönüp su içti. Derken yola koyuldu ama nereye gittiğini bilmeden, nereden geldiğini bile hatırlamadan, sadece yürüdü. İçinden bir ses batıya yönelmesini söyledi, Temperli Dağlar’a doğru. O da, bütün gün, saatlerce yürüyerek, dağların ardından kaybolup kendini Mavitaş Ormanı’nın koyu gölgeleri arasına terk eden güneşi takip etti. 

Aç açına karanlıkta kalmıştı barbar savaşçı, üstelik silahsızdı. Birden uzakta bir kamp ateşi gördü. Kaybedecek bir şeyi kalmamış adam için umut ışığıydı bu ve tereddüt etmeden o tarafa yöneldi. Ateşin yanına geldiğinde, iki kara giysili adamın oturduğunu gördü. Ateşin üzerinde cazırdayan av etinin kokusunu önceden almıştı zaten.

“Yemek?” dedi barbar, eliyle eti işaret ederek.

“Buyrun Sör Naycıl,” dedi kara cübbeli büyücü, “acıkmış olmalısınız.”

Savaşçı bir an duraksadı. “Adımı nerden biliyorsun?” dedi ve ete saldırdı. Kalan konuşmaları tıka basa dolu bir ağızdan çıkan, yarı anlaşılır homurtular oldu.

“Aman efendim, sizi tanımayan mı kaldı bu yörede?” dedi büyücü Degrim. “Sizin kadar kaslı, sizin kadar kahraman görünüşlü kimse mi var civarda?”

Barbar keyiflendi. Konuşmayı pek sevmeyen kara katil Yılan, savaşçıya bir şişe uzattı. Barbar içinde ne olduğunu sormadan kafasına dikti şişeyi. İçki ateş gibi yakarak geçti boğazından.

Neden sonra Degrim tekrar konuştu. Sinsilikten zevk alan bir ifade vardı yüzünde. “Ama Mavitaşlılar, çok ayıp etmişler size karşı.”

Barbar tekrar öfkelendi. “Ben onların...”

“Çok şerefsizlik etmişler yahu. Kaç kişi birden saldırdı?”

“Şerefsizleeer! Ama ben onların... Görücekler günlerini.”

“Arkadan vurmuşlar üstelik, öyle mi?”

“Delikanlı değiller ki! Ama bak görüceksin, ben onları... yapmazsam, beni de...”

“Aslında onlardan herkes şikayetçi. İyi yere dükkan açmışlar, geleni gideni soyuyorlar.”

“Eceli geldi onların. Yakında...”

“Aslında var ya Sör Naycıl, olsaydı bir kaç adamın fena mı olurdu? Gidip Mavitaşlıların dersini verirdin.”

“Adam mı?.. Yok adamım filan, adamı nerden bulayım?”

“Hatta adam değil de, sana evcil bir canavar lazım, mesela bir ejderha!”

“Ejderhaa mı?”

“Sana da ejderhadan aşağısı yakışmaz doğrusu. Düşünsene: Sör Naycıl ve ejderhası!”

“Heh heh!” Barbar’ın hoşuna gitmişti bu fantezi. Kendini ejderhanın sırtında uçarlarken hayal etti.

“Hepsinden alırsın intikamını!” Degrim iyice sokulmuş, savaşçının sol omuzu üzerinden, uğursuz bir rüzgarın iniltisini andıran, garip bir fısıltıyla konuşuyordu. “Ejderhanın nefesi, yakıp kül eder kaleleri, kuleleri! İsmin yüreklere korku salar, bütün kadınlar köle olur kapında!”

Barbar kendi krallığının hayalini kurdu: Bütün azametiyle devasa tahtında oturuyordu. Ayak ucunda ise, kıvrılıp yatmış ejderhası, burnundan dumanlar tüterek uyukluyordu. “Hahaha, güzel olurdu doğrusu ama ejderhalar evcilleşmiyor, benim bildiğim kadarıyla,” dedi daldığı hayallerden istemeyerek dönerken.

“Hiç evcilleşmez olur mu? Tabii ki evcilleşir, ancak işin sırrı: Yumurtayken alacaksın ejderhayı, yumurtadan çıkar çıkmaz ilk seni görecek. O zaman bağlanır sana, ana babası yerine koyar seni.”

“Yapma be! Peki nereden buluruz ejderha yumurtasını?”

Degrim pis bir sırıtışla barbara biraz daha yanaştı ve paranoyak bir tavırla ötede uyuklayan Yılana baktı. Bu bakış Barbar’ın gözünden de kaçmamıştı. “Sör Naycıl, sizinle karşılaşmamız bir tür kaderin cilvesi. Belki anlamışsındır, benim mesleğim büyücülük.”

Savaşçı hafifçe yüzünü buruşturdu, büyücülerden hoşlanmazdı ama bunu sesli olarak dile getirmedi. Ne de olsa adamın yemeğinden yemiş, içkisinden içmişti. Asıl önemlisi ise Degrim ona saygı duyuyordu! Evet en önemlisi de buydu.

“Benim gibi bir büyücü, senin gibi kudretli bir savaşçı tarafından korunmadıkça bir hiçtir!” dedi Degrim.

“Yok canım,” diye geveledi Sör Naycıl. Mütevazi olmaya çalışıyordu.

“Öyle, öyle!” diye üsteledi büyücü. Ne zamandır ekip olmak için senin gücünde... Yok senin yarı gücüne bile razıyım, bir savaşçı arıyordum.” Ötedeki kiralık katili işaret ederek fısıldadı, “Yılan’a hiç güvenmiyorum. Adı üstünde, Yılan! Dostlarını ne zaman sokacağı hiç belli olmaz. Ama sen öyle misin ya? Bi kere barbarlar dürüsttür, gururludur. Sana her zaman güvenebilirim. Sen adamı sırtından vurmazsın.”

“Ortak olmayı mı teklif ediyorsun?” dedi Naycıl. Sevmişti bu büyücüyü.

“Evet, hem de ömür boyu! Bir sürü ejderhamız olacak. Sırt sırta verdik mi kimse duramaz karşımızda! Ve bir gün sen kral olduğunda... Ben de vezirin olacağım! Ne diyorsun?”

Barbar bir kaç saniye düşündü ve paçavra bir pantalon ile hurda çizmelerinden başka  serveti olmadığını hatırladı. “Evet, olabilir. Neden olmasın?” dedi.

Yılanı uyandırmadan, sessizce kutladılar bunu, şişenin dibine vurdular. Derken büyücü yanından hiç ayırmadığı çantasından, kocaman bir karpuz kadar, yeşilimsi morumsu, acayip bir yumurta çıkardı.

“Ejderha yumurtası mı?” diye heyecanla atıldı Barbar.

“Hayır, bu sahtesi” dedi büyücü, “ama çok iyi bir taklittir, gerçeğinden ayırmak mümkün değil. Bunu, alacağımız asıl yumurtanın yerine koyacağız ki, anne ejderha peşimize düşmesin.”

Barbar yumurtayı büyücünün elinden kaptı. Gerçekten de muhteşem görünüyordu. Üstündeki desenleri ışıkta incelemek için ateşe sokuldu biraz.

Degrim heyecanla atıldı: “Dur, dur! Ateşe yaklaştırma onu!” Ve tekrar Barbar’ın elinden aldı yumurtayı. Birden suratından ter boşanmıştı. “Boyası akabilir de o yüzden!” dedi.

“Peki nasıl değiştireceğiz yumurtaları, daha da önemlisi ejderha yuvasını nerde bulacağız?” dedi Barbar.

“Her şey ayarlandı!” dedi Degrim. “Buraya yakın bir tepede yaşayan bir çift ejderhayı takip ediyorum bir süredir. Yılan ile buraya geliş amacımız buydu zaten. Yılan yumurtayı değiştirecek, ben de sihrimle onu görünmez yapıp, ejderhaların dikkatini başka yöne çekecektim.” Büyücü bir an duraksayıp, uyumakta olan kiralık katili tekrar göz ucuyla bir kontrol etti ve Barbar’a sokulup fısıldadı. “Yalnız bunun yumurtayı alıp kaçma ihtimalinden korkuyorum. Bence yumurtayı sen değiştirmelisin,” dedi.

Ertesi sabah üçü birlikte yola çıktılar. Birkaç saatlik yürüyüşten sonra ormanın bittiği yere vardılar.  Burada geniş otlaklar vardı ve ufuk çizgilerindeki dağlara kadar uzanıyordu.

Degrim, Barbar’a en yakın tepeyi göstererek, “bak o gördüğün Zümrüttepe’dir. Patika yolu takip edeceksin, kurumuş dere yatağının üzerinde asma bir köprü var, onu geçince tepeye dümdüz tırmanırsan büyük bir mağara ağzı görürsün. İşte ejderhaların yuvası, o mağara ve yumurta da muhakkak içerdedir. Ayrıca kimbilir başka ne hazineler var ama sakın altınları cebine tıkıştırıp da gürültü yapayım deme. Görünmezlik büyüsü yüzünden seni göremezler ama sesini işitebilirler.

“Hop, hop! Ben gitmeyecek miydim, ejderha yuvasına?” diye itiraz etti Yılan.

Sör Naycıl kabadayı bir hareketle, katil tipli adamın önüne geçti. “Planlar değişti, ben gidiyorum. İtirazın mı var?” dedi.

“Yok,” dedi Yılan. Bozulmuştu ama Barbar ile tartışmadı.

“O zaman işimize bakalım,” dedi Degrim. Barbar’ın üzerine garip tozlar serperek, anlaşılmaz kelimeler mırıldandı ve Sör Naycıl görünmez oldu.

Barbar diğerlerine eliyle ayıp işaretler yaptı ve onların bir şey farketmediklerini görünce de oldukça eğlendi. Büyücü Degrim içinde yumurta olan büyük çantayı el yordamıyla Barbar’ın boynuna astı. Bunun üzerine çanta da görünmez oldu.

“Unutma!” dedi Degrim, “bedeninden uzaklaşan her eşya görünür hale geçer. O yüzden özellikle çantayı kendine yakın tut!”

“Tamam” dedi Barbar ve yola çıktı. Diğerleri, uzun otlar ve çalılarla çevrili küçük bir tepeciğin ardına gizlendiler.

Bu sırada kurumuş dere yatağının ötesindeki Zümrüttepe’de iki ejderha, kayaların üzerine tünemiş, aylak aylak sohbet ediyorlardı.



“Çok güzelsin!” dedi erkek olanı, “her zaman ki gibi.”

Dişi olanı kırıtarak dişlerini gösterdi. Sıcak nefesindeki asit kokusu, erkeğin başını döndürdü.

“İştahımı kabartıyorsun” dedi erkek.

“Aç mısın yani?”

“Ben sana açım, ejderhaların en güzeli!”

“Şuraya bak!” dedi dişi, köprüye doğru yaklaşan Sör Naycıl’ı işaret ederek.

“Talihe bak, yemek ayağımıza geliyor.”

“Saldıralım mı?” dedi dişi olan.

“Bırak biraz daha yaklaşsın. Silahı bile yok, bu aptalın yolu buralara nasıl düştü acaba?”

“Aaa, bize baktı, bizi gördüğüne eminim ama arkasını dönüp kaçmak yerine sakince gelmeye devam ediyor.”

“Kendini görünmez mi sanıyor acaba?”

Bu sırada Degrim ve Yılan epeyce geriden ve saklanarak Sör Naycıl’ı takip ediyorlardı. Barbar farkında değildi ama her bastığı yere kiremit rengi bir ayak izi bırakıyordu.

“Sence ejderhaları atlatabilir mi?” dedi Yılan.

“Hayır,” dedi Degrim, “yaptığım görünmezlik büyüsü ejderhaları kandıramaz.”

“Peki yumurtanın içine koyduğun patlayıcı toz yeterli olacak mı?”

“Yeterli olmak mı? O miktarda patlayıcı toz, Mavitaş Kasabası’nı bile yerle bir eder. Birazdan patlayınca iyi siper al. Kafana bir ejderha poposu düşebilir çünkü. Hah hah hah!”

“Dua edelim de ejderler nefes püskürtmesinler geri zekalıya.”

“Sanmıyorum, silahsız bir adam için nefes tüketeceklerini ama sen yine de dua et, bunca çabamız boşa gitmesin. Bütün gece şu solucana yağ çekmek beni kendimden tiksindirdi.”

Sör Naycıl asma köprüyü henüz geçmişti ki, iki ejderha uçarak yanına geldi. Savaşçı ses çıkarmamak için kılını bile kıpırdatmıyordu ama iki ejderhanın da hemen yanına gelmesi ve direkt olarak kendisine bakmaları hayra alamet değildi. Acaba görünen bir yeri mi var diye kendisini kontrol etti ama yoktu. Kendi kendisini göremiyordu, o hâlde bu yaratıklar neden şıp diye önünü kesmişlerdi.

Ejderhalar yavaş adımlarla Sör Naycıl’a yanaştılar. Hem de burnunun dibine kadar, öyle ki, asit kokulu nefesleri Barbar’ın yüzünü yalıyordu. “Senin dua edecek bir tanrın var mı?” dedi erkek ejderha.

Sör Naycıl birden anladı ki: Onu görüyorlardı! “Hass...” dedi son olarak.

Kara büyücü Degrim, “tam zamanıdır!” diyerek saklandığı yerden çıktı ve elindeki küçük asadan, önceden hazırlamış olduğu şimşek büyüsünü fırlattı. Şimşek direkt olarak Barbar’ın taşıdığı çantanın üzerine çaktı. Sör Naycıl daha şimşek tarafından kızartılamadan, içi patlayıcı toz dolu sahte yumurta infilak etti. Patlamanın boyutları o kadar büyüktü ki, ejderhalar bile derhal öldü. Sör Naycıl’ın ise parçası kalmadı.

Kara büyücü Degrim ve yardımcısı kara katil Yılan, ejderhaların yuvasını yağmaladı. Hazineleri aldılar ve gerçek yumurtayı da.

SON


Resim: Kerem Beyit

.

7
Kurgu İskelesi / Isırgan Aşk
« : 31 Temmuz 2009, 21:04:53 »
.


Isırgan Aşk



     Aram Dambil ve Olaf Eisenmeister, ormanın içindeki ıssız, isimsiz bir patikada güle oynaya yürüyorlardı. İki delikanlı bir yandan yürürken bir yandan da, kışı müjdeleyen Sonbahar rüzgarlarının ayazına aldırmadan, ellerindeki sopalarla birbirlerine saldırarak kılıç oyunu oynuyorlardı. Her genç gibi onlarda, bir gün kahraman bir savaşçı olmak hakkında hayaller kurmaktan her zaman hoşlanmışlardı. İşin gerçeği, tarih boyunca Mavitaş Kasabası’ndan efsanelere konu olacak kadar ünlü bir kahraman çıkmamıştır. Ancak Aram ve Olaf, o gün okla ikişer çulluk vurmuşlardı. Ve bu av, iki gencin kendileriyle ufak çapta bir savaş kazanmışçasına gurur duymalarını sağlıyordu.   

     İriyarı olan Olaf, çevik Aram’ın usta manevrasından kaçınmak isterken sendeleyip yere düştü. Kuşları o tutuyordu ve neredeyse üstü başı çamur olacaktı. “Tamam, tamam! Artık yeter, sonra devam ederiz” dedi arkadaşına ve çamurlanan pelerinini silkeledi.

     Fakat Aram’ın gözü başka bir şeye takılmıştı. Sararmış yapraklarının çoğunu dökmüş ağaçların çıplak dalları arasından, ötede, epeyce ötede bir şey görmüştü. “Şşşt” dedi Olaf’a, eliyle susması gerektiğine dair bir işaret yaparak. Gözleri, arkadaşının bakması gerektiği yönü işaret ediyordu. İkisi de gözlerini kısarak baktılar.

     “Bir at mı?” dedi Olaf.

     “Sanırım. Baksana simsiyah, başka ne olabilir ki?”

     “Hadi gidip yakından bakalım!”

     “Havanın kararmasına bir şey kalmadı. Bir an önce Kasaba’ya dönsek iyi olur” dedi Aram, ancak Olaf ağaçların arasına dalmıştı bile. İki genç kendi imalatları olan yaylara birer ok takarak hafifçe gerdiler. Yaklaştıkça atı daha iyi görmeye başladılar. Kayalık ufak bir tepenin yamacına yakın duruyordu. Aram onun otlamadığını farketti; geviş bile getirmiyor, sadece heykel gibi duruyordu. Eğerliydi.

     “Bak!” dedi Aram; siyah atın biraz ötesinde, küçük bir tepenin yamacındaki bir mağara girişi, görüş alanlarına girmişti. Fısıldayarak devam etti: “Sahibi kesin içeridedir. Hadi geri dönelim.” Mağaranın ağzında karanlıktan başka bir şey seçilmiyordu.

     Olaf ata iyice yaklaştı. Aram ise gözlerini mağara girişine dikmiş, içeriden her an fırlayacak birine ya da bir şeye karşı ok ve yayını hazır tutuyordu.

     “Şşşş, korkma yavrum” dedi Olaf, atın boynunu sevmek için elini uzatırken. Ama hayvanın korktuğu filan yoktu. Olaf atın parlak siyah boynuna dokunduğunda, irkilerek geri sıçradı. “Soğuk!”

     Aram da şaşırmıştı. Arkadaşının bu tepkisi onu da ürkütmüştü. At ise hala sakindi.

     Birden, “hey!” diye bir ses duydular. Mağaranın ağzında biri duruyordu. “Atın sahibini arıyorsanız, o benim” dedi adam. Dışarı çıkmamış, gölgede duruyordu. Gençler korkuyla yaylarını yabancıya çevirdiler. Bir an adamın koyu renk kadife kumaşlardan oluşan kıyafetini görebildiler. Aram giysi kalitesinden anlardı ve bu adamın kaliteli giyindiği şüphe götürmüyordu. Böyle birinin pis bir mağarada konaklaması garipti.

     “Gençler, umarım beni vurmazsınız” dedi adam. Ses tonundan, çocuklardan birkaç yaş büyük olduğu tahmin edilebilirdi. Koyu lacivert pelerinine sarınarak mağaranın ağzında biraz daha öne çıktı ama yüzü hala gölgedeydi. Aram, adamın o pelerinin altında silah sakladığından emindi.

     “Kimseyi vurmayız!” diye bağırdı Olaf. “Tabii bize saldırılmazsa!”

     “O halde içim rahatladı” dedi yabancı. “Ben de bir şeyler yemek üzereydim. İsterseniz bana katılın.”

     Aram farkettirmeden Olaf’ı tuttu. Pervasız arkadaşının yemek teklifine balıklama atlamasını engelledi. “Bayım neden Mavitaş Kasabası’ndaki hana gitmediniz? Buraya oldukça yakın, at sırtında onbeş dakikada varırsınız” dedi yabancıya. 

     “Ah! Öyle mi? Buraların yabancısı olduğumdan... Ama kampımı kurdum artık. Mağaranın içinde ateş yaktım. Tavşan çeviriyorum, üstelik çay da var! Haydi gelsenize!” dedi esrarengiz yabancı. Sesi iştahlı çıkmıştı.

     Aram adamın yalan söylediğini hissediyordu. Olaf da şüphelenmişti; arkadaşına fısıldayarak: “Tavşan çevirse kokusunu alırdım” dedi.

     “Bayım, ışığa çıkın da yüzünüzü görelim!” diye seslendi Aram.

     Birden ortama bir ölüm sezsizliği hakim oldu. Serin akşamüstü rüzgarları bile bir dakikalığına durdu. Aram, deminden beri hiçbir yaratığın -kuşların bile- ses çıkarmadığının yeni farkına vardı. Çıt çıkmıyordu.

     İki arkadaş, yabancının yüzünü göremedikleri halde, ondan kendilerine doğru gelen, tüylerini ürperten, kötücül bir duygunun varlığını hissediyorlardı. Farkında olmadan yavaş yavaş geri geri yürümeye başladılar.

     Neden sonra adam konuştu: “Gözlerim biraz rahatsız, o yüzden ışığa çıkmak istemiyorum.” Sesi buz gibiydi. “Neden siz yanıma gelmiyorsunuz?”

     Hava bulutlu, üstelik akşamüstüydü. Gözleri rahatsızmış! Aram adamla tartışmaya girmedi. Zaten yavaş yavaş geri çekiliyorlardı. Hatta koşmamak için kendilerini zor tuttular. “Üzgünüm bayım ama evden merak ederler” dedi Olaf. Halbuki biraz önce yemek teklifine olumlu bakıyordu. Hızlı hızlı uzaklaştılar. Geri dönüp bakıyorlardı ama adam mağaradan çıkmadı. Yine de tuhaf yabancının karanlığın içinden onları izlediğini hissedebiliyorlardı.

     “Sence neyin nesiydi?” dedi Olaf. “Tüccar olmadığı kesin.”

     “Bence bir kaçaktı ve bizi de onu gördüğümüz için öldürecekti.”

     “Ama adamı doğru dürüst göremedik ki! Gölgeden çıkıp da yüzünü mü gösterdi bize?”

     “Tanınmamak için gölgede kaldı işte! Anlamadın mı?”

***

     Güneş batmaktayken Kasaba’ya vardılar. Mavitaş Kasabası iki adam boyunda duvarlarla çevriliydi ve bu da içeridekiler için oldukça güven vericiydi. Aram ve Olaf da kapılardan girerken rahatladılar ve tanıdıkları muhafızları selamlarken içtenlikle gülümsediler.

     “Birkaç gün Kasaba’nın dışına çıkmayalım bence” dedi Aram. İtiraf etmese de korkmuştu.

     “Zaten yarın festival başlıyor, yoksa unuttun mu?” dedi Olaf.

