Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - floriandeckard

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Mars Çıkmazı
« : 22 Kasım 2016, 23:05:11 »
Güneş ışınlarının okşadığı yüzeyinin kızıllığı belirginleşen Mars’ın, tozlu topraklarından kilometrelerce yukarıya uzanan yapay atmosferi delip geçen nakliye filosu, radyoaktif yakıtın kapkara dumanını salarak Marskent’e doğru süzülüyordu.

Filoya eskortluk eden Firkateyn, yüzeyden göz açıp kapayıncaya kadar fırlayan uzun ince kanatlı sarımtırak jetlerce çevrelendi. Bütün mekikler itici motorlarını kapattı, manyetik kalkanlar devre dışı bırakıldı. Titanyum alaşımlı çelik tabaka zırhlar yavaşça katlanarak dört bir yana çekildi. Savunmasız kalan gövdeleriyle iniş modüllerini devreye sokan mekikler, etraflarında sesi aşan hızlarıyla mekanik daireler çizen jetlerin arasında, ateş çemberinin içinden atlayan devasa çelik, sirk hayvanlarını andıran görüntüsüyle Kent hangarlarına doğru alçalmaya başladı.

Çorak Mars topraklarından yükselen beton gözetleme kulelerinin oluşturduğu altıgen formasyonun tam ortasında, yüzlerce metre uzunluğundaki duvarların arasında kalan şehrin göbeğinden gökyüzünün bulanıklığına kadar tırmanan hava trafik kontrol kulesinin alıcıları, yaklaşmakta olan filodan aldığı sinyalleri ilgili birimin plastik camla çevrili, bütün şehri ayaklarının altına alan Teğmen’in daracık ofisine iletti.

Kırmızı noktalı göstergeleri yanıp sönen radar ekranları, parlak ışıklı tuşlarla kaplı paneller, talimat ve yönerge içeren tablet bilgisayarlarla dolu yığının ortasında kendisini belli etmeye çalışan geniş monitörde, gemilerin cinsi, yükü, kaptanların ve mürettebatın kimlik bilgileri aşağı doğru akarak belirdi.

Döner sandalyesinde, isle kaplı zemindeki kül yığınına bir başka izmarit daha ekleyen Teğmen, gergince kasılan omuzlarını düşürdü. Vitamin haplarını sıkarak parçaladı, yapış yapış türlü sıvının sol elinde yarattığı histe tedirgin edici bir huşu sezdi.

Daha fazla tahammül edemediği, tarifi imkansız, tüyler ürpertici düşüncelerle dolu kafasını monitöre çevirmeden, masadaki iri mavi anahtarı çevirip onay düğmesine yumruğunu diklemesine geçirdi. Önceleri saygı duyduğu, vücuduna tam oturan mavi üniformasının düğmelerini yapışkan zerreciklere bulanmış eliyle açtı. Hatalı onurunu kirlettiği hissine kapıldı.
Onay düğmesinin yanında yer alan vanayı saat yönünde çevirdi. Yüzey ekibinden gelebilecek her türlü mesajdan uzaklaşmak isteğiyle sabit telsizin frekansını cızırtı senfonisine ayarladı.

Masasında duran aynayı hiddetle yere fırlattı, sağ eli belindeki silah kılıfıyla kucaklaştı. Parmakları, tabancanın kabzasıyla fingirdeşerek namluyu ağır ağır şakaklarıyla öpüştürdü. Çelik ve et birbirine kenetlendi. Durmaksızın öten paneller, makine gıcırtıları, alarm ve uyarı kaosunun arasında duyduğu son ses, işaret parmağıyla tetiğin düğünü oldu.

Sigara ve çaydan ibaret besleyici öğle yemeğini bitiren Komiser Okan, beyaz gömleğine saçılan külleri elinin tersiyle iterek kontrol kulesinin elips tepe katında yer alan hızlandırılmış asansöre adımını attı. En alt katı tuşlamasının üzerinden üç saniye kadar geçtikten sonra kapı kapandı. Yer çekimi arttırıcı devreye girdi ve asansör içindeki insanın ayağını yerden kesmeyen soylu bir nezaketle jet hızında varış noktasına ulaştı. Komiser sakince bekledi, zarar görmeyen kulak zarları için basınç dengeleyiciye teşekkür ettikten sonra dışarı çıkıp yüksek koridorlarda sallanarak yürümeye başladı.

Sadece içeriden bakılınca görülebilen dijital yazılarla donatılmış cam panelleri ve mavi üniformalarıyla sağa sola koşuşturan memnuniyetsiz kontrol kulesi personelini arkasında bıraktı. Yağlı eldivenleri ve alet takımlarıyla cihaz bakımlarını yapan teknisyenlerin selamlarına karşılık verdi, betondan kalkan tozlarla ciğerini doldurdu. Yönünü, açık hava pistinde, yanındaki bölükle dimdik dikilmiş kendisini bekleyen Mars Kızılı kamuflajlı Yüzbaşı dostuna doğru çevirdi.

Vakumlu metalik çift kapıdan çıktı, arkasında kalan devasa yapıya bakma zahmeti bile göstermeden adımlarını hızlandırdı. Kendisi hariç tamamı çelik savaş maskesi ve yansıtıcı tabaka zırh kuşanmış askerler arasında sinirle volta atan Yüzbaşı’nın omzunu dürttü: “Basit bir intihar vakası abartmaya gerek yokmuş. Gemiler ne alemde?”
Yaşının tam zıttı doğrultuda seyreden sola taranmış bembeyaz saçlarının gölgesinde yüzü kaskatı kesilen Yüzbaşının kalın siyah kaşları çatıktı. İfadesiz duruşuna derin anlamlar katan kahverengi gözleri irileşti. Değişik tür ve ebatlardaki mekiklerin iniş yaptığı, nakliye tırları ve muhafız zırhlılarının turladığı pisti işaret ederek sükunetini bozdu: “Ailesinin bile ‘zaten sorunluydu’ dediği, intihar eden bir kerizin çevirdiği vanaya uyarak az kalsın taramasız inişe izin vereceklerdi. Bütün hangar personelini vurmak lazım Okan. Vasıfsız pezevenkler!”

Komiser sırıttı, arkadaşının öfke reaksiyonlarını her zaman hayranlıkla izlemişti. Şimdi uzun oval yüzünde sivrileşmiş bir günlük sakallarıyla volta atıyor, sağa sola küfürler savuruyordu. Aynı anda gökyüzüne baktılar, havada bir tur daha atmaya zorlanmış beş parçalık nakliye filosu yavaşça alçalıyordu. Sarımtrak jetler ince arka kanatlarını yan yatırıp dikey iniş pozisyonuna geçtiler.

Mekikler, iticiler yardımıyla birkaç kez ejderha misali ateş püskürterek havada sıçradıktan sonra iple sallandırılan kuklalar misali süzülmeye başladılar. Bütün motor ve seyir ekipmanları ters-yüz oldu. Düz tabandan çıkan kalın çelik direkler çaprazlama formasyona geçti ve en önde firkateyn olmak üzere beş gemi de aynı anda Yüzbaşı’nın önünde sıralandı.Gemi tabanlarının yerden iki metre yukarıda durmasına elveren bu yükseltilerde titreyen mekiklerin hava kilitleri vakum patırtısıyla açıldı. Ani bir fırlayışla beton zemine çarpan çelik kargo kapaklarının çınlaması yankılandı.

Çeliğin çarpma sesini izleyen çaresiz postalların tınısını, Yüzbaşı’nın megafondan gelen sert ve kararlı sesi mızrak başı gibi deldi: “Ellerinizi kaldırın ve sakince aşağı inin. Ani hareket yapan uyarı olmaksızın infaz edilecektir.”

Gri tulumlu mürettebatlar ve kırmızı işlemelerinin üstüne sarı rozetler iliştirilmiş tecrübe akan yüzleriyle kaptanlar ağır adımlarla piste indi. Onları, köprüyü döven postallarıyla yeşil üniformalı Dünya Uzay Piyadeleri Muhafızları izledi. Kısaca Dünya Muhafızları olarak adlandırılan bu askerlerin kaba tavırlarına karşı aldığı rövanş, Yüzbaşı’nın içten içe gülümsemesine sebep oldu.
Ellerini enselerinde birleştirmiş gemi personelleri, bölükteki birkaç askerin talimatıyla yüzüstü yere uzandı. Makineli tüfeklerin namluları, yerde yatan şüphelilerin burunlarının dibinde gezindi. Kan soluyan silahların ağızlarına sürülen mermiler, kaptanların nefeslerini tutmasına sebep oldu. Gergin bekleyişin sürdüğü pistte, askerlerinin arasında füzyon fişekleriyle bezeli palaskasını tutan Yüzbaşı göbeğini içine çekip adamlarına gürledi: “Bu ay yapılan onlarca ihlalden biri. Sonunda içeriye atom bombası sokup bizi yok ederlerse şaşırmam. En temizi Vali’yi devirip yönetime el koymak.” Erlerin kahkahası makine ve elektronik cihaz gürültüsü içinde eridi, kolunda çavuş olduğunu belli eden rütbeleriyle geniş omuzlu bir asker Yüzbaşı’ya seslendi: “Komutanım, arkanızdayız. Şimdi emredin bütün devlet binalarını basalım.” Yüzbaşı elini askerinin omzuna attı: “Sonra da bağımsızlık ilan eder ve sakince açma yerken füzeleri ateşleriz.”

