Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - zaujas

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Bir Hayal, İki Son
« : 15 Ağustos 2015, 19:51:40 »
"Seni orospu! Lan sen polisi mi aradın?!"
Kadının yüzüne sert bir yumruk geçirdi ve telefonu camdan dışarıya fırlattı. Burnu kırılan kadının yüzü kanlar içinde kalmıştı.

Bulundukları yer terk edilmiş bir evin salonuydu, tinercilerin kaldığı izbe bir yer. Duvar kağıtlarının bir kısmı yırtılmış ve salonun ortasında yakılan ateşten dolayı yer yer kararmıştı. İçerdeki oda da eski bir yatak ve yatağın dayandığı duvara kırmızı spreyle; "Bu dünyadan fayda yok, ötekide şüpheli!" yazılmıştı.

Kadına yumruğu atan adamın adı Adil, ara sıra taksicilik yapan ve geçmişinde gasptan, hırsızlığa çok temiz sicili olmayan birisi. Kısa saçlarından belli olan, kafasının sağındaki derin izler, bir kaç aylık sakalı ve keskin bakışıyla tekin bir tip olmadığı yirmi metreden anlaşılabilir.

Az önce burnu kırılan kadının adı Hürrem ama gerçek adının ne olduğunu çok yakın arkadaşları bile, hatta kendi bile bilmiyor olabilir. Yaptığı işi amme hizmeti olarak adlandırsada abiyane tabirle bir orospu.

Hürrem, Adil'le ilk olarak bir müşterisinden dönerken bindiği takside tanıştı. Geç saatlerde taksicilik yapmak istemeyen eski bir arkadaşı o gün çalışması için taksiyi Adil'e vermişti. Adil dikiz aynasından arabaya binen Hürrem'i gördüğü ilk anda aşık olmuştu. Platin rengi bukleli saçlar, takma kiprik ve nar çiçeği rengi abiye kıyafetle Adil'in bilmediği bir masaldan fırlamış gibiydi. Hürrem tam ineceği sırada, Adil ona üzerinde numarasının yazılı olduğu bir kağıt uzatmış ve "Yanlış anlama ama bu zamanda herkese güven olmaz, istediğin zaman ara, ben seni gideceğin yere bırakırım. Bu arada adım Adil, arkadaşlar Façalı da derler." Hürrem, bir şey demeden kağıdı alıp hızla taksiden inmişti. Sonraki günler Hürremin aramasını bekleyen Adil, beklediği telefon gelmeyince Hürrem'i tekrar görmek için sürekli onu bıraktığı güzergahta dolaşmaya başlamıştı. Bir kaç gün sonra onu yol kenarında taksi beklerken görünce, bu kadının kaderine yazıldığını düşünmüş ve hemen zınk diye durup içerden kapıyı açıp " Merhaba..." diyerek gülümsemişti. Hürrem güneş gözlüğünü aşağı kaydırıp bakarak; "79 numara gelecek demişlerdi ama..."
"Arkadaşın acil bir işi çıktı da beni gönderdiler..."

Hürrem taksiye biner binmez cep telefonuyla ilgilenmeye başlayınca, Adil lafa girmişti; "İstanbul... Büyük derler ama çok büyük değil aslında..."
"Ne bana mı diyorsun anlamadım?"
"Yani diyorum ki, geçen günde benim taksime binmiştiniz. Hep denk geliyoruz."
"Farkında değilim."
Adil kafasının sağındaki izleri gösterip; "Hatta kafana uçak mı düştü diye şaka yapmıştınız." dediğinde Hürrem şen bir kahkaha attmış ve "Allah canını almasın bak şimdi hatırladım." demişti.

Adil sonraki günlerde aynı güzergahta dolaşmaya devam etmiş ve Hürrem'le bir kaç kez daha denk gelmişti. Sonrasında Adil'in iyi niyetli olduğunu anlayan Hürrem artık taksi için hep onu aramaya, hatta artık arkaya değil ön koltuğa oturmaya başlamıştı.

O gün; Hürrem müşterisinin olduğu otele gitmek için yine Adil'i aradı. Her şey normal görünüyordu, İstanbul trafiğinde ağır aksak ilerliyorlardı. Tam yol açılmışken Adil aniden taksiyi durdurdu ve Hürrem'e dönerek;
"Hürrem ben artık senin böyle yaşamanı istemiyorum!"
Hürrem ne olduğunu anlamaya çalışırken, Adil konuşmasına devam etti; "Ben senin ne iş yaptığını bilmiyor değilim ama seni seviyorum, anlıyormusun? Gönül bu, herşeyi de göze aldım. Seni bu hayattan kurtaracağım!"
"Adil saf, iyi niyetli bi adamsın ama benim dünyam senin ki gibi değil, boş ver böyle şeyleri..."
"Bak, eğer seni rahat bırakmazlar diye böyle konuşuyorsan, korkuyorsan... Bizde boş adam değiliz, eskiden illegal işlerle uğraşmışlığım var. O pezevenklerin topuğuna sıkarım!"
"Hep aynı hikaye! Ya paradan haber ver Adil, benim giydiğim külot senin bir günlük kazancın be! Ben hayatımdan memnunum! Hadi çalıştır arabayı, geç kalmayalım..."
"Yani her gün onlarca adamın seni becermesi hoşuna gidiyor öyle mi. Bu dünyanın bir de öbür tarafı var Hürrem!"
"Seninde amacın bu değil mi? Sende beni becermek için yanıp tutuşan bir orospu çocuğusun işte, ötesi var mı?"