     Gerçekten de ertesi gün, bir hafta sürecek olan Sonbahar Festivali başlıyordu. Kasaba daha bu geceden hareketlenmişti.

     “Lisa’yla dans edecek misin bu sene?” diye sordu Olaf. Konuyu değiştirdiği için memnun gibiydi.

     “Bilmiyorum” dedi Aram. Canı sıkılmış gibiydi. “Onu anlamıyorum. Bir bakıyorsun güzel güzel konuşurken, bir bakıyorsun söylediğim bir şeye darılıvermiş...”

     “Şşşt geliyor” diye uyardı Olaf. Lisa ve arkadaşı Anna, şifacı Esmeralda’nın evinden çıkıyorlardı. İki genç kız Aram ve Olaf’ı görünce fısıldaşıp kikirdediler. Yanakları kızararak yollarını değiştirdiler ve delikanlıların önlerini kesmelerine fırsat tanıyan bir güzergahta ilerlediler.

     “Merhaba Lisa” dedi Aram. Genç kızı arkadaşından biraz öteye çekerek, Anna’yı Olaf’ın ilgisine terketti. “Yarın benimle dans edecek misin?”

     “Olabilir” dedi genç kız. Nazlı bir tavırla yüzünü çevirmişti. Ancak gövdesi Aram’a dönüktü. Göğüslerine kadar dökülen, lüle lüle kumral saçlarıyla oynuyordu. Derken öfke kıvılcımları çakan kocaman siyah gözlerini delikanlıya çevirerek, “sen geçen sene dans ettiğin -Tumbal Köyü’nden miydi?- o kızla dans etmek istersin belki!” dedi.

     Aram’ın ağzı açık kaldı bir an. “Ama... O... O, kibarlık olsun diye... Misafirimiz sayılırdı. Yani ben de kasabalıyım sonuçta. Yani ev sahibi olarak... Hem o istemişti dans etmeyi.”

     “Yalancı!” Lisa hızlı hızlı uzaklaşırken Anna’ya da bir bakış attı. Arkadaşının yüzünün halini gören Anna, Olaf’ı tersleyerek diğerinin peşinden gitti.

     Aram kıpkırmızı bir şekilde, etrafta olanları fark eden birileri var mı diye bakarken Olaf yanına geldi ve “Nooldu yaa?” diye sordu.

     “Geçen seneki bir olayı... Geçen sene Olaf... Civar köyden bir kızla dans etmiştim de onu söylüyor şimdi. Üstelik daha önce lafını bile etmemişti. Ne olmuş yani bir kızla dans etmişsem, öyle değil mi? Üstelik neden şimdi?”

     Olaf hıhladı. “Kendisi başka erkekle dans edince sorun yok ama...”

     “Başka erkekle mi? Ne diyorsun sen Olaf?”

     “Ha? Yok, mesela diyorum yani. Kızları anlamak zor dostum. Ama sen de hata yapıyorsun, çok fazla yüz veriyorsun Lisa’ya.” 

     “Öyle mi dersin?” Aram yüreğinin sıkıldığını hissediyordu.

     “Amaan boşver!” dedi Olaf. “Hadi hana gidelim. Festival mevsimi yüzünden birçok tüccar gelmiştir, hatta belki bir ozan bile vardır.”

     Gerçekten de Kuru Döşek Hanı’nın yan tarafındaki geniş ahırın avlusuna sığmamış bazı tüccar arabaları yolda duruyordu.

     “Önce eve uğrayalım” dedi Aram. Avladıkları kuşları pişirip yemek için sabırsızlandığını hatırlamıştı. İki arkadaş daha sonra görüşmek üzere evlerine yollandılar.

     Olaf’ın babası, Mavitaş’ın demirci ustasıydı. Zırh ve silah yapımında yetenekliydi. Oğlunu da yetiştiriyordu, ancak haylaz Olaf’ı demirci atölyesine bağlaması gerekiyordu. Delikanlı her fırsatta arkadaşlarıyla -özellikle de Aram’la- takılmak için ortadan kayboluyordu. Yine de demirhanede çalışmaktan vücudu yaşıtlarına göre iki misli fazla kaslanmıştı.

     Aram’ın ise anne ve babası Kasaba’nın terzileriydi. O yüzden kıyafetleri daima şık ve düzgün olurdu. Yakışıklı sayılırdı. Kasabanın hatta civar çiftlik ve köylerin kızları, gözlerini delikanlıdan alamazdı. Ah bir de anlayabilseydi şu kızları!

     O gece yemekten sonra iki delikanlı -adet olduğu üzere- babalarıyla beraber Kuru Döşek Hanı’na gittiler. Mavitaş Kasabası’nın gözde sosyal faliyeti, Han’a gitmek; lezzetli içkilerden içerek, arkadaşlarla muhabbet etmek, gece konaklamak için uğramış tüccarlardan havadisler dinlemek ve eğer şansları varsa o gece denk gelmiş, konuşmaya hevesli birkaç maceracının başından geçen inanılmaz hikayeleri dinlemekti.

     Mavitaş Kasabası, Mavitaş Ormanı’nın ortasından geçen ticaret yollarının kesişme noktasında olduğundan, Han’ın her zaman -yerli ve yabancı- çok müşterisi olurdu. Sonbahar Festivalinin başlamak üzere olması da müşteri sayısını ikiye katlamıştı.

     Aram ve Olaf, Han’ın çok geniş meyhane bölümünde, babaları ile köşe kapmaca oynayacak şekilde duruyorlardı. Sadece üzüm suyu içmelerine izin vardı ve yaşlıların oturdukları masalara oturmaları -nedense- yakışık almıyordu. Tuhaf adetler. O yüzden ellerinde kupalarıyla masaların aralarında dolaşıyorlar, ilginç buldukları muhabbetler olursa yandan yandan kulak misafiri oluyorlardı.

     Mantar toplayıcısı yaşlı Pokemon, yine bir masaya saf köylüleri toplamış, yarı efsaneleştirilmiş tarih dersi veriyordu: “Sonbahar Festivali’nin ismi, aslında çook eskiden ‘Yaşayan Ölüler Festivali’ydi. Ama çağrıştırdığı uğursuzluktan kaçınmak için halkın dilinde zamanla değişmiş, asıl ismi ve bu festivalin neden yapıldığı bile unutulmuştur” dedi Pokemon ve göle olta sallamış gibi sessizleşti.

     “Hadi yaa, nasıl ki?” dedi köylülerden biri.

     Yaşlı mantar toplayıcısı, sararmış dişlerini göstererek sırıttı. “Anlatayım o halde” dedi ve yarım birasını çabucak fondip yapıp kupayı masaya -boş olduğunu vurgulayacak şekilde- hızlıca bıraktı. Her zamanki gibi, o öyküyü anlatırken hevesli dinleyicilerden biri ona bir bira ısmarlayacaktı. “Kral Dementor’un dedesinin babası Muhteşem Baltar-Tulu Dementor zamanında; Mavitaş Ormanı’nın derinliklerinde, tam olarak Dolunay Gölü’nün batısındaki Temperli Dağlar’ın karanlık dehlizlerinde, bir yaşayan ölüler ordusu peyda oldu. Kadim zamanlardan kalma ‘Arkeneon’ isminde bir yeraltı şehri, cücelerin masumane madencilik çalışmaları yüzünden ortaya çıkmıştı. Uyandırılan gece yaratıkları, cücelerin açtıkları galerilerden yeryüzüne taştılar. Sayısız iskelet, zombi, hayalet, vampir ve başka binlerce uğursuz yaratık. Hepsi de, cansız parçalardan oluşmuş soğuk uzuvları, uğursuz büyülerce bir arada tutulan lanetli canavarlardı. Korkunun efendileriydiler. Tek içgüdüleri, kanı sıcak akan canlıların etlerini kemiklerinden, zihinlerini beyinlerinden ayırarak öldürmek ve böylece her öldürdüklerini kendi saflarına katmaktı. Katliama başladılar. Ölüm, ölüm, ölüm. Başlarında “Furk” denilen bir hayalet ejderha vardı. Öldürdükleri insanlar, cüceler ve elfler de yaşayan ölülerin arasına katılıyor, uğursuz ordu her geçen gün kalabalıklaşıyordu. Derken Kral Baltar-Tulu ordusunu topladı ve yanına Ruhsal Işık Tarikatı’nın kutsal rahiplerini de alarak, korku hükümdarının ordusuyla yüzleşti. Furk’un ordusunun en büyük gücü korkudan kaynaklanıyordu. Ancak ışığın rahipleri, Kral’ın ordusunun ön saflarında çarpışarak, -kimbilir hangi kutsanmış yöntemlerle- askerlerin maneviyatını yüksek tuttular. Savaşın en şiddetli anlarında Kral Baltar-Tulu -bizzat kendisi- ışığın kutsanmış kılıcı “Ligata” ile Furk’u, -bir nefesiyle en iradeli canlıların aklını kaçırtan, korkudan kalbini patlatan uğursuz ejderhayı- ikiye biçti. Hayalet Ejder başka bir boyuta göçerken, savaş da sıcak kanlıların lehine döndü. Zorlu bir savaş oldu ancak sonunda bütün yaşayan ölüler öldürüldü. Ah! Biliyorum onlar zaten ölüydü; yok edildiler demeliydim. Ya yakılarak veya çeşitli büyülerle toza dönüştürüldüler ya da cehennem gibi boyutlara sürüldüler. Dağların altındaki lanetli şehir Arkeneon’a giden bütün dehlizler mühürlendi. Ve bu beladan da kurtulmuş olundu. Kral Baltar, bu büyük zaferi kutlamak için bir hafta boyunca festival yapılmasını buyurdu. İşte o zamandan beri yapılan, her sene bir hafta boyunca eğlencelerle geçirdiğimiz Sonbahar Festivali’nin gerçek hikayesi aslında budur.”

     Yaşlı Pokemon, amatör ozanlık performansından gurur duyarak arkasına yaslandı. Masadakiler öyküden etkilenmişti. Gülümseyerek, hak ettiği -ısmarlanmış- birasını yudumladı.

     Köylülerden biri, “vay bee” dedi. “Peki yaşayan ölüler, o zamandan beri bir daha görünmedi mi?”

     Pokemon’un cevap vermesine fırsat bırakmadan, “yaşayan ölüler her zaman aramızda!” dedi yabancı bir ses. Kendinden emin, abartıdan uzak, görmüş geçirmiş bir sesti bu.

     Masadaki -ve yanlardaki- herkes, bakışlarını ne zaman gelip de tepelerine dikildiği belli olmayan iriyarı yabancıya çevirdi. Adam kısacık kır saçları, kalın beyaz bıyıkları, yaşını belli etmeyen keskin yüz hatları ile asalet abidesi gibiydi. Hele o gri gözleri... Aram, onun kılık değiştirmiş bir kral olduğunu düşündü. Taktığı mücevher ve yüzüklerin süslenmekten çok koruyucu tılsımları taşımaya yaradığı tahmin edilebilirdi, çünkü adamın alımlı görünmek gibi bir derdi yoktu. Kılık kıyafeti şık olma kaygısından uzak, basitti. Güç timsali boyun kasları, pelerininin altında sakladığı çelik adalelerin ip ucunu veriyordu sanki. Bir kılıcın kını, küçük bir arbalet, koyu renk elbisesi üzerindeki hançerler, çeşitli keseler, cam ve parlak nesneler kahverengi pelerinin müsaade ettiği kadarıyla görünen eşyalardı.  Azametliydi.

     Mantarcı Pokemon, üzerindeki ilginin birden tuhaf yabancıya dönmesinden hoşlanmamıştı. “Mavitaş Ormanı’nda birkaç hayalet dışında yaşayan ölü görmedim” dedi.

     Yabancı’nın gri gözleri buz gibiydi. “Zaten onları görecek kadar yaklaşanlar, ‘genelde’ köyüne dönüp anlatacak kadar hayatta kalamazlar” dedi.

     Meraklı köylülerden biri atıldı: “Bayım, siz bu konularda oldukça bilgilisiniz galiba?” dedi.

     “Olmak zorundayım, çünkü onları avlıyorum” dedi kır saçlı esrarengiz yabancı. Sesinde en ufak bir böbürlenme tınısı yoktu.

     Masadan hayret ifadeleri dolu uğultular yükseldi. Köylüler heyecanla adamı masalarına davet ettiler ama adının “Zoltan” olduğunu söyleyen yaşayan ölü avcısı dinleneceğini bahane ederek odasına çıktı.

     Aram ve Olaf da duyduklarından etkilenmişti.

***

     Ertesi gün şenlikler başladı. Kasaba meydanına devasa bir çadır-çardak kurulmuştu. Burada kasaba dışından gelme çalgıcılar nöbetleşe olarak çalıyor, müzik hiç durmuyor, insanlar yorulana kadar dans edip eğleniyordu. Çevre köylerden ve dışarıdan gelenler sayesinde kasabanın nüfusu ikiye katlanmıştı. Tüccarlar, küçük renkli çadır-tezgahlar kurup meydanı çepeçevre renge boğmuşlardı. Hem kasaba valisi, hem de Kuru Döşek Hanı’nın sahibi olan Bergun Pastaci, meydanda da küçük bir şube açmış, adamlarına taşıttığı fıçı fıçı bira ve şarapla dans etmekten susayanlara hizmet verdiriyordu. Festival süresince bütün içkiler yüzde otuz indirimliydi.

     Aram’ın gözleri bütün gün Lisa’yı aradıysa da, genç kız ortalarda gözükmemişti. Hava kararmaya başladığında, sayısız rengarenk fenerin aydınlattığı meydan daha da göz alıcı oldu. Sonunda Aram Lisa’yı gördü. Genç kız şık bir elbiseyle, dans pistinde eteklerini savura savura dans ediyordu. Hem de yabancı bir erkekle!

     Aram’ın kan beynine sıçradı. Lisa’yı biriyle görmek... Böyle acı olacağı hiç aklına gelmezdi. Kıza baktı. Lisa oldukça eğleniyor, şen kahkahalar atıyordu. Bu genç Aram’ın içini daha da acıttı. Hemen oradan uzaklaşmak istedi ama merakı buna engel oldu. Adamı inceledi. Lisa’dan en az on yaş büyük olmalıydı. Gayet şıktı. Koyu renk giyinmişti ve koyulacivert pelerini... Sanki bir yerden hatırlıyordu. Yakışıklıydı. Boylu poslu, geniş omuzluydu. Siyah dalgalı saçları, ince bıyıkları vardı. Cildinin rengi neredeyse dolunay renginde açıktı. Dans edişi, kendini beğenmiş hareket ve tavırları Aram’a zengin bir züppe olduğunu düşündürdü.

     Hareketli müziğin temposuna ayak uydurarak, dans edip birbirlerinin etrafında dönerken; züppe yabancı, bir yandan da Lisa’yla konuşuyor ve her ne söylüyorsa, genç kızın kikir kikir gülmesine sebep oluyordu. Dans bitti ve Lisa reverans yaparak ayrılmak istedi. Züppe, kızın elini tuttu ve gözlerini gözlerinden ayırmadan, Lisa’nın elini -ama üstünü değil, çevirerek avuç içinden- öptü. Aram, renkli ışıklar altında bile, kızın kulaklarına kadar kızardığını farkedebiliyordu. Lisa, etrafını görmeden, adeta uçarak yanından geçiyordu ki, Aram kızı durdurdu: “Lisa!”

     “Aram!” Genç kız irkilmişti. Yüzündeki sırıtış kayboldu.

     “Kimdi o?” diye sordu Aram duygusuzca, ama içinde fırtınalar kopuyordu.

     Genç kız biraz çekinerek ama biraz da zevk alırcasına meydan okuyan bir tavırla konuştu: “Zaphir’li bir tüccar. Benimle dans etmek istedi, ben de ‘ev sahibi olarak’ kıramadım kendisini” dedi.

     Aram dişlerini ve yumruklarını sıkmıştı. Lisa genç adamın konuşmasına fırsat vermeden, “yemeğe geç kaldım, gitmeliyim” diyerek koşarcasına uzaklaştı. Aram kızın arkasından bakakalmıştı. Neden sonra, gözleri şehirli züppeyi aradı ama yoktu. Handa olmalıydı.

     Aram hana gittiğinde yakın arkadaşı Olaf ile karşılaştı. Olaf onun bozuk olduğunu hemen anlamıştı. Kuytu bir masaya geçip garsondan bira istediler. Aslında onlara bira yasaktı ama ne de olsa Festival haftasıydı. Aram ikinci biradan sonra iyice duygusallaştı, üçüncüden sonra ağladı ve dördüncüden sonra kustu. İki arkadaş temiz havaya çıktılar ve Kasaba’nın kalabalık meydanından uzak durmaya dikkat ederek arka sokaklarda dolaştılar. Aram yavaş yavaş kendine gelmişti.

     Ancak tam bu sırada korkunç bir şey oldu. Kasaba’nın etrafını çevreleyen sınır duvarının güney kısmındaydılar. Ötede, duvarın dibine yakın bir ağacın yanındaki kuytuda, Lisa ve şehirli züppe... Aram bir an için kabus gördüğünü sandı. Adam sevdiği kıza sarılmış, onu öpüyordu. Lisa, kafasını hafif geriye doğru atmış inliyor, adamın onu öpücüklere boğmasına izin veriyordu. Züppe, kaytan bıyıklı ağzını kızın kuğu kadar zarif boynuna şehvetle yapıştırmış öpüyor, elleri de boş durmuyor, kah saçlarında, kah kalçalarında gezinerek sanki kızın en bakir kuytularını araştırıyordu.

     “O... O, Lisa değil mi?” dedi Olaf. Kelimeler boğazından zorlukla sökülebilmişti.

     Karşılarında gördükleri ayaküstü sevişme seansı yüzünden iki genç kıpkırmızı kesilmişti. Lisa değil de bir başkası olsa gençler saklandıkları yerden muzipçe olayı seyreder, dalgalarını geçer, keyfini çıkarırlardı. Ama Lisa... Aram’ın Lisa’sı...

     “İkisini de geberteceğim!” diye tısladı Aram ve hançerine davrandı.

     Ancak Olaf sanki böyle bir hareketi bekliyormuş gibi, onu tutarak engelledi. Fısıltıyla ama çabuk çabuk konuştu: “Saçmalama Aram! Dostum bir kız için katil olmaya değer mi? Demek ki sana layık değilmiş! Sana kız mı yok? Boşver dostum, bir kız için değmez! Değmez!”

     Olaf haklıydı. Ama acıyor! Birden ikisinin de omuzlarını kavrayan güçlü eller ödlerini kopardı. Yaşayan ölü avcısı Zoltan, yakalamıştı ikisini. “Ne yapıyorsunuz burada?” diye sordu sertçe ama bağırmadan.

     Aram irkilmenin refleksiyle yine hançerine davranacak oldu ama Zoltan’ın gri gözleriyle karşılaşınca vazgeçti. “Şehirli bir züppenin, kız arkadaşımı götürmesini seyrediyoruz” dedi acı acı ve alaycı bir şekilde. Sinirden ağlamamak için kendini zor tutuyordu. Boğazında bir yumru takılmıştı sanki.

     Kır saçlı Zoltan, bir an için babacan bir tavır takındı. Hala omuzlarından tutuyordu. “Oradaki senin kız arkadaşın mı?” dedi neredeyse üzgün bir ses tonuyla.

     “Bir zamanlar öyleydi” dedi Aram, sesindeki titremeyi gizlemeye çalışarak.

     Zoltan tekrar sertleşti. Bağırmamakta ısrar ederek iki genci sertçe azarlıyordu. “Sizi salaklar! O adam bir vampir ve kızın kanını emiyor” dedi.

     Şaşkınlıkla, “Ha?” dedi Aram, Olaf ise “hass...”

     İki genç tekrar ötedeki samimiyet tablosuna göz attıklarında; Lisa’nın dolunay altında parlayan zarif boynunun, vampir tarafından hoyratça emilirken sızan kanların ürkünç kızıllığı ile lekelendiğini gördüler. Kızın inlemeleri artmış ama kolları güçten kesilmişçesine, bir kukla misali iki yanından sallanıyordu. Adam vahşi bir kendini kaybedişle emiyordu Lisa’yı. Kasaba’yı kaplayan müzik sesi olmasa ağzının şapırtıları bile duyulabilirdi.

     Aram’ın yüreği ferahladı. Demekki sevişmiyorlarmış! Yiyişiyorlarmış. Yani adam yiyiyormuş. İçiyormuş daha doğrusu... Kendinden utanmalıydı böyle düşündüğü için ama elinde değildi işte!

     Zoltan’ın uyarısıyla kendilerine geldiler. Avcı, elindeki birer şişeyi gençlere uzattı. “Bana yardım edeceksiniz! Ben savaşırken bu kutsal suyu vampire atmanızı istiyorum. Bir damlasını bile ziyan etmeyin sakın!”

     İki genç şişeleri alırken başka bir heyecanın içine düştüler. Yıllarca dinledikleri kahramanlık hikayeleri, iblisle bizzat savaşma fırsatı olarak, gelip onları kendi kasabalarında bulmuştu. Gençler hançerlerini de çektiler bu arada ama Zoltan alaycı bir bakışla “onlar bir işinize yaramaz bunları alın” dedi. İki küçük ayna uzatıyordu. “Vampir aynadan korkar, en azından size yaklaşamaz.”

     Zoltan sol elinde minik bir arbalet tutuyordu ve kurulmuş olan ok, tahta değil demirdi. Sağ elinde ise ışıltılı bir kılıç vardı. Aram’ın görebildiği kadarıyla kılıcın kabzası, kollarını göğsünde çaprazlamış bir melek figürü şeklindeydi. Melek kanatlarını yanlara doğru dik olarak açmış, böylece kabzanın koruyucu kısmını oluşturmuştu. Kılıcın keskin bölümünün üzeri de, anlaşılmaz kadim rünlerle kaplıydı. Gençlerin ikisi de kılıca hayran kaldı. Demircinin oğlu Olaf, silah kalitesinden anlardı ve bu onun hayatında gördüğü en güzel kılıçtı.