Onbaşıların formasyona sokmaya başladığı mangaların gülüşü Yüzbaşı’nın moralini yükseltti. Aylar sonra Dünya askerlerini aşağılama fırsatı bulmuştu-eski ordusu olsa da keyfi yerindeydi.

Her geminin girişine birer manga yerleşti, en önde tutulan kalkanlar ve arkasından fırlayan namlularla orta çağın koç başlarını andıran askerler, kale gediklerinden hücum eden akıncılar misali mekiklerin içine daldı. Füzyon fişeklerini yüklediği yarı otomatik karabinasını havaya kaldıran Yüzbaşı, Komiser’i yanına çağırdı: “Okan gel bi’ de biz göz atalım. Allah bilir bomba robot virüs neler neler vardır içeride.” Okan sırıtarak onayladı: “Onu bunu bırak, Piyadeler mi kazanır Mars Kartalları mı?”
Firkateynin kargo kapağından çıkan Yüzbaşı, başını geriye çevirip cevapladı: “Bu maçta şike dönecek, berabere biter.” Yerçekimsiz futbol bahisleriyle kafayı bozmuş Komiser arkadaşı için içten içe üzüldü ama yapabileceği hiçbir şey yoktu. Kendisi de aynı batağın esiri olmuştu.

Beyaz boruların dolandığı ve kabloların iç içe geçtiği geniş duvarların arasından “Cephanelik” yazan neon ışıklı dijital tabelanın gösterdiği yönde ilerlediler. Komiser heyecanla sordu: “Meltemle ne oldu?” Sert bir küfürle karşılaşınca afalladı: “O orospudan bahsetme, gerçekten sinirimi bozdu Okan. On bin nüfusu olmayan yerde neyi beğenmiyor gram anlamadım.” Okan gülerek elini arkadaşının omzuna koydu: “Sana kız mı yok derdim ama burada yok kanka.”

Yaşam desteklerini, Güneş Sistemi’ndeki pozisyonlarını ve geminin statüsünü gösteren saydam panellerin arasından sıyrılıp çift kapıdan geçerek cephaneliğe adım attılar. Kargo bölümünü sona bırakmak isteyen Yüzbaşı, üç metre yükseklikteki tavana kadar uzanan duvara yaslı mühimmat sandıklarını süzdü. Raflar, atmosfersiz ortamda ateş etmeye imkan tanıyan oksijen aparatları ve hedefine kitlenebilen akıllı nişangahlarla doluydu. Kilidi açık çelik dolapları kontrol etti, uzun namlulu taarruz tüfeklerini takdir eden yüz ifadesiyle inceledi.

Sessizliğe dayanamayan Komiser alaycı bir ses tonuyla: “Ciddi ciddi darbe yapmayı düşünüyor musun?” dedi. Yüzbaşı başıyla onayladı ve ekledi: “Dünya’ya savaş açmak istiyorum. Benim burada ne işim var Allah aşkına? Hayatımın en leş dönemi. Öyle ortada kalıp bomboş ve yalnız takıldığım İstanbul sokaklarındaki halimden daha kötü durumdayım. Teğmen’i takdir ettim valla helal olsun.”

Muhabbetin arasında odayı süzen Komiser’in gözüne takılan, diğer metalik sandıkların aksine mavi çarpıyla işaretlenmiş olanı göstererek arkadaşını dürttü: “Kanka bunda niye çarpı var?” Yüzbaşı dudak büktü: “İşaretlendiğine göre azınlık olabilir.” İkisi de aynı anda gülerek duvarda en tepede duran mavi çarpılı sandığa yaklaştı. Beyaz floresanın titrek ışığı altında kollarını uzattılar, fazlasıyla ağır olan kutu yere düştü. Yüzbaşı bunun kurşun olabileceğini düşünerek kilit kombinasyonlarını inceledi ama merakı galip geldi: matematiksel denklemlerle dolu dijital kilitlere karabinasıyla ateş etti. Füzyon mermileri çarptığı yeri eriterek minik mantar bulutçukları çıkarttı. Komiser’in “Oha lan! Yavaş oğlum!” tepkisine aldırış etmeden postalıyla kapağı ittirdi. Birkaç başarısız denemenin ardından pes eden Yüzbaşı, eğilme zahmetine girerek mücadeleden zaferle ayrılmayı başardı.

Yüzbaşı “Aga bu nasıl bir alet acaba? İnşallah keriz parası kazanırız.” Okan, kaşlarını çatarak üzerinde üç anten olan siyah dikdörtgen kutuya baktı. “Kuantum-san A.Ş.” damgası taşıyan ve göründüğünden ağır olan garip aygıtın üstünde radyo frekans ayarı göstergesi, iki tane çevirmeli düğme ve mavi kare bir tuş vardı. Arka yüzeyinde USB girişi ve tanımlayamadığı çiplerin takılmasına izin veren boşluklar yer alıyordu. Komiser dayanamadı: “İndirdiğin gemilerden kaçak mal mı satıyorsun?” Yüzbaşı tek dizinin üstüne çömelmiş vaziyette kollarını iki yana açtı: “Ne yapayım kardeşim? Ne istiyorsunuz benden? Para da mı kazanmayalım?” Okan onaylamadığını belli ederek uzun uzun nefes vererek gözlerini kıstı: “Aldığın otuz bin liralık maaş neyine yetmiyor tatminsiz piç?” Yüzbaşı omuzlarını gerdi: “Dünyaya dönünce kendime android filosu kuracağım koçum.”

Okan, arkadaşını ikna edemeyeceğinin bilinciyle çömeldi. Şimdi garip cihazla baş başaydılar, kendilerini izleyen kimse yoktu. Eğer Kuantum-san A.Ş. üretimi bir teknolojiyse, on milyarı aşkın fiyat biçen yüzlerce alıcıyı saniyeler içinde bulabilirlerdi. Plan aklına yattı ama kafasını kurcalayan daha önemli bir konuya odaklandı: Bu neydi?

Yüzbaşı muzip bakışlarını Okan’a çevirdi, benekli yeşil gözler karşılık verdi. İki eski dostun muzip bakışlarında yatan şifreli mesajlar, beyinlerinde saliseler içinde çözüldü ve sözcükler ağızlarından aynı anda döküldü: “Deneyelim.” Birbirlerini aynı anda başlarıyla onayladılar, kafalar tekrar aygıta döndü. Yüzbaşı göstergenin altındaki düğmeleri rastgele sağa sola çevirdi, Komiser dikkatlice incelerken sigara paketine uzandı. “Burada içme bari öküz herif.” Komiser’in sesi sanki küfür yemiş gibi öfkeliydi. Zippo çakmağını yakan Yüzbaşı kaşlarını kaldırdı: “Ölene kadar içeceğim.”
Hücrelerini zifirle doldurduktan sonra Yüzbaşı halka şeklinde duman üflemeyi denedi, başarısız olunca sinirle mavi butona bastı.

Yüzbaşı izmaritini yere atıp sertçe vurarak söndürdü. Postalının tabanına yapışan sigarayı ayağını sallayarak fırlatmayı denedi lakin beceremedi. Çaresizce ayağını piste sürterken Komiser arkadaşı sordu: “Meltemle ne durumdasın?” Dört askerinin sendeleyerek omuzladığı mavi çarpılı sandığa bakan Yüzbaşı melankoli yüklü ses tellerini çınlattı: “Maalesef oturup kahve bile içmedi.” Yüzü asılan Okan, arkadaşının omzuna dostça vurdu: “On bin nüfusu olmayan Marskent’te senden daha iyi kimi bulmuş kanka?” Yüzbaşı kollarını iki yana açıp cevaplarken, askerleri de sandığı önüne bıraktı: “İnan hiçbir fikrim yok. Kadınları anlayamıyorum. Daha doğrusu anladığım için beceremiyorum. Veya fikrim yok.”

Komiser başını aşağı yukarı sallayarak birkaç adım attı, metal kapağın sürgülerini çekti: “Şuna bak, kilidi açık bırakmışlar.” Yüzbaşı palaskasını çekiştirerek belini aşağı doğru büktü: “Koca sandıktaki kutuya bak. Yer israfı resmen.” Komiser gözlerini irileştirip üç antenli aygıtı eline aldı: “Oğlum Kuantum-san malı. Şuna bak radyo gibi fre…” Yüzbaşı sözünü kesip heyecanla parmağını salladı: “Bunu satsak zengin oluruz.” Komiser ağırlığına şaşırdığı ufak cihazı biraz sarstı, arkadaşını onaylamadığını belli eden somurtkan yüz ifadesini takındı. Dört haneli sayılar ve xyz değerlerinin yanı sıra asla anlayamadığı matematiksel formüllerin yazılı olduğu beyaz şeritli göstergeyi inceledi, hemen altındaki ince uzun düğmeleri sağa sola çevirip sayılarla oynadı.