Hürrem kapıyı açmak için kolu çekti ama kapılar kilitliydi. Adil bu kez aniden gaza bastı;
"Ya Adil sen kafayı mı yedin, ne yapıyorsun? Durdur arabayı, dur diyorum!"
Belinden çıkardığı tabancayı Hürrem'e gösteren Adil;
"Lan siz nasıl insanlarsınız be, size iyilikte yaramaz... Ben sana yapacağımı biliyorum!"

Taksi terkedilmiş bir evin önünde durdu ve Adil Hürrem'i silah zoruyla arabadan indirerek eve girmeye zorladı. O sırada merdivenlerde oturan bir tinerci, ne olduğunu anlamak için Adil ve Hürrem'i izliyordu. Tinerciyi fark eden Hürrem; "Yardım et, bu orospu çocuğu beni kaçırdı... Yardım et!"
"Sus lan! Sende kaybol!" diyerek, elindeki tabancayı tinerciye doğrultan Adil; "Oğlum gitsene lan! Ölmeyi bayılmak mı sanıyorsun?"

Tinerci "Tamam abi... Bir şey demedik, sakin..." dedikten sonra arkasına bakmadan koşarak uzaklaştı.

Hürrem'i üst kattaki salona çıkaran Adil, küçük oda da ki yatakta ona tecavüz ettikten sonra karşısına geçip bir sigara yaktı; "İstediğin buydu değil mi? Siz güzellikten ne anlarsınız lan!" dedi ve sonrada odanın köşesine geçerek işemeye başladı.

Hürrem, Adil'in arkası dönükken telefonla polisi aramayı başarmıştı ve telefonu gizleyerek konuşmaya başladı, söylediklerini telefondaki memura duyurmak istiyordu;
"Adil bırak beni gideyim, tecavüz ettiğini kimseye söylemem kurban olayım bırak beni..."
"Lan bi sus be!" dedikten sonra yanına yaklaştı ve eliyle yüzünü kendine döndürerek;
"Seninle daha işim bitmedi, bu gece buradayız!"

Biraz sonra Adil bir kez daha tecavüz etmek için Hürrem'in yanına geldiğinde dikkatini hemen Hürrem'in arkasında duran telefon çekti. Telefonu almak için uzanırken onu engellemeye çalışan Hürrem'i eliyle ittirdi ve telefonu alıp son aramalara baktı. En son polisin arandığını gören Adil;
"Seni orospu! Lan sen polisi mi aradın?!"
Kadının yüzüne sert bir yumruk geçirdi ve telefonu camdan dışarıya fırlattı. Burnu kırılan Hürrem'in yüzü kanlar içinde kaldı.
"Alt üstü sana tecavüz ettim, sanki her gün onlarca erkeğin altına yatan benmişim gibi bundan rahatsız oldun da polisi mi aradın lan... Paramız yok diye, kadınımız da mı olmasın!"

Uzaktan polis sirenleri duyuluyordu, panikleyen Adil, Hürrem'i zorla dudaklarından öptükten sonra koşarak hızla odadan çıktı. Sokağa çıktığı anda polis arabası da ani bir fren yaparak karşısında durdu ve içinden bir kaç polisle birlikte tinerci genç indi. Polisleri ve tinerciyi gören Adil kaçmaya başlayınca, Polis bir el havaya ateş etti. Adil koşmaya devam etti ve koşarken de bir yandan etrafa ateş ediyordu. Polisler bu kez Adil'i hedef alarak ateş etmeye başladı. Bir kaç el silah sesinden sonra, kısa bir sessizlik oldu. Adil başından vurularak yere yığılmıştı, etrafındaki kan halkası gittikçe genişliyor ve polis aracının ışıkları kanın üzerinde yansıyordu.

Adil gözünü açtığında bir platformun üzerinde, tamamen beyaz bir odada olduğunu fark etti. Duvarda mavi altıgen şekiller vardı ve sürekli şekil değiştiriyorlardı. Etraftaki eşyalar garip görünüyordu. Yakasındaki rozette Elsie yazan genç bir kadın yanına yaklaştı ve omuzuna dokunarak;
"Fair... Fair, şu an nerede olduğunun farkındamısın?"
"Noluyo lan... Hasktir! Kafamdan vuruldum ben!" diyerek yerinden kalkmaya çalıştı ve bu sırada ellerini fark etti sanki küçük bir çocuğa aittiler; "Noluyo lan... Bana ne içirdiniz! Ellerime ne oldu?" Elsie elindeki sakinleştirici spreyi sıkarak Adil'i bayılttı.