     Vampir, kızcağızın boynunu vakumlamakla öyle meşguldu ki, yanına gelen grubu farketmedi bile. Körpe kızın lezzetli kanını emerken aldığı şehvetimsi zevk onu bu dünyadan koparmıştı sanki. Hırıltılı inleme sesleri çıkarıyordu. Elleri kızın her yerindeydi.

     Bir karış boyundaki arbalet oku, vınlayarak vampirin hafif öne eğilmiş başının tam üstünden, kafatasını delerek yarısına kadar girdi. Her hangi bir canlı derhal ölürdü ama bu adam hırlayarak ve kanlı ağzındaki kocaman sivri köpek dişlerini göstererek zaten ölü olduğunu ispatladı. Yaşayan bir ölüydü o! Acılı bir öfke, şaşkınlık ve nefret... Lisa’nın hareketsiz bedeni yere düştü.

     Anlaşıldı ki yaratığın kafasına giren arbalet oku, sıradan bir ok değildi. Okun arkasında küçük bir halka ve bu halkaya bağlı ince ama sağlam bir çelik tel vardı. Telin diğer ucu Zoltan’ın kemerine bağlıydı. Zıpkın!

     Vampir avcısı arbaleti attı ve iki eliyle tuttuğu, kutsal rünlerle bezeli tılsımlı kılıcını savurarak saldırıya geçti. Vampir de bir yandan kılıcını çekerken, sağına soluna hızlı hızlı bakındı. Gençler ona aynaları gösterdiler ve vampir ürkütücü bir çığlık atarak geriledi. Kafasından Zoltan’a uzanan tel gerilerek dengesini bozdu. Kılıcını tele savuracak oldu ancak Zoltan saldırmıştı. Kılıçlar çarpıştı. Kıvılcımlar çaktı, öldürücü sesler kulaklarda çınladı. Sanki iki değil dört kılıç varmışçasına gözü aldatan çok seri hamleler yapılıyordu.

     Yaratık Kasaba duvarına sıkışmıştı. Önünde sıradışı bir savaşçı, iki yanında ise bakamadığı aynaları kendine tutan iki genç vardı. Kapana kısılmıştı. Kafasına girmiş demirden ok ve ona bağlı tel, duvarın üzerine sıçramasına engeldi. Karşısındakinin ona salladığı kılıcın tılsımlı olduğunu anlamak için de müneccim olmasına gerek yoktu. Tek çaresi, Savaşçı’yı kesip ablukadan çıkmaktı. Son bir gayretle Zoltan’a doğru atıldı.

     Vampirin refleksleri inanılmazdı ancak Zoltan’ın da müthiş bir kılıç ustası olduğu belliydi. Kılıçlar tekrar şakırdadı. Öldürücü hamleler, gözün algılama kapasitesine meydan okurcasına vızıldıyordu. Tam savaşın bu ateşli anında, iki yandan vampirin üzerine yok oluşu müjdeleyen bir asit yağmuru gibi yakıcı su damlaları yağmaya başladı. Aram ve Olaf, bir ellerinde vampiri uzaklaştıran aynaları tutarken, diğer ellerindeki şişelerden yaratığın üzerine kutsal su atıyorlardı. Her türlü kutsiyete yok oluş derecesinde alerjisi olan vampirin üzerinden dumanlar çıkyor, değdiği yerlerde küçük kraterler oluşturan damlaların cızırtıları duyuluyordu. Yaratık öyle bir çığlık attı ki, kasaba meydanındaki müzik sustu.

     Zoltan’ın kılıcı vampirin kolunu biçti. Yaratığın kılıcı tutan eli yere düşerken toza dönüştü. Vampir geriledi ve sonunda duvara yaslandığında sonunun geldiğini anlamıştı. Korkunç dişlerini gösterip tısladı. Zoltan önce yaratığın göğsüne soktuğu kılıcı ile henüz yakıcı bir reaksiyon başlatmışken aceleyle çekip son darbeyi indirerek vampirin kafasını uçurdu. Gece yaratığının bedeni sanki görülmeyen alevlerle çarçabuk yanmış gibi küllere dönüştü.

***

     İki gün sonra kasaba mezarlığında Lisa’yı toprağa verdiler. Kızcağız çok kan kaybetmiş, kurtulamamıştı. Festival iptal edildi. Kasaba’da güvenlik önlemleri arttırıldı.

     Aram, Olaf ve Zoltan kalabalıktan ayrı duruyorlardı. Yaşayan ölü avcısı veda edecekti. “İsterseniz benimle gelebilirsiniz” dedi, “ben de gençleşmiyorum sonuçta ve mesleği birilerine öğretmemin zamanı geldi sanırım.”

     Gençler şimdilik bunu düşüneceklerini söylediler. Henüz müsait değillerdi. Özellikle Aram, kendini toparlayamamıştı. Yalnız kaldıklarında arkadaşına içini döktü. “Biliyor musun Olaf, Lisa’nın ölümü... Yani... Onun adamla sevişmesindense ölmesini istedim. Evet bunu istedim. Ben nasıl bir canavarım ki?.. Şimdi bile... Eğer Lisa kurtulsaydı... Yani hâlâ düşünebildiğim, acaba Lisa onunla gitti mi? Yani anlarsın, kendisi mi istedi diye düşünüyorum. Off, aklımdan çıkmıyor. Kendimden nefret ediyorum Olaf!”

     “Dostum, Zoltan’ın anlattıklarını unuttun mu?” dedi Olaf. “Vampirlerin insanı etkileyebildiklerini, eğer gözlerine bakarsa seni kukla gibi oynatabildiğini anlattı ya!”

     “Evet ama... Etkilemesi gerekmiş miydi acaba?”

     “Dostum o... Öldü artık. Bırak.”

     “Haklısın. Ben...”

     “Sen aşıktın... Aşk, pis bir şey.”


SON
.

8
FRP Arşivleri / Serüven Aşkı ...... OYUN
« : 25 Temmuz 2009, 19:30:41 »
.
Serüven Aşkı

Gri Ejder, Daern Kasabası’nın üç hanından, hem ana yola, hem büyük nehrin üzerinde beyaz bir gerdanlık gibi duran Taş Köprü’ye, hem de nehir gemilerinin bağlı olduğu işlek liman bölgesine en yakın olanıydı. Dolayısıyla her zamanki gibi kalabalıktı. Fiyatlar az buçuk oturaklı olduğundan kasabanın yerlileri pek uğramazdı buraya; daha çok nehir gemicileri, tüccarlar, yolcular ve serüvenciler. Serüvenciler... Başlarını olmadık belalara sokmak için macera arayan, kısa yoldan zengin olmak isteyen, kelle koltukta heyecan bağımlısı, öylesine dünyayı gezen, paralı askerler, hazine avcısı, ideal peşinde koşan ya da kaybedecek bir şeyi kalmamış çeşit çeşit serüvenci Daern Kasabası’na uğramışsa Gri Ejder Hanına yönlendirilirdi. Burada her türlü iş bağlantısı yapılabilir, bizzat Hancı Bertrand taraflar arasında aracılık ederdi.

Hava kararmış, kimi müşteriler akşam yemeklerini yerken, kimi de içkilerini yudumlayıp sohbet ediyorlardı. Gnome bir Ozan, telli çalgısının hoş tınılarıyla atmosferi yumuşatıyordu. Ancak müzisyen hancının uyarısıyla müziği kesti. Kırk yaşlarında üzgün görünümlü bir adam Bertrand’ın da yardımıyla masaya çıktı. “Afedersiniz, bir dakikanızı alacağım sadece!” diye yüksek sesle bağırarak salondaki herkesin dikkatini çekti. “Adım Oswaldo. Bazılarınızın bildiği gibi bu kasabanın yerlisi bir tüccarım. İkiz kardeşim Samuel 10 gün önce kervanıyla ticaret amaçlı yola çıkmıştı, ancak bugün Samuel’in atı tek başına geri geldi. Kardeşimin başına bir şey gelmemiş olsa, at onu bırakıp asla geri gelmezdi. Ben yarın sabah yola çıkıp, kardeşimin akıbetini bulmaya çalışacağım. Aranızdan bana yardım edecek, bileği güçlü ve gözüpek kişilere, bütün masrafları bana ait olmak üzere, günlüğü 1 altın ödemeye hazırım; ayrıca kardeşimi –ölü ya da diri- bulur da geri getirebilirsek, döndüğümüzde adambaşı 100’er altın ödül vereceğim. Gönüllüler geceyarısına kadar beni odamda görebilir; teşekkürler,” diye derdini anlatan adam masadan inerek odasına yürüdü. Hancı Bertrand, Oswaldo’nun omuzunu teselli eder şekilde tutarak, salondan çıkana kadar eşlik etti. Oswaldo’nun moralinin bozuk olduğu çok belliydi. Birkaç dakika kadar hemen herkes bu olayı konuştu, sonra yine ortam eski hâline döndü.

.

9
Kurgu İskelesi / AV
« : 24 Temmuz 2009, 23:05:46 »
.

AV

Soğuk şatonun taş koridorlarında yaşlı bir adamın aceleci ayak tıpırtılarından başka ses duyulmuyordu. Otis; saçları hem ortadan açılmış hem de beyazlamış, tombul bir yüzü, fıldır fıldır gözleri, sivri burnu olan, hafif kambur, romatizmalı bir adamdı. Bu şatonun kâhyasıydı. Devasa ana kapının kanatlarından birini açarak, dışarıya bir adım attı. Güneş batıyordu. 

Dört siyah atın çektiği siyah yolcu arabası, dakik bir şekilde mermer merdivenlerin önüne gelerek durdu. Arabanın lüks yolcu bölümünün kapılarında altın yaldızlı boya ile işlenmiş, sonsuz hayatı simgeleyen, içinde kum olmayan kum saati arması vardı. Arabacı, zayıf ve uzun boyluydu. Siyah giysisi ve silindir şapkasıyla daha çok bir cenaze levazımatçısını andırıyordu. Otis, onun aslında insan suretine bürünmüş bir kuzgun olduğunu düşündü.

“Bir yere ayrılma, ben Efendi’yi uyandırmaya gidiyorum!” diye bağırdı Otis.

Arabacının bir yere gideceği yoktu. Uzaklarda çakan bir şimşek, kızıldan karanlığa çalan ufku aydınlattı. Yağmur geliyordu. Otis tekrar içeri girip kapıyı kapattı. Üzerinde kalın kıyafetler olmasına rağmen üşüdüğünü hissetti ve gülümsedi. Yaşıyordu... Antre salonundaki büyük merdivenlerin yanından, dar bir koridora girdi ve arka taraftaki mahzen kapısına ulaştı. Beş mumlu bir şamdan ile yolunu aydınlatarak mahzene indi. Etrafı şarap şişeleri ve fıçılarıyla doluydu. Gizli bir kapıyı açan mekanizmayı harekete geçirdi ve duvarda açılan geçitten geçerek, daha da aşağılara indi. Sonunda gizli odaya geldiğinde, Efendisi’nin içinde yattığı taş lahitin önünde saygıyla durdu. Kabartmalarla süslü lahitin üstündeki kapak, bir insanın kaldıramayacağı kadar ağırdı. Otis tekrar gizli bir taşı yerinden oynattı ve lahitin kapağı, yandaki destek kolonlarının üzerine kaydı.

Taştan tabutun içinde, Otis’in ölmüş büyük büyük babasından bile yaşlı olduğu halde ancak otuzunda gösteren, soluk benizli, güzel yüzlü bir adam yatıyordu. Kont Brad von Pitburg.

Ve Vampir gözlerini açtı! Otis biraz ötede duruyordu; uyku mahmuru bir vampirin, açlığın güdüsüyle kendisini uyandıranı ısırıvermesi görülmemiş bir şey değildi.

“Günaydın efendim,” dedi Otis sırıtarak.

Vampir sanki ağırlığı yokmuşçasına aniden ayağa dikildi. Ne bir yere tutunmuş, ne dizini bükmüştü. Dikiliverdi. Uçmaktı sanki, büyü gibi...

“Günaydın mı? Bu komikliği daha kaç kere yapman gerekiyor Otis?”

“Benim görevlerimden biri de sizi eğlendirmek efendim.”

“O zaman başka komiklikler bul. Sıkıcı olma!”

“Emredersiniz.”

İki adam merdivenden çıkmaya başladılar.

“Efendim araba hazır. Bildiğiniz gibi valinin şatosundaki baloya davetlisiniz.”

“Adıma davetiye geldi mi?”

“Geldi efendim, buyurun” diyerek balmumuyla mühürlenmiş süslü bir zarfı Konta uzattı Otis.

“Ben davet edilmediğim eve giremem, biliyorsun değil mi Otis?”

“Biliyorum efendim.”

“Yine de bunu sır olarak sakla. Ödlek avlarım, evlerinde titreyerek, benim bir gece ansızın içeri dalıvereceğim kabusuyla yaşasınlar. Kalpleri korkuyla atsın.”

“Bütün sırlarınızı saklıyorum efendim.”

“Aferin Otis.”
    
Kont Brad von Pitburg, kütüphanenin büyük pencerelerinden birisinin önünde durarak, yeni başlamış geceyi izledi. Siyah elbisesi çok şıktı. Kahyası da iki adım gerisinde duruyordu.

“Bu gece dolunay var Otis.”

“Evet efendim.”

“Ve yağmur yağıyor.”

“Biraz önce başladı efendim.”

“Senin yerinde olsaydım, kapıları kilitleyip içeride otururdum. Asla dışarı çıkmazdım.”

“Benim aklımdan da bu geçiyordu efendim.”

“Açlık... Yapışkan bir lanet gibi yakamdan düşmüyor.”

“Çıkmadan önce bir kan kokteyli içer misiniz efendim?”

“Hayır. Acelesi yok. Bu gece... Valinin kızı ile yakınlaşabilirim.”

“Efendim, cüretimi bağışlarsanız... Çok riskli değil mi? Yani kendinizi açık etmek açısından.”

“Evet Otis. Fakir bir köylüyü kurban etmek, daima daha kolaydır değil mi? Her neyse akışına bırakalım. Ben çıkıyorum.”

Otis, Vampir Efendisi’ne kapıyı açtı. Yağmur başlamış; henüz sadece çiseliyordu ama yer yer dolunayın ışığını örtmek için çabalayan kara bulutlar, gecenin oldukça ıslak geçeceğinin habercisiydi. Dışarı çıktıklarında, Kont Brad bir an durarak havayı kokladı. Ve sanki diğerlerinin bilmediği bir şeyi keşfetmiş gibi muzipçe gülümsedi.

“Bu gece dışarıdaki tek canavar ben değilim Otis,” dedi yaşlı adamı ürperterek.

Tam o sırada, mesafesi belli olmayan bir kurt uluması duyuldu. Otis’in yaşlı kemikleri titredi. Vampir, pis bir kahkaha atarak merdivenlerden indi ve arabacının saygılı bir duruşla kapısını açtığı at arabasına bindi.  Onlar uzaklaşırken Otis aceleyle içeri girdi ve kapıyı sürgüledi. Demir parmaklıklı pencereler, sağlam kapılar, kendisini emniyette hissettiriyordu. Efendisi’ne gelince, onun kendi şatosuna girmek için anahtara ihtiyacı yoktu.

Otis, önce ufak tefek işlerini halletti. Sonra biraz kitap okudu. Bu arada kendine güzel bir şarap seçmişti. Mutfakta oturuyordu. Oldukça geniş olan mutfağın ocağı gürül gürül yanıyor, içerisini sıcacık yapıyordu. Ekmek tazeydi ve pastırma pişiriyordu. Şarabın etkisiyle hafiften yüzü kızarmıştı. Arada sırada çakan şimşeğin gök gürültüsü olmasa, dışarıda yağan yağmurun sesi ninni gibi gelecekti.

Ateşin karşısında şarabını yudumlayarak, uyuşuk bir şekilde ne kadar oturduğunu bilmiyordu. Birden mutfağın arka bahçeye açılan kapısı yumruklanmaya başladı. Otis hafiften çakırkeyif olmasa korkudan ödü patlardı. Kapıya ısrarla vuruluyor ve açılmaya çalışılıyordu ama kapı kilitliydi. Üstelik de şatodaki bütün kapılar gibi çok sağlamdı. Otis mutfağın küçük pencerelerinden birine koşup dışarıdakini görmeye çalıştı. Bu sırada bir kadın çığlığı duyuldu. Otis karanlıkta zar zor, dışarıda kapıyı vuranın bir kadın olduğunu görebildi. Kız pencereye döndüğünde yüzünü tanıdı.

“Klara! Kızım, benim kızım!”

Otis aceleyle kapıyı açtı ve panik içinde ağlayan kızı içeriye aldı. Sırılsıklam olmuş kız, zorlukla kelimeleri bir araya getirdi, dişleri takırdıyordu.

“Lütfen kapatın! Lütfen! Dışarıda, peşimde!”

Kapıyı kapatıp sürgülediler.

“Sakin ol kızım, sakin ol. Tamam geçti. Geçti artık.” 

Otis kızı ateşin karşısına oturttu. Bir battaniye getirdi. Islak şalını atıp, kızı güzelce sardılar. Hala dişleri takırdıyan kız sus pus olmuş, sanki şoka girmişti. Kızın, sadece kumral saçları ve belki biraz da alın yapısı Otis’in kızını andırıyordu. Başka da bir benzerliği yoktu. Zaten Otis’in kızı Klara, uzun yıllar önce ölmemiş olsaydı bile, şimdi orta yaşlı bir kadın olurdu.

Otis de kızın yanına çöktü. Kendi kızı Klara’nın hayaletini görmüş gibi allak bullak olmuştu. Ancak, kendini toparladı. Kızının dönmeyeceğini hatırladı. Ölmüştü o.

“Evladım senin adın nedir?” diye sordu. Kızı kendine getirmek için sarsması gerekmişti.

“Adım Helga” dedi kız. Tekrar ağlamaya başladı.

“Sakin ol Helga. Söyle bana, ne oldu? Seni kovalayan kim?”

“O bir yaratık!”

“Ailen yok mu kızım?”

“Annem ve babam... Öldüler! O herkesi parçaladı! Kocaman bir kurt. Ama iki ayağı üzerinde yürüyordu.”

“Kurt adam mıydı?”

“Çok korkunçtu!”

Birden bir uluma sesi duydular. Yakından geliyordu. İkisi de yerlerinden fırladı.

“Burada! dedi kız. Bizi öldürecek!”

“Hayır, korkma! Buraya giremez.”

Demir şeritlerle güçlendirilmiş kapıya dışarıdan şiddetli bir darbe geldi. Genç kız bir çığlık attı. Korkmuş birine, kapının menteşeleri oynamış gibi gelebilirdi ama işin doğrusu, kapı daha bunun gibi  yüzlerce darbeye dayanabilirdi. Dışarıdan vahşi bir hayvanın hırlamaları duyuluyordu. Pençeleriyle kapıyı, duvarları tırmalıyordu.

“Korkma! diye tekrarladı Otis. Kızın omuzundan tutarak onu yatıştırdı. Korkma burada emniyettesin!” dedi.

Ancak tam bu sırada, Otis’in bakışları Helga’nın kuğu gibi beyaz boynuna kaydı. Genç kızın heyecandan küt küt atan kalbi, sanki atardamarlarını belirginleştirmiş gibiydi.

“Hayır, hayır! Burada emniyette değilsin! Çıkmalısın, gitmelisin!” dedi Otis.

Helganın kafası karışıktı. Yaşlı adamı anlamadı.
“Ama giremez demiştin?”

Birden, ikisi de odada başka birinin varlığını hissettiler. Mutfağın iç kapısında Kont Brad von Pitburg duruyordu. Gülümsüyordu. Bakışlarını kıza dikmişti. Konuştu: “Sanırım Otis seni uyarmaya çalışıyordu. Benim hakkımda! Öyle değil mi Otis?”

“Hayır efendim, hayır! Yani... O daha gencecik. Üstelik daha bu gece ailesini kaybetmiş...”

Vampir sözünü kesti. “Otis! Benim acıma duygum olmadığını bilmiyor musun?”

“Biliyorum efendim.”

“O halde nefesini tüketme! Duygu yoksunuyum ben. Ne pişmanlık duyarım, ne korku. Vicdan sızlamasını, sadece hayal edebilirim. Ruhsuz varlığımı kemiren tek bir duygu tanıyorum, o da açlık!”

Vampir’in gözleri, kızın heyecanla inip kalkan göğüsleri ile zarif boynu arasında gidip geliyordu. Helga ise ne olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Normalde yakışıklı bulacağı bu şık giyimli adamın bakışları ve sözleri onu korkutmuştu. Bahçe kapısına doğru geriledi. Ancak kapıyı tırmalayan pençelerin iç gıcıklayıcı sesi, ardındaki tehlikeyi hatırlattı. Genç kız yardım istercesine Otis’e baktı. Ama yaşlı kahya, elinden bir şey gelmeyeceğini bilecek kadar Efendisi’ni tanıyordu. Gözlerini kaçırdı.

“Neler oluyor? Siz kimsiniz? Ne istiyorsunuz? diye bağırdı kız.”

“Ben Vampir’im, dedi Kont.”

Helga’nın sırtı kapıya dayandı. Eli sürgüye gitti ama açmak istediğinden emin değildi. Ağlıyordu.

“Lütfen acıyın bana!” diye yalvardı.

Sürgüyü hafifçe çekti. Artık kurt adamın sesi duyulmuyordu. Belki de gitmişti. Vampir alaycı bir şekilde gülümsedi. Kızın aklını okuyordu.

