The Way of Kings (Kralların Yolu) | Ön Okuma

way of kings

Fırtınaışığı Arşivine


GİRİŞ


Kalak, kayalık taş bir bayırı döndü ve ölmekte olan bir Fırtınaparçası’nın bedeni önünde tökezleyerek durdu. Devasa taş yaratık yan durmuş bir vaziyette uzanıyordu, göğsünden çıkan kaburga benzeri çıkıntılar kırılmış ve çatlamıştı. Ucube, granit omuzlarından filizlenmiş anormal uzunluktaki uzuvlarıyla belli belirsiz bir iskelet biçimindeydi. Bir ok başını andıran yüzündeki gözleri sanki taşın derinliklerinde yanan bir ateş tarafından yaratılmış derin kırmızı noktalardı. Soluyorlardı.

Bunca yüzyıldan sonra bile bir Fırtınaparçası’nı yakından görmek Kalak’ı ürpertti. Yaratığın eli bir adam boyundaydı. Daha önce buna benzer eller tarafından öldürülmüştü ve bu hiç de hoş olmamıştı.

Elbette ölmek de öyle…

Yaratığın etrafından dolaşarak savaş alanındaki yolunu daha dikkatli seçmeye başladı. Arazi biçimsiz kaya ve taşlardan oluşuyordu, doğal sütunlar etrafında yükseliyor, bedenler yeri kirletiyordu. Çok az bitki yetişiyordu. Taş bayırlar ve tepeler sayısız yara taşıyordu. Dalgabağlayıcılar’ın dövüştükleri bazı yerleri parçalanmış ve dağılmıştı. Daha az sıklıkla da olsa Fırtınaparçalarının savaşa katılmak için bedenlerini taştan kopararak kendilerini serbest bıraktıkları çatlamış, garip şeklili oyukların yanından da geçti.

Etrafındaki bedenlerin çoğu insandı; çoğu da değildi. Kan karışıktı. Kırmızı. Turuncu. Mor. Yine de etrafındaki bedenlerin hiçbiri birbirine karışmamıştı, belirsiz bir ses bulutu havada asılı kalmıştı. Acılı inlemeler, keder dolu çığlıklar. Hiç de zafer sesleri gibi görünmüyorlardı. Duman, nadir ot öbeklerinden veya yanan ceset yığınlarından kıvrıla kıvrıla yükseliyordu. Hatta kayaların bazı bölümleri bile için için yanıyordu. Tozgetiriciler işlerini iyi yapmışlardı.

Fakat ben hayatta kaldım, diye düşündü elini göğsüne koyan Kalak, buluşma noktasına doğru hızlanırken. Bu kez gerçekten de hayatta kaldım.

Bu çok tehlikeliydi. Öldüğü zaman geri gönderiliyordu, seçme şansı yoktu. Yıkım’dan sağ kurtulduğu zaman ise yine geri dönmesi gerekiyordu. Nefret ettiği o yere. Ateş ve acı dolu o yere. Acaba yalnızca karar verse ne olurdu… gitmemeye?

Riskli düşüncelerdi bunlar, hatta belki de hıyanet içeren düşünceler. Hızını arttırdı.

Buluşma noktası geniş bir kaya kütlesinin, gökyüzüne doğru yükselen bir zirvenin gölgesindeydi. Her zamanki gibi onu birden savaş başlamadan önce burada buluşmayı kararlaştırmışlardı. Sağ kalanlar buraya gelecekti. Garip bir şekilde içlerinden sadece biri dönüşünü bekliyordu. Jezrien. Diğer sekizi ölmüş müydü? Bu mümkündü. Bu seferki savaş çok şiddetli geçmişti, en kötülerinden biriydi. Düşman giderek artan bir inatçılıkla çoğalıyordu.

Ama hayır. Kalak zirvenin eteklerine adımını atarken kaşlarını çattı. Yedi muhteşem kılıç sivri uçları taş zemine saplanmış halde gururla ayakta duruyordu. Her biri akıcı dizayna sahip, üzerine oymalar ve motifler işlenmiş mükemmel birer sanat işiydi. Hepsini tanıyordu. Eğer efendileri ölmüş olsaydı Kılıçlar yok olurdu.

Bu Kılıçlar, Kristalkılıçlardan bile güçlü silahlardı. Eşsizdiler. Kıymetli. Jezrien, doğuya bakarak kılıç çemberinin dışında duruyordu.

“Jezrien?”