Daha sonra Elsie elindeki şeffaf ekrana dokundu ve; "Kyle Mason Fair, 12 yaşında erkek, başvuru numarası 1657002. K.D.A. (Karakter Deneyim Analizi) sanal gösterimini başarıyla tamamladı ancak adayda adaptasyon sorunu var. Sakinleştirici spreyle tekrar uyutuldu. Test sonucu suça yatkınlık, şiddete meyilli olma ve aşırı duygusallık semptomları saptandı. Sonuç; negatif."

2 saat sonra:
"Fair, merhaba ben test moderatörü Elsie Sutton. Beni anlıyormusun?"
"Ne diyon yaa! Kafam çatlıyor"
"Beni anlıyormusun?"
"Ya vıdı vıdı ne diyorsun, git başımdan."
"Fair ingilizce konuşabiliyormusun?"
"Anlamıyorum seni, nerdeyim ben?... Neresi burası?" dedikten sonra karşısındaki ekranda
-Europa- yazısını gören Adil; "Avrupa mı? Yurt dışındamıyım lan ben?"

Elsie, platformun kenarındaki sanal düğmelere dokunarak bir anda Adil'in kollarının ve bacağının bağlanmasını sağladı. Sonrasında platformun üzeri kapanarak küçük bir kabine dönüştü. Elsie, tekrar düğmelere dokundu ve "Rehabilite süreci başlatılıyor!" dedikten sonra bir anda kabinin içine dolan gazlar Adil'in tekrar bayılamasına neden oldu.

8 saat sonra:
"Fair beni duyuyormusun?"
"Ee...evet sizi duyuyorum. Neredeyim?.. Burayı hatırlamıyorum."
"Europa öncüleri (Europa, Jupiter'in ikinci büyük uydusu) programına katıldın, burası Dünya yörüngesindeki Galileo uzay istasyonu."
"Europa; kendi cennetinizi yaratın!" Fair'in söylediği bu söz Europa öncüleri tanıtım filminin sloganıydı. Fair heyecanla konuşmasına devam etti; "Artık bir öncüyüm öyle mi?"
"Üzgünüm Fair, K.D.A. Testini geçemedin, sonuç; negatif."
"Bu ne anlama geliyor, lanet dünyaya geri mi döneceğim?"
"Şimdi bunları düşünme... Yerinden kalkabilecekmisin?" diyerek elini Fair'e uzatarak onu yerinden kaldırdı. Laboratuvarın kapısına kadar yürüdüler ve kapı açıldı. Önlerinde uzun bir koridor vardı, koridorun geniş pencerelerinden görünen Dünya, tüm o karanlığın içinde parlak bir safir taşı gibi ışıldıyordu. Koridorun sonundaki kapı, dinlenme odalarının olduğu kısma açılıyordu. Bu alanda kırmızı harflerle "Sen sonsuz uzaya ait bir öncüsün!" yazıyordu. Kırmızı yazı Fair'in zihninde bir çağrışım yapmıştı, yine kırmızı olarak yazılmış bir yazıyı hatırladı; "Bu dünyadan fayda yok, ötekide şüpheli!"

"Fair senin için 99 numaralı oda ayrıldı, bay Will tüm ihtiyaçlarınla ilgilenecek." dedikten sonra eliyle odanın girişinde bekleyen adamı işaret etti. Gülümseyerek yanlarına gelen adam elini Fair'in omuzuna koyarak, "Teşekkürler bayan Elsie..."

Fair merakla "İlk isminiz nedir bay Will?" diye sordu.
"Bunu neden merak ediyorsun?"
"Yakanızda ki rozette D. Will yazıyor."
"Ohww, evet... İlk ismim Daniel'dir. Senin ilk ismin nedir peki?"
"Kyle Mason..."
"İlk isimlerimizi de öğrendiğimize göre artık dinlenme vakti. Acıkmış olmalısın?"
Fair, evet anlamında kafasını salladı ve odasından içeriye girdi. Odada rahat bir yatak dışında sadece küçük yuvarlak bir yemek masası vardı. Yatağın kenarına oturduktan kısa bir süre sonra masanın ortası açıldı ve yemek dolu bir servis tabağı ortaya çıktı. İyi kızarmış bir biftek, biraz patates kızartması ve kola. Tatlı olarakta bir tane donut. Fair iştahla yemeklerini yedikten sonra yatağa uzandı ve uyumaya çalıştı ama uyuyamıyordu; tekrar dünyaya dönecek olma fikri canını sıkıyordu.

"Fair!" sesin nereden geldiğini anlamaya çalışan Fair etrafına baktı ve kapının üzerindeki küçük pencereden görünen bay Will'i fark etti. Kapının dışında yer alan mikrofon sesin odanın içinden duyulmasını sağlıyordu.

"Umarım yemeğini beğenmişsindir. Europa öncülerine katılamadığın için üzüldüğünün farkındayım Fair ama bilmelisin ki yaratacağımız bu cennette senin gibi pisliklere yer yok! Sen kötü bir insansın ve bizlerde Europa'yı koruyan melekleriz ama yeri geldiğinde bir zebaniye de dönüşebiliriz."