“Ah küçüğüm, inan ki hâlâ orada. Kurt-adam o! Senin kokunu alıyor. Korkunun kokusunu! Çıkarsan seni parça parça edecek. Keskin tırnaklarıyla etlerini kemiklerinden ayıracak, sivri dişleriyle narin vücudunu hoyratça ısırarak, iri lokmalar halinde canlı canlı yiyecek seni. Ama istediği sadece yemek değil. Vahşet istiyor. Nedenini bilmeden, saldırmak, kırmak, kesmek, lime lime etmek istiyor. Dolunayın deli çocuğudur kurt-adam... Ben ise, açım! Ve susuzum! Doymak bilmiyorum bir türlü. Senin yavru bir kuş gibi pır pır eden yüreğinin atışını buradan duyabiliyorum ve bu benim iştahımı daha da kabartıyor. Zarif boynundan ısırıp tükenene kadar kanını içmek istiyorum. Seni kurutana kadar emmek, ölüm öpücüğü vermek istiyorum. Zor bir seçimin var güzel kız. Tavsiyemi istersen beni seç. Sadece hafif bir ısırık, kolay olacak. Kurt-adamın sana vereceği acı, çok daha fazla olur.”

Helga hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çıldırmak üzereydi.

“Bunu neden yapıyorsunuz?” diye bağırdı.

“Ah yavrucuğum, o kadar toysun ki. Bak Otis’e! O uzun bir ömür yaşadı, çünkü bana hizmet ediyor. Senin gibi masum ruhlar için iki seçenek vardır: Ya kurt-adam tarafından parçalanmak, ya da vampir tarafından ısırılmak.”

“Yalvarırım acıyın!”

“Yapamam, ben kötüyüm.”

Vampir, kıza iyice yaklaştı. Süzülür gibi ilerliyordu. Gözlerini kızın gözlerine dikmiş, hipnotik gücünü kullanıyordu. Helga ağlamayı keserek sakinleşti. Kukla gibiydi. Kont, kızı kucakladı.

“Anlamadığını biliyorum” dedi.

Kapının ardındaki kurt-adam, dolunaya karşı uzun uzun uludu. Vampir, avının boynuna sivri dişlerini geçirdiğinde; Otis, mutfaktan çıkarak Efendisi’ni, kızı Klara’ya benzeyen Helga ile yalnız bıraktı. Şarabın etkisi geçmişti. Midesinin bulandığını hissetti. Gülümsedi. Yaşıyordu.


SON

10
Arkadaşlar oyunumuza ait bir yorum, paylaşım, değerlendirme, istek, eleştiri, sohbet, muhabbet ve hatta geyik sayfası açayım dedim. Diğer başlık daha genel bir hava taşıyordu. Oyun karakterleri hakkındaki minik bilgileri de buraya edit vasıtasıyla ekleyeceğim ileride, eğer oyuna başlarsak.


Hikayemiz Hakmarun adlı bir “kıta-ada”da geçecek. Haritayı isteyen indirebilir. (tavsiye ederim) Göreceğiniz gibi sembolik bir haritadır. Renkler iklim koşulları ve arazi yapısı hakkında fikir verecektir. Hakmarun’un en önemli özelliği: kıta üzerinde rastgele yayılmış binlerce tek yönlü boyut kapısıdır. Bu kapılardan Hakmarun üzerine değişik boyut ve diyarlardan gelen canlı cansız varlıklar vardır. Boyut girdapları da denebilir bunlara; başka diyarlardan emdiklerini Hakmarun’a atmaktadırlar. Nitekim adanın kuzeyindeki karlı bölge tamamen, gökyüzündeki boyut pencerelerinden hiç durmaksızın fışkıran tipi şeklinde kar fırtınalarının marifetidir. Aslında ada tropikal kurak bir iklime sahiptir. Diğer boyutlardan gelen kar eriyerek nehirler oluşturmakta adanın batısını, sulak ve verimli bir hâle getirmektedir.



Hakmarun’un şu andaki sosyal, tarihsel vs durumunu detaylı olarak anlatan bilgiler de aşağıdadır. İsterseniz okuyabilirsiniz ama şart değil oyuna katılmak için.

Spoiler: Göster
Hakmarun:
Diğer kıtalardan çok uzakta olan bu kıta-ada, çoğu kayıt altına alınmamış, unutulmuş, efsanelerle karışmış binlerce yıllık tarihe sahiptir. Yıkık dökük, terk edilmiş sayısız kadim şehir harabesi bunun ispatıdır adeta. Hakmarun diğer diyarlardan oldukça ayrık olmasına rağmen muazzam yaşamsal çeşitliliği vardır. Bunun sebebi; kıtanın her tarafındaki binlerce görünmez boyut kapılarıdır. Kimi havada, kimi yer seviyesine yakın, hatta kimi de yerin altında olan bu sayısız boyut kapıları sadece tek yönde çalışır. Sayısız bilinmedik diyardan emdikleri her şeyi Hakmarun’a doğru gönderirler. Bunlara boyut girdaplarının çıkışları demek daha doğru olur. Yolda yürürken birden havadaki bir delikten su, taş, toprak döküldüğünü görerek hatta değişik bir boyuttan gelen mistik bir yaratıkla burun buruna gelerek şaşırabilirsiniz. Eski bilgeler, “Hakmarun Evrenin çöplüğüdür!” demişler. Bu boyut kapıları çıplak gözle görülemez, ancak bu konuda altıncı hissi ve büyüsel yetenekleri olanlar yerlerini farkedebilir. Gerçi yerleri tespit edilen kapıların hiçbirini aksi yöne çevirebilmek mümkün olmamıştır.

Hakmarun normalde sıcak iklime sahip bir kıtadır ama kuzeyde “Soğuk Vadi” denilen muazzam genişlikteki arazide, binlerce boyut kapısından, aralıksız şekilde kar yağar. Bu kapılardan kar, fırtına şeklinde adeta fışkırmaktadır. Soğuk Vadi’de bu yüzden hiç durmadan devam eden bir kar fırtınası durumu vardır. Soğuk ve sıcak havanın temas etmesi sonucu, Soğuk vadinin etrafında daima geniş bir sis çemberi bulunur. Eriyen karların beslediği coşkun nehirler kıtanın batı tarafını çok verimli bir yapıya dönüştürmüştür ancak nehirlerin uğramadığı doğuı tarafı çorak ve verimsiz topraklarla kaplıdır.

Hakmarun’un bugünkü durumu:
52 yıl süren doğu-batı savaşı biteli henüz 2 sene olmuştur. Hadron Kralı Sebastian  ile Maruk Kralı Hector  yıllardan beri, zamanında dedelerinin başlattıkları savaşı devam ettiriyorlardı. Ancak savaştıracak doğru dürüst askerleri kalmadığında barış yapmanın kaçınılmaz olduğunu anladılar. Artık insan ırkında her erkek başına üç kadın düşmektedir, çünkü erkeklerin çoğu savaşlarda can vermiştir. Ordular küçülmüş, ancak şehirleri koruyacak ve bazen de ana yollarda devriye gezecek mıhafız alaylarına dönüşmüşlerdir.

Hadron, batının başkentidir. Mandari ile Sandor şehirleri ve aradaki kasabalar, Hadron krallığına bağlıdır. Her ırktan karışık nüfusa sahip olsalar da bu yerleşimlerde insanlar baskındır.

Dwarflar, yani cüceler çoğunlukla Burakin ve Runedar adındaki dağların içine oyulmuş şehirlerinde yaşarlar. Demir ve gümüş madenleri işletirler.

Elfler ise çoğunlukla batı tarafındaki tılsımlı ormanları mesken edinmiştir. Herenya, kader gölünün ortasında yükselen en büyük elf şehridir.

Adanın doğu tarafında, çorak toprakların ötesinde, deniz kıyısında egzotik şehir Maruk bulunur. Balıkçılık işleri başlıca geçim kaynaklarıdır. Ayrıca demir, kömür, altın, gümüş ve değerli taşlar bakımından zengin madenlerin işletilmesi de Maruk krallığının kontrolü altındadır.

Doğu ile batının tam arasında fildişi kuleleriyle Fluxo bulunur. Fluxo kralı Torinn yıllarca doğu-batı şavaşında, iki tarafın ordularını şehrinin önünden geçerken seyretti ama şavaşta tarafsız kalmayı bildi. Elfler ve cüceler Hadron’u desteklemişlerdi, Maruk’un ise orc şehri Lagruum’dan kopup gelen gece çapulcularından başka müttefiki yoktu. Kral Torin iki tarafı barıştırmak için çok çaba sarfetmiştir ve sonunda barış antlaşmaları da Fluxo’da imzalanmıştır. Şimdi iki taraftan gelen tüccarlar Fluxo pazarlarında ticaret yapıyor. Her ırktan karışık bir yapıya sahip olan Fluxo, elinde bulundurduğu ticaret kozlarıyla ve kendini şavaşlarda hırpalamadığı için, şimdi en zengin kent konumundadır. Fluxo sokaklarında Arcane ve Divine sihirlerini kullanmak yasaklanmıştır ve cezası ağırdır. Nüfus kayıtları dikkatli tutulur ve geçici olarak uğrayanlara kapıları açık olduğu hâlde, göçmenlere kolay kolay izin verilmez.

Tam da bütün Hakmarun barış havasının zevkine varmaya başlamışken, son aylarda çıkan bazı karanlık dedikodular duyanların tüylerini ürpertmeye başladı. Sisli vadinin soğuk bataklığında garip şeyler döndüğünden bahsediliyordu. Geceleri, namevtlerin, yaşayan ölülerin korkunç çığlıkları duyuluyordu. Kimine göre savaşta ölen binlerce asker “undead” namevte dönüştürülmüştü ve dönüştürülmeye devam ediyordu. Hatta kadim zamanlardan kalma Necrotox şehrinin harabelerinde uğursuz bir gücün palazlandığı, Ghoul Kral Doresain’in ve namevtlerin iblis prensi Orcus’un Hakmarun’a dehşetli kıyameti getirmek üzere hazırlandığına dair korkunç hikâyeler kulaktan kulağa yayılıyordu.


Şimdilik bu kadar. Oynatmak istediğiniz karakterlerle ilgili bilgileri bu başlıkta paylaşabilirsiniz. Oyunumuz "Daern" kasabasında başlayacak (Fluxo şehrinin biraz solunda) D&D ırkları; insanlar, elfler, cüceler, vs yaşıyor bu diyarda, yani seçebilirsiniz.

.

11
Dipsiz Konak / Forum FRP
« : 17 Temmuz 2009, 23:32:13 »
.

Forum FRP

Forumlara yazarak FRP yapmak normal masaüstü sisteminden farklı oluyor. Birkaç saniyelik aksiyonların gerçekleşmesi birkaç gün sürüyor ve bu da pek çok sorunu beraberinde getirebiliyor. Ancak forumda FRP yine de yapılabilir. Ben başka sitelerde gerek D&D3,5, gerek 4.Ed. oyunları oynattım. Normalde masaüstünde DM’lik yapacak kadar hazırcevap sayılmam ama forumda yazarak naçizane yapıyorum. Photoshoplu haritalar, vs resimlerle de destekliyorum filan, fena olmuyor. Neyse...
Aşağıdaki forum FRP sistemini bir arkadaşla düşündük. Amaç: Forumda D&D kurallarını bilmeyen kişilerin bile katılabileceği basit bir D&D FRP sistemi geliştirmekti.

Tıpkı D&D’deki gibi 1d20, vs zar sistemini kullanıyoruz. Ama tabii ki DM bunu sayısal olarak öyküye yansıtmamaya çalışır. Yine de merak edenlere, yorum başlığından, “senin zarın şöyle geldi, yerde olduğundan -4 aldın defansına, adam zaten senden hoşlanmıyordu diplomasine penaltı vermiştim,” vs, vs gibi açıklayıcı bilgiler verebilir.

Zar sistemini doğal olarak yaptığınız eylemlerde kullanıyoruz ve bu eylemleri de kabaca 5 zorluk derecesine ayırdık; işte bu zorluk derecelerini geçmemiz gerekiyor:
Zorluk dereceleri:
-10 (kolay): Örneğin baldırı çıplak bir gobline vurmak, çürük bir kapıyı kırmak, ateş yakmak, vs basit işler için tutturmanız gereken sayı.
-15 (Normal): Ağaca çıkmak, halata tırmanmak, hafif zırhlı savaşçıya vurmak, tuzakları farkedebilmek, basit büyüleri yapabilmek, vs işler için tutturmanız gereken zar seviyesi.
-20 (Zor): Full-metal zırhlı bir şovalyeye vurmak, gerili ipe tutunarak uçurumun üzerinden geçmek, sarp kayalara tırmanmak, zıplayıp duran vahşi bir atın üzerinde denge sağlamak, tuzakları etkisiz hale getirebilmek, güçlü büyüler yapabilmek, vs gibi sıradan insanların beceremeyeceği olaylar için gerekli sayıdır.
-30 (çok Zor): Havada üç parande atıp devin omuzlarına konmak ve hızlı beyin ameliyatı gerçekleştirmek, Büyüyle korunan tuzakları etkisiz hale getirmek, çok çok güçlü büyüler yapabilmek, vs için bu zar atabilmelisiniz
-40 (İmkansız): Yaşlı bir ejderhanın kafasına sopayla vurabilmek, Tanrı’yla konuşabilmek ve onun da sana cevap vermesi, vs gibi şeyler.

Zar sistemini kullanırken attığınız (DM atacak sizin yerinize) zara eklenebilecek iki değişik bonus var:

-Seviye Bonusu:
Birincisi sizin seviyenizi gösteren sabit bonus; yani örneğin karakter 2.seviye ise bu bonus +2’dir. Zamanla artacak bu bonusu karakterinizin nasıl bir yeteneği olduğuna bağlı olarak veriyoruz. Örneğin karakter bir hırsız ise bütün akrobasi ve hırsızlıkla ilgili zarlarına +2 alacak. Savaşçı olsaydı savaş ve kaba kuvvet, vs zarlarına alacaktı, büyücü olsaydı büyü zarlarına bu sabit bonusu ekleyecektik. Örneğin bir paladin olsa Str ve Cha bazlı zarlarına gelir bu bonus.

-Mesaj Kalitesi Bonusu:
NPClerden farklı olarak biz oyuncuların bir avantajı ise yazdığımız mesajın güzelliğine bağlı olarak 1d20 zarına ek bonus alabilmeniz! Yazdığımız mesaj sonucu belirlemiyor, yazdığımız mesaj sonuca etki ediyor! Yani edebi değeri olan bir mesaj yazarsanız fazladan bonus alıyorsunuz. Ama yazı kalitesinden başka; espriler, duygusal ifadeler, akıllıca bir hareket, emek verilmiş güzel yazı, şiirsellik, vs de size bonus kazandırır. Bu tip bonusların toplamı (1-10) arası olabilir 10’u geçemez. Zaten 10 bonus almak çok zor olur bence.
Diyelim ki çok hoş bir mesaj attınız ve büyükçe bir bonus aldınız, ama o sırada zar atmayı gerektiren bir durum yok. Bu bonusunuz bir sonraki zar atma durumunuza kadar saklanıp, DM tarafından aksiyon zarına eklenir, yani emeğinizin karşılığı gelir muhakkak.

Şimdi buna birkaç örnek verelim: Atılan mesajlar aşağıdaki gibi olursa (bence) bonuslar nasıl olur.
-Sen kimsin diyen adama saldırıyorum. ........ 1d20+2 (+2 bonus 2.seviye savaşçı olduğu için verildi arkadaşa)
-“Sen kimsin diyen adamın yüzüne okkalı bir yumruk indiriyorum!” ........ 1d20+3 (+2 savaşçı bonusu ve +1 de yazısına dikkat ettiğinden)
-“Seni gidi goblin kıçı suratlı haydut!” diye bağırarak kılıcımla deşiyorum terbiyesizi! ...... 1d20+4 (+2 savaşçı, +2 esprili cümle)
-Derhal büyüyle su oluşturuyorum; “Aqua Fırlatanga!!” iblisin elindeki alevli kılıcı söndürmeye çalışıyorum! ........ 1d20+6 (+2 büyücü bonusu, +2 yazı ve +2 de güzel düşünülmüş bir çözüm için)
Gibi...

Aslında bu, ortak öykü yazma ile oyun arasında bir sistem.
Şimdi bazı itirazlar olacaktır:
-Örneğin işi bilenler savaşçının elindeki silahtan tut da aldığı featler, çift el kullanma, vs birsürü yan etkinin zarlara dahil edilmesi gerektiğini söyleyebilir. Ama zaten amaç bu forum oyun sistemini basitleştirip uzman olmayanların da oyuna katılımını sağlamaktı. Tabii DM’in D&D bilmesi iyi olur; böylece tılsımlı eşyaların vs etkilerini de zarlara katar yaptığı hesaplamalarda.
-İkinci itiraz da: “Yazılarımızın güzel olup olmadığına sen mi karar vereceksin?” şeklinde olabilir. Yok benim DM olmak gibi bir tutkum yok, (zaten DM aynı zamanda editör olmalı forumda) oyuncu olmak daha cazip bence. Ama evet, DM’e güvenmek gerekiyor; tabii onun da görüşleri bazen değişir, yanlış yapabilir vs. Ama zaten FRP, fertlerin birbiriyle yarışması değildir; ekip olarak keyifli vakit geçirmektir.

Böyle bir sistemle de, ilgilenenler olursa forumda oyun yapabiliriz.

.

12
Kurgu İskelesi / Karanlık Çukur
« : 16 Temmuz 2009, 21:47:10 »
.

Karanlık Çukur


“Çocuk yine öldü!” diye bağırdı İzci, koşarak gelirken.

Kabile Reisi tam da benimle konuşacaktı ki dikkatini yeni gelene yöneltti. “Sarışın olan mı?” diye sordu.

İzci nefes nefese başını salladı ve öteden Sarışın’ın kanlar içindeki cesedini taşıyarak gelen grubu gösterdi. Adamlar paralanmış cesedi göklere uzatmak ister gibiydiler.

Reis bıkkın bir ifadeyle “nasıl oldu?” diye sordu.

“Her zamanki gibi avın üzerine atladı... Pervasızdı.”

Kabile Reisi başını sağa sola salladı. “Alışkanlık haline getirdi, sanırım ölmek bağımlılık yapıyor.” Diğerleri cesedi önüne getirdiğinde, parçalanmış etlere doğru kınayan bir bakış attı. Benim ise manzaradan midem bulanmıştı. “Çukur’a götürün,” dedi Reis.

Diğerleri önde biz arkada Çukur’a gittik. Buraya geleli çok olmasa da birazdan tekrarlanacak olan ritüeli daha önce de görmüştüm. Karanlık çukurun yanına geldik ve taşıyıcı grup, ölü bedeni içine fırlatıverdi. Herhalde birkaç kereden sonra cenaze töreni sıkıntı veriyordu. Yine de Reis’in mırıldanarak kısa bir dua etmesi gözümden kaçmadı.

Avın üzerine atlamış... Pervasızca... Av dedikleri yaratıkları henüz görmemiştim ama onların da avcılarla beslendiğine dair içimde kuvvetli bir his var.

Çukur kapandı. Reis ve ben hariç diğerleri dağıldılar. “O... Kaç kere?..” diye sordum Reis’e.

Mistik alandan gözlerini ayırmadan konuştu: “Sayısını unuttum desem yeridir.”

Bu sırada Çukur tekrar açıldı. Karanlık çukurun içini göremesem de Sarışın’ın artık orada olmadığını bilecek kadar tecrübe sahibiydim.

Reis “akşama ciddi bir konuşma yapacağım onunla,” diyerek sözünü bitirdi ve gitmeye davrandı ama kolunu tuttum. “Zaman yolculuğu mümkün, öyle mi?” dedim.

Eğleniyormuş gibi yüzüme baktı. “Olduğunu biliyorsun ya!”

“Peki ben geçmişe dönüp, yaptığım hataları düzeltebilir miyim?”

Reis, sırıttı sırıttı sırıttı ve en sonunda içinde tutamadığı kahkahaları koyverdi. “Ha, ha, ha!..”

Ağlamak istiyorum. “Ama neden gülüyorsunuz, bunu istemem normal değil mi?”

“HA HA HA HA!..”

***

Kuzenim Ersin’in yazlığında kaldığım zamanlar, her sabah ormanda yürüyüşe çıkardım. Ersin uykucunun teki olduğundan benimle gelmezdi. Ben en az bir saat ormandaki patikalarda dolaşır, sonra köye uğrayıp taze ekmek, poğaça alır, kahvaltı hazırlamak için eve dönerdim.

Yine öyle bir sabah yürüyüşünde -ayıptır söylemesi- çişim geldi. Bir gelen olabilir diye patikadan ayrılıp ağaçlığın içine ilerledim ve işimi gördüm. Bu sırada ormanın derinliklerinden gelen bir aydınlık dikkatimi çekti ve biraz daha ilerleyince buranın, ağaçların arasında kalmış ufak, çimenlik bir alan olduğunu anladım. Ormanın ortasında doğal bir avlu gibiydi. İşte o karanlık çukuru ilk defa o zaman gördüm.

Patikadan belki otuz kırk metre uzaktaydım ama aynı zamanda ormanın ortasındaydım. Ağaçlar etrafı çevirmişti. Oraya gitmemin tesadüften öte bir sebebi olmalıydı. Çünkü bir şeyler hissediyordum, bir çekim, sanki bir duygu...