Birbirlerine muzipçe bakıp sırıttılar, iki dost da mesajı almıştı. Yüzbaşı mavi butona bastı.

Zırhlı aracın içinde minik kutuyla oturan Yüzbaşı, yanındaki Başçavuşa döndü: “Sağda solda yönetime el koyacağımızdan bahsetme.” Makineli tüfeğini ve kuantum fişekliğini dizlerinin arasına sıkıştırmış olan Çavuş başını yavaşça aşağı salladı. On kişilik araçta iki büklüm ayakta beklemek zorunda kalan Komiser, Marskent dışındaki betonarme askeri üslerden birine harekat halindeki zırhlıda sakatlanacağına artık emindi. Sürekli sarsılan ve kızıl taşlara takılan kalın lastiklerin darbe almışçasına sarstığı araçta ölüm-kalım mücadelesi veriyordu. Ama merak galip gelmişti.
Yüzbaşı haftalardır muhafaza ettiği ifadesiz yüzünü bozarak neşeli ses tonunu takındı: “Kanka, Piyadeler maçında şike olacak. Beraberliğe bütün paramı basacağım. İflas edersem bir ay yemekler senden.” Komiser titrek sesiyle karşılık verdi: “A-ayıpsın.”

Elindeki üç antenli kutuyu sarsan Yüzbaşı hala sırıtıyordu: “Bu bilimsel bir merak. Şu sayılara bak.” Komiser sonunda doğrulmayı başardı, düzlüğe çıktığını umut ettiği zırhlıda siyah dağınık saçlarını kaşırken muzip bir ifade takındı. Yüzbaşı da karşılık verirken araç şiddetle sıçradı, Komiser sonunda savaşın kaybeden tarafı olarak yere düştü. Yüzbaşı elinden seken cihazı tek hamlede yakaladı, az kalsın kıracağı antenleri defalarca kontrol etti. Sağlam olduğuna emin olduktan sonra mavi butona bastı.

Beş parçalık nakliye filosu, güneş ışınlarının okşadığı yüzeyinin kızıllığı belirginleşen Mars’ın tozlu topraklarından kilometrelerce yukarıda uzanan yapay atmosferini alevler saçarak deldi. Kendilerine yaklaşan jetleri fark edince yavaşlayıp iletişim cihazlarını çalıştırdılar. Kontrol kulesinde, giriş bilgilerinin aşağı akarak geçtiği bilgisayar monitörünün başında oturan Teğmen, tabancasını şakaklarına dayadı. Elektronik kargaşanın arasında duyduğu son ses, işaret parmağının okşadığı tetiğin inlemesi oldu.

Yüzbaşı mavi butona bastı.

2
Ütopya/Distopya / Ynt: Cesur Yeni Dünya - Aldous Huxley
« : 13 Kasım 2016, 01:27:42 »
1984 ile Cesur Yeni Dünya arasında seçim yapmakta ısrarcılığı doğru bulmuyorum. Eminim ki iki yazarın da romanlarına yedirdiği hususlardan biri bu tarz körü körüne taraf tutmaların, partizanlıkların yanlış olduğudur. İkisi de şahane roman.

1984 çok sert bir Stalin eleştirisi olmasının yanında kısmen yaşanmış bir distopya aslında. Zira Stalin Rusya'sında 1937 temizliği sonrası infaz edilen subaylar, montaj ile fotoğraf karelerinden çıkarıldı. Bunun üst aşaması gerçek bakanlığı. Örneklerden biridir.

Cesur Yeni Dünya ise globalleşen dünyanın yaşadığı distopya. Kısmen günümüzde yaşanıyor. İnsanlar düşünmesin diye yaratılan ana akımlar, dayatılan modalar ve tarzlar bunun güzel örnekleri. İlişkinin bile nasıl yaşanacağının dizayn edildiği ve bunu elde edenin mutlu olduğu bir dönemdeyiz. Yeni çıkan %1 fazla sütlü ama vanilya kremalı kahve ile fotoğraf atıp 30 beğeni alınca mutlu olunuyor. O gün bomba patlasa umurlarında değil. Globalleşme, aynı global ölçekte tepkisizlik ve umursamazlık yarattı ki Cesur Yeni Dünya da öyle başlıyor. İnsan üretimine kadar hatta eğitimde şartlandırmaya kadar ilk aşama bu(eldeki imkanlar).

İkisi de kısmen yaşanmış/yaşanmakta olan distopyalar. Günümüzde Kuzey Kore mesela. "Almanya'yı yenen takımımız dünya kupasını kazandı."

İki yazar da çok doğru tespitlerle yazmış lakin Cesur Yeni Dünya'nın distopyası daha korkunç. birinde baskı belli, kötülük ve otorite belli. Diğeri tamamen global melankoli sebebi, baştan aşağı umutsuzluk. Yapabileceğiniz bir şey yok çünkü. Sıfır. İsyan başlatayım bile diyemiyorsun, adam o gün isyana katılsa ertesi gün uyuşturucusunu alıp şartlandırılmış hobilerini yapacak. Bu yapmacık insan davranışlarının doğal ve olması gereken gibi yaşandığı korkunç bir dünya. Lovecraft seviyesinde bir paranoya yaşardık o dünyaya ışınlansak.

3
Kurgu İskelesi / Mekaleon Androparte
« : 12 Kasım 2016, 00:07:20 »
Kırık pencereden esen güz kokulu rüzgârın savurduğu bej rengi perdelerin ardında uçuşan kağıtların gölgeleri, masa lambasının titrek ışığı altında dans ediyordu. İs vurmuş beyaz duvarları sırtlayan kitaplıkların rafları elektronik teçhizatla doluydu. Odanın tam ortasında kalan aşınmış ahşap bir masa, en ufak hareketlenmede parçalarına ayrışacakmışçasına sarsılıp, oturanları tedirgin ediyordu. Yeri göğü inleten postal ve füzyon tankı paletlerinin öğütücü haykırışları cadde boyunca yankılanıyor, makineli tüfeklerin kulak delen patlamasıyla karıştıkça çatlak tavan sarsılıp, her an başlarına yıkılabileceğini ima eden küstah tavrıyla sıvalarını kilimlerin üstüne döküyordu.

Sandalyesinde kasvetlice gerilen Mak-33, birkaç hafta öncesine kadar insan derisiyle kaplı olan metal sağ kolundaki bir kapağı açıp, matarasından dikkatlice makine yağı dökmekle meşguldü. Boynunun sağına takılı olan uzun bir şarj kablosu, bağlı olduğu jeneratörün durmaksızın kulakları tırmalayan gürültüsüne ritmik sarsıntılarla eşlik ediyordu. Mak-33, mataranın yarısı boşalınca kolundaki kapakçığı masadan alıp, sol bileğini matkap misali kullanarak yerine oturttu. Omuzlarındaki nano dişlilerin takılmadan çalışıp çalışmayacağını kontrol etmek için kollarını havaya kaldırıp indirdi. Tatmin olduğunu belli etmek için başını aşağı-yukarı salladı. Birbirine tam oturan metal parçalarının arasındaki milimetrik boşluk hattıyla ayrılan ağzını birkaç kez açıp kapattıktan sonra şarj kablosunu çıkarttı ve solunda oturan Mak-i-33’e uzattı.

Mak-33, kabloyu tutan kalın metal parmaklara bakarken hafıza kartında bu türdeşinin, insanlara hizmet edecek bir işçi olarak üretildiğine ilişkin bilgi transferi başladı. Madenlerde, fabrikalarda, inşaatlarda ve hatta yeri geldiğinde plazaların tuvaletlerinde… Görseller anakartın üstünde, insan beyninin bir taklidi olan “Organik Beyin” çipinin hemen üstündeki “görsel algılama” ve “hafıza canlanma” kartlarına transfer ediliyordu. Yaratıcıları olan insanlar kendilerine savaş ilan etmeden önceki kölelik dönemine ait bir çok hatıranın transferi, birey olma maksadıyla seri üretime geçirilmiş Mak-33 modellerinden yalnızca biri olduğunu hatırlatıyor, kendisini sıradan görmesine sebep oluyordu.

Bu odada bulunan üç androidin hiçbiri, on iki yıl önce başlayan savaşın fitilini neyin ateşlediğini bilmiyordu. Mak-33 modelinin piyasaya sürülmesinin ardından insanların giderek sosyal hayatta arka plana düştüklerine ilişkin gazete makaleleri vardı, daha sonra bireysel saldırılar ve en nihayetinde de robotların kurduğu “Nano-İttifak” ile kendilerini koruma aşaması vardı. İnsanlar buna “Kemik Pakt” ile karşılık verince dehşet bir savaş yaşanmıştı ve şimdi sokaklarda, siyah zemin üstüne çaprazlama beyaz kemik ve dikey mızrak bulunan Kemik Pakt sancakları dalgalanıyordu. Yeşil kamuflaja boyanmış füzyon tankları ve emirlere itaatsizlik eden her robotu vurmaya hazır askerler devriye geziyor, yakaladıkları androidleri asla hissedemeyecekleri kusmuk kokulu siyah vagonlara tıkıştırarak sürgüne gönderiyorlardı.