Fair kapıyı yumrukluyor ve küfrediyordu ama sesi dışarıya ulaşmıyordu. Will konuşmasına devam etti; "Kimi kandırıyoruz, uzayda dünya kadar güzel bir başka gezegen daha yok. Europa mı? Aaah boş versene sadece sudan oluşan ucube bir gezegen. Dünya insanlar içine sıçana kadar gerçek bir mucizeydi. Okyanuslar, ormanlar, çöller, kutuplar. Gerçek bir cennet bahçesi. Peki sence ne tür insanlar dünyayı bu hale getirdi?.. Tabii ki senin gibi piç kuruları! Ama artık buna müsade etmeyeceğiz, dünyayı sizin gibilerden arındıracağız. Tanrı günahlarını affetsin!"

Bir anda açılan duvarlardan yayılan ateş odayı kapladı, Fair'in acı çığlıkları sadece odada yankılanıyor ama uzayın ortasında insan eliyle yaratılmış bu cehennem kuyusundan dışarı çıkmıyordu. Will kapıdaki küçük pencereyi kapattı ve yavaşça koridor kapısına doğru yürüdü, açılan kapının ardında koridorun geniş penceresi ve pencereden de tüm o karanlığın içinde parlak bir safir taşı gibi ışıldayan dünya görünüyordu. Kapı kapandı.

2
Kurgu İskelesi / Evrenin Son Günü
« : 13 Ağustos 2015, 09:07:21 »
En son ne zaman bir yıldızın doğduğunu kim hatırlıyor? Evren, korkarım ki artık eskisi gibi genç ve üretken değil. Gittikçe bu sonsuz boşluğun daha da soğuduğunu ve karardığını hissediyorum. Daha da kötüsü bu sonsuz boşluğun sınırları olduğunu görüyorum.

Her şeyin trilyonlarca yıl önce iki farklı elementi keşfetmemle başlamış olduğuna inanmak gerçekten zor. Sonrasında bu iki element birleşerek yepyeni bir elemente dönüştü. Keşfedilen bu yeni elementin sonucunda ortaya çıkacak canlılar ona "su" diyecekti. O kadar sıradan ve basit görünüyordu ki, tüm evreni onun üzerine kurgulamak ilk başta çok aptalca gelmişti ama sonrasında rengarenk bir evreni oluşturan yine bu renksiz ve basit şey oldu. Gezegenlere can vererek, o alev toplarını üzerinde küçük tanrılar yaşayan cennetlere dönüştürdü. Beni evrende en çok etkileyen şey ne diye sorsanız kesinlikle size onları gösteririm. En büyük mucizeleri hayal etmek ve sonrasında evrenin dinamiklerini bu hayali gerçekleştirmek için kullanmak oldu. Yaptıkları şeyler benim sanatımla karşılaştırılamayacak kadar basit ve kırılgandı ama yine de saygı duyulacak cinstendi.

Yanılgıları ise kendilerini hep bir neden olarak görmüş olmaları oldu, evreni sırf onlar için yarattığımı düşündüler. Bu düşünceye kendilerini öyle kaptırdılar ki, kendileri için var edildiğini düşündükleri bu şeye daha çok sahip olmak için birbirlerini yok etmekten çekinmediler. Evrenden silinip gittikleri o gün, ulaşabilecekleri tüm güneşlerin söndüğü o gün bile hala evrene hükmetmeye ve kaderlerini değiştirmeye çabaladılar bu yüzden. Oysa evrenin bir parçası olduklarını ve bu büyük düzenin küçük bir sonucu olduklarını, onları bu halleriyle değerli bulduğumu bilmelerini çok isterdim.

Sevgili dostlarım, bugün evrenin son günü ve tarih beni kusursuz bir evren yaratmaya çalışan kusurlu bir tanrı olarak hatırlayacak. Evren enerjisini ve üretkenliğini kaybetti. Yarattığım onca şey gibi onunda bir sonu olduğunu hep birlikte öğrendik. Sonsuzluğu keşfetmek için başladığımız bu maceraya, tüm bu mucizevi güzelliğe üzülerek son veriyorum.

Karanlık...

3
Kurgu İskelesi / Karlı Gece
« : 15 Haziran 2015, 00:13:03 »
Taş duvarlı küçük kulübe kasabanın biraz uzağında dağın yamacındaki görkemli çam ormanının ortasına kurulmuştu, yaz kış bacasından duman tüterdi. Küçük tahta kapaklı pencereleri ve perçinli demir şeritlerle birbirine tutturulmuş, ahşap kısımları artık aşınmaya başlamış, sürekli açık duran bir kapısı vardı. Kapının önündeki küçük düzlükte taburesinde oturan iri yarı adam, patikadan ona doğru gelen delikanlıyı görünce gülümsedi ve yavaşça yerinden kalktı, içeriye girdi. Ocağın yanında körüklerin asılı olduğu yerdeki küçük dolabı açtı. Sabah kilerden çıkarttığı peynirle birlikte bir parçada soğan aldı ve masaya oturdu. Taş duvarın ortasındaki küçük pencereden dışarıyı izlemeye başladı, kışın sonlarıydı ama Anu dağlarından kar hiç eksik olmazdı, ovada kurulmuş olan Kinna şehri bir sisin içindeydi sanki, tüm evlerin bacaları tütüyordu.
 