Etraf sessizdi. Sessiz bir orman ne kadar da ürkütücü olabiliyor. Tüylerim diken diken oldu ama yine de kuruntu yaptığıma inanmak istiyordum; adını koyamadığım bu ani tedirginlik hali, sadece vesvese olmalıydı. Çukura yaklaştım. En geniş yeri üç metre açıklığında bir yarıktı bu. Sanki devasa bir ağız açılmış gibiydi. Topraktan fırlamış ağaç kökleri, sararmış dişler gibi manzaraya eşlik ediyordu. Çukurun dibi gözükmüyordu; iki metreden daha aşağısı zifiri karanlıktı.

“Artık dönsem iyi olur,” diye düşünürken, çukurun içinden “hısss!” diye bir ses geldi! Erkekçe ve anlamsız bir gurur, tabanları yağlayıp bağıra bağıra kaçmamı engellediyse de, çukurdan geri geri uzaklaşıyordum. Sanki her an o karanlıktan bir şey fırlayacakmış gibi geliyordu. Ayağım takıldı.

Sırtüstü yere yuvarlanmamla birlikte çukura doğru kaymaya başladım. Panik halinde çalılara, çimenlere tutunmaya çalışıyordum. O kadar korkmuştum ki düzlüğün birden nasıl olup da yokuşa dönüştüğüne ve beni içine çekmeye çalıştığına şaşıramamıştım.

Sonunda bir şeye tutunup durabildim. Kalbimin atışlarını kulaklarımda hissediyordum. İçimden kendi kendime sürekli “korkma, korkma!” diyordum, güya sakinleştirici telkin veriyordum. Sonra birden “korkma, korkma!” sözlerini söyleyenin ben olmadığımı idrak ettim. İşte bu beni korkudan delirmenin eşiğine getirmişti! Ses çukurdan geliyorduysa bile sanki kafamın içindeydi. Sanki kendi düşünce sesim, bir yerlerden yankılanıp, tekrarlanıyor, yabancılaşarak bana geri dönüyordu. 

Sonuçta ödümü patlatan bir deneyimdi ve kendimi deli gibi koşarken buldum. Dakikalarca koştum. Eve döndüğümde nefes nefese kalmıştım. Ersin yeni uyanmıştı ve halimi görünce bir terslik olduğunu hemen anladı. “Ne oldu kuzen, ne oldu?” diye sordu.

Başıma gelenleri hızlı hızlı anlatırken Ersin’in yüzündeki tedirgin ifade yumuşadı, sırıtmaya ve hatta gülmeye başladı. Kan ter içindeydim ve kuzenimin alaycılığına feci şekilde bozulmuştum. Ama biraz düşününce hikayemin olağanüstü bir yanı olmadığını kabul etmek zorunda kaldım. Ormanda ayağım takılmış ve düşmüştüm. Belki de küçücük bir hayvanın sesinden ürkmüş, boşu boşuna paniklemiştim. “Ama anlamıyorsun, orada bir his oluştu bende, farklı bir şey, bir duygu...” diye geveledim ve sonunda pes ettim.

Ama Ersin böyle ilginçlikleri çözüme kavuşturmadan peşini bırakmazdı. Hemen bir el feneri ve amcasının çifteli tüfeğini aldı. Beni adeta zorla sürükleyerek, o çukurun yanına götürmem için ısrar etti. Ben oraya tekrar gitmeye hiç istekli değildim ama Ersin “gidip fenerle çukurun içine bakarız, böylece için rahatlar. Yoksa ömrün boyunca bunu bir tuhaflık olarak hatırlayacaksın!” deyince ikna olmuştum.

Bu sefer arabayla gittik. Aracı patikada bırakıp çukurun yanına yürüdük. Yanımda tüfekli kuzenim olduğundan kendimi rahat hissediyordum. Ersin feneri çukurun içine tuttu. Çukur en fazla üç metre derinlikteydi ve duvarlarından açığa çıkan kalın ağaç kökleri, içine biri düşse bile bunlara tutunup rahatça dışarı tırmanabilirmiş gibi duruyordu.

Asıl ilginç olan çukurun dibindeydi: Kocaman siyah bir mantar vardı çukurun dibinde. Şimdi el fenerinin ışığında rahatça görülebilen mantar, alışıldığı gibi beyaz, kırmızı ya da kahverengi değil, simsiyahtı. Üstelik üzerine zift dökülmüş gibi parlak bir siyahtı bu. En az bir futbol topu kadar büyük olmalıydı. Hafifçe yana yatmış şapkasının üzerinde fosforlu açık mavi çizgiler vardı, sanki parlıyorlardı.

“Bu ne yaaa! Kuzen sen keşif yapmışsın; böyle mantar gördün mü hayatında? Şerefsizim Neyşınıl Ciyografiye haber olacaz,” diye şaşkınlığını belirtti Ersin ve aşağıya inmeye kalktı. Ben engel olmak istedim ama o pek endişe etmiyordu. “Kuzen arabanın bagajında halat var. Sana zahmet onu getiriver, şu ağaca bağlarız, inip çıkması kolay olur,” dedi.

Arabaya gidip halatı aldım. Çukura dönerken boğuk bir çığlık duydum. Korku içinde koşarken bunun Ersin’in pis bir şakası olduğunu umut ediyordum. Ancak küçük açıklığa vardığımda şok oldum; çukur kapanmıştı! Ne Ersin’den ne de çukurdan iz vardı. Panik halinde sağa sola dönüyordum. Bir yandan hüngür hüngür ağlarken, bir yandan da yaşadıklarım eğer bir kâbus ise uyanmaya çabalıyordum. Ama kâbus bitmedi.

Toprakları kazdımsa da kuzenimi bulamadım. Olayları jandarmaya anlattığımda beni akıl hastanesine gönderdiler. Oldukça bunaltıcı ve belirsiz bir süreç başlamıştı.

Altı ay sonra, artık deli olduğuma kendim de inanmıştım. Doktorların söylediğine göre, belki de Ersin’i öldürüp bir yerlere gömmüştüm. Sonra da yoğun vicdan azabından dolayı beynim bir kaçış yolu olarak olayları çarpıtmış, sorumluluğu doğaüstü güçlere yıkmıştı.

Sonra bir gün Ersin çıkageldi! Doktorum pis pis sırıtıyordu. “İşte bak; ‘çukur yuttu’ dediğin kuzenin burada, üstelik sapasağlam! Altı aydır iş seyahatindeymiş,” dedi. Ne kadar deli olduğumu yüzüme vurmaktan sanki zevk alıyordu.

Ersin de onayladı adamı. “Vah kuzenim sana ne oldu böyle? Altı aydır yurt dışındaydım,” şeklinde konuştu. Yıkılmıştım. Demek ki hâlâ içten içe haklı çıkmayı umut ediyormuşum ki, Ersin’in sağ salim olmasına sevinmek yerine deliliğimin bir defa daha tasdiklenmesine üzülüyordum.

Daha sonra yalnız kaldığımızda Ersin bana “kuzen sende de hiç kafa yokmuş; insanlara böyle saçma sapan şeyler anlatılır mı?” dedi.

Ben de “ne yapayım Ersin, kafayı yemişim işte. Herkesin başına gelebilir,” dedim.

“Orada bir labirent vardı kuzen,” dedi.

“Labirent mi?”

“Korkacak bir şey yok kuzen, labirent zararsız.”

“Sen neden bahsediyorsun? Yoksa söylediklerini değişik mi duyuyorum; beynim iyice mi sulandı?”

“Kuzen, çukura girdiğim zamanı diyorum...”

“ÇUKUR MU?!”

“Şşşşt! Yavaş ol kuzen!”

“Çukur mu, çukur gerçek mi! Adi herif, diğerlerine neden anlatmadın!..”

“Niye, beni de akıl hastanesine koysunlar diye mi?”

Haklıydı.

Hastaneden taburcu olduğumda Ersin beni yine yazlığa götürdü. Sürekli labirenti anlatıyordu. Günlerce dolaşmış labirentte ve sonunda çıktığında anlamış ki, o içerideyken dışarıda altı ay geçmiş. Zaman farklı işliyormuş labirentte. Girdiği kapıyla çıkış kapısı bir değilmiş; yani çukurdan labirente giden yol ile labirentten çukura dönen yol farklı farklıymış. Kapı deyince de bildiğimiz kapı gibi değil; büyük bir mühür, bir işaretmiş kapılar. Bu işaretin üzerinde durduğunda ışınlanır gibi birden kendini öbür tarafta buluyormuşsun. Dönüş yolunu ararken farklı farklı kapılardan geçip, hiç tanımadığı ve kimselere rastlamadığı, çok değişik mekanlarda bulmuş kendini ama hepsinde de bizim rastladığımız gibi karanlık birer çukur varmış.

“Orada yorulmuyorsun, acıkmıyorsun, susamıyorsun ve uykun gelmiyor. Asla canın yanmıyor ve orası öyle bir yer ki... Anlatmakla olmaz, görmen gerek kuzen,” dedi Ersin.

“Kusura bakma ama Ersin; dışarıda zaman hızla akıp giderken gizemli labirentlerde kaybolmaya hiç niyetim yok,” dedim soğukça. Aklımın bir köşesi hâlâ kaybolan altı ayım için Ersin’i sorumlu tutuyordu.

“Hayır korkacak bir şey yok. Labirentte asıl mesele çıkış kapısını bulmak. Bir kere yolu öğrendikten sonra, artık birkaç saatte kolayca çıkabiliyorsun dışarı.”

“Ne yani, sen çıktıktan sonra tekrar mı girdin içeri?”

“Evet. Aslında yanlışlıkla oldu. Çıkar çıkmaz ayağım takıldı ve dengemi kaybedip tekrar çukurun içine düştüm. Ama labirentte hatırladığım yollardan ilerleyerek çabucak tekrar dışarı çıkabildim.”

“Sen gittikten sonra... Çukur kapanmıştı.”

“Kuzen bunları yaşadığın için üzgünüm ama orayı bulan sendin.”

“Evet.”

“Ve kuzen bu bir mucize! Sana söylememiştim ama bende kanser vardı. Labirentten çıkınca zaten kendimi farklı hissediyordum, nitekim dokdora gittiğimde hastalığımın tamamen iyileştiğini ve çok sağlıklı olduğumu söylediler. Doktorlar apışıp kaldı, ‘bu nasıl olabilir?’ diye defalarca beni incelemek istediler. Labirent insanı iyileştiriyor kuzen!”

Ersin sonunda beni oraya girmeye ikna etti. Nasıl olsa çıkış yolunu biliyordu. Onunla birlikte gitmemde bir sakınca olmazdı herhalde. Onun oraya girmekteki rahatlığıydı aslında beni ikna eden ve şu tılsımlı iyileştirme fikri de çok cazipti doğrusu. Emniyet olsun diye bir halatın iki ucunu belimize bağladık, böylece ayrılmayacaktık. Ersin elinde kamerayla kayıt yapıyordu. Asrın buluşunu deli damgası yememeye çalışarak, sakince ve planlı bir şekilde insanlığa duyuracaktık. Beraberce atladık çukura.

Bir an, kocaman siyah mantarın üzerindeki fosforlu mavi çizgilerin parladığını görür gibi oldum. Ani bir kararma ve akabinde aydınlanmadan sonra labirentteydim. İlk hissettiğim korku oldu. Ersin yanımda değildi! Belimize bağladığımız halat görünüşe göre kesilmişti.

En az yirmi metre yüksekliğindeki taş duvarların arasındaki geniş koridorlardan birindeydim. Zemine gözüm takıldığında Çin ya da Japon alfabesindeki harflere benzer, büyük bir işaretin üzerinde durduğumu farkettim. Ortam aydınlıktı. Epeyce yukarıda bir gökyüzü vardı ama pürüzsüz duvarlar yukarı tırmanmayı imkansız hale getiriyordu. Duvarların üzeri hiyeroglif benzeri simgeler ve resimlerle doluydu. Hepsi de tanıdık geliyordu ama hiçbirini hatırlayamıyordum. Etrafta değişik yönlere giden koridorlar ve yol ayrımları vardı. Ve içimdeki bir his, bu labirentin çok ama çok büyük olduğunu söylüyordu.

***

Kabile Reisi’nin kulübesinden dışarıya taşan azarlama bağırtılarına bir tokat sesi eşlik etti. Şaklama, gecenin sessizliğinde insanın içini cızlatacak kadar yoğundu. Yıldızları seyreden İzci’nin yanına oturdum. Aramızda -birbirimize benzesek bile ayrı dünyaların insanları oluşumuzun bilincinde- bir selamlaşma yaşandı. “Sarışın’ın yerinde olmak istemezdim,” dedim başımla Reis’in kulübesini işaret ederek.

Gülümsedi. “Faydası yok. Bunlar daha önce de yaşandı. Kendini öldürtmekten çekinmeyen bir çocuğa birkaç tokat fayda etmez.”

“Neden yapıyor peki? Ölmekten zevk mi alıyor, canı yanmıyor mu?”

“Elbette canı çok yanıyor. Onun sevdiği ölmek değil, yeniden doğmak! Çektiği acılar da yeniden doğuşunun bedeli.”

Bu sırada Sarışın, Kabile Reisi’nin kulübesinden çıktı. Yediği tokatlara rağmen yüzünde muzip bir gülümseme vardı. Yanına gittim. Biraz hal hatır sorduktan sonra, asıl konuya girdim. “Sana sormak istediklerim var Sarışın.”

“Evet?”

“Sen Labirent’i en çok ziyaret edenlerdensin; kaybolmaktan korkmuyor musun?”

“Eskiden korkardım ama artık korkmuyorum. Her yeniden doğuşumla birlikte duvarların bir kısmı yıkıldı, geri kalanların da üstündeki yazılar ve işaretler gittikçe anlam kazanmaya başladı. Artık kapı mühürleri o kadar parlak ki enerjilerini çok uzaklardan hissedebiliyorum. Labirent’i kendi bahçem gibi tanıyorum artık.”

“Vay canına, bütün bunlar ne zaman oldu böyle. Peki geçmişe giden bir kapı buldun mu?”

“Öyle bir kapıya rastlamadım.”

“Bak Sarışın açık konuşacağım; buraya çıkmadan önce Labirent’te boşu boşuna o kadar çok dolaştım ki, bir daha içeriye girmeye cesaret edemiyorum. Senden bir şey rica edeceğim; bana Labirent’in bir haritasını çizebilir misin? Böylece yolumu kaybetmeden yapabilirim araştırmalarımı. Geçmişe açılan bir kapı olmalı, bunu hissediyorum.”

Sarışın çocuk yüzüme buruk bir gülümseme ile baktı. “Bilmiyorsun değil mi?” dedi.

“Bilmiyor muyum? Neyi bilmiyorum?”

“Labirent... ilhamını kişinin bilincinden alır. O yüzden herkesin labirenti farklıdır. Labirent... sensin aslında.”



SON
             .

13
Kurgu İskelesi / Kuantum Çarpması
« : 01 Temmuz 2009, 16:11:50 »
.

Kuantum Çarpması


Ersin Kav, soğuğun ısırgan öpücüklerini bedeninde hissetmeye başlamıştı. Kaç saat olmuştu, eriyen karların ıslattığı boş yollarda, böyle amaçsızca dolaşmaya başlayalı? Soğuk havanın etkisiyle akan burnunu silmeyi, sırf ellerini cebinden çıkarmamak için erteledi. Nasıl olsa etrafta kimseler yoktu. Özellikle bu mevsimde; deniz, orman ve dağlar arasında sıkışmış bu sayfiye kasabası oldukça ıssızdı.

Karlar eriyordu. İlkbahar geliyordu. İlkbahar geldiğinde belki kendini daha iyi hissedecekti. Ama şu anda... Hâlâ soğuktu. Yolun ortasında dikilmiş üşürken, bir Allah’ın kulu da çıkıp “arkadaşım neyin var?” demiyordu. Kimse yoktu.

Su birikintisindeki yansımasına bakarken gözleri nemlendi. Orada buzlu suların ardında başka bir Ersin vardı. Ama net değildi. Bulanıktı. Ağlıyorsa bile belli olmuyordu. Burnunu çekti. İçinden, çok derinlerden, adeta karanlık kuyuların dibi gibi uzak ve belirsiz bir yerlerden ona seslenildi. Zayıf ama hatırlı bir sesti bu. Yürümesini istiyordu, nefes almasını. Ersin burnunu çekti ve yürüdü. Boğazında yutkunamadığı bir his vardı.

Mihriban Teyzesinin müstakil evine geldiğinde, yine kapı kilitli değildi. Sıcaktı ve yemek kokuları vardı.

“Döndün mü Ersin? Evladım nerede kaldın? Üşümüşsündür, paltonu da almamışsın,” dedi teyzesi. Her zamanki gibi şefkatliydi.

“Yok, üşümedim pek. Kasabadaki kahveye gittim. Yaşlılarla oturdum.”

“Ihlamur kaynatmıştım, iç biraz... Ersin, bu daha ne kadar devam edecek? Senin gibi genç bir adama yakışmıyor böyle münzevilik. Suratın gülmüyor. Artık hayata karışmalısın. Biraz hayattan zevk almalısın. Ama bu ıssız yerlerde, avare dervişler gibi dolanarak olmaz. İstanbul’a dönmelisin.”

“Beni istemiyor musun teyze?”

“Delinin zoruna bak! Ben senin mutlu olmanı istiyorum.”

“Ben... Merak etme... Biraz zaman...”

Haftalar geçti.

***

Haftalar geçti. Karlar eridi; soğuk, yerini taze bir serinliğe bıraktı. İlkbahar gelmişti. Ve Ersin hâlâ yürüyordu. Ama artık adımlarını daha sağlam basıyordu. Uzun saatler süren yürüyüşler, artık nereye gittiğini bilmeden değil, yeni yerler keşfetmenin zevkiyle yapılır olmuştu. Denizi, ormanı, doğayı tanımıştı Ersin. Bir kuş sesi, ormanın kokusu, ya da bulutların görüntüsü gülümsetir olmuştu genç adamı. Artık iyi hissediyordu.

O sabah her zamanki gibi Teyzesiyle kahvaltı ederken, “yarın İstanbul’a dönüyorum,” dedi. Gülümsedi. Teyzesi uzanıp Ersin’e sarıldı. Annesi gibi.

Son kez yürüyüşe çıktı. Orman patikalarına girdi. Şehire gidince buraları özleyeceğine emindi. Ormanın içinde ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu ama en az iki saat olmalıydı. Bir ara durup küçük sırt çantasındaki sandviçlerden atıştırmıştı. Kaybolma riskine girmemek için yürüyüşlerinde asla patikalardan ayrılmıyordu. Sık ağaçların arasından görebildiği kadarıyla güneş alçalmaya başlamıştı. Dönmeye karar verdiği sırada suyun şırıltısını duyarak biraz daha ilerledi. Küçük bir ırmağın kıyısına geldi. Burada eski, rutubetli, yosunlu bir tahta köprü vardı. Ersin buraya daha önce de gelmişti ama o zamanlar ırmak, eriyen karların etkisiyle olsa gerek, oldukça yüksekti. Su o zamanlar gürül gürül akıyor, üstelik köprünün üstünden taşıyordu. Şimdi artık ehlîleşen nehir, yatağında nispeten uysalca çağıldıyor, daha tehlikesiz hatta ferahlatıcı görünüyordu.

Buradan öteye geçmek için son fırsattı. Ersin ilk anda, hemen karşıya geçip bir beş on dakika karşı kıyıda keşif yapmak istedi. Ama köprü... Ürkütücüydü. Bir gariplik vardı. Köprü sanki eğilip bükülmüş, sonra da pusuya yatmışçasına tekrar düzelmiş gibiydi. Belki de çürüktü; Ersin ortasına geldiğinde çatırtıyla çökecek, genç adam kendini soğuk sularda bulacak, daha da kötüsü kayalara çarparak bir tarafını kıracaktı. Buralarda yaralansa jandarma onu bulana kadar kangren olurdu. Ve köprünün ardındaki orman parçası; daha karanlık, daha kuytu, göz aldatıcı gibi bir izlenim vermişti. Kuşlar sustu. Akşam çöküyordu. Ürperdi.

Belki de buraların keşfini başka bir zamana bırakmalıydı. Yazın teyzesini tekrar ziyaret edecekti nasıl olsa. Döndü.

“Korktun mu?” dedi döndüğünde yüz yüze geldiği genç kız.

Ersin neredeyse korkudan havaya zıplayacaktı. Hatta belki de zıplamıştı da hatırlayacak kadar aklına mukayyet olamamıştı. Genç bir kız vardı karşısında. Ersin geldiğini duymamıştı. Kızın civciv sarısı kısacık saçları ve kocaman, koyun gibi gözleri vardı. Boyu kısa olmasa da, minyon tipliydi. İnce bedenine iliştirilmiş küçük sevimli organları onu oldukça çekici kılıyordu. Küçük bir burun, ağız, çene, küçük kalçalar ve bir limonun iki yarısı gibi göğüsler. Baharın kucağına pırtlamış goncalar gibi tazeydi. Paspal kot pantolonunun üstüne giydiği kazak, (artık hangi kumaştansa) elastikti. Pıtırlar, oradaydılar. Ersin, ilk etapta ödünü patlatan irkilmenin, üzerinde yarattığı yüksek tansiyonumsu heyecan halini atlattı. Neden sonra bakışlarını kızın gözlerine çevirdi, kocaman gözlerine... Kızın bakışları, hiç kırpmadığı gözleri ve ince dudaklarının muzip kıvrımları, insanı etkisine alan, hem tutkuyla ateşleyen, hem de korkuyla heyecanlandıran bir güce sahipti. Ersin onun bir kedi olduğunu düşündü. Kendisi de güvercindi.

“Korktun mu?” diye tekrarladı kız.

“Ödümü patlattın!” diye itiraf etti adam. Altına kaçırmadığına şükrediyordu.

Kız isterik bir kahkaha attı. İnsanları korkutmak hoşuna gidiyor olmalıydı. “Onu demiyorum. Köprüden geçmeye korktun, öyle değil mi? Yarım saat düşündün köprünün başında, sonunda karşıya geçmekten vazgeçtin.”