Beyaz ve maviler içindeki figür bakışlarını ona çevirdi. Bunca yüzyıldan sonra bile Jezrien hala genç görünüyordu, sanki otuzlarına yeni girmiş bir adam gibiydi. Kısa siyah sakalı düzgünce kesilmişti, fakat bir zamanlar şık olan kıyafetleri kavrulmuş ve kanla lekelenmişti. Kalak’a doğru dönerken kollarını arkasında kavuşturdu.

“Nedir bu Jezrien?” diye sordu Kalak. “Diğerleri nerede?”

“Gittiler.” Jezrien’in sesi sakin, derin ve soyluydu. Yüzyıllardır taç giymemiş olmasına rağmen asil tavırlarını kaybetmemişti. Her zaman ne yapılması gerektiğini biliyormuş gibi görünüyordu. “Buna bir mucize diyebilirsin. Bu sefer içimizden sadece bir kişi öldü.”

“Talenel,” dedi Kalak. Sadece onun kılıcını görememişti.

“Evet. Kuzey suyoluna giden geçidi tutarken öldü.”

Kalak olumlu anlamda başını salladı. Taln’in en umutsuz mücadeleleri seçmek ve onları kazanmak gibi bir eğilimi vardı. Aynı zamanda bu esnada ölmek gibi bir eğilimi daha vardı. Şu anda Yıkımlar arasında gittikleri o mekâna geri dönmüş olmalıydı. Kâbuslar mekânına.

Kalak kendini titrerken buldu. Ne zaman bu kadar zayıf düşmüştü? “Jezrien, bu kez geri dönemem.” diye fısıldadı Kalak, bir adım ileri atıp diğer adamın kolunu kavrayarak. “Yapamam.”

Kalak, bu itirafla birlikte içinde bir şeylerin kırıldığını hissetti. Ne kadar olmuştu? Yüzlerce hatta belki de bin yıldır süren bir işkence. Takip etmek çok zordu. Her gün tekrar tekrar etinin derinliklerine işleyen o ateşler, o kancalar. Kolunun derisini dağlayan, sonra yağlarını yakan, sonra da kemiğe işleyen. Kokusunu alabiliyordu. Yücelerin yücesi, kokusunu alabiliyordu.

“Kılıcını bırak,” dedi Jezrien.

“Ne?”

Jezrien başını silahların oluşturduğu çembere doğru salladı. “Seni beklemek için seçildim. Sağ kalıp kalmadığından emin değildik. Bir… bir karar alındı. Yemin’in sona erme vakti geldi.”

Kalak, korkunun soğuk pençesini hissetti. “Bu ne işe yarayacak?”

“Ishar içimizden en az bir kişi Yemin’e bağlı kaldığı sürece sorun olmayacağını düşünüyor. Yıkım döngüsünü sona erdirebiliriz.”

Kalak ölümsüz kralın gözlerine baktı. Sol yanlarındaki küçük bir ot öbeğinden kara dumanlar yükseldi. Ölmekte olanların iniltileri duyuldu arkalarından. Orada, Jezrien’in gözlerinde, ızdırap ve keder gördü Kalak. Hatta belki de korkaklık. Uçurumun kıyısındaki bir adamdı.

Yücelerin yücesi, diye düşündü Kalak. Sen de pes ettin, değil mi? Hepsi etmişti.

Kalak döndü ve alçak bir bayırın savaş alanının bir kısmını gördüğü kenara yürüdü. İlkel giysileri içindeki adamlar bronz uçlu mızraklar taşıyordu. Onların arasında yan yana duran diğerleri parıltılı zırhlar içindeydi. Yırtık pırtık, tabaklanmış veya kalitesiz deri zırhları içindeki dört erkekten oluşan bir grup, inanılmaz derecede karmaşık ve güzel bir gümüş zırh kuşanmış güçlü bir figüre katılmak için geçip gitti. Ne ironik. Jezrien yürüyerek yanına geldi.

“Bizi kutsal bir varlık olarak görüyorlar,” diye fısıldadı Kalak. “Bize güveniyorlar, Jezrien. Sahip oldukları her şeyiz.”

“Işıldayanlar’a sahipler. Bu yeterli olacaktır.”

Kalak başını iki yana salladı. “Bu onu engellemeyecektir. Düşman. Bunu aşmanın bir yolunu bulacaktır. Bulacağını biliyorsun.”

“Belki.” Habercilerin kralı başka bir şey söylemedi.