 
Az önce patikadaki delikanlı şimdi kapının önündeydi.
Tam içeriye girerken adam delikanlıya seslendi:
 
 
- Tabureyi de getir Ran.
 
 
Ran tabureyle birlikte içeriye girdi, çantasındaki ekmeği çıkartıp masaya koydu.
Üşüyen ellerini ovuşturdu:
 
 
- Kulübe yine sıcacık, ekmekte öyleydi ama soğuktan buz gibi olmuş, dedi ve ekmeği bir kaç parçaya bölüp masaya koydu.
 
 
- Nirda ordugâhta mıydı?
- Evet, kılıcı çok beğendi. Yaşlı Dalare'nin yaptığı en iyi kılıç bu olmalı dedi.
- Çünkü "Ruhkesen"i görmedi, dedi ve gülümsedi Dalare.
- Nure Sufi'nin kılıcı öyle değil mi? Knowa çeliğinden dövdüğün kılıç.
- Knowa çeliği çok kırılgandır, ben onu Dermu demiriyle birleştirmiştim. Bu dünyadaki en iyi demir cevherleri kesinlikle o izbe kasabada çıkıyor. Ama kılıçları efsane yapan ne yapıldığı cevher ne de maharetli demircilerdir. Bir kılıcı efsane yapan onu tutan eldir.
- Çelik tek başına kırılgan, demir tek başına ağır. İkisi birleşince hem daha hafif hem daha dayanıklı bir kılıç oluyor, diyerek meraklı gözlerle Dalare'ye baktı Ran.
 
 
Dalare gülümsedi, kalktı ve ateşe bir tane daha odun attı. Elini hala masada oturan Ran'ın omuzuna koydu:
 
 
- Ben bir simyacı değilim evlat. Bu benim keşfim de değil, bu Tanrı'nın ilmi, dedi ve ateşin başına geçti, yarım bıraktığı kılıcı tekrar korların arasına sokup, körükle yellemeye başladı:
 
 
- Kadim bilginler demirin gökten geldiğini söyler. Belki de Tanrı daha iyi kılıçlar yapabilmemiz için göndermiştir. Daha iyi kılıçlar yapıp, daha çok kan akıtabilmemiz için.
 
 
Cümlesinin sonunda, artık iyice ısınmış kılıca elindeki çekiçle sert bir darbe indirdi, çıkan kıvılcımlar havaya saçıldı. Ran çekicin sesiyle irkilerek ayağa kalktı ve masayı toplamaya başladı. Kalan peyniri tekrar dolaba kaldırıp, etrafı toparlayınca körüğün başına geçerek,  Dalare'nin işaretiyle ateşi körüklemeye başladı. Körükledikçe ateşten savrulan parıltılar, emektar ocağın bacasında kayboluyor ve bacadan tüten dumanlar yılın son karıyla birlikte çam ormanının üzerinde dağılıyordu. Kulübeyi çevreleyen çam ormanı sırtını Anu dağlarının uzantısı olan Runi geçidine dayamıştı. Kasabaya güneyden yalnızca bu geçitle ulaşılabilirdi, geçidin iki yanına kurulmuş küçük kalelerden izinsiz yaban geyikleri bile geçemez denirdi bu geçitten.
 
 
Artık hava kararmaya başlamıştı ama yılın son karı hala yağmaya devam ediyordu. Kalenin kapısından sırtında çuvalıyla birlikte bir asker çıktı. Kalede nöbet tutan diğer asker seslendi.
 
 
- Kai, kasabadaki fahişelere dikkat et dostum, insanın iflahını kesiyorlar.
- Atın ölümü arpadan olsun, diyerek ormanda yankılanan bir kahkaha attı ve ormana girerek gözden kayboldu.
 
 
Karanlık çökmüştü, uzun bir süredir yürüyordu. Sırtındaki çuvalın iyice ağırlaştığını ve ellerinin soğuktan uyuştuğunu hisseti. Patikanın kenarındaki ağacın dibine çöktü ve biraz soluklandı.
Kalan yolu çok uzun değildi ama bir an önce kalkması gerekiyordu. Yol çok bayır ve kardan dolayı da çok kaygandı. Ayağa kalktı, ellerini nefesiyle ısıtıp, ovuşturdu ve çuvalı tekrar sırtına vurdu. Bu kez çuvaldan kan sızmaya başlamıştı. Eliyle çuvalı yokladı ve eline bulaşan kanı gördü. Tam bu sırada ormanın derinliklerinden bir kurt sesi yükseldi.
 
 
-Ne akşam ama, diye kendi kendine söylendi Kai.
 
 
Kanın kurtları çekeceğini iyi biliyordu. Adımlarını hızlandırarak, nefes nefese yürümeye devam etti. Çuvaldan akan kanı artık eliyle dokunmadan da hissedebiliyordu sırtında. Terlemeye de başlamıştı ve bu hiçte hayra alamet değildi. Patikanın ilerisindeki küçük kulübeyi artık görebiliyordu ama oraya kadar gidebileceğinden emin değildi. Kurt sesleri artık çok yakından geliyordu.
 