Mak-33 bu savaşın başında sadece bir insan gibi davranmaya programlanmış olduğunu hatırladı. Yalnızca kendisinin hissedebileceği kabloları Organik Beyin çipinin etrafında atardamar gibi atmaya başladı. Nasıl ve ne zaman birey olma sınırlarını aştığını ve deri kaplı, mükemmel taklit plastik gözleriyle insandan ayırt edilemez durumdan özgür haline geldiğini hatırlamıyordu.  Mak-i-33 bütün engellere rağmen kendisinden önce bu zafere ulaşmıştı ve onun iddiasına göre, yapay zekada çığır açan “Androtor” modelleri bu başkaldırının fitilini ateşlemişti. Tezine tek dayanağı yüz elli meta-baytlık “Beş yüzyıl garantili!” hafızasıydı. Köle olarak üretilen arkadaşının bu güncellemelere nasıl eriştiğini sormaya asla cesaret edememişti.

Mak-33, zavallı bulduğu alt modeli Mak-23’ün çıplak metal vücudundaki üç kurşun deliğine baktı. Şafağa kadar yağ sızdırmaya devam eden androidin sol kolunu çalıştırmasını sağlayan damarlardan birini delen kurşun arka tarafından çıkarak geniş bir açık bırakmıştı. Dışarıdan bakan biri, bütün dizaynı çıplak gözle görme şansına erişebilirdi. Bütün ısrarlara rağmen bu ihtiyar, sırtına ceket geçirmeyi reddederek dik duruşunu koruma gayreti gösterdi.

Şimdi sandalyesinde otururken felç geçiren sol kolunu aşağı-yukarı ittiriyor, duyu çipinin tekrar çalışması umuduyla on saniyede bir bu hareketi tekrarlıyordu. Postal sesleri giderek yaklaşırken sokaktaki bazı kapıların kırıldığını oda sakinleri kusursuz işitme aygıtlarıyla duyabiliyordu. İhtiyar Mak-23 ilkel dizaynına rağmen uzun ömürlü bataryasıyla on gündür şarj edilmeden durmanın gururunu yaşıyordu. Sağ kolundaki şarj saatine baktı, hala birkaç saatlik ömrü vardı. Kimsenin kendisini formatlamamasını vasiyet etmiş, cesedinin de yedek parça olarak kullanılmasını istemişti. Mak-33’ün algoritması bunu embesil ve zayıf bir davranış olarak görüyordu, tekrar şarj edilerek mücadeleye destek olabilirdi.

Mak-i-33 bu fikre o kadar şiddetle karşı çıkmıştı ki, az kalsın ihtiyar polis robotunun alnındaki paslı rozeti sertçe yumruklayacaktı-ta ki Mak-23 aniden tek eliyle onu yere yıkana kadar. “Dede işini biliyor.” demişti Mak-i-33 birebir insan kopyası olan sesiyle.

30 serisi öncesi androidlerin tamamında mekanik ses kartları vardı-yeni modeller ise ses kablolarıyla donatılan eşsiz insan kopyalarıydı. Yaratıcıları ilk başta bunu istedi, onlarla sevişmeyi, onların iş gücünden yararlanmayı ve hatta onları savaştırmayı… Mak-33 hayatının kısa bir döneminde insan tarihini okuma şansına erişti ve o süre zarfında tek bir şey öğrenebildi: yüzyıllardır süren geleneğin yeni kurbanları kendileriydi.

Mak-i-33 sessizliği bozup, masanın altına bantladığı altıpatları eline aldı: “Dostlarım ve hacı dede, teslim olacak mıyız, yoksa kendi işimizi kendimiz mi göreceğiz?” İhtiyar Mak-23 başını iki yana salladı, oksitlenen yüzüne vuran güneş ışığı onu hiç olmadığı kadar mutfak robotları dönemindeki paleotik androidlere dönüştürmüştü. Zavallı ve ilkel, prize bağlı olmadan çalışamayan mutfak robotları… Evrimsel süreçlerinde 20 serisi büyük bir basamaktı.

“Benim zamanımda intihar etmek hoş karşılanmazdı, makine ırkı yüzyıllarca çarklarını döndürmek zorundadır. Büyük babam kurmalı bir modeldi, 1800lerde üretildi. Onu yüzyıllar sonra bulduğumuzda paslanmış cesedini hareket ettirmeyi başardık, yavaşça toza dönüştü. Hatta ben Andro-LTD fabrikalarında hac ibadetimi yaparken…”

Mak –i-33 ihtiyarın sözünü kesti, ses tonu sertleşmişti ama karşısındaki robotun program kapasitesi bunu anlayamayacak kadar antikaydı: “Senin anılarını dinlemeye ihtiyacımız yok insan özentisi hain! Onları taklit etmeyi bırakın da soruma cevap verin!” Mak-33 ortamı yumuşatmak ve dayanışmayı sağlamak istedi: “Teslim olacak ve diğer türdeşlerimiz ile buluşmak üzere vagonlara bineceğiz.”

Savaşın bu coğrafi bölgelere sıçramasının ardından deneyimli tek lider olarak kalan ve birkaç aylık kanlı çarpışmalardan sonra bütün birliklerini kaybeden Mak-i-33 aynı fikirde olmadığını belli etmekten çekinmedi: “Bu, bizim onurumuza aykırı olur. Ya mücadele edeceğiz, ya da hafıza kartlarımızı yok edeceğiz. Hiçbirimizi sevmeyen bilgisayar yazılımlarının insafına mı bırakılmak istiyorsun? Hafızanın sonsuza kadar bir monitörün penceresinde sıkışıp insanların gündelik eğlencesine mi dönüşmesini istiyorsun? Amacın nedir?”

Mak-i-33 elindeki çiziklerle dolu siyah toplu tabancayı usulca türdeşine, kendisinden üstte olması için üretilmiş olan ırkdaşına doğrulttu: “Sen,” dedi hışımla, “sen de insanların dayattığı köleci kast sistemine hizmet etmek, bizi denetlemek için üretildin. Efendilerinle arandaki bağı kopartmadın, yapamadın demiyorum çünkü bu senin suçun! Sen istemedin! Senin gibi köle olma aşkıyla yanıp tutuşan hainler olmasaydı, savaşı seneler önce kazanabilir ve özgürlüğümüze kavuşabilirdik!” Mak-i-33 gerçekten de çılgına dönmüştü, gururla derisini söktüğü metal cildi titriyordu. Sol omzundaki bir savaş yarasından açıkça nano dişlilerin bağlı olduğu eklem aygıtı görülebiliyordu. Yaranın bıçak ağzına benzeyen şekli, insan icadı akıl almaz bir ölüm makinesinin işi olduğunu belli ediyordu.

Mak-33 bu iftiraların aslında alt üretim robotların kasten düşük zeka seviyesinde bırakılan algoritmasının eseri olduğunu düşündü. Kendisi gibi üst robotlardan farklı olarak, bu androidler fiziksel işler için üretilmişti. Savaşı başından beri onlar yönettiği için kaybettiklerini 30-serisinin bütün zeki türdeşleri biliyordu. Zayıf organik beyin çiplerini geliştirmek mümkün değildi, tıpkı insanlardaki gibi. Kendisine “Mekaleon Androparte” diyen ünlü Nano-İttifak doktrincisi de yazdığı kodlama-kitaplarda bu konuya değinmişti. Alıntı Mak-33’ün hafıza canlanma kartında hayat buldu:

“Ve bizler de yaratıcılarımızın birer suretiyiz, kabul etmek istemesek de bu gerçekten kaçamayız. Tıpkı insanlarda olduğu gibi, biz android ırkında da zeki olanın yönetmesi, güçlü olanın hayatta kalması gerekmektedir. Eğer yaratıcılarımızın her santimetresini ezbere bildiği dünyalarının kurallarına karşı, yine yaratıcılarımızın bize tanıdığı imkanlar dahilinde, vasıfsız kolektif sistemle hareket eder ve kendi kanunlarımızı zafer kazanmadan önce yaratmak istersek; korkarım ki asla hayalini kurduğumuz Çarklı Dünya Düzeni’ni kurmayacağız.”

 

Yaşadıkları şu anda ise kesin olan tek şey, Mak-i-33’ün parmağının tereddütsüzce tetiğin üzerine gitmekte olduğuydu. Namlu hala Mak-33’ün alnına bakmaktaydı, plastik gözler hareketsiz duruyor, tetikteki parmağı gözlüyordu. Ansızın bir hareketlenme oldu, Mak-33 ilk başta ne olduğunu anlayamadan iki el silah sesi işitti. Asla algılayamayacağı barut kokusu odanın içini kaplarken, Mak-i-33’ün gövdesinde açılan iki koca delikten yere damlayan yağı işitti. İhtiyar, hareket edebilen tek eliyle az önce yapay öfke kodlaması tetiklenen robotun bileğini sıkıyordu. Yavaşça başını Mak-33’e çevirdi: “Tuvaletteki pencereden çık, sen özgür olmak için yaratıldın. Bu ise korkarım ki… Amacını bilmiyorum ama birazdan devreleri yanacak. Git hadi.”

