Taşıdığı tüm kasvete rağmen kitabı okumaktan zevk aldım.
Yazarın içinde bulunduğu dönem düşünüldüğünde, yarattığı sistem ve onun çalışma biçiminin detayları hayranlık uyandırıcıydı. Düzen için gerçekten emek verilmiş ve bu düzene dair sorulabilecek tüm sorular kurgu içinde cevaplandırılmaya çalışılmış. Kitap, öngörülen düzenin çeşitli yönleriyle tanıtımı bakımından oldukça doyurucuydu.
Kitaba dair sevmediğim çok az şey var. Yazarın yarattığı arka plan büyük bir ustalıkla işlenmişken, düşüncelerini aktarmak için kurguladığı olayların ve bu olayları birbirine bağlayışının yeterince iyi olmadığını söyleyebilirim. Gelişmeler, insanı bıktıracak kadar çok kez şans eseri gerçekleşti. Sürekli işe yarar tesadüflerin araya girmesi kurguyu benim gözümde zayıflattı açıkçası.
Daha yakından bakalım:
Alfred, Alman iktidarını sona erdirecek bağımsızlık fikrini insanlar arasında yaymak istemektedir ve şans eseri kendisi gibi düşünen tek Şövalye ile tanışır. Şövalye, şans eseri korunmuş, gerçekleri anlatan bir kitaba sahiptir ve düşüncelerini özgürleştiren aslında bu kitap olmuştur. Şans eseri Şövalye’nin bütün oğulları daha önce ölmüş olduğu için kitabın bir sonraki varisi Alfred olur.
Arkadaşı Hermann da, bu yolda Alfred ile birlikte olmak ister ama bir Alman’ın Almanya dışına çıkmasının zorlukları vardır. Şans eseri Alfred bu tanışmadan kısa bir süre önce cinayet işlediği için emeline sürgün yoluyla ulaşır ve İngiltere’ye, Alfred’in yanına gidebilir.
Kitabı saklamak bir sorundur, ama durun! Elbette şans eseri Alfred gençliğinde bir sığınak bulmuştur ve sığınaktan haberdar olan tek arkadaşı da artık ölüdür. Böylece kitap kolayca saklanabilir, dahası toplanabilecekleri bir yere de sahiptirler.
Naziler 700 yıl boyunca o sığınaktan haberdar olmamışlardır, ama şans eseri Alfred, Fred ve Hermann içerideyken orayı bulurlar. Şans eseri, Fred kitabı da alarak kaçabilir.
Şans eseri Alfred ve oğlunun Hristiyan topluluğun lideri ile iyi ilişkileri vardır (normalde birbirlerinden nefret etmeleri beklenirdi) ve yine şans eseri olarak bu lider, Alfred’e değil de Fred’e eğer ihtiyaç duyarlarsa onlara ait bir şeyi saklayabileceğini söylemiştir (durup dururken). Böylece Fred, kitabın güvenliğini sağlayabilir.Şans, şans, şans…Yazar olasılıkları fazlasıyla zorlamış. Dahası her şeyin bu kadar yolunda gitmesi de biraz tuhaftı. Okuduğum en umut dolu distopyaydı hatta. Bu konuyu yazarın yüzünün göründüğü noktalardan biri olarak yorumluyorum. Yanıbaşında patlamak üzere olan büyük savaş yüzünden Burdekin’in umuda ihtiyacı vardı belki de ve işler ne kadar kötü giderse gitsin bunun da bir yerde son bulacağına inanmak istiyordu. En azından bende bu izlenimi uyandırdı.
Olumsuz bulduğum bir diğer şey ise edindiğimiz tüm bilginin büyük oranda diyaloglar aracılığıyla aktarılması oldu. Olaylar kurgulanırken bu yönden de ihmal edilmiş.
***
Tek bir kitabın, tarihi değiştirme gücüne sahip olduğunun gösterilmesi önemliydi.
Bir kitap yıkım getirdi, bir başka kitap ise umut.
Yıkım getiren kitabın yazarı olan von Wied, incelenmeye değer bir karakter. Görünüşte hiçbir insanın onun gittiği kadar ileriye gidemeyeceğini düşünebiliriz. Kimsenin böylesine büyük çaplı bir hafıza silme olayına girişemeyeceğini veya tek bir kitap yazarak ciddi kıyımlara sebep olamayacağına inanabiliriz. Ama bunlar oldu.