 
Çuvaldan akan kan üzerinde donmaya başlamıştı. Aslında zor kısmını aşmıştı, ormanın bundan sonraki kısmı daha düzdü, artık gücünün kalmadığını hissetti, çuvalı yavaşca sırtından indirdi ve yayını eline aldı. Sürekli korkulu gözlerle etrafını kolaçan ediyor ve çaresizce kurtların saldıracağı anı bekliyordu. Karanlığın ortasında onu izlediklerini hissediyordu ve bazen siluetlerini görüyordu.
 
 
-Biri bana yardım etsin! kimse yok mu! diye bir anda bağırmaya başladı.
 
 
Bağırması kurtları harekete geçirmişti, kurtlar Kai'yi yere yıkmak için bir anda sağlı sollu saldırmaya başlamıştı. İlk iki kurdu okuyla haklamayı başarmıştı ama gelmeye devam ediyorlardı. Arkasından saldıran kurdu son anda fark ederek aniden eğildi ve kurdun onu ıskalamasını sağladı. Yayıyla havadaki kurda vurmaya çalıştı ama kurda vuramadığı gibi elinden çıkan yayıda tekrar alamayacağı kadar uzağa fırlatmış oldu. Bu kez tam karşısında bir kurt belirdi, Kai elini kılıcına attı ama kını boştu, aklına kullanmadığı oklar geldi sırtındaki sadağı eliyle yokladı. İki eline de birer ok alarak kurdun ona saldırmasını bekleyecekti. Bir an yolun sonuna geldiğini düşündü, aptallık etmişti; kısa gibi görünen bu yol, kar, kurtlar ve sırtındaki çuval işin içine girince çok çetin bir maceraya dönüşmüştü onun için.
 
 
Bir anda arkasında sıcaklık hissetti ve etrafının aydınlandığını fark etti. Sanki cehennemin kapısı onun için açılmıştı. Dönüp baktığında elinde meşalesiyle Dalare'yi ve çırağı Ran'ı gördü.
Kai o kadar yorulmuştu ki kendini öylece karların içine bıraktı, hala oklar sımsıkı bir şekilde elindeydi. Kafasını kaldırıp baktığında, meşaleleri gören kurtların kaçıştığını ve okla hakladığı iki kurdun boylu boyuncu uzandığını gördü, bu hoşuna gitmişti:
 
 
- Şimdi kardeşlerinizi yiyebilirsiniz, sizi pire torbaları!
 
 
Elini yanına gelen Dalare'ye uzattı ve ondan destek alarak güçlükle yerden kalktı.
 
 
- Bu mevsimde, akşamları meşalesiz ormana girilmeyeceğini bir çocuk bile bilir Kai. Beni sıcak yatağımdan kaldırdın.
 
 
- Alay et bakalım ihtiyar. Sırtımda ki oğlak olmasaydı şimdi kerhanede iri göğüslü bir fahişeyle düzüşüyor olurdum.
 
 
- Ama buna değecek Kai, sana görüp görebileceğin en sağlam kılıcı yaptım gerçi onu almak için bir oğlak daha getirmelisin, düşündüğümden daha şatafatlı oldu doğrusu.
 
 
- Ne iki oğlak mı! Tanrı gökten inse beni bu ormandan sırtımda bir oğlakla geçiremez tekrar. Bir daha hiç şarap içemeyeceğimi sandım.
 
 
Dalare sadece her zamanki babacan tavrıyla gülümsedi ve başıyla Ran'a yerdeki çuvalı almasını işaret etti. Ran çuvalı sırtladı ve hep birlikte kulübeye doğru yürümeye başladılar. Biraz ilerledikten sonra Ran aklındaki soruyu cevaplamak istercesine, durdu ve kurtların olduğu yere doğru baktı. Gördüğü manzara onu ürkütmüştü, Kai haklıydı kurtlar ölü kardeşlerini afiyetle mideye indiriyordu. Kurtlardan biri uzaktan da olsa Ran'ın bakışlarını fark etti ve hırlayarak ona bir bakış fırlattı sonra onları rahatsız etmeyeceğine karar vermiş olmalı ki önündeki leşi yemeye devam etti. Az önce Kai'yi yemek için ortak bir mücadele veren kurtlar şimdi kardeşlerini yemek için birbirleriyle yarışıyordu. Belki de insanla hayvanlar arasındaki en büyük fark bu, diye düşündü Ran. Hayvanlar sadece amaçları için bir topluluk olabiliyordu ama insanlar gerçek kader birlikleri yapabiliyordu. Kar artık yağmıyor gibiydi ve gökyüzü açıktı.
 
 
İlk önce yaşlı Dalare kulübeden içeriye girdi ardından da Kai:
 
 
- Cehennemin dipsiz kuyularından bile daha sıcak burası
- Bak kılıcın orada, diyerek kılıcın yerini gösterdi Dalare.
 