“Ya Taln?” diye sordu Kalak. Et yanıyor. Ateşler. Acı üstüne acı ve acı ve acı

“On kişi yerine bir kişinin acı çekmesi daha iyi,” diye fısıldadı Jezrien. Çok duygusuz görünüyordu. Sanki ısı ve ışığın sebep olduğu bir gölge onurlu ve adil birinin üzerine düşmüş ve geriye bu siyah taklidi bırakmış gibi.

Jezrien kılıçların oluşturduğu çembere geri döndü. Yoğuşma nedeniyle buharlanmış kılıcı sisler içinde ortaya çıkarak ellerinde beliriverdi. “Karar verildi Kalak. Kendi yolumuza gideceğiz ve birbirimizi bulmaya çalışmayacağız. Kılıçlarımız geride kalmak zorunda. Yemin artık sona eriyor.” Kılıcını havaya kaldırdı ve diğer yedisinin yanındaki yere sertçe sapladı.

Kılıca bakan Jezrien bir anlığına tereddüt etti, sonra da başını eğip diğer tarafa döndü. Sanki küçük düşmüş gibi. “Bu yükü kendi irademizle seçtik. O halde dilediğimiz zaman vazgeçebiliriz de.”

“İnsanlara ne diyeceğiz Jezrien?” diye sordu Kalak. “Bugün için neler diyecekler?”

“Basit,” dedi Jezrien, uzaklaşarak. “Nihayet kazandıklarını söyleyeceğiz. Bu yeterince kolay bir yalan. Kim bilir? Belki de gerçekleşir.”

Kalak, yanmış araziyi geçip giderken Jezrien’i izledi. Sonunda o da kendi kılıcını çağırdı ve diğer sekizinin yanında sapladı. Döndü ve Jezrien’in aksi istikamette yürümeye başladı. Buna rağmen arkasına ve çemberdeki tek açık noktaya bakmaktan kendini alıkoyamadı. Onuncu kılıcın olması gereken yere.

İçlerinden kayıp olana. Terk ettiklerine.

Affet bizi, diye düşündü Kalak ve oradan ayrıldı.

the way of kings middle

“İnsanların sevgisi dondurucu bir şeydir, tıpkı buzdan yalnızca üç adım uzakta olan bir kaynak suyu gibi. Biz onunduk Ah Fırtınababa… biz onunduk. Binlerce gün boyunca böyleydi ve sonra Sonsuzfırtına geldi.

— 1171 yılının Shash ayının Palah haftasının ilk günü, ölmeden otuz bir saniye önce kaydedildi. Denek orta yaşlarında karanlıkgözlü, hamile bir kadındı. Çocuk kurtulamadı.

4500 YIL SONRA

Vallano’nun oğlunun oğlu Szeth, Shinovar’ın Vefasızı, bir kralı öldürdüğü o gün beyaz giymişti. Beyaz elbise, bir Parshendi geleneğiydi, ona yabancıydı. Fakat efendilerinin emrettiği gibi yaptı ve bir açıklama beklemedi.

Alemciler dans eder ve içer ve bağırır ve şarkı söyler ve el çırparken onların üzerine gösterişli bir ışık yayan ve boncuk boncuk terlemelerine neden olan devasa ateş çukurlarının bulunduğu geniş, taş bir odada oturdu. Bazıları, midelerinin şarap tulumlarından daha dayanıksız olduğunu kanıtlarken kıpkırmızı bir suratla yere kapaklandı, bu cümbüş onlar için çok fazlaydı. Sanki ölmüş gibi görünüyorlardı, en azından arkadaşları onları festival salonundan çıkarıp kendilerini bekleyen yataklarına taşıyıncaya kadar.

Szeth davullarla birlikte ritim tutmadı, safir mavisi şaraptan içmedi ve dansa kalkmadı. Beyazlar içindeki sessiz bir hizmetkâr gibi arka taraftaki sıranın üzerinde oturdu. Ateşkes antlaşmasını kutlayanların çok azı onu fark etti. O sadece bir hizmetkârdı ve Shin ırkını görmezden gelmek kolaydı. Doğudaki çoğu yerde Szeth’in ırkının uysal ve zararsız olduğu düşünülürdü. Genel olarak haklılardı.