Von Wied, geçmişte yaşamış iki ayrı tarihi kişiliği hatırlattı bana. Bu kişiler, yakmaktan çok hoşlanan Heinrich Kramer ve Diego de Landa’dır.
Heinrich Kramer, kitlesel olarak akıl tutulmasının yaşandığı bir çağda, dönemin öne çıkan fikirlerinden etkilenerek tıpkı von Wied gibi yazdığı kitapla öne çıkmıştır. Adı Malleus Maleficarum (basım tarihi 1487) olan kitabında, şeytanla işbirliği kurduğunu düşündüğü kadınlardan bahsetmiş ve cadılığı tanımlayarak, cadılara yapılabilecek işkenceleri ve nasıl yok edilebileceklerini açıklamıştır. Kitap, talihsiz bir şekilde bilimsel kabul edilmiş ve kitaptaki esaslar temel alınarak yüz binlerce kadın cadı olduklarını kabul edene kadar işkence görmüş, cadı olduğuna inandıkları başka kişilerin isimlerini vermeye zorlanmış ve en sonunda yakılmışlardır.
Von Wied’in kitabını yazdığı dönemde uygun şartlar sağlanmıştı ve bir kitapla tüm Kadınların İndirgenmesi'ne sebep olması aslında şaşılacak bir şey değildi.
Diego de Landa ise tarihteki en nefret ettiğim kişi olabilir. Kütüphane yakarak kitapları yok eden insanlar arasında bana göre en korkuncu odur. Yaktıkları sadece belgelerle sınırlı kalmamıştır. 16.yy’da Meksika’ya, Mayalar'ın Yukatan’daki kentine görevli bir keşiş olarak gitmiş, önce tapınakları yıktırarak taşlarından kilise yaptırmış, ardından “auto-da-fé” uygulamasını gerçekleştirerek binlerce eseri ve yerli halkın önemli bir kısmını büyük bir meydanda yakmıştır. Yok ettiği sayısısz kitaptan sonra ülkesine dönünce de Mayalar hakkındaki tek kitabını yazarak bu alandaki ilk çalışmayı gerçekleştirmiştir.
Daha önce Rıhtım Okuma Etkinliği kapsamında konuşurken Fahrenheit 451’den hiç hazzetmediğimden bahsetmiştim. Yakmak zevkti diyerek başlayan kitap, sonradan keşişin yaptığı gibi bir tür günah çıkarmaya döndüğü için dayanamayıp devam edememiştim. Kitabı sanki, Ray Bradbury değil de Diego de Landa yazmış gibi gelmişti o zaman.
Diego de Landa, bütün bir medeniyeti geriye çok az şey bırakarak ortadan kaldırmayı başardığı için, von Wied’in gerçekleştirdiği “Hafıza Silme” olayının da pekala gerçekleşmesinin mümkün olabileceğini kabul edebiliriz.
Kitabın önsözünde, von Wied, fikirlerinden dolayı Otto Weininger'e benzetilmiş. Benim benzetmelerim ise uygulama ve sonuç kaynaklıydı. Kötü karakterimiz yaşamış pek çok insanı andırıyor demek ki.
***
“Her şeyden üstün olduğunu bilmeyen hiçbir şey kendi olamaz.” (syf.134)
Bu cümle, kitabın tamamının ve anlatılmak istenen her şeyin özeti gibi biraz.
“Kendisi olmak isterdi çünkü dünyadaki en iyi şeyin kendisi olduğuna inanırdı.” (syf.133)
“Kadınlar bir şeydir – dişidir, öyle olmak istemelidirler; bunun en üstün, insan hayatının mümkün olan en yüce formu olduğunu düşünmek zorunda olmalıdırlar.” (syf. 134)
“Kadınlar, erkekleri memnun etme arzusunun vücut bulmuş halinden başka hiçbir şey değildir.” (syf.104)
Kadınlar, indirgemenin ardından kimliklerini kaybetmiş ve hayvanlaşmışlardı. Kadınların, aslında artık kadın olmadıkları anlaşılıyordu. Ancak tüm bu değişim olmadan önce de kadınlar kadın değildi zaten, sadece yaşam şartları daha iyiydi. Erkekleri memnun etme ve onların istediği gibi olma arzusu, kendileri olmalarını engelliyordu.