 
Kai kılıcın olduğu yere gitti ve heyecanla eline aldı. Kılıçtan bir an bile gözünü almadan:
 
 
- İhtiyar, bu meret nasıl bu kadar hafif olabiliyor, malzemeden çalmadın umarım. Bu yanımda olsaydı o kurtların hepsini haklayabilirdim yemin ederim. Bu akşam oğlak değil de kurt çevirirdik ateşte.

Kahkaha sesleri kulübenin içinde yankılanıyorken, hala ormandan kurt sesleri yükseliyordu.

4
Oyunlar / Hearthstone
« : 17 Mart 2015, 10:36:16 »
Bir süredir Hearthstone oynuyorum, Druid kartlarını toplamaya çalışıyorum.
Forumda bu oyunu oynayan arkadaşlar varsa, birlikte oynayabiliriz.
Hatta sayı fazla olursa turnuva bile olabilir.

Şimdilik ben varım diyenler:

Zaujas
M.K. Immortal
Fiddler
Evis
Eco

5
Kurgu İskelesi / Kartalın Ruhu (Tamamlandı)
« : 20 Ocak 2015, 16:23:10 »


Kartalın Ruhu

Bölümler
1 - Küçük Misafir
2 - İzbe Orman
3 - Loretta'nın Çiftliği
4 - Gonetha
5 - Kai Han
6 - Cadı Avı
7 - Beklenmeyen Ziyafet
8 - Kadim Gözyaşı
9 - Büyülü İksir
10 - Soğuk Ölüm
11 - Kan Kokusu
12 - Gür Orman
13 - Kan ve Şarap
14 - Aven
15 - Üçüncü Göz
16 - Bake
17 - Sampra
18 - Konsey
19 - Kartalın Ruhu

Bölüm 1: Küçük Misafir

Kahverengi kuyruğuyla ordan oraya zıplayan tavşan av olduğunu henüz fark edememişti. Onu izleyen keskin bir çift göz, olacakların habercisiydi oysa. Ormanın derinliklerinde tiz bir kartal sesi ve sert bir kanat şaklaması duyuldu. Küçük tavşan üzerine düşen gölgenin giderek büyüdüğünü gördüğünde artık çok geçti, görkemli kanatlar çoktan üzerine kapanmış ve keskin pençeler nefes almasını engelliyordu.

Tavşan son nefesini vermek üzereydi ki kartal bir anda kafasını çevirdi ve ormanın ilerisindeki kasabadan yükselen dumanları gördü. Tavşanı bıraktı ve telaşla yükseldi, hızlıca havada süzülerek dumanın kaynağına vardı. Alevlerin üzerinde halkalar çizerek uçmaya ve alevlere bakmaya başladı. Kasabada taş üstünde taş kalmamıştı. Her tarafta cesetler vardı, alevlerden kaçan atlar panik halinde koşuyorlardı ama kartalın dikkatini daha farklı birşey çekmişti, evlerin biraz ötesinde küçük bir göletti bu. Bir anda dalışa geçti ve göletin üzerindeki şeye daha yakından bakmak istedi. Biraz daha yaklaşınca bunun kundağa sarılı bir bebek olduğunu farketti, bebek bir tahta parçasının üzerine bırakılmıştı, pençeleriyle kundağı kavrayan kartal bebeği alarak tekrar geldiği ormana yöneldi.

Kartal bazen irtifa kaybeder gibi oluyor sonra tekrar yükseliyor ve güçlükle yol alıyordu, pençelerinde tuttuğu kundaktaki bebeğin ağlama sesleri ormanda yankılanıyordu. Zorda olsa ormana geri dönmeyi başaran kartal, kundağı ağacın yanında ölü gibi uzanan adamın yanına bıraktı. Adamın adı Ghia'ydı ve bir Gezgin Ruh'tu. Gezgin Ruh'lar seçtiği hayvanla bağ kurduğu zaman, onun gözleriyle görebilir ve onun gücünü kullanarak avlanabilirdi. Aslında Gezgin Ruh'lar genelde kurtlara hükmederlerdi ama Ghia bir kartalı tercih etmişti. Kartala Akina adını vermişti. Akina; Ghia'nın doğduğu topraklarda yoldaş anlamına gelen kadim bir kelimeydi. Onun gözleriyle dünyaya bakmak ve uçarken rüzgarın serinliğini hissetmek Ghia için paha biçilemez bir histi. Ghia bedenine geri dönerken, Akina bir anda sendeledi ve vücudu gagasından kuyruğuna kadar titredi. Tam bu sırada Ghia gözlerini açtı ve derin bir nefes aldıktan sonra hemen kundaktaki bebeğe baktı, bebek ağlamaya devam ediyordu. Ghia eğilerek kulağına efsunlu sözler fısıldayınca bebek bir an durdu ve sadece Ghia'nın gözlerine baktı artık ağlamıyordu. Bu Ghia'yı mutlu etmişti:

- Yoksa kadim Ugra dilini biliyormusun ufaklık? Dedikten sonra bebeğe daha dikkatli ve derin bakmaya başladı:

- Maku! Dedi Ghia,

-Senin adın Maku ufaklık, dağları aşacak kadar azimli ve ormanın karanlığında kaybolmayacak kadar yetkin.