“O köprü... Hayır, geç oldu. Hava kararacak diye...”

“Sen Mihriban teyzenin yeğeni Ersin’sin değil mi?”

“Evet. Sen de?..”

“Ben de Hülya’yım” dedi kız ve dinamik bir şekilde adamla tokalaştı. “İstanbul’lusun değil mi?”

“Evet.”

“Ben hiç gitmedim, güzel midir?”

“Güzeldir. Sen...”

“Hadi köprüyü geçelim!”

“Ne?”

Kız fırladı, köprüye doğru koştu. Kalçaları güzeldi.

“Dur bakalım! Geç oldu, dönmemiz lazım. Hem senin gibi bir kız burada tek başına ne arıyor? Seni merak edecek kimsen yok mu?” dedi Ersin.

Hülya köprünün başında bir an durmuştu. “Bu yolun nereye gittiğini merak etmiyor musun? Beni yalnız bırakma, başıma bir şey gelirse vicdan azabı çekersin bak!” dedi ve hızla köprüden geçmeye başladı.

“Dur Hülya, çürük olabilir!” diye bağırdı Ersin ama terelelli olduğu hakkında bariz ip uçları veren genç kız karşıya geçmişti bile. Ormanın gölgeleri arasında kaybolmadan önce, son bir kez dönerek “korkak!” diye bağırdı. Orada bir patika olmalıydı, gölgelere giden... Ersin de köprüyü geçti. Hülya’ya yetişmek için adımlarını sıklaştırdı. Biraz sonra, bir ağaca yaslanmış kendisini bekleyen kızı buldu. “Beni bırakmayacağını biliyordum,” dedi Hülya gülümseyerek. Genç adamın montunun yakasından tuttu, dibine kadar sokulmuştu. Gözleri gözlerinde, fısıltılı bir sesle, “teşekkür ederim,” diye ekledi. Ersin bir an kızın onu öpeceğini zannetti. Güzel kokuyordu. Ama Hülya derhal hiperaktif bir şekilde ormanın derinliklerine doğru uzaklaştı. Kâh yürüyor, kâh koşuyor, ceylan gibi sekiyordu. Ersin devamlı onu geri dönmeleri için ikna etmeye çalışıyor ama deli kız şen kahkahalarla ortalığı çınlatıyordu. Hava karardığında kaybolmuşlardı.

Ersin artık tecrübeli bir doğa yürüyüşçüsüydü. Küçük sırt çantasında yiyecek, içecek, bıçak, ip, ateş, sağlık malzemesi, hatta yedek çorap, ve bunun gibi ihtiyaç duyabileceği bütün ıvır zıvırları taşıyordu. El fenerini çıkarttı ve yollarını aydınlattı. Artık etrafta patika filan yoktu. “Kaybolduk,” diye soğuk bir sesle itiraf etti.

“Çok afedersin, benim yüzümden oldu,” derken bile Hülya’nın ses tonunda bastırmaya çalıştığı bir muziplik tınısı vardı.

Biraz daha ilerlediklerinde, orman adeta yollarını kesti. Fenerin ışığı bile bitki örtüsünde boşluk bulamadı. “Burada bir duvar var!” diye bağırdı Hülya. Tam önlerinde sarmaşıklarla kaplı, metrelerce yükseklikte eski bir duvar yollarına set çekmişti. “Bu bir evin bahçe duvarı olmalı,” diye ekledi. Genç kızın elleri; kadim zamanlardan kalma, yosun tutmuş, rutubet serinliğindeki taşların üzerinde hayranlıkla dolaşıyordu. Sanki okşuyordu.

“Duvarın yüksekliğine bakılırsa, ev değil şato olmalı,” dedi Ersin. “Hadi kapıyı bulalım.”

Duvarların etrafında dolaşıp kapıyı buldular. Paslı, demir parmaklıklı, içeriyi gösteren bir kapıydı. Kilitli değildi ama yıllardır açılmamış gibi bir izlenim veriyordu. İleride üç-dört katlı, şato değilse de oldukça büyük, görkemli bir malikâne gözüküyordu. Neredeyse bütün pencerelerde ışık vardı. “Hadi içeri girelim,” dedi Hülya ve demir kapıyı aralayarak bahçeye daldı.

Ersin, gecenin karanlığında, korku filmlerindeki hayaletli evler gibi görünen binaya tedirginlikle baktı. Halbuki yarın sabah yola çıkacak, İstanbul’a dönecekti. Tam da son gün bu kız nereden düşmüştü peşine, daha doğrusu kim kimin peşine düşmüştü? Başına bela aldığı kesindi. Tatlı bela. Teyzesi meraktan çıldırmış olmalıydı. Muhakkak jandarmaları aramıştı. Şimdi, uzun zaman önce (karlar henüz erimemişken) bir öfke nöbetinde duvara çarpıp parçaladığı cep telefonu yanında olsaydı bile buralarda çekmeyeceğini biliyordu. Belki bu evden teyzesini arayabilirdi. Hülya’yı takip etti.

“Pencerelerde ışık var!” diye çığlık attı kız. “Demek ki birileri var içeride!”

“Bütün ışıklar yandığına göre oldukça kalabalık olmalılar” dedi Ersin. Kapıyı çaldı. Ama açan olmadı. Defalarca çalmalarına rağmen cevap yoktu. Pencereler yüksekte ve perdeliydi, içerisini görmek imkansızdı. Hülya, “içeride olduğunuzu biliyorum, açın yoksa kırarız kapıyı!” diye bağırdığında da bir cevap gelmedi. Neden sonra genç kız, Ersin’in, “dur ne yapıyorsun? Sakin ol!” şeklindeki uyarı ve engellemelerine rağmen kapıyı tekmeleyince, aslında kapının kilitli olmadığı anlaşıldı. Kendiliğinden açılmıştı. Hülya içeri dalmıştı bile. Bütün bu aşırılıklarını sinirle değil, neşeyle yapıyordu. Ersin kızın bu deli dolu hareketlerine gıcık olsa da, galiba ondan hoşlanıyordu.

İçeri girip birkaç basamak çıkınca kendilerini büyükçe dairesel bir holde buldular. Şimdi sağ ve sol tarafta uzun birer koridor ve tam karşılarında da üst katlara çıkan genişçe bir merdiven vardı. Tavana gömülü zayıf ışık kaynaklarından başka hiçbir eşya yoktu. Daha sonra keşfedecekleri gibi bu evdeki çok sayıda odanın hiçbirinde eşya yoktu, sadece birer pencere... Ev sahiplerine seslendiler ama cevap gelmedi. “Burası hayaletli olabilir,” dedi Hülya. Lunaparkta korku tüneline girmek üzere olan çocuklar gibi neşeliydi. Ersin ise durumdan hoşlanmamıştı.

Rastgele bir şekilde sağdaki koridora girdiler ve koridor boyunca sağlı sollu sıralanan pek çok kapıdan ilkini açtılar. Kapıdan koridora taşan kuvvetli ışıkla gözleri kamaştı. Odaya girdiklerinde bir an şaşkınlıktan donakaldılar. Tam karşıda yaklaşık üç metreye üç metre kocaman, yekpare camdan (açılamayan) bir pencere duruyordu. Ama asıl şaşkınlık veren, insanı şok eden tarafı, dışarıda günlük güneşlik bir havanın olmasıydı. İkisi ilk şaşkınlıklarını attıktan sonra pencereye yaklaştılar. “Burası... İstanbul.” diyebildi Ersin.

“İstanbul mu? Ama nasıl olur?”

“Baksana Boğaz’ı görmüyor musun? Karşısı Sarayburnu, Karaköy. İşte şu tam karşımızdaki de Kız Kulesi. Biz de Salacak’ta olmalıyız bu pozisyona göre.”

“Ben İstanbul’u hiç görmedim Ersin, yabancısıyım. Ama şu Kız Kulesi dediğin, onun efsanesini duymuştum. Çok eskiden bir kral kızını oraya hapsetmiş, kaderindeki ölümden korumak için. Ama ölüm bir yılan kılığında, meyve sepetine saklanarak girmiş kuleye ve zavallı prenses kaderinden kaçamamış.”

Ersin inanamayarak izliyordu Hülya’yı. Bir an rüyada olduğundan şüphelendi. Ama değildi. Tekrar pencereye döndü. “Bu çok gelişmiş bir televizyon ekranı olmalı” dedi. “Yüksek teknoloji. Gerçi ses yok; ama insanlar, arabalar, vapurlar, martılar; hepsi ne kadar da canlı gözüküyor. Üç boyutlu bir derinlik var.”

“Belki de biz ışınlandık filan. Boyutlar arasında seyahat etmiş olamaz mıyız? Buna televizyon diyorsun ama ben güneşin etkisini tenimde hissediyorum.”

“Dedim ya yüksek teknoloji. Işınlanma dediğin... Yani bir şeyler hissederdik en azından... En iyisi dışarıya bir göz atalım emin olmak için.”

İkisi de neredeyse koşarak dış kapıya gittiler. Gecenin karanlığı, orman ve bahçe hâlâ yerli yerindeydi. Belirsizliğin omuz çöküntüsüyle tekrar Salacak manzarasına döndüler. “Eşya da yok ki bu evde. Bir sandalye olsaydı atardık, görürdük bakalım pencere mi, ekran mı?” dedi Hülya. 

Ersin için bu bardağı taşıran son damla oldu. “Bak Hülya, neşeli vurdumduymazlıklarından hoşlanmadığımı sanma sakın; ama bu devasa ekran ya da pencere, sadece cam bile olsa yeterince pahalıdır, hele de yüksek teknoloji ürünü bir cihazsa, servet değerinde olmalı. Üstelik burası başkasının evi ve biz de haneye tecavüz ediyoruz. O yüzden, senden çok rica ediyorum, lütfen hiçbir şeyi kırma hatta kurcalama bile. Ve ne olursun evi yakma Hülya, lütfen!”

Hülya gülüyordu. “Aaa, şaka yapıyorum yaa. Sen de amma safsın hemen inandın, neden kırayım elalemin eşyasını?”

Ersin inanmış gözüktü. Başka bir odaya girdiler. Yine bir pencere vardı. “Burası Taksim.” dedi Ersin. Bu sefer görüntü yakındı. Hava kapalıydı ve yağmur çiseliyordu. Arada pencere olmasa, ellerini uzatıp aceleyle koşturan insanlara dokunabilirlerdi. İnsanlar, onların farkında değildiler. “Pencere olmadığı böylece ispatlanmış oldu,” dedi Ersin. Hülya ise adamı irkilterek, dışarıdakilere avazı çıktığı kadar, “Heeeyy, şapşallar biz buradayız!” diye bağırdı. Gülüştüler. Bir müddet orada dikilip, koşuşturan insanların sessiz filmini seyrettiler. “Görünce daha iyi anladım ne kadar özlediğimi,” dedi Ersin. Dudağında buruk bir tebessüm vardı.

“İstanbul’u mu?”

“Evet İstanbul’u.”

“Hadi diğer odaları da dolaşalım!” dedi kız.

Diğer odaları da dolaşmaya başladılar. Hepsi de tıpatıp birbirine benzeyen birsürü oda vardı. Sadece ekranın gösterdikleri farklıydı. Pencereler hep İstanbul’a ama değişik yer ve değişik zamanlara bakıyordu. Gördükleri, bazen on katlı bir binanın tepesinden seyreder gibi geniş açılı bir manzara, bazen de bir sokağın seviyesinden, hatta kısıtlı, dar bir alan olabiliyordu. Bazen güneşli, bazen yağmurlu, karlı, bazen gece, bazen gündüz, ya da sabahın erken saatlerinde in cin top oynarken... Ersin’in tanıdığı, görünce hatırladığı yerlerdi buralar. Çocukluğunun, gençliğinin, hayatının geçtiği yerler. İstanbul.

İzlemesi zevkliydi. Hem de çok zevkliydi. Ses yoktu gerçi, ama görüntüler o kadar gerçekti ki; televizyon gibi değildi. Hülya yabancısı olduğundan, Ersin her pencerenin önünde ona İstanbul’u anlatıyordu. Tur rehberi gibi her manzarayı kendi anlatılarıyla süslüyordu.

Haliç kıyıları. Ersin’in çocukluğu burada geçmiş, Cibali’de ilkokula gitmişti. Daracık sokaklar. İşte Balat. Burada bir martıya sapan atmış, kuş taşı havada yakalayarak, yiyecek olmadığını anladığında geri tükürmüştü. Küçük Ersin yaptığından utanmış, o günden sonra hayvanlara hep iyi davranmıştı. Fatih Camisi; ortaokuldayken arkadaki medresenin camlarını kırmışlardı. Kim bilir ne kadar masraf olmuştur. Sultanahmet’te liseye gitmişti. Dikili taşlar, Alman Çeşmesi, Sultanahmet Camisi, Ayasofya. Turistler bunları görmek için dünyanın öbür ucundan gelirken o her gün yanlarından geçip okula gitmişti. Oradaki yeraltı su sarnıcı, binbeşyüz yıl evvel yapılmış ve üçyüz otuz altı tane sütun varmış içinde. Eğer Hülya bir gün İstanbul’a gelirse onu seve seve oraya götürecek, böylece genç kız suya dilek parası atabilecekti. Çemberlitaş, Sahaflar; eski zamanlar. Mısır çarşısı, Kapalıçarşı. Gülhane Parkı; eskiden hayvanlar vardı orada ama şimdi yok. Topkapı Sarayı; şehrin hakimi. Çeşit çeşit müze, bitmez geze geze. Galata köprüsünde nargile, bira. Galata Kulesi; Hazerfan Ahmet Çelebi. Karaköy; mektep de derler, neden diye sorma. Vapurlar, İstanbul demek! Boğaz, mavi. Tünel, Beyoğlu, İstiklal Caddesi, Taksim. Kadıköy, Üsküdar, Çamlıca, Beylerbeyi, Beykoz. Anadolu Hisarı ve Rumeli. Sarıyer, Bebek.

Sonunda birinci kattaki iki koridorun bütün odalarını dolaştıktan sonra, ikinci kata çıktılar. Merdivenler üçüncü kata da devam ediyordu ama burada da tıpkı birinci kattaki gibi, sağa ve sola uzanan, kapılarla dolu iki uzun koridor vardı. Anlaşılan katlar da birbirinin tıpatıp aynısıydı. Bu kattaki odaları da dolaşmaya başladılar.

Yıldız Parkı; sevgililerin götürüldüğü. Beşiktaş; Hakan Pastanesinde nargile içmeler. Barbaros Bulvarı... Ersin birden sustu. Uzaktan gördüğü şu nargile içen grup, tuhaf şekilde tanıdık gelmişti. Sanki üniversite yıllarındaki arkadaş grubu. Ama o zaman... O mavi kazaklı da kendisi olmalıydı. Mesafe uzaktı; emin olamadı. Daha sonra Ortaköy’de, uzun yıllar önce Kanada’ya taşınmış bir arkadaşını gördü. Levent’te, kalabalığın arasında platonik aşkı eski almanca öğretmeni vardı. Rahmetli bakkal amcayı bir cami çıkışında, kavga edip küstüğü mahalle arkadaşı Ünsal’ı vapurdan inerken, Nedime teyzeyi otobüse binerken, tacizci berberi mezarlıkta gördü. Neden sonra, Hülya’ya İstanbul’u anlatırken, aynı zamanda kendi hayatını da anlattığını idrak etti.

İkinci katın bir koridorundaki odaları bitirip de diğer koridora geçerlerken, korkunç bir kükreme duydular. Aşağıdan geliyordu. İkisi de donup kaldı. Bir kükreme daha duyuldu. Bu hayvan kükremesinden öte bir şeydi. İnsanın kanını donduran, yüreğine korku salan, elini ayağını titreten bir sesti. Cesaretlerini toplayıp, ayaklarının uçlarına basarak merdivenlerden aşağıdaki ana holü görebilecek kadar aşağıya indiler. Sinmişler, birbirlerine sokulmuşlardı. Tırabzanların arasından aşağısını gözetlediler.

Görüş alanına girmese de canavarın gölgesi görünüyordu. Bir şeyler yapıyordu. Belki de besleniyordu. Çünkü aşağıdan açılıp kapanan abartılı çene sesleri, iç bulandıran ağız şapırtıları duyuluyordu. “Kendi bağırsaklarını yiyor,” dedi Hülya fısıltıyla. Ersin, zaten deli olan birinin, bir de korkudan aklını kaçırırsa nasıl olacağını düşündü. Sonra başkası için endişelenmenin kendi korkusunu bastırmadığını anladı.

Canavar harekete geçti. Oldukça yavaş yürüyordu. Döşemelerin gıcırtısı ve gümbürtülü ayak sesleri, Ersin ve Hülya’yı devasa bir beklentiye soktu. İkisi gözlerini kırpmadan aşağı kattaki ölümcül ev sahibinin görüntüye girmesini beklediler. Elele tutuşmuşlardı.

Üç metre çapında devasa bir patatese benzeyen gövdesi, yapış yapış, ay yüzeyindeki kraterleri andıran çukurlar ve nabız gibi atan çok gelişmiş kocaman sivilcelerle doluydu. Bu hantal gövde dört ayak üzerinde ilerliyordu. Bunlar ayaktan çok, yedi parmaklı çirkin yeşil ellerdi. Yaratığın kafası bir koyun kadardı. Aslında baca gibi öne doğru uzanan, akordiyon kırışıklığında bir boyun ile ucunda seksen doksan sivri diş olan bir ayı kapanına benzeyen, dudaksız çeneleri vardı. Büyük ihtimalle bu baş değil, komple ağızdı. Dişlerini tak tak açıp kapatıyor, salyaları akıyordu. Çoğu boynunun etrafında olmak üzere, gövdeden fırlamış sekiz on adet, bir iki karış boylarında, her birinin ucunda kapaksız bir göz olan, yılana benzer teleskobik organları vardı. Bu gözler, kımıl kımıl solucanlar gibi devamlı hareket ediyor, etrafı gözlüyorlardı. Bu yaratığın gözünden kaçmak imkansızdı. Nitekim solucan gözlerden üç tanesi, irkilen cinsel organlar gibi Ersin ve Hülya’nın olduğu tarafa doğru sertleştiler.

Canavar haykırdı. Şahmerdan adımlarıyla merdivenlere yönelirken, diğer ikisi korkuyla üst katlara kaçtı. “Üçüncü kata!” dedi Ersin. Diğerlerinin benzeri bir koridora dalıp birkaç saniye plansız bir şekilde koştular. Durduklarında Ersin çantasından bıçağını çıkarttı ve onun aslında basit bir çakı olduğunu kabullenmek zorunda kaldı. “Onu bana ver” dedi Hülya. Bunu canavarın dişlerine kürdan niyetine mi kullanacaktı acaba? Ersin kızın kendini biraz da olsa güvende hissetmesi adına bıçağı verdi. Bu kata ilk defa çıkıyorlardı. “Odaları arayalım” dedi Ersin. Kıza diğer kapıyı işaret ederek kendisi aksi yöndeki odaya girdi. Titriyordu.

Burası da aynıydı. Her yer çıkmaz sokaktı. Tam çıkmak üzereydi ki, penceredeki mekan tanıdık geldi. Zaten her yer tanıdıktı ama burası... Moda da bir çay bahçesi; eskiden nişanlısıyla sık sık gittiği yerdi. Ta ki kendisini terk edene kadar. Pencereye yaklaştı. Deniz manzaralı hoş bir çay bahçesi ve işte nişanlısı da oradaydı. Uğruna psikolojisinin bozulduğu... Sonsuza kadar mutlu olacaklardı güya, en acılı, yaslı günlerinde terk etmişti Ersin’i. Annesinin öldüğü... Bu pencerede bir tuhaflık vardı. Ekrandaki görüntü zum yapar gibi yavaş yavaş yaklaşıyordu. Ersin tek başına oturan eski nişanlısının parmağındaki yüzüğü açık seçik görüyordu şimdi. Pahalı bir şeydi. Annesi aile yadigarı yüzüğü vermek istemeyince, Ersin kızıp borca girmiş, biricik sevgilisi, aşkından çıldırdığı, hala unutamadığı, kalbini sızlatan kadın için en pahalısından bir pırlanta almıştı. Ersin almıştı. Eski nişanlısı o yüzüğü ne yapmıştı acaba, satmış mıdır diğer hediyelerle birlikte? Ekrana dokundu. Soğuktu. Kızın üzerindeki bu kıyafeti hatırlamıştı; ekose etek ve ceket. Evet, o günü hatırlıyordu. Zavallı kızcağızın babasına haciz gelecekti, yüklü miktarda para lazımdı. Üzüntüden ağlamıştı. Parayı vermişti Ersin, kayın pederine yardım... Birden görüntüye giren bir adam kızın masasına oturdu. Kız şaşkındı. Adamı azarlıyor, sanki neden geldin diyor, gitmesini istiyordu. Adam ise kaypak bir şekilde gülümsüyordu. Ersin bu adamı tanıdı. Eski nişanlısının amcasının oğluydu, sadece bir kez karşılaşmışlardı. Amcaoğlu elini kızın bacaklarına attı. Kız panik heyecan karışımı bir ifadeyle etrafını gözlüyor, adamın gittikçe ekose eteğin altına kayan elini durdurmaya çalışıyordu. Sonunda teslim oldu. Moda da bir çay bahçesinde, herkesin ortasında, masanın altında oldu her şey. Kadın, ıkınır bir ifadeyle, yüzü kızararak, kasılarak ve çabucak, rahatladı. Amcaoğlu parmaklarını koklayarak kalktı ve yüzünde yavşak bir gülümseme ile uzaklaştı. Eski nişanlı makyajını tazeledi. 