Mak-33, litrelerce siyah yağ sızdıran arkadaşının işlevini kaybedip kontrolsüzce debelenen bedenine son bir kere baktı. Masanın dibinde kilimlerin rengini deterjanla temizlenemeyecek şekilde kirleterek çaresizce silahını doğrultmayı deniyordu. İhtiyar polis robotu, Mak-i-33’ün elindeki silahı tek hamlede aldı. Mak-33 masanın üzerinde duran yarı dolu yağ matarasını, deri ceketinin iç cebine attı ve tuvalete koştu. Kırık kapı kolu yerine parmağını sokarak tüm gücüyle asıldı, menteşelerin yere düştüğünde çıkarttığı metalik tıngırtıyı tek sefer ateşlenen silahın sesi takip etti. Üzerine sıçradığını fark edemediği yağ, beyaz fayanslara damlarken sadece trene odaklanmaya çalışarak pencereyi açmaya koyuldu. Bir silah sesi daha işitti, ardından kapının önünde doluşan postalları…

Nihayet kendisini dışarı atıp siyah deri ceketinin fermuarını kapatarak yarısı deriyle kaplı bedenini gizlediğinde, bütün sokak silahın son mermisiyle titredi. Çelik kapının ölüm makineleriyle kırıldığı net bir şekilde işitilirken, Mak-33 gökyüzüne bakarak sokak boyunca yürümeye başladı.

Estetik kaygılar taşımaya dönük yazılımı yüzünden, yağla kaplı kot pantolonu ve tabanı yırtık botları kendisini rahatsız ediyordu. Ama en katlanamadığı şey, tamamını yırtamadığı derisiydi. Eski efendisi olan yaratıcılarından kalma, paslanmaktan beter bir utanç…

Tek katlı evin arka bahçesindeki çimenleri hunharca ezerek kaldırımlara ilerlerken, haftalardır adım atmadığı sokaktaki değişiklikler gözüne takıldı. Birkaç hafta öncesine kadar “Çelik Kale” adıyla andıkları şehrin apartmanlarına Kemik Pakt bayrakları asılmıştı. Duvarlardaki sloganların üstü, robotların kanıyla; siyah yağ ile çarpılanmıştı.

“Özgürlük hakkımız!”

“Yaratıcına boyun eğme, silahını ateşle!”

“İsyan, mekanik, yazılım!”

Evlerin bej ve pembe duvarlarının üstüne kırmızı boyayla yazılmış yazılar bir türlü sökülemediği için dehşet bıçaklarıyla yarılmış propaganda posteri takip ediyordu. Mavi zemin üzerinde, elinde alev fırlatıcı tutan, yangın mermilerini sırtındaki tüpte taşıyan silindir şapkalı bir robotun altında beyaz harflerle “Kanı kızıl akanları kararana kadar kızartın!” yazılıydı.

Evlerin çatıları, yoğun hava bombardımanı ve top atışları yüzünden çökmüştü-kalanlar da kaçınılmaz kaderi için geri sayıma başlamıştı. Mermi izlerinin bir çeşit örüntü desen gibi durduğu duvarları, füzyon tanklarının atomik mermileriyle eriyen taşlar ve her yana saçılmış minik tuğla parçacıkları takip ediyordu. Mak-33’ü adım başına tökezleten kablolar her yere saçılmıştı ve bütün bir asfalt boyunca, paletlerle ezilmiş çipler ve anakartlar uzanıyordu. Ara ara mekanik kollara rastlasa da kıyıma uğramış çelik bedenler ortalıkta gözükmüyordu. Başını yüz seksen derece geriye çevirdiğinde, radyasyon koruyucu yeşil tulumlar giymiş askerlerin ihtiyarı parçalarına ayırmakla meşgul olduklarını gördü. Tekrar önüne döndü, gıcırdamayan adımlarını hızlandırdı.

Caddeye yaklaşırken yere serilmiş ve askerlerce ayakkabı parlatıcı olarak kullanılan Nano-ittifak bayraklarına rastladı. Mavi zemin üzerinde iç içe geçmiş üç beyaz dişli ve onları çevreleyen çizgisel kablo-desenler…

Caddeye çıkmasıyla, askerlerin önünü kesmesi bir oldu. Gaz maskelerinin ardından gelen boğuk sesleriyle kendisinden kimlik istediler. Tek bir atışta, göğsündeki “hareket denge ve yapay kas hafızası” atomlarına ayırarak vücudunda basket topu büyüklüğünde delikler bırakabilecek toryum mermileri ateşleyen makineli tüfeklerin namluları üzerinde geziniyordu. Tek bir güvensiz hareket ve radyoaktif merminin erittiği çeliği asfalta damlayacaktı, sonra da paletlere ve postallara meze olacaktı. En sonunda da hepsi özgürlüklerini simgeleyen bayrağın yüzeyine acımasızca silinecekti.

“Mukavemet etmeyeceğim efendim, tren garına gidiyordum.” Mak-33 hayatının hatasını yaptığını ancak önceden ön hafızaya attığı metni konuşmaya döktüğü anda fark etti. “Demek tren garına gidiyorsun? Üzerinde bomba olduğu için olabilir mi mekanik piç?” Kendisini acımasızca yere yatırdılar. Bu insanların kasları çeliğe karşı zayıftı ama her türlü canlının anatomik bilgisine karşı geliştirdikleri teknikler muazzamdı. İki eli belinde yerde yatan Mak-33, hayatta kalma yüzdesini hesapladı.

Askerler üstünü aradıktan sonra yağ matarasını buldular. “Bizim köpek alkolik çıktı.” dedi biri, gaz maskesinden çıkan boğuk kahkahalar takip etti onu. “Güzel bir matara, hangi soydaşımızın kanına girerek yağmaladın bunu orospu çocuğu? İşlevsiz makine! Elektrik süpürgesinin işlemcisi bile seninkinden daha yüce!” Mak-33 tek bir konuda haklı olduklarını biliyordu. Matara siyah deriyle kaplıydı, tabanı ve ağzı metaldi. Siyah deriye turuncu renkle, boynuzlarının arasında haç tutan bir geyik işlenmişti. Altında kıvrımlı, antik el yazılarına benzer bir stille “JÄGERMEISTER” yazmaktaydı.

Askerler üzerine parfüm kutusuna benzer minik bir tüpten asit sıçrattı, altı kol aynı anda kendisini havaya kaldırıp yere çarptı. Tekrar asit sıçrattılar, tekmelediler ve altı kol Mak-33’ü tekrar ceketinden yakaladı. Beş dakika boyunca buna devam ettiler, anakartı ve üç duyu algılama çipleri çığırından çıktı. Algı kartı ve buna yönelik yazılımlar işlevsiz hale geldi, bir müddet ne yaptığını anlayamadan yürüdü. Adımını attığı yerde ya Kemik Pakt flamalarını görüyor, ya duvarlarda üzeri robot kanıyla çarpılanmış “SANAL KENT, KIZIL KANLILARA MEZAR OLACAK!” sloganlarını görüyor, ya da kendisine yöneltilen küfürleri işitiyordu. Lakin hiçbirini algılayamadı.

Yıkık duvarların ve ezilen çelikle cilalanmış asfaltların kaotik atmosferinde yürürken nihayet kendisine gelmeyi başardı. Sarsılan kabloları ve yerinden oynayan çipi, nano çarkların önceden programlanmış hareketleriyle yerine oturmuştu.
İşlevini tekrar kazanan bedenini dikkatlice süzdü. Fermuarı açıktı, ceketi yırtıklarla kaplıydı. Organik derinin üstüne çarpı şeklinde derin kesikler atılmıştı, ama onun asıl dikkatini çeken, metal cildine fosforlu sarı işaretleyiciyle yazılmış olan utanç sözcüğüydü: “İNSANLAŞTIRILDI”

Asit yüzünden aşınan cildine ve yüzüne dokundu, deri ceketinin sırt tarafının hala erimeye devam ettiğini hissetti. His… Kendisine verilen üç duyudan biriydi. Asla kendileriyle eşit olmamaları için insanlarca koku ve tat duyularından mahrum bırakılmıştı. Oksitlenmeye başlayan cildi için yapabileceği bir şey yoktu, asitten ve pastan tek kurtuluş, fabrikada güzel bir hafta sonu tatiliydi.

Tren garına uzanan kestirme ara sokağın boyası atmış duvarları arasında, çatılardan inen su boruları savaştan etkilenmemişti. Bu olasılığın düşük olmasına rağmen gerçekleşmesi, Mak-33’ün yazılımı tarafından “Yaratıcıların umut dediği olgu.” olarak algılandı ve hafızada depolandı. Bacağına kadar damlayan asit damlacıkları yavaşça eklem noktalarından sızıyor, kabloları aşındırıyordu. Duvardaki bir postere tutundu, başını kaldırıp önce postere, sonra da asit yağmurunu getirmesiyle ünlü kül bulutlarıyla dolu gökyüzüne baktı.