Kitapta sık sık “erkek değilsin, oğlan çocuğu gibi davranıyorsun” ifadeleri geçiyordu. Erkekler de erkek değildi yani. Erkek olabilmeleri için düşüncelerini herhangi bir otoritenin etkisinden kurtarabilmeliydiler.
Kitabın cinsiyetlere bakışından bunları anladım ben. Anlayamadığım nokta ise güzellik kavramı oldu ve birinin beni bununla ilgili aydınlatmasına ihtiyaç duyuyorum.
Güzellik, kadını tanımlayan bir şeyken, kitapta kadından alınıp erkeğe verilmiş durumda. Güzel erkekler… Günümüzde güzelliğin öne çıkarılması metalaşma ile bağdaştırıldığı için, güzelliği bir tür hak olarak görmekte zorlandım.
Kadınların tek tipleşmesini, kendilerini ifade etmelerinin engellenmesi olarak görüyorum, bunu güzel olmalarına izin vermemek olarak yorumladığımızda iş değişiyor.
Kitapta en anlayamadığım şey ise, kitabın başlarında bize tanıtılan Marta ile ilgili oldu.
“Özgür değildi ama belki de yaşlandığı için ruhsal olarak itaat etmekten uzaklaşmıştı. Erkek değildi, hayır ama kadın da değildi; son derece yaşlı, çirkin bir ağaçtı sanki. İnsan değildi ama dişi de değildi. Yine de Şövalye’nin hipnotizması onda geri tepmişti.” (syf.30-31)
Soru: Marta, itaat etmekten uzaklaştığına göre diğerlerine göre kadın olmaya daha yakın olması gerekmez mi? Yazar neden ısrarla üzerine basa basa kadın değildi demiş? Marta üzerinden bize anlatılmak istenen nedir?
Yine de bir yerlerden başlayabilmek için diyorum ki Alfred en az naziler kadar milliyetçi biri. Dikkatimi çeken kitap boyunca ülkesini, tarihini, kültürünü ve imparatorluğunu övdü.
Alfred’in milliyetçi olduğu konusunda hemfikirim. Sayfa 103’te Şövalye de ona bunu söylüyor ve Alfred reddediyor. Yine de olduğu şeyi sevmesi gerektiğini düşündüğü için İngiliz olmaktan mutlu olduğunu varsayabiliriz. İngilizler kitap boyunca tekrar takrar övülüyor. Bu konuda da İngiliz olan yazarın yeniden yüzünü gösterdiğini düşünüyorum, yazdığı dönem düşünüldüğünde bu da normal bir şey aslında.
***
“Artık her şeyi anlayacağım,” diye düşündü. “Von Hess’in kitabını alıp okuduğumda her şey açıklığa kavuşacak.” (syf. 124)
Bu iki cümle bende biraz bir kıskançlığa sebep oldu. İçinde yaşadığımız çağ ve komplo teorileri yüzünden genel olarak kuşku duyan bir nesil olabiliriz, yine de bu her şeyin farkında olacağımız ve hiçbir şeyi gözden kaçırmayacağımız anlamına gelmiyor. Çok önemli bir şeyi bilmiyor olabiliriz. Bilmiyorsak bilmediğimizin de farkında değilizdir.
Peki ben neyi bilmiyorum? Neyi, nasıl bir şeyi bilmiyor olabilirim?Soru çok güçlüydü ve gerçekten inandığım her şeyin değişmesine sebep olabilecek bir bilginin pekala benden ve diğer herkesten gizleniyor olabileceğini düşündüm.
Yazarın bir okurunda bu etkiyi yaratabilmiş olması bana göre kitabın görevini başarıyla yerine getirdiğini gösteriyor.
Gereksiz not: Kitabın adını kişisel nedenlerle hiç sevmedim.

Swastika kelimesinin Mastika kelimesi ile benzerlerliği beni çok rahatsız etti. Kitabı okuma ve üzerine düşünme sürecinin neredeyse tamamını zihnimdeki anason kokusu eşliğinde gerçekleştirmem gerekti.