“Ersin, bunu görmelisin!” diye daldı içeriye Hülya. “Öbür odadaki ekranda sen varsın!” dedi. Ersin beklemeden öbür tarafa yürüdü. Diğer odada ki filmde baş rollerde annesiyle kendisi vardı. Onu son kez gördüğü gün. Kavga ediyorlardı. Ses yoktu gerçi ama Ersin o gün ne konuştuklarını aşağı yukarı hatırlıyordu. “O kızla evlenirsen hakkımı helal etmem!” diyordu annesi. Ersin de sert konuşmuştu. “Cehennemin dibine kadar...” demiş olabilirdi ya da ona yakın bir şey. İşte kapıyı çarpıp gidiyordu. Annesi fenalık geçiriyordu, kalbi varmış meğerse. Ölüyordu.

Birden Hülya’nın çığlığı duyuldu! Genç adam yaşlı gözlerle koridora fırladı. Bu kız ne aralık kaybolmuştu ortadan? Ersin merdivenlere doğru giderken yutkunmaya, hıçkırmalarına engel olmaya çalışıyordu; koşarken ağlamak zor oluyordu. “Hülya!” diye bağırdı. Merdivenlere varıp da gözyaşlarını sildiğinde tam karşısındaki diğer koridorda canavarı gördü. Hülya’yı tutmuştu. Ayak el karışımı iki ön uzvuyla kızın gövde ve bacaklarından kavramış, yatay vaziyette tutuyordu; tıpkı bir sandviçi tutar gibi. Gövdesinde saplanmış bir bıçak vardı. Kızın ise sesi çıkmıyordu ama kocaman koyun gözlerini Ersin’e dikmiş hiç kırpıştırmadan bakıyordu.

Canavar Hülya’yı ısırdı. Hızar gibi işleyen çenesi kızın böğründen başlayarak, ard arda ısırışlarla karnını parçalayıp bütün iç organlarını ortaya döktü. Kanlar fıskiye gibi sıçradı. Ersin şiddetli öğürtülerle içindekileri kustu. Canavar iki parçaya ayırdığı kızı bırakarak Ersin’e doğru hamle etti. Adamın dizleri titriyordu, belki de bayılmak üzereydi. Ama içindeki o ses yine devreye girdi ve ona derhal kaçmasını, koşmasını emretti. Ersin merdivenlerden aşağıya rüzgar gibi indi ve canavarın yavaş temposuyla ona yetişemeyeceğini bildiği halde bahçe kapısından dışarı adım atana kadar durmadı.

Sabah olmuştu. Ersin gündüz gözüyle bu uğursuz eve tekrar baktı. Temiz hava kendini biraz daha iyi hissettirmişti. Şimdi gidecek ama jandarmalarla birlikte tekrar dönecekti. Yaratığı öldürecekler ve o canavarı yaratan genetik deneylerin sorumluları her kimse (tabii hâlâ hayattalarsa) bunların hesabını verecekti. Zavallı Hülya... Hızlı hızlı yürüdü. Saatlerce yolu bulmaya çalıştı. Sonunda o uğursuz köprüyü bulduğunda geri kalan yol daha kolay geçti. Çok yorgun ve pisti. Teyzesinin evine vardığında adım atacak hali kalmamıştı. Kapı kilitli değildi yine. İçerisi sıcaktı ve güzel yemek kokuları vardı.

“Ersin, sen mi geldin yavrum?” diye seslendi teyzesi. Mutfaktaydı.

Ersin ayaklarını sürüye sürüye mutfağa girdi. Çok susamıştı.

“Nasıl geçti yürüyüşün?” diye sordu teyzesi. Kafasını kaldırıp bakmamıştı. Elindeki tahta kaşıkla bir tencere karıştırıyordu. Gülümsüyordu. Sonra kafasını kaldırdı ve yeğeniyle göz göze geldi. “Ne oldu canım, durgunsun? Papatya çayı içer misin?” dedi.

“Teyze, bugün günlerden ne?” dedi Ersin.

Mihriban Teyze elindeki işi bırakıp, yüzünde şefkatli bir hüzün ifadesiyle Ersin’in yanına geldi. Uzanıp yeğeninin yanaklarından tuttu, saçını okşadı. “Suratın gülmüyor. Artık hayata karışmalısın. Biraz hayattan zevk almalısın. Ama bu ıssız yerlerde, avare dervişler gibi dolanarak olmaz. İstanbul’a dönmelisin,” dedi.

SON

14
Kurgu İskelesi / Bedevi
« : 30 Haziran 2009, 19:32:02 »
.


Bedevi

“O bir Bedevi!”

Kum tepesinin üzerinde, siyah atına binmiş ve gözleri hariç her yerine siyah kumaşlar sarınmış savaşçı, çok azametli duruyordu. Kalın palasından yansıyan güneş gözlerimizi kamaştırdı. Günlerdir sıcak kum deryasında zavallı arkadaşım Alfonso ve ben -Dante- nereye gittiğimizi bilmeden dolaşmıştık; ve gördüğümüz sayısız seraptan sonra şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki; bu Bedevi, hayal olamayacak kadar inanılmaz görünüyordu.

“Ne yapıyor? Bizi mi gözetliyor? Neden bizi kurtarmıyor?” diye sordu Alfonso.

Üst üste kurduğu bu cümleleri sarf edebilmek için ağzında yeterince tükürük olmasına şaştım doğrusu. Ne de olsa henüz iki üç saat önce beni -kanımı içmek amacıyla- öldürmeye kalkışan kendisiydi. Neyse ki tek silahımız olan hançeri ele geçirmiştim de arkadaşımın bir yamyama dönüşmesi şimdilik ertelenmişti. “Sen kurtarılmayı hak etmiyorsun Alfonso!” dedim. Ne kadar ironiktir ki; bunları söylerken çatlayan dudaklarımdan sızan kanları kurumadan yalamanın zevkini çıkarabilmiştim.

“Dostum Dante, hâlâ kızgın mısın bana? Geçici bir delilikti yaptıklarım; sıcaktan beynim sulanmıştı,” dedi.

Güneş yanıklarıyla dolu, derileri kalkmış, kavrulmuş suratına baktığımda alıngan bir ifade görür gibi oldum. Ne yazık ki lafı yapıştıracak kadar enerjim kalmamıştı. Çok susadım. Artık ölümün dinlendirici bir deneyim olacağına kendimi ikna etmiştim ki, şimdi de şu Bedevi çıkmıştı ortaya. Bizim için bir kurtuluş muydu, yoksa bizi köle olarak mı satacaktı? Ne yapacaktı? Bu çöl savaşçıları hakkında anlatılan bütün hikayeler, efsanelerden ibaret. Onları doğru dürüst gören bile olmaz. Zaten birazcık aklı olan, çölden uzak durur; buraya gelmek, ölmeden cehenneme gönüllü girmek gibi.

Peki bizim ne işimiz var bu cehennemde? -Şimdi düşününce çılgınca geliyor- kimsenin gitmediği bu çölün derinliklerine yaptığımız yolculuğun sebebi, efsanelere konu olmuş kadim bir piramidi aramaktı. Artık, başlangıçtaki serüvenci karakterimizi, üç gündür tepemizde uçan akbabaların gölgelerine kurban ettik. Evimin kıymetini sonunda anladım ama biraz geç oldu. Özgür ruhlarımız, duvarları kumdan engin ufuklar olan tavansız bir hapishanede tutsak şimdi.

Başlangıçta bir rehberimiz vardı. Alfonso ve benim, yön bulma konusunda uzman olan rehberimizin varlığından dolayı içimiz rahattı. Ancak yola çıkalı üç hafta olmuştu ki; adam uzmanlığından beklenmeyecek bir hata yaptı: Gece uyurken çizmesini çıkarmış ve sabah içlerini kontrol etmeden ayağına geçirivermişti. Kocaman bir akrebin ayak kokulu çizmeyi kendisine yuva olarak seçeceğini akıl edemedi herhalde. Ayağından sokulunca bir gün boyunca kıvrandı durdu. Bacağından başlayarak bütün vücudu şişti ve morardı. Keşke bünyesi o kadar dayanıklı olmasaydı, hiç olmazsa daha az acı çekerdi.

Rehberimiz ölünce bizim acınası hikayemiz başlamış oldu. Üzerimize çöken dehşetli kum fırtınası hayvanlarımızı ve eşyalarımızı kaybetmemize yol açtı. Sonra susuzluk başladı... Etrafta, özündeki nemi emebileceğimiz bir kaktüs bile yoktu. Denk geldiğimiz iğrenç sinekler bile su bulma içgüdüsüyle gözlerimize saldırıyorlardı. Günlerce dolaştık. Kuzeye, başladığımız noktaya doğru gitmeye çalışıyorduk ama bu içi boşalmış, posa gibi kurumuş halimizle fazla ilerleyebildiğimizi sanmıyorum. Günlerimiz, çölün ortasında uzaktan gördüğümüz büyük su birikintilerinin, yanına gittiğimizde sadece bir hayalden ibaret olduğunu anlamakla geçti. Çok ağladık. Ve kendimizi tuzlu gözyaşlarını bile içmeye çalışırken bulduğumuzda, içler acısı halimize daha çok ağladık.

“Neden öylece duruyor?” dedi Alfonso ilerdeki kum tepesine bakarak. Bedevi ve atı bir heykel gibiydi. Sonunda Alfonso gücünü toplayarak bağırdı: “Heeey! Suu! Su! Suyun var mı? Yardım Et!” Sonra boğazı yırtılırcasına kuru öksürüklere boğuldu. Ölecek sandım. Ancak duygularım bile kurumuş olduğundan ona aldırmayarak Bedevi’ye doğru ilerlemeyi tercih ettim.

Artık ayaklarımın üzerinde duracak halim yoktu. Ben de köpek gibi dört ayak üstünde ilerliyordum. Bedevi hâlâ tepenin üzerinde kıpırtısızdı; yoksa o da mı hayaldi? Derken hemen yanı başımdan bir yaratığın yaklaştığını fark ederek irkildim. Aslında bu Alfonso’nun ta kendisiydi. O da benim gibi emekleyerek çöl savaşçısına doğru ilerliyordu. İki kaplumbağanın yarışı temposunda ilerledik ve hemen hemen berabere bitirdik yarışı. 

Bedevi’nin yanına vardığımızda dizlerimizin üzerinde durarak atının üstündeki çöl savaşçısına baktık. Ellerinden anladığım kadarıyla esmerdi. Kafasına ve yüzüne sardığı siyah sarıktan sadece gözleri görünüyordu. Yanımdaki Alfonso iki elini adama doğru kaldırıp sızlanıyordu. Aslında ağlıyordu ama gözyaşı üretemiyordu. Harap hâli ve üstündeki paçavralarla bir dilenciden farkı yoktu. Aslında ben de onun gibiydim.

Bedevi’nin belinden sarkan kalın ve eğimli kılıca gözüm takıldı. Bir vuruşta insanı ikiye ayırabilirdi. Adama, “su vermeyeceksen, bari bizi öldür,” dedim. O şahin bakışlı kara gözlerde bir duygu kırıntısı aradım; acıma, nefret, tiksinti ne olursa ama aklından geçenleri anlayamamıştım.

Sonunda eğerinin diğer tarafından, keçi derisinden yapılma bir su tulumu çıkardı ve önümüze attı. Ben daha uzanamadan Alfonso tulumu kapmış, tapasını çıkarmıştı bile. O kadar gözü dönmüştü ki tulumu kafasına dikip lıkır lıkır içerken ağzının kenarlarından suyun yarısını dışarıya döküyordu. Tepem atmıştı! “Dikkat etsene döküyorsun,” diye uzanmaya kalmadı, Alfonso elini gözüme doğru savurarak, tırnaklarını yüzüme geçirdi. “Bırak pislik, benim o!” gibi bir şeyler haykırıyordu. Aramızda bir boğuşma başladı. İt herif suyu tadınca sanki güçlenmiş gibiydi. Tulumu çekiştirirken suyu hepten sağa sola saçtık. Derken... Hançeri nasıl çektiğimi hatırlamıyorum. Ama üst üste indirdim darbeleri. Hızlı hızlı vurdum. Delirmiş gibiydim, herhalde sıcaktan beynim sulanmış olmalı. Arada su tulumunu bile bıçaklamıştım. Sonradan kanlı ıslak keçi derisini yalarken öğürecektim.

Güneşin battığı yöne doğru baktığımda, Bedevi uzaklaşıyordu.


SON

15
Kurgu İskelesi / Ruhsal
« : 29 Haziran 2009, 11:23:17 »
.

Ruhsal


Her şeyin başlangıcı olan o uğursuz Cuma akşamını dün gibi hatırlıyorum. Mesai bitmişti. Şirkette hemen herkes; plazanın boğucu atmosferini geride bırakıp, (hafta sonu tatilinin motivasyonunu da arkalarında hissederek) dışarıdaki hafif çiseleyen sonbahar akşamüstünün ıslak, gri atmosferine kendilerini çoktan atıvermişlerdi bile. Ben de çıkmak üzereydim ama idari müdür Firdevs Hanım’ın ofisinin camlı kapısından, hâlâ içeride olduğunu görünce, kariyer hayalleri kuran her gencin yapacağı gibi iyi akşamlar demek için yanına gittim.

Firdevs Hanım otuzlu yaşlarda hoş bir kadındı. Hatta seksiydi. Aslında itiraf etmek gerekirse, yeni mezun bir gençtim ve üniversite yıllarını “bayan arkadaş” açısından pek de verimsiz, hatta çorak bir şekilde değerlendirdiğimden, uzun yıllardan beri (aslında kendimi bildim bileli) biriktirdiğim bir takım hormonlar kulaklarımdan fışkırıyordu ve bunun tabii bir sonucu olarak görüş menzilime giren bütün dişiler bana oldukça çekici gelmeye başlamıştı. Bu sebeplerden dolayı Firdevs Hanım’la ilgili bir takım fanteziler kurmuş olabilirim. Aslında evli kadınlar benim ilgi alanımın dışında kalıyor ama ofiste yapılan dedikodulara göre Firdevs Hanım’ın kocası iki sene önce kaybolmuş, (biriyle kaçmış diyorlar ama günahına girmeyeyim) adam adeta sırra kadem basmış, bir daha da haber alınamamış. Zaten dikkat ettim, Firdevs Hanım alyans takmıyordu. Yani bir gün (özellikle böyle mesai saati bitiminde ofis tenhalaşmışken) bu içinde fırtınalar koparcasına arzu dolu olduğunu tahmin ettiğim kadın, ani bir kararla bana karşı seksüel anlamda bir eylemde bulunursa karşı koymaya niyetim yoktu.

“İyi tatiller Firdevs Hanım, bir isteğiniz yoksa ben çıkıyorum” dedim yutkunarak.

Dalgındı. Kafasını kaldırıp yüzüme birkaç uzun saniye baktı. Sonra birden gülümseyerek ayağa fırladı. “Ah, Bahadır’cığım sen miydin?” diyerek bir çırpıda yanıma geldi. “Aslında ben de senden bir şey rica edecektim” dedi.

İlk anda “eyvah!” diye düşündüm, “kesin angarya bir iş yükleyecek. Neden çıkmadım sanki?” Ancak akabinde kadının gözlerindeki kedinin ciğere baktığı gibi olan o ifadeyi görünce beni bir ateş bastı. “Ne demek, emredin!” dedim, göreve hazırdım. Elini zarifçe koluma koyduğunda ise kan basıncım yavaş yavaş yükselmeye başladı. Kendimi her türlü göreve hazır hissediyordum.

“Hafta sonu bir işin var mı?” dedi.

“Hafta sonu mu?” dedim, kulaklarımın doğru duyduğuna emin olmak için.

“Evet, eğer önemli bir işin yoksa bu hafta sonunu bana ayırabilir misin diyecektim” dedi. Hafiften yanakları mı kızarmıştı, yoksa bana mı öyle gelmişti. Yoksa kızaran ben miydim? Allah’ım hayallerim gerçek mi oluyordu yoksa?

“Tabii ayırırım” diyebildim, kasılmış ciğerlerimdeki havayı serbest bırakarak.

Bana biraz daha sokuldu, şimdi nefesini yüzümde hissediyordum. Parfümünün kokusu başımı döndürüyordu. “Ama sır saklayabilir misin? Çünkü bunun duyulmasını istemiyorum. Aramızda geçenler ve bu hafta sonu olacaklar hakkında kimseye bir şey söylemeyeceğine güvenebilir miyim?” dedi.

“Tabii güvenebilirsiniz Firdevs Hanım, hiç kuşkunuz olmasın!”

“Yemin eder misin?”

“Yemin mi?.. A evet, tabii. Yemin ederim.”

“Güzel. Sana güvenebileceğimi biliyordum Bahadır” dedi ve kolumu tutmakta olan uzun kemikli parmaklarını sıkarak, beni önümüzdeki günlerde başıma gelecekler konusunda fantezilere gark etti. Vücudumun bir yerlerinde kalbimden bağımsızlığını ilan etmiş atan bir nabzın zonklayan etkisini, kansızlıktan kurumakta olan beynimin çeperlerinde hissediyordum. Herhalde bir zebani kadar kırmızı renkteydim ama Firdevs buna aldırmamış görünüyordu. Hatta karizmatik dudaklarındaki hafif tebessüm, gizleyemediğim heyecanımı sevimli bulduğunun bir işareti gibiydi.

Sonunda beni bırakarak, masasının üzerindeki çantasını hızlı hızlı karıştırmaya başladı. Nedense ilk aklıma gelen fikre kapılıp, onun çantasında acil durumlar için bulundurduğu prezervatifleri aradığını zannettim. Birden heyecanım şekil değiştirdi. Hemen mi, şimdi mi yapacaktık? Dönüp kimse var mı diye etrafa baktım. Bütün ofislerin katın ortasına bakan bölümleri komple camdı. Tam iş ortasındayken biri geliverirse kabak gibi gözükecektik. Çıkacak rezaletten çok, vücudumun en beyaz yeri açıktayken nasıl görüneceğimi düşündüm. Üstelik işten atılabilirdim. Ama kısa bir tereddütten sonra, Firdevs Hanım’la ihtiraslı bir çılgınlığın doruğunda birkaç dakikalık samimiyeti pekiştirme seansının, bu şirketteki kariyerimden çok daha önemli olduğuna karar verdim. 

Firdevs Hanım çantadan para çıkardı. “Burada beşyüz lira var” dedi çil çil yüzlükleri uzatırken. “Yarısı masraflarına yeter herhalde, kalanı da sana harçlık olsun.”

Tekrar allak bullak olmuştum. Paraları elime tutuşturuverdi. Sevinsem mi üzülsem mi bilemedim. Henüz amatör ligde güreşmeden, jigololuğa terfi etmiştim. Firdevs benden belki on yaş kadar büyüktü ama çekici bir kadındı (en azından ben öyle düşünüyordum) jigolo tutacak kadar mı kendine güvenmiyordu, ve ben salak mıydım ki ona seve seve bedava vermeyi düşünüyordum? Beşyüz lira da fena para değildi hani. Ancak ilk refleks olarak hemen paraları geri uzattım. “Gerekmez, gerçekten...” dedim.

“Aaa, saçmalama bakalım, koy o paraları cebine! Ben senin müdürünüm, ben ne dersem o olacak!” diye azarladı. Dominant kadın da bir başka seksi oluyordu doğrusu. Hemen paraları cebe attım. Kendimi profesyonelliğe adım atmış gibi hissettim. Acaba bu mesleği yapanların kaydolması gereken bir derneği, loncası filan var mıydı? Ancak hemen akabinde midemi yakan bir tereddüte kapıldım: Ya o işi layıkıyla beceremezsem? Ya elime yüzüme bulaştırırsam? Firdevs performansımdan memnun kalmazsa parasını geri ister miydi acaba? Para mı? Paranın canı cehenneme! Yaşayacağım utanç ve psikolojik travmayı düşününce içim korkuyla titredi. “O kadar para saydık, doğru dürüst beceremedin” der miydi? Ya da arkadaşlarına anlatır mıydı? Yok canım anlatmazdı (yani herhalde) ama ona bir evrak götürdüğümde ya da beraber bir toplantıya girdiğimizde kadının anlamlı bir şekilde tebessüm etmesinin altında yatan “küçük utangaç Bahadır’ımız nasıllar bugün?” mesajını bal gibi hissedecektim. Of, profesyonellik büyük sorumluluk yüklüyordu insana. Bilinçaltımın rögar kokulu melun kapıları açılmış, karanlık dehlizlerinde pusuda bekleyen ne kadar “kendine güvensizlik” ve “korktuğun başına gelir” hezeyanımsı duyguları varsa, teker teker açığa çıkıyorlardı. Hevesim sönmeye başlamıştı.

“Almanya’da yaşayan annem, yarın sabah uçakla tatile geliyor. İki hafta yanımda kalacak. Annemi çok severim Bahadır. Zaten doğru dürüst görüşemiyoruz, kadıncağızın buradayken iyi vakit geçirmesini istiyorum.” dedi Firdevs.

Şok! Zaten bir terslik olduğunu hissediyordum. Demek beni yaşlı annesinin seks oyuncağı olayım diye kiralamıştı. Oysa ben ne hayaller kurmuştum. Belli etmemeye çalışsam da kendimi çok kötü hissettim. Zaten sönmeye başlayan hevesim iyice büzülmüştü.

Firdevs tekrar çantasını karıştırarak (artık prezervatif aradığına dair inancımı yitirmiştim) konuşmaya devam etti: “Aslında yarın Kilyos yakınlarında önemli bir randevum vardı ama annemi karşılamam gerektiği için gidemeyeceğim. Ama bu randevuyu almak için haftalar önce sıraya girmiştim anlıyor musun? Yani benim yerime sen gideceksin oraya.” Çantasından çıkardıkları arasından bir kağıt parçası uzattı. “İşte adres ve nasıl gidileceği burada yazıyor. Biraz sapa bir yerdeymiş anladığım kadarıyla” dedi.