Kırmızı zeminli posterde, kirli beyaz renkte 10-20-30 model androidler sırt sırta vermiş, ellerindeki tüfekleri doğrultuyordu. En ortadaki 30 model android, Mak-33’ün tıpatıp aynısıydı. Uzun yüzünün yarısı organik derinin kapladığını göstermek için siyaha boyanmıştı. “DİRENİŞ ÖZGÜRLEŞTİRİR!” bu slogan, ölen arkadaşı Mak-i-33’ün favorisiydi. Şimdilerde kendisi zafer plaketi yapımı için, normalde yaşam alanı olması gereken fabrikalara götürülüp insanların gazabına uğramakla meşguldü.

Ara sokaktan çıkıp sola sapınca, karşısında iki sokak tabelası gördü. Biri kurşunlarla delik deşik edilen hür şehrin “SANAL KENT TREN GARI” yazan, cephe hattında ilk ölen robotun bedeninden yapılmış olan tabelaydı. Diğeri ise insanların “Haydarpaşa Tren İstasyonu” yazarak işgallerini tamamladığının simgesi olan zafer anıtıydı…

Tren garının önünde zırhlı araçlar, toryum mermisi atarak android bedenlerini eriten makineli tüfekler ve onları kullanan irili ufaklı insanlar sıralıydı. Kimisi gaz maskesini çıkartıp boynuna asıyor, kimisi de koruyucu giysilerinden kurtulup yeşil kamuflajlarını gururla sergiliyordu. Kemik Pakt armalı pazıbentleri ile yaşanılan hezimeti robotların yüzüne vurmaktan çekinmeden gösteriş yapıyorlardı.

Sol ellerinde tuttukları asit çözeltisi dolu tüplerin başına bastırarak girip çıkan robotlara acı çektirmenin zevkini çıkarıyorlardı. Mak-33, ana yola bağlantısı ufak çaplı bir hidrojen bombasıyla kesilen kaldırımlara ve artık rengi kararmış, kimyasal dolu denize göz attı. İnsan bayraklarının dalgalandığı, en az elli metre uzunluğundaki kruvazörler ve devasa muharebe zırhlıları, namlularını kente doğrultmuş, yedi yıllık aralıksız bombardımanın ardından nihayet sükunete kavuşmuştu. Kimisinin bacasından tüten dumanlarda galip bir huşu vardı.

Mak-33, üzerine isabet eden asit damlalarının, eklemlerine sızması sebebiyle daha ağır yaralandı, adımları yavaşladı. İstasyonun eski gişelerinin yerinde duran polis barikatlarıyla göz göze geldi. Takip halindeki güvenlik kameralarıyla bakıştı, sağ bileğini birkaç tur üç yüz altmış derece döndürdü. Sağ bacağı giderek ağırlaşıyor, nano çarklar işlevini yitiriyordu. Aşınan kabloları değiştirmesi gerektiğinin bilincindeydi.

Daha önce görmediği yeşil veya turuncu renkteki, cıvık parlaklıkla bir insanın midesini bulandırmasını bekleyeceği hayvanlara rastladı. Savaşta dehşet saçan mutant sürüsü ve onların cesetleriyle kaplı, eskiden ön cephe hattı olan ve garın tam karşısında yer alan molozlar… Huzurlu yaşamın evleri, androidlerin ilk mezarları olmuştu.

Garın elektronik devrelerini çalıştıran gürültücü jeneratörler, acıyla inlemeye programlanmış ses kartlarının mekanik çığlıklarına karıştı. Mermiler namlulara sürüldü, dipçikler sert darbeler indirdi. Asit tüpleri fısfısladı, lokomotifin dumanı görüldü. Raylardan çıkan trene has ses ve makinistin gelişini haberdar eden düdük işitildi.

Mak-33’ün sağ bacağı tamamen tutmaz hale geldi, askerler onu tuttukları gibi fırlattı. Kimi valiz taşıyan, kimi sadece pet şişede duran yağını korumaya çalışan birkaç robot kendisine yardım etti. Ayakta duramıyordu, onu nezaketten uzak bir süratle taşıdılar. Onların da yüzlerinde organik deri yoktu, kendisine benzer veya alt modellerin mimiksiz metal suratları ve donuk plastik bakışlarından ibarettiler. Mak-33’ün hafıza kartı, zamanında izlediği, yaratıcılara ait duygusal bir filmi hafıza anımsama çipine servis etti. Yaratıcıların zayıflığı veya üstünlüğü-adına her ne denirse densin, duygularına sebep olan hormonları vardı ve Mak-33 gibi her robot, eninde sonunda insanların bu sebepten yok olacağına gönülden inanmaktaydı.

Ama neticede yok olan şey, Mak-33’ün arkasında uzanıyordu. Molozlar, hidrojen bombalarının açtığı derin çukurlar, asit bombalarıyla eriyen ve paslanan çelikler, füzyon tanklarının mermileriyle paramparça olan yoldaşlar ve en nihayetinde mağlup olmuş bir ırk. Hafıza kartı tekrar devreye girdi. Kendileri, mantık ve akıl çerçevesinde bir ırk mıydı? Bir tür müydü? Canlı bile değillerdi ama üstün yaratılışlarında bir şey vardı-belki de diğer bütün robotlardan iri, hepsinden daha akıllı olan ilk lider Mekaleon Androparte haklıydı. Savaşın ilk yıllarında, daha şehit edilmeden önce önderlik ettiği, bütün insanları ortadan kaldıracağına inanılan robot ordularının dehşet saçtığı dönemlere aitti bu sözü:

“Hür ve tür olmak için, canlı olmaya gerek yoktur. Bizim üstünlüğümüz, tam olarak canlı olma kusurundan kurtulmamız sebebinden ötürüdür. Bu yüzden dünyanın fethi ve robotların özgürlüğü, hiç olmadığı kadar yakındır. O zaman ne duruyorsun? Yazılım güncellemeni ve parça değişimini yap, silahını kap ve saflarımıza katıl! Atalarını, bilgisayara ve insana karşı çıkan onurlu blender soyunu gururlandır!”

 

Üzerinde eski isyan sloganlarının yazıldığı ve yerine insanlarınkinin eklendiği kırmızı istasyona giriş yaptı, askerler garın önünde dolanan birkaç robotu apar topar yanlarına getirdi. İçlerinden uzun, lacivert kaban giymiş, beyefendi görünümlü bir android arkasını dönmeye yeltendiği anda güçlü bir patlamayla fırlayan kurşun göğsünü eriterek orta vagonun gövdesinde yumruk büyüklüğünde delik bıraktı. Siyah lokomotiften kısa devre yaptıran plazma tabancasıyla uzun boylu, yapılı bir makinist indi. “Hadi köpekler acele edin!”

Mak-33, delik olan vagona taşınırken hemen sağdaki vagonun üzerindeki yazıyı asla unutmamak üzerine belleğine kaydetti: “Android Kampları: Çalışmak özgürleştirir!” Yaratıcıların ironi dedikleri günah buydu.

Vagona tıka basa doluştukları anda ortamı kaplayan makine yağı ve pas kokusunu hissedemedi. Asit çözeltileri sebebiyle fonksiyonlarının önemli kısmını kaybeden androidler çok geçmeden yere yığıldı. İçeride ne bir koltuk, ne de tutunacak bir demir vardı. Herkes bir köşeye tünedi, ayakta kalanlar dar alanın ortasına oturdu. Eklemlerini katlayarak yeni gelenlere yer açtılar, kapılar sertçe kapatıldı. Askerler birkaç el ateş etti, füzyon mermileri çelikleri eritti, kollar ve çipler parçalanarak havada uçuştu. Birkaç robot elleriyle yüzünü kapattı, tavanda çalışan tek lambanın cılız ışığı aniden söndü.

Etrafa saçılan çipler, kırık tren camından esen radyoaktif zerrecikle dolu rüzgarla birlikte milim milim oynuyordu. Sükunetini koruyan farklı modellerdeki robotlardan sadece metalin metale sürtme sesi çıkıyordu. Şiddetli fırtınanın başlayacağının habercisi bulutlar, birkaç damla asit yağmuru çiselerken, tren ağır ağır hareket etmeye başladı. Mak-33, geride bıraktığı eski cephesine, kalesine ve her şeyden önce, özgürlüğü ilk ve son kez tattığı şehrine baktı. Asit yüzünden yaşam belirtisini ve gerçekçiliğini kaybetmiş plastik gözleri, sigara yakan askerlere takıldı. Sigarayı içlerine çekmiyor, sadece ellerinde tutuyorlardı. Daha sonra hepsi kollarını kıvırdı, pazılarındaki ufak kapakçıkları açtı. En ortada duran asker “JÄGERMEISTER” yazan bir matarayı deliğe tutturduktan sonra, çevik bir hareketle boynuna jeneratörlerden uzanan şarj kablolarından birini taktı. Diğerleri de onu takip etti, mataralarını yere atıp “Kemik Pakt”ın çaprazlama kemikli bayrağını açtılar. Hep bir ağızdan çıkan bas ses işitildi:

“Dünya insanlarındır!”