Davulcular yeni bir ritme başladılar. Vuruşlar Szeth’i oda boyunca görünmez kan dalgaları pompalayan bir kalp atışı dörtlüğü gibi titretti. Szeth’in efendileri — daha uygar krallıklarda vahşiler olarak dışlanmışlardı — kendi masalarında oturuyorlardı. Kırmızı beneklere sahip siyah derili adamlardı. Onlara Parshendi denilirdi — dünyanın çoğu yerinde parshmen olarak tanınan daha ağır başlı hizmetkâr bir halkın kuzenleri. Bu garipti. Kendilerini Parshendi olarak çağırmazlardı; bu Alethi ırkının onlara taktığı isimdi. Kabaca “düşünebilen parshmen” anlamına geliyordu. Her iki taraf da bunu bir hakaret olarak algılıyor gibi görünmüyordu.

Müzisyenleri Parshendiler getirmişti. İlk başta ışıkgözlü Alethi ırkı tereddüt etmişti. Onlara göre davullar basit, karanlıkgözlü halkların temel çalgısıydı. Fakat şarap, hem geleneklerin hem de görgü kurallarının en iyi katiliydi ve şu anda Alethi soyluları boş vermiş bir vaziyette dans ediyordu.

Szeth ayağa kalktı ve odanın içinde ilerlemeye başladı. Şenlik çok uzun sürmüştü; kral bile saatler önce odasına çekilmişti. Fakat pek çoğu hâlâ kutlamaya devam ediyordu. Szeth yürürken sarhoş bir şekilde küçük masalardan birine yığılan Dalinar Kholin’in —kralın öz kardeşinin—etrafından dolaşmaya mecbur kaldı. İlerleyen yaşına rağmen hâlâ güçlü bir fiziğe sahip olan adam, onu yatağına gitmesi için cesaretlendirmeye çalışanları başından savdı. Jasnah neredeydi, kralın kızı? Kralın oğlu ve veliahdı olan Elkohar, yüksek masada oturmuş, babasının yokluğunda şöleni yönetiyordu. İki kişiyle muhabbet etmekle meşguldü, yanağında solgun ve garip bir iz olan kara derili bir Azish ile durmadan omzunun üzerinden geriye bakan, daha ince yapılı, Alethi görünüşlü bir başka adam.

Veliahda eşlik edenler önemsizdi. Szeth odanın kenarlarına yakın durur ve davulcuları geçerken veliahttan olabildiğinde uzak kaldı. Müziksprenler, saydam kurdeleler şeklini alan minik ruhlar etraflarındaki havada vızıldadı. Szeth davulcuları geçerken çalgıcılar onu fark etti. Yakında buradan gideceklerdi, tıpkı diğer tüm Parshendiler gibi…

Kırılmış görünmüyorlardı. Kızgın görünmüyorlardı. Yine de sadece birkaç saat içinde antlaşmalarını bozacaklardı. Bu çok anlamsızdı. Fakat Szeth bunu sorgulamadı.

Odanın köşesinde, duvarın zeminle birleştiği yerden çıkan, gök mavisi renginde bir lamba sırasının yanından geçti. İçlerinde Fırtınaışığı aşılanmış safirler vardı. Kâfirlik. Nasıl olur da bu diyarın insanları bu kadar kutsal bir şeyi aydınlatma gibi basit bir iş için kullanabilirdi? Daha da kötüsü Alethi alimlerinin yeni Kristalkılıçlar yaratmaya çok yakın olduğu söyleniyordu. Szeth bunun yalnızca basit bir böbürlenme olmasını diledi. Çünkü bu gerçekleştiği takdirde tüm dünya tamamen değişecek demekti. Büyük ihtimalle tüm ülkelerdeki —uzaklardaki Thaylenah’tan yükseklerdeki Jah Keved’e kadar— insanların çocuklarına Alethi ırkını anlatacağı bir biçimde.

Harika insanlardı şu Alethi ırkı. Sarhoşken bile doğal bir soylulukları vardı. Uzun ve biçimliydiler, erkekleri göğüslerinin her iki yanından aşağı kadar iliklenmiş ve altın ya da gümüş işlemeli siyah ipekten kıyafetler giyiyordu. Her biri savaş alanındaki bir general gibi görünüyordu.

Kadınları daha görkemliydi. Erkeklerin giydiği kara tonların aksine parlak renkli, vücutlarını sıkıca saran bir ipek elbiseler giyiyorlardı. Her elbisenin sol kolu sağa oranla daha uzundu ve eli örtüyordu. Çok garip adetleri vardı Alethi’nin.

Simsiyah saçları ya karışık örgüler ya da serbest bir yığın oluşturacak biçimde başlarının üzerinde toplanmıştı. Genellikle altın kurdele veya takılar ve Fırtınaışığı ile parlayan değerli taşlarla örülmüş olurlardı. Güzel. Günahkâr ama güzel.