İşin rengi tekrar değişmeye başlıyordu. Biraz rahatlar gibi olduysam da artık dereyi görmeden paçayı sıvama (hatta pantolonu çıkartma) alışkanlığımı bırakmam gerektiğine kesinlikle ikna olmuştum. “Neresi bu yer, görüşeceğim kişi kim?” diye sordum.

Bana bir fotoğraf uzatttı. “Bu resimdeki benim iki sene önce ortadan kaybolan kocam” dedi. “Adı Alp Tonga. Gideceğin adresteki kişi bir medyumdur ve fotoğraflardan kişilerin ya da eşyaların yerini bulabiliyor. Ona bu resmi göstereceksin, o da yerini sana söyleyecek ya da haritada işaretleyecek.”

“Medyum mu? Ciddi misiniz? Böyle şeylere inandığınızı...” Soğuk bakışları karşısında cümlemi tamamlamamayı tercih ettim ve konuyu derhal değiştirdim. “Ama bu resimde kocanızın yüzü gözükmüyor bile” dedim. Fotoğrafta, adam olduğundan bile emin olamadığım bir kişinin, karlı bir havada, elleri ceplerinde yolda dikilirken, bir su birikintisinde oluşmuş yansıması, gayet gölgeli bir şekilde gözüküyordu. Bu resimden kimlik tanımlaması yapmak imkansızdı.

“Biliyorum ama kocam kaybolurken, bütün evrakları ve resimleri de beraber sırra kadem basmıştı. Bu resim, fotoğraf makinemde kalan, benim çektiğim sanatsal bir pozdu. Fakat önemli değil, medyum Oğuz Bey, gönül gözüyle görüyor kişinin yerini ve çok güvendiğim kişilerden adam hakkında olumlu referanslar aldım.” dedi Firdevs Hanım.

İşte böylece bulaştım bu işe... O akşam küçüklükten beri arkadaşlarım olan Nail ve Zafer’i arayarak ertesi günkü seyahatime ortak ettim. Nail’in arabası vardı. Depoyu ben dolduracak, yiyecek, içecekleri filan hep ben ısmarlayacaktım; buna rağmen hesaplarıma göre paranın çoğu cebimde kalacaktı. Eğlenceli olacağa benziyordu. Ertesi gün yola çıktık.
 
Ormanın ortasındaki bir patikada çamura battığımızda, gittiğimiz yerin aslında Kilyos falan olmadığına iyice emin olmuştuk. En son yarım saat önce yolu sorduğumuz bir köylü (gördüğümüz son insanoğlu) suratımıza “ne işiniz var ulan orada, aklınızı mı yediniz?” der gibi bakmıştı. Yine de lütfedip tarif ettiği yolun böylesine berbat olacağı kimin aklına gelirdi ki? İttire kaktıra yürüttük arabayı. Neden sonra tıpkı köylünün tarif ettiği gibi ormandaki tahta bir köprüye vardık. Artık bu dar köprüden araba ile devam etmek imkansızdı.

Köprü çok karizmatikti. Rutubetten üzeri yosun tutmuş, sanki uzun yıllardan beri maruz kaldığı doğal güçlerin altında inim inim inlerken, eğilip bükülmüş, yamulup düzelmiş ama bütün güçlüklere rağmen görevinden taviz vermemiş, (artık buralardan kim geçecekse) yolculara hizmet vermek adına (yıkılmadım ayaktayım misali) sağlamlığını korumuş gibi görünüyordu.

“Ne yani, arabayı burada mı bırakacağız?” dedi Nail.

“Korkma ayılar yemez arabanı” diyerek Zafer, Nail’in ensesine bir şaplak attı. Nail ise samimi küfürlerinden birini ederek, tokadımsı elenselerle rakibine hücum etti. Arabadan çıkar çıkmaz neşe, kahkahalar, eğlenceler kabına sığmayan bir gaz sancısı gibi zortlayıvermişti. O kadar sevimliydiler ki; bu arada ben de yalancıktan güreşen iki arkadaşımı ağzım kulaklarımda seyrederken; içimden üzerlerine atlamak, güreşmek, mıncıklamak hatta pandik atmak gibi samimi ve coşkun duygular geçiyordu. Ama kendimi tuttum. “Hadi beyler şu işimizi halledelim sonra güreşirsiniz bol bol” dedim. Yola koyulduk.

Köprünün üzerinden geçerken altımızdaki ahşaptan gelen uğursuz gıcırtılar bizi tedirgin etti ama köprü sağlamdı. Paza Konağı’nı arıyorduk. Bize yolu tarif eden adam buralardan öteye pek gitmemiş ama “fazla uzak olmaması lazım” demişti. Fazla olmaması lazım dediği yol bir saat sürdü ve hava ummadığımız bir şekilde karardı. Ne çabuk akşam olduğuna hayret ettik. Allah’tan dolunay vardı da ortalık aydınlanıyordu biraz. Bu arada vahşete çağrı tarzında bir kurt uluması duyunca irkildik. Hemen ellerimize silah niyetine birer kuru dal aldık. Elimdeki son dakika bastonunun beni kurtun dişlerine karşı ne kadar koruyabileceğini merak etmekten kendimi alamadım.

Konağın demir parmaklıklı bahçe kapısına vardığımızda üçümüzde durup, ötede bütün ihtişamıyla geceye ürperti dalgaları yayan görkemli malikâneye ister istemez bakarken, karnımızda tırsak hezeyanların karıncalanma hissinden muzdarip olduğumuza (kendi adıma) yemin edebilirim.

“Filmlerdeki perili evlere benziyor” diyerek Nail duygularımıza tercüman oldu.

“Yürüyün lan, amma tırsak adamsınız” diyerek cesaretlendirdim arkadaşları ve zaten açık olan paslı bahçe kapısından içeri girdik. Bahçe yabani otların istilasına uğramıştı. Pencerelerde ışık olmasa burasının uzun zaman önce terk edilmiş olduğuna kanaat getirmek işten bile değildi.

Nihayet konağın kocaman kapısına geldik. Yanda tek bir zil butonu vardı. Bastım. Basmamla birlikte içeriden korkunç bir kadın çığlığı duyuldu. Hepimiz “hass...” şeklinde tepkimizi dile getirdik. Yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Çığlıklar durmuyordu, içeride kesin biri bir bayanı boğazlamakla meşguldü. Buna emindik ama ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Üçümüzde birbirimizin korkmuş suratlarına bakmaktan başka bir şey akıl edemiyorduk.

“Kaçalım” dedi Nail.

“Olur mu, yardım etmeyecek miyiz? Boğazlıyorlar karıyı duymuyonuz mu?” diye itiraz etti Zafer ama nedense cümlelerini fısıltıya öykünür bir şekilde düşük desibel seviyesinde kurmuştu, öyle ki ne dediğini zar zor anladık.

Çığlıklar sustu. Adrenalin diz boyu, geçmek bilmeyen birkaç saniye kararsız bir şekilde kalakalmıştık. Kaçmaya pek bir niyetliydim ama bir an Firdevs Hanım’ı düşündüm; sen taa buralara kadar gel de görevi bitirmeden geri dön olacak iş miydi? Öte yandan canımı sokakta bulmamıştım. Birden kapı açıldı.

Ellili yaşlarda, uzun boylu, beyaz saçlı, mahkeme duvarı suratlı bir adam açtı kapıyı. Üzerinde filmlerde gördüğüm ingiliz uşaklarının giydiği takım elbiselerden vardı; soğuk bakışlarla bizi süzerek “buyrun?” dedi. Bir yandan da elini kırmızı bir havluya kuruluyordu. Kırmızının el havlusu için ilginç bir renk seçimi olduğunu düşündüm.

“Çığlıklar duyduk” dedim soğukkanlılığımı korumaya çalışarak. Her an havlunun arasından el çabukluğuyla çıkartacağı bir bıçak ya da neşteri gırtlağıma sallayacak diye tetikteydim.

“Haa, o mu? Oğuz Bey’in akıl hastası kızkardeşi Dilara Hanım. Kendisi sık sık böyle sinir krizleri geçirir ve çığlıklar atar. Merak edilecek bir şey yok” dedi.

Heykel gibi kaldım kapıda; nasıl bir yerdi burası? Nail arkamdan yanaşıp (kapıdaki adama ayıp olacağını umursamadan) kulağıma fısıldadı: “Oolum çabuk s...tir olup gidelim buradan!” dedi.

“Siz Oğuz Bey’i mi görecektiniz?” dedi, kahya olduğunu tahmin ettiğim beyefendi.

“Evet ben Firdevs Hanım adına geliyorum, Oğuz Bey’le bir görüşmemiz vardı” dedim.

“İçeri buyrun lütfen.”

Girdik. Arkamdaki çocukların mırıldandıklarını duyuyor ve ne söylediklerini aşağı yukarı tahmin edebiliyordum. Kahya bizi yemek salonuna aldı. Her taraf toz içindeydi. Onaltı kişilik, beyaz örtülü, devasa uzunlukta,  çeşitli yiyecek ve mezelerle donatılmış bir yemek masasının en başında tıpkı ünlü tenor Pavarotti’ye benzeyen Oğuz Bey oturuyordu. “Geç kaldınız!” diye bağırdı gür sesiyle. Kahya bize masada oturacağımız yerleri gösterirken, o bırak elimizi sıkmayı, yerinden bile kalkmadan azarlar şekilde konuşmaya devam etti: “Hava kararmadan gelmiş olmanız lazımdı. Şimdi buraya üşüşen ruhların gürültüsüne rağmen nasıl konsantre olabilirim ki?” dedi.

“Hah” diye düşündüm “soytarı başarısızlığına şimdiden kılıf hazırlıyor.” Bu arada kahya beni Pavarotti Oğuz’un iki sandalye ötesine oturtmuştu. Firdevs Hanım’ın kocasının fotoğrafını adamın tombul parmaklarına iletmek için uzanınca, dışı acayip küflenmiş, ayak kokulu bir peynirle burun buruna geldim. Bu o meşhur pahalı İsviçre peyniri olmalıydı. Fakat şöyle bir masaya göz gezdirince diğer yiyeceklerinde geçen yüzyıldan beri sofrada beklediğini tahmin etmek güç olmadı. Kahya bizi ikişer üçer sandalye aralıklı ve çaprazlara oturtmuştu. Ötedeki Nail önünde duran hindinin üzerinde oynayan kurtçuklardan gözlerini alamıyor, uzun masanın diğer ucuna yakın oturan Zafer ise elindeki gümüş çatalla, rengi kararmış meyve tabağındaki küf kolonisini taciz ediyordu.

“Sizleri o sandalyelere oturttuk, çünkü diğerlerinde ölmüşlerin hayaletleri oturuyor” diye saçmalamaya devam etti Oğuz Bey.

Acayip moralim bozulmuştu, anlaşılan akıl hastalarının evine konuk olmuştuk. “Ben hayaletlere inanmam” dedim.

Oğuz pis bir kahkaha attı ve “inanacaksın Bahadır, inanacaksın!” dedi.

“Adımı nereden biliyorsunuz?” dedim şaşkınlıkla. Firdevs Hanım bildirmiş olmalıydı.

“Medyum olduğumu unutuyorsun. Ama şimdi sen medyumluğa da inanmıyorsundur.” dedi ve arkadaşlarıma dönerek, “peki Zafer ve Nail, sizler inanıyor musunuz ruhlar alemine?” dedi.

Dehşetle sarsıldım. Arkadaşlarımın ismini şirkettekilerin bile bilmesine imkan yoktu. Yoksa bu manyak adamın sahiden de medyumluk güçleri mi vardı. Nail ve Zafer ise bana pis pis sırıtarak “demek bize tezgah kurdun? Ama biz yemeyiz oğlum bu numaraları” der gibi bakıyorlardı. Bir an ben bile şizofren olup olmadığımdan şüphe ettim.

Bu arada kahya, Oğuz Bey’e “müsaade ederseniz benim Adolf’la ilgilenmem gerek” diyerek ortadan kaybolmuştu. Medyum Oğuz, dolma gibi parmaklarını bana doğru sallayarak, “kız kardeşim Dilara senden hoşlanmış” dedi.

Bu sözler gururumu okşadıysa da girişte yüreğimizi ağzımıza getiren canhıraş çığlıkları hatırladım. “Yaa, öyle mi? Nerede? Ben kendisini göremedim de...” dedim. Zafer ve Nail salağı da kendi aralarında fısıldaşıyor, bütün bu uğursuz dekorasyonun benim tezgahladığım bir oyunun parçası olduğuna kendilerini kaptırmış bir vaziyette gülüşüyorlardı. Zafer’in diğerine “tiyatrocu olabilir” dediğini duyar gibi oldum.

Oğuz Bey ise onlara aldırmadan beni kızkardeşiyle baş göz etme muhabbetlerine devam ediyordu. “Dilara şu anda yanında oturuyor Bahadır ama hayalet olduğu için sen onu göremiyorsun” dedi, solumdaki boş sandalyeyi işaret etmişti.

Nedense artık şaşıramıyordum ve tahminimce bu sakinliğim beni arkadaşlarımın gözünde daha da suçlu duruma düşürüyordu. “Demek kızkardeşiniz ölü, ama biz onun çığlık attığını duyduk?” dedim Oğuz’a.

Adam hemen yanımdaki boş sandalyeye doğru dönerek hayaletle konuştu: “Gördün mü bak, misafirlerimizi korkutmuşsun. Sana diyorum ki olur olmadık zamanda çığlık atma.” Sonra tekrar bana dönerek izah etti: “Sinirleri çok bozuk. Yıllar önce nişanlısı tam düğün günü, en iyi arkadaşıyla kaçmıştı. Zavallı kızkardeşim üzüntüden canına kıydı. Üstünde hala gelinliği var.”

Bu arada sevgili arkadaşım Zafer öteden lafa girdi. “Yaa, arkadaşım! Bırak artık, uğraşma. Maşallah çok güzel oynuyorsun ama biz yemiyoruz bunları. O kadar da dekor filan hazırlamışsınız, zahmete girmişsiniz, bravo doğrusu. Bahadır sana da tepriklerimi fışkırtıyorum dostum, gerçekten çok uğraşmışsın. Heh heh.”

“Alaycılığınla ruhları kızdırıyorsun” diye bütün ciddiyetiyle uyardı Oğuz Bey.

Ancak Zafer kaşınıyordu. “Valla ruh filan anlamam. Benim bildiğim bir tuz ruhu vardı, bir de neydi?.. Sirke ruhu.”

“Delikanlı konuştuklarına dikkat etsen iyi olur” dedi Oğuz Bey, baykuş bakışlı gözlerini hışımla Zafer’e doğru pörtleterek.

Ancak benim odun arkadaşım, adamı benim tuttuğum bir oyuncu zannettiğinden olsa gerek, -o kadar da kaş göz ettiğim halde- lakayıt konuşmalarına devam etti. “Ya bırak abicim kaptırdın sende kendini. Ne olacak, beni ruh mu çarpacak? Ruh değil gü-ruh olsa ne yazar. Hayalet, hayal et-tiğin ölçüde, anladın mı? Hepsinin kıçına kiprit suyu!” diye zırvaladı, kendini esprili sanan eşşoğlueşşek.

Yüzümdeki gergin ifadeye aldırmadan Nail’le ikisi alaycı kahkahalar koyverdiler. Ancak hemen akabinde kulak zarımı felç eden korkunç bir çığlıkla suspus olduk. Deprem oluyor gibi masa zangırdamaya, ışıklar yanıp sönmeye başlamıştı. Bütün pencereler, kepenkler çat çut açıldı. Soğuk rüzgar iliklerimizi ürpertirken, kalın perdeler iyi saatte olsunların etekleri misali savruldu. Bunlar yetmezmiş gibi kanımı donduran fısıltılar, uzaktan gelen inleme sesleri ve hain kahkahalar da salonda yankılanmaya başlamıştı.

Korkudan altıma etmek üzereydim. Diğerleri ise suratlarında donup kalan şapşal sırıtışları ile, hala bunun bir numara olup olmadığından emin olmaya çalışıyorlardı. Eğer bu bir numaraysa dünyaca ünlü sihirbaz David Copperfield bile yanında halt etmişti. Uğuldayan hayalet sesleri arasından biri tam kulağımın dibinde “çok tatlısın” diye fısıldadı. Bu yanımdaki sandalyede oturan Dilara olmalıydı. Ağlamak istedim.

Oğuz Bey’in deliliğin sınırlarını zorlayan, gök gürültüsünü andıran kahkahasını duyunca ona döndüm. Adamın göz bebekleri kaybolmuş, gözleri bembeyaz bir şekilde ağzından salyalar akıyordu. Konuşurken iple oynatılan kuklalar gibi çenesini mekanik bir biçimde açıp kapatıyordu. “Nail’in (na)sı, Zafer’in (za)sı, Bahadır’ın (ba)sı; nazaba, nazaba, nazaba. Tersinden oku; abazan, abazan, abazan.”

Allah’ım neler oluyordu böyle? Şahadet getirdim. Adeta beynimin içinden geliyormuş gibi sinirimi alt üst eden seslerin yanısıra artık vücuduma temas eden ürpertili etkiler de hisseder olmuştum. Bazı yerlerime sıcak, bazı yerlerime soğuk dokunuyordu sanki. Ensemden başımın arkasına doğru vuran bir elektriklenme dalgası bütün saçlarımı dimdik etmişti. Tekrar “çok tatlısın” diyen Dilara’nın nemli nefesini sol kulağımın memesinde hissettim. Bütün vücuduma kramp girmiş gibi kıpırdayamıyordum. Bizimkilere göz attığımda, sonunda olayların benimle alakası olmadığına (belki de gözlerimden süzülen yaşların etkisiyle) ikna olduklarını anladım.

Sesler gittikçe yükseliyordu. Oğuz Bey kudurmuş gibi, ağzı beyaz beyaz köpürerek manasız sesler çıkarmaktaydı. Krize tutulmuş gibi titriyordu. Ben bu hengamede bacak aramda ufaklığın kabaca kavrandığını hissederek irkildim. O noktada yoğun bir sıcaklık hissettim. “Karşı koyma!” dedi kulağımdaki fısıltı. İşleri oluruna bırakmaya karar verdim. Baktım Nail ağlıyor, içimizden en cesuru Zafer ise elinde masadan kaptığı gümüş bir bıçakla etrafına paranoyak, hafif tırlatmış bakışlar atıyordu. Medyum Oğuz desen birazdan infilak edecek bir kalorifer kazanı gibi sarsılmakla meşguldu. Bir salon dolusu hayaletin seslerine ek olarak kilise orgu çalınıyormuş gibi ihtişamlı bir de müzik başlamıştı. Ben ise gözyaşlarımı siliyor, üst tarafım yaşadığım can korkusu ile buz kesmişken, aşağıdan dalga dalga benliğime yayılan tarifi imkansız hazzın ikilemini yaşıyordum. 

Aniden malum yerimde oluşan bir ısırılma hissiyle beynimde kıvılcımlar çaktı. Deminden beri, bedenim hayalet soğuğu ile donup kalmış, uyuşmuşken, acının etkisiyle ayağa fırladım. Ancak bu refleks icabı eylem, acımı dörde katladı, çünkü tam pantolonumun ağsından ısırmış olan (ve bırakmamakta ısrarlı) doberman cinsi köpeğin bütün ağırlığı da yaralı organıma binmiş oldu. Herhalde kesiksiz çığlıklar atıyordum. Tam bu sırada tepemde dikilen kahyanın; köpeğe, “Adolf, burada mıydın? Her yerde seni aradım, haylaz. Hayır, onu yeme! Yeme onu, o yemek değil Adolf!” diyerek tasmasından çekiştirmesi ise işin tuzu biberi oldu.

Bağıra bağıra ağlarken, “Allah!-hını seven beni tutmasın!” diye nara atan Nail’in sesini duydum. Bu arada yaşlı gözlerimi zıvanadan çıkmış ev sahibimize çevirdiğimde, Oğuz Bey’in kafası (sanki kesikmiş gibi) pattadanak yere düştü. Kafasız gövde hala titriyor, tombul elleri bir dansöz maharetiyle sağa sola savruluyordu. İşte o an deliliğin sınırına en çok yaklaştığım andı. Eğer eski dostum Zafer beni o cehennemden çekip almasaydı seve seve aklımı oynatmaya hazırdım.

Köpekle nasıl vedalaştığımızı hatırlamıyorum. Zafer’in bana destek olarak oradan çıkarması, bu arada çoktan topuklamış olan Nail’in kapıdan çıkışı hayal meyal gözümün önüne geliyor. Kendimizi dışarı atmamızla, temiz havanın tesiriyle ayılır gibi olmuştum. Arkamıza bakmadan, ölü insanların konaktan taşan alaycı kahkahaları eşliğinde tabana kuvvet kaçtık. Gecenin kör karanlığında düşe kalka, çalılara dikenlere bata çıka koştuk. Testislerimin durumunu ve apış aramdaki yoğun ıslaklığın sebebini çok merak etmeme rağmen arabaya varana kadar durmadık.

İşte böylece hayaletli evden zor kurtardık canımızı... Firdevs parasını geri istedi. Beni beceriksizlikle suçlayıp olanlara inanmadığı gibi, köpeğin diş izlerini göstermeyi teklif ettiğim için beni tacizcilikle suçladı. Neredeyse kovuluyordum. Bazen hala kabuslarımda o geceyi görüyorum. O geceden sonra benim ve arkadaşlarımın hayatı, hayata bakış açısı tamamen değişti desem yeridir.

.

Sayfa: [1] 2