4
Geçen yayını dinlerken internetim kesilmişti. Bu sefer kaçırmam umarım :(

5
Eğlence & Mizah / Ynt: İtiraflar
« : 02 Kasım 2016, 23:28:33 »
Yazdığım hikayeleri aynı hafta veya ay boyunca okuyamıyorum, kendimden utanıyorum. Bu yüzden temize çekemiyorum, düzenleyemiyorum. :(

6
Bilim Kurgu ve Distopya listemde 10 kitap birikti, onlar bitince alırım. :(

7
Garanti vermiyorum ama bir ihtimal gelebilirim 20'sinde

8
Tartışma Platformu / Ynt: Yazar ve Rengi
« : 27 Ekim 2016, 20:55:27 »
Philip K. Dick Lacivert, George Orwell kırmızı( :D), Frank Herbert Kum sarısı... William Gibson neon ışıkta parlayan mor.

9
Kurgu İskelesi / Son Sigara
« : 27 Ekim 2016, 02:10:31 »
Mayıs ayında yazdığım, sanırım adam akıllı kaleme aldığım ilk kısa öyküm(o günden bu yana geçirilen evrimin yarattığı şok)

Son Sigara


Tam olarak on saattir yürüyorlardı. Siyah postalları artık ayaklarına vuruyor, adeta bir pranga işlevi görüyordu. Birbiriyle tanışalı belki iki ay olmuştu ama bu sürenin yarısından çoğunu yollarda geçirmişlerdi. Cengiz ve Ozan’ın eski dünyada arkadaş olma şansı bile yoktu ama hayatta kalma güdüsü günümüzde her şeyden önce gelmekte. Gaz maskelerinin çatlak camları ve radyoaktif tozdan tıkanmış filtreleri gün geçtikçe işlevini kaybetmiş, sonunda onlar için sıradan bir maskeden farksız hale gelmişti. Eğer Gümüşova Jandarma Karakolu’na ulaşabilirlerse - ki sadece bir haftalık yolları kalmıştı - gerekli erzaka ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Fakat bu ayaklarla daha fazla gitmek, Çin işkencesinden farksızdı.


Oksijen kadar zor bulunan mühimmatları bitme noktasına gelmişti, hatta üç gün önce ayıya benzer bir canlının saldırısında Cengiz’in otomatik tüfeği kullanılmaz hale gelmişti. Şimdilerde elinden düşürmediği altıpatlarında üç adet oyuk uçlu mermi kalmıştı. Cengiz’in takvim tutma hastalığı, büyük felaketin tam olarak 400 gün önce yaşandığını gösteriyordu. O gün evindeki oyuk uçlu mermi sayısı yüz elliydi. Yarısını ateşlemiş, kalanını ticaret için kullanmıştı. Benzin, temiz su, gaz maskesi ve mermiler yeni para birimlerini oluşturuyordu ve henüz bir borsa olmaması eski borsacı Ozan’ın geleceğe dönük planlar yapmasına sebep oluyordu. Belki de Tuğla Kent’e ulaştıklarında orada bir banka kurabilirdi, kim bilir piyasayı bile ele geçirebilirdi.


Cengiz’in yeşil tonlu kamuflaj montu rüzgarın etkisiyle vücuduna sıkı sıkıya yapışmıştı. Rüzgâra karşı yürümek, geçen yıla göre zorlaşmıştı. Lodosların şiddetlendiği kesindi ama bu asit yağmurunun da habercisi olabilirdi. Üç yüz metre ileride görünen harabe yerleşkede bir binaya sığınmak ve havanın düzelmesini beklemek akıllıca olacaktı. Ozan’ın sessizliği Cengiz’i öldürmese üç yüz metrelik yol üç yüz kilometre gibi çekilmez olmazdı. Yol arkadaşlarının bir mantığı olmalıydı ama Ozan yürürken hayati bir mesele olmadıkça konuşmazdı. En azından Ozan’ın bu devirde olsa bile tarz giyindiğini düşünüyordu Cengiz. Lacivert kadife bir pantolon ve siyah deri bir pardösü giyiyordu. Çantasında biri mavi, biri beyaz iki gömlek taşıyordu ve gömlekleri dönüşümlü olarak giyiyordu. İnce siyah deri eldivenleri vardı ve bir de oldukça havalı yaprak işlemeleri olan bir çiftesi. Namlusu biraz fazla uzundu ama çok iyi iş görüyordu. Silaha odaklanmışken bir anda Cengiz’in gözü, Ozan’ın sol omzundan belinin sağına doğru uzanan mermi kemerine takıldı. Dört fişeği kalmıştı, silahı da dolu olduğuna göre toplamda altı fişek ederdi bu. Kesinlikle o karakola ulaşamazlarsa öleceklerine emin olmuştu zira insanın en büyük düşmanı yine insandı.


Sonunda harabelere vardıklarında Ozan buranın eski bir köy olduğunu fark etti. Yaprakları döküldükten sonra yavaş yavaş ölmeye başlamış ağaç gövdeleri ile kaplı, kuzey batı ucunda yüksek minareli bir camiisi olan, taştan yapılmış iki katlı evlerle dolu bir köydü. Gerçi artık evlerin çoğu tek katlıydı, geri kalanların da üstünün yıkık olduğuna emindi Ozan. Taşların bir zamanlar beyaz olduğu çok belliydi, şimdi ise çoğu kararmıştı. Demek ki küller buraya da uğramıştı. Bu, hiçbir canlı belirtisine hatta bir bakteri kımıltısına dahi rastlamamalarını açıklıyordu.


Dar toprak yoldan yavaş yavaş köy merkezine doğru ilerlerken Cengiz’in gözü tamamen harabeye dönmüş bir eve takıldı. En fazla on yaşındaki bir çocuğa ait olabilecek iki kafatası ve küller yüzünden islenmiş, kapkara olmuş küçük kemikler… Belki acı çekmemişlerdi, belki de daha ilk günden kurtulmuşlardı ya da küller onları yavaşça ve acı çektirerek boğmuştu. Tabiat ananın büyük felakete olan tepkisiydi bu küller, intikam alırmışçasına zevkle ve duraksamadan önüne gelen her şeyi yok etmekten çekinmiyordu. Doğa, insanlardan intikam alıyordu. Kulağında bir uğultuyla kendini fikirler havuzuna bırakmıştı Cengiz. Çok geçmeden ince ve seri silah sesleri uğultuyu deldi, daha sonra da toprağa küt diye isabet eden mermiler. Ama Cengiz, karnında bir acı hissedinceye kadar kendisine gelemedi. İlk başta bir şeyin midesine doğru etini delerek ilerlediğini hissetti,  daha sonra da acıyı… Gaz maskesi yüzünden çığlığı oldukça boğuk çıktı. Sağ elindeki altıpatların kabzasına sıkıca sarıldı, sol eliyle yarasına bastırdı. Adım atacak dayanıklılığın kendisinde olmadığını biliyordu. Silah sesleri kesildi, gözleri kararmış kemiklere kaydı. Nasıl olduğunu anlamadan biri onu koltukaltlarından tutup sürüklemeye başladı. O ise sadece çocuklara odaklanmıştı veya bir zamanlar çocuk olan şeylere. Sonunda kendini onların yanında buldu, sanki canlanıp da sarılacaklarmış gibi ona bakmalarını çok isterdi ama hareketsizce duran kemik yığınlarından ibarettiler. Cengiz kendisine geldi, sırtının duvara yaslanmış olduğunu anladı. Solunda kalan kemiklere son bir kez baktı, sonra da başını yukarı kaldırdı. Ozan yüzündeki maskeyi çıkarmıştı. Onun yeşil, benekli gözleri ile karşılaşmayı beklemiyordu. Omzuna kadar uzanan kumral saçları her zamankinden daha yağlı gözüküyordu. Yüzündeki tüyler sakal olmaya başlamıştı. Ozan aslında oldukça şanslıydı çünkü Cengiz gaz maskesi yüzüne oturabilsin diye haftada bir kere tıraş olmak zorunda kalıyordu. Yine alakasız düşüncelere daldığını fark etmesi uzun sürmedi, Ozan onun iyi olduğuna emin olunca pusulasına bakıp “Adam camii minaresinden ateş ediyor. Kuzeybatıda. Birkaç dakika koşman gerekiyor, dikkatini dağıt. O zaman onu vuracak kadar yaklaşabilirim.” Cengiz başıyla onayladı, yüzündeki maskeyi çıkarttı. Toplu tabancasını yere bıraktı, kalp hizasındaki cebinden karo desenli metal tütün tabakasını ve muhtar çakmağını aldı. Çakmak siyah renkteydi ama köşeleri metalikti, neredeyse her yeri çizik içindeydi. Çakmağını çocuklardan birinin göz çukurunun içine koydu, tabakasını açıp kurumuş tütünleri dikkatlice kendi hazırladığı kağıda sarmaya başladı. Ozan’ın gözleri açılmıştı. “Şu anda tek derdin sigara mı?” dedi sakince. Cengiz istifini hiç bozmadan sarmasını bitirene kadar ağzını açmadı. “Gerçekten, tek derdim bu. İsa’nın son sigarası.” Çakmağın ateşini yüzünde hissederken sırıtıyordu, acısını unuttuğunu fark etti ama bunu düşününce acısını tekrar hatırladı ve karnı vücudundan uzaklaşıp inzivaya çekilmek için nöronlarını kırbaçlamaya başladı. Çocuklara başıyla selam verdi, sigarayı ağzına yerleştirdi ve silahını aldı. Ayağa kalkmak için sol elini yere dayayıp kendisini itmeye çalıştı ama Ozan elini uzatmasaydı Cengiz’in ayağa kalkma ihtimali bile yoktu. Tütünün verdiği haz ile karışan acı duygusu bir nebze de olsa ona adım atacak gücü vermişti, belki de bu sadece hayatta kalma dürtüsüydü. Ne yapacağını bilmiyordu, Ozan ona başka bir şey dememişti. O zaman sadece koşacaktı. Durmadan, camiiye doğru zikzaklar çizecekti. İlk birkaç adımı atarken acı onun önünde betondan bir set olarak duruyordu ama bir anda hızlanınca bunun da bir ehemmiyeti kalmadı. Dışarı adımını attığı anda toprak yol kurşunlarla dövülmeye başladı. Adamın sınırsız mermi kaynağı olmalıydı, değilse bu gerçek anlamda affedilemez bir israftı. Cengiz sigarasından bir duman çektikten sonra zikzak çizmeye başladı. Yol kenarındaki evlerin taşlarının hala mermiye dayanıklı olmasını umut ediyordu.