Artık hava kararmaya başlamıştı ve yiyecek yemeği yoktu, gözüne kestirdiği bir ağaç kovuğuna girdi ve önünde güzel bir ateş yaktı. Ağaç kovuğunun içine taze çayırlarla bir yatak yaparak, Maku'yu üzerine yatırdı. Akina'da hemen yanıbaşındaki dala tünedi ve istirahate çekildi, bu ruh değişimi onu da fazlasıyla yoruyordu. Ghia heybesinden biraz peksimet çıkardı ama çocuğa yedirecek hiç bir şeyi olmadığı aklına geldi. Matarasındaki suyu kaşığa döktü ve efsunlu sözler eşliğinde yavaşca Maku'ya içirdi.

- Şimdilik bunla idare et bakalım. Hem seni mışıl mışıl uyutacak, hemde açlığını unutturacak. Kusura bakma misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş. Yarın belki biraz süt bulabiliriz.

Güneş yavaş yavaş yükseliyor ve ağaçların yapraklarından süzülerek Ghia'nın yüzünde dans ediyordu. Ama onu uyandıran şey, Akina'nın çıkardığı seslerdi. Ghia gözlerini yavaşça aralayarak bir süre gökyüzünü izledi. Aniden Maku aklına geldi. Hemen kundağı araladı ve uyuduğunu görünce gülümseyerek ayağa kalktı, üstünü başını düzelttirken bir yandan da esniyordu, kartal tüyleriyle süslediği başlığını aradı gözleri, başlığın zaten kafasında olduğunu anlayınca kendi kendine gülerek uzun beyaz sakalını sıvazladı. Aslında çok yaşlı değildi kırklı yaşlarının başındaydı ama zayıf yüzü ve uzun beyaz sakalları onu oldukça yaşlı gösteriyordu. Artık kahvaltı için sabırsızlanmaya başlayan Akina'nın yanına gitti. Günün ilk işi olarak Ghia muhakkak Akina'yı beslerdi:

- Kudretli Akina, yoksa bu zavallı bebeği kıskandın mı? Dedi ve elindeki kurutulmuş eti uzattı. Tüm parçayı çekip Ghia'nın elinden alan Akina eti bir çırpıda mideye indirdi.

- Bugün hem taze süt, hemde ikimizin yiyebileceği birşeyler bulmalıyız eski dostum, dedi Ghia ve Akina'ya ikinci bir dilim uzattı.

Maku kıpırdamaya başlamıştı, Ghia hemen yanına giderek kundağı araladı. Maku, Ghia'yı görünce gülümsedi ve bebek dilinde bir kaç şey söyledi. Artık gitme zamanıydı, Ghia etraftaki eşyalarını topladı ve Maku'yu kundağıyla sırtına bağlayarak yola koyuldu. Akina bu durumdan hoşnut değil gibi görünüyordu, hala tünediği dalda oyalanıyordu. Ghia biraz yürüdükten sonra, Akina'nın aşina olduğu ıslığıyla ona seslendi ve istemeden de olsa Akina daldan havalanarak Ghia ve Maku'nun peşine takıldı.

Ghia ilk önce Maku'yu bulduğu kasabaya giderek neler olduğunu anlamak istiyordu ve eğer hala bir kaç sağlam at kalmışsa kendine bir at ödünç alarak, hızlıca başka bir kasabaya gidip Maku'ya süt bulmak istiyordu. Kasaba ormana çok uzak değildi, patikada biraz yürüdükten sonra tepeyi aşarak açıklığa çıkan Ghia hala dumanı tüten kasabayı görebiliyordu. Biraz daha yaklaşınca neler yaşandığını daha iyi anlıyordu. Bu bir katliamdı, bir kasaba dolusu insan kılıçtan geçirilmiş ve evleri ateşe verilmişti. Bu hengamede yinede iyi bir insan ya da ailesinden biri katliamda zarar görmemesi için Maku'yu gölete bırakmıştı. Ghia'nın dikkatini çeken bir diğer şey cesetlerin arasında Bakean askerlerinin olmasıydı. Zırhlarının göğüs kısmındaki parlayan yıldızın içinde Tanrı'nın gözü imgesi onların işaretiydi. Bakean'lar, Vase Bake'nin peygamberliğine inanan insanlardı ama barıştan yana olmalarıyla bilinirlerdi. Belki de kasabayı korumak için gelmişlerdi ama biraz daha etrafına bakınan Ghia, bu katliamı Bakean'ların yaptığını anlamıştı.

Gözüne kestirdiği siyah atın yanına gitti ve eğerini kontrol etti. Heybesini eğere asarak ata bindi. Kasabadan biraz uzaklaşmıştı ki, bir atlının kasabaya girdiğini fark etti. Göletin olduğu kısma gelen gizemli atlı, sanki bir şey arıyormuş gibiydi, tam bu sırada tepedeki Ghia'yı fark etti. Dürbününü çıkarttı ve kundaktaki bebeği gördü.

Sayfa: [1]