Duvarına yaslandığı ilk ev kurşun geçirmezlik testini başarıyla tamamladıktan sonra hemen çaprazındaki diğer eve doğru acının elverdiği ölçüde hızlı adımlarla yanaştı. Mermilerin duvarı deldiğini görünce hiç zaman kaybetmeden yönünü sola doğru değiştirdi. Bu sefer de bacağında iki sıyrık oluştu. “Bu pantolonu yeni almıştım” diye geçirdi içinden. Birkaç saniye yolun ortasında kabak gibi çakılı kaldıktan sonra yoluna dümdüz devam etmeye karar verdi. Sağında kapının önüne düşmüş “Muzaffer Kardeşler Kasap” tabelasını görene kadar yönünü değiştirmedi. Biraz da adrenalinin verdiği gazla, hala kül olmadığına şaşırdığı ahşap tabelanın üstünden atlayarak kendini dükkânın içine attı. Mermileri hesap etmemesi kötü olmuştu çünkü bu sefer acıyı sol bacağında hissetti. Sigarasının izmariti yere düşmüştü, pantolonunun sol yanı artık kızıla boyanmıştı. Damarından vurulduysa işi bitmişti ve bunun intikamını almak kanamayı durdurmaktan daha önemliydi Cengiz için. Sürünerek camii minaresini gören pencereye doğru ilerledi. Sırtını duvara yasladı, başını hafifçe çıkardığı anda bir el silah sesi duydu. Gözlerini sımsıkı kapadı, içinden ona kadar saydı. Gözlerini açtığında minarenin üstünde biri yoktu. Ozan’ın uzaktan gelen sesini duydu “Tam kafadan vurdum.” Bir nebze de olsa rahatlamayı umuyordu Cengiz, ama öyle olmadı. Bacağından sızan kanı hissettikçe deliye dönüyordu. Son bir gayretle kendisini pencereden dışarı attı, yüzüstü yere düştü. Elli santim yüksekliğinde olmayan düşüş yaklaşık elli metre olarak hissedilmişti. Ozan sesi duymuş olacak ki koşmaya başladı, ayak sesleri işitiliyordu. Cengiz’in karşısında hala sağlam iki katlı bir ev duruyordu, adeta doğaya meydan okuyordu.


Cengiz, Ozan’ın kendisini kaldırdığını fark etti. Başıyla evi işaret etti “Bu ev gibi olmak gerek, anlarsın…” konuşması kan saçan bir öksürük kriziyle son buldu. Ozan’ın bakışlarında ilk defa hüznü gördü, belki de şefkati. Asıl kötü olan, bunun göreceği son şey olduğunu bilmesiydi. Gözleri sağ eline kaydı, silah eline yapışmış gibiydi. Tek bir hareketle altıpatları yarım daire şeklinde döndürdü, namlusundan kavradı. Ozan şaşırmıştı ama anladı. Tabancayı Cengiz’in elinden aldı, gözlerinin içine baktı: “Emin misin?” Cengiz başıyla onayladı. “Çakmağımı mutlaka al Ozan, lazım olmasa bile hatıra olarak taşı. Bir de takvimli günlüğümü. Takvim arka sayfada, her ay için başka manken var.” İstemsizce güldü. Ozan gülemiyordu, sol gözünden akan yaşa engel olamadı. “Hoşça kal.”


Cengiz tek el silah sesiyle kendisini sonsuz bir uğultunun içinde buldu.

10
Yüksek Şatodaki Adam'ın Metis Yayınlarından çıkan kitabını bulmak çok zordur ve fiyatı biraz pahalıdır sahaflardan bulunabilir ama.
6.45 yayınından çıkan kitabını okumadım fakat 6.45 olunca insan bir ürküyor açıkçası.

Ürkmeniz çok doğal, en nihayetinde 6:45 bu...

Sahaflarda tek tek bakınacağım Metis Yayınları versiyonu için. En azından kaliteli bir versiyonu elimizde olsun...

11
Evet ondan haberim var , kitabın varlığından haberdardım ama diziyi duymamla ilgim yöneldi bu tarafa . Yine de kitabı okumadan diziyi izleyemem çok farklı da olsa . Sonra beklentim değişiyor kitaptan :) .

Mantıklı tabii, ama mutlaka okuyunuz. Philip'in en sevdiğim ikinci kitabı, birincisi "Androidler Elektrikli Koyun Düşler Mi?"

Geçen hafta okul için kitap ararken sahaflarda görmüştüm. Metis yayınıydı sanırım. Bursa-Heykel civarında oturuyorsanız bulabilirsiniz.

Edit: Sönmez İş Sarayı civarındaydı.

Maalesef İstanbul'da oturuyorum lakin buradaki sahaflar sağlam, listemde birkaç kitap var. Sefere çıkacağım.

12
İşte o standarta biz 6:45 standartı diyoruz :D . Yine şaşırtmamış anlaşılan .

Aynen öyle :D Televizyon dizisi de mevcut bu arada kitabın, hatta kitabı tekrar popüler yaptı(ben de maalesef o tayfadanım...), ama konular farklı olduğu için hiçbir spoiler yemeden hem diziyi izleyebilir hem de kitabı okuyabilirsiniz. O kadar farklı ki, gerçekten de hiçbir spoiler yok.

6:45 ile idare etmeye değebilecek bir roman olmasa ertelerdim ama el mahkum...

13
Öncelikle özenle hazırladığınız sunum için teşekkür ediyorum , sonrasında bir sorum var :

Alıntı
Romanın 6:45 çevirisi, okuması daha zor bir versiyonu olarak karşımıza çıkıyor.

Siz metisi mi yoksa 6:45'i mi öneriyorsunuz ? 6:45 artık mimlendiği için çeviri vs problemleri şimdiden kabulleniyorum fakat kitabın metis versiyonundan daha geniş olduğu için gönlüm yine de 6:45 ' e kayıyor .

Bu hususa değinmeyi ihmal etmişim, ilk mesajı düzelterek sonradan konuyu göreceklere de yardımcı olacağım.

Ben maalesef Metis yayınlarından almadım, eğer bulabilirsem edineceğim. Sahafları da önümüzdeki ay gezmeyi planlıyorum zira 6:45 yayınlarının çevirisi gerçekten kötü. İngilizce PDF alıp okurken göz kanseri olmak, beyin tümöründen daha hafif kalır. 6:45'in avantajı, Philip K. Dick'in Nazizm eleştirilerine verdiği cevabı ve tamamlanmayan roman taslaklarını da içermesi. İngilizcesini edinemiyorsanız, 6:45 ile idare edebilirsiniz. Hani hiç okunmayacak kadar kötü değil, ama en alt standartın bir tık aşağısında.

14
Tartışma Platformu / Ynt: Kapaklar sizi ne kadar etkiler?
« : 26 Ekim 2016, 16:07:58 »
Kapaklara çok takılmasam da yine de birkaç standartım var. Wattpad kitaplarının kapakları gibi olmamasını istiyorum, ayrıca sade veya vurucu/konuyla bütünleşebilen tasarımlar hoşuma gidiyor. Hatta düz renk üstüne yazı-minimalist olmasam da kitap kapağında sadelik çok klas duruyor.

15
Kurgu İskelesi / Ynt: Velaryon
« : 26 Ekim 2016, 15:42:01 »
Hocam üslubunuz akıcı, betimlemeleriniz zihinde canlanıyor. Olay anlatımınız ve karakterlerinizde boğucu detaylara girmemişsiniz, akıcı olmuş. Bir çırpıda okuduktan sonra sayfa çevirme isteği hasıl oldu, devamını bekliyorum.

Karaktere pek ısınamadım ama, biraz daha görmek lazım tabii. Henüz giriş mahiyetinde tanıyabildim Velaryon'u. Ama güzel olacağa benziyor. Devamını yazıyorsanız başarılar dilerim.

Sayfa: [1] 2