Szeth şölen odasını geride bıraktı. Dışarı çıkar çıkmaz Dilenciler Şöleni kapısından içeri girdi. Bu bir Alethi geleneğiydi, kral ve konuklarının şölenine karşılık şehirdeki en fakir erkek ve kadınları bir odaya toplanır ve onlar adına bir şölen verilirdi. Uzun gri ve siyah sakallı bir adam yüzünde aptalca bir gülümsemeyle tökezleyerek kapıdan çıktı — şaraptan mı yoksa akıl kıtlığından mı olduğuna emin olamıyordu Szeth.

“Beni gördün mü?” diye sordu adam, geveleyerek. Bir kahkaha attı ardından şarap tulumuna uzanırken anlamsız bir biçimde konuşmaya başladı. Görünüşe göre en nihayetinde bu bir içkiydi. Ondan sıyrılan Szeth kadim Vorin dininin On Habercisi’ni temsil eden heykellerden oluşan bir sırayı geçerek yoluna devam etti. Jezerezeh, Ishi, Kelek, Talenelat. Her birini tek tek saydı ve sade dokuzunun burada olduğunu fark etti. Bir tanesi bariz bir biçimde eksikti. Neden Shalash’ın heykeli kaldırılmıştı? Kral Gavilar’ın Vorin ibadetlerine çok sadık olduğu söylenirdi. Hatta bazı insanların standartlarına göre aşırı sadık.

Koridor burada sağa dönüyor, kubbeli sarayın etrafından dolaşıyordu. Kralın katındaydılar, yerden iki kat yukarıda, kayalık duvarlar, tavan ve zeminle kuşatılmış halde. Bu da kâfirlikti. Taşın üzerine basmamak gerekirdi. Fakat o ne yapmalıydı? O Vefasızdı. Efendilerinin emrettiği gibi yaptı.

Bugün beyaz giymek de buna dahildi. Belinden bir iple tutturulmuş gevşek beyaz pantolon ve onun üzerine uzun kollu, önü açık, dar bir gömlek. Bir katilin beyaz kıyafetler giymesi Parshendi arasında bir gelenekti. Szeth sormasa bile efendileri bunun neden böyle olduğunu açıklamıştı.

Beyaz, cesur olmak içindi. Beyaz, gecenin içerisine karışmamak içindi. Beyaz, uyarmak içindi.

Eğer bir adamı öldürmeye gidiyorsan geldiğini görmeye hakkı vardı.

Szeth sağa döndü ve koridoru doğruca geçerek kralın odasına doğru yürümeye başladı. Duvarlarda meşaleler yanıyordu, ışıkları onu rahatsız etti, uzun bir açlıktan sonra yenen yemeğin suyu gibi… Minik ateşsprenler sanki katılaştırılmış saf ışıktan yapılmış haşereler gibi onların etrafında dans ediyordu. Meşaleler onun işine yaramıyordu. Kesesine ve içinde barındırdığı kürelere uzandı fakat ileride daha fazla mavi ışık görünce tereddüt etti: bir çift Fırtınaışığı lambası, içlerinde parlak safirler olduğu halde duvarda asılı duruyordu. Szeth, camla kaplı cevherlerden birini örtmek için elini uzatarak lambalardan birine doğru yürüdü.

“Hey sen!” diye geldi bir ses Alethi dilinde. Koridorların kesiştiği noktada iki nöbetçi vardı. Bu gece Kholinar’da vahşiler olduğundan iki kat güvenlik alınmıştı. Doğru, o vahşiler artık birer müttefikti. Ancak ittifaklar gerçekten de sığ şeyler olabilir.

Bu seferki bir saat bile sürmeyecekti.

Szeth kendisine yaklaşan gardiyanlara baktı. Mızrak taşıyorlardı; ışıkgözlü değillerdi ve bu nedenle kılıç taşımaları yasaktı. Kırmızı boyalı göğüs zırhları gösterişliydi, aynı zamanda kaskları da öyle… Karanlıkgözlü olabilirlerdi ama kraliyet muhafızı olarak onurlu bir pozisyona sahip yüksek mertebeli kişilerdi.

Öndeki muhafız birkaç adım ötede durarak mızrağıyla bir işaret yaptı. “Git buradan. Burada olmaman gerekiyor.” Bronzlaşmış Alethi teni, tüm ağzını çevreleyen ince bir bıyığı ve sakalı vardı.

Szeth hareket etmedi.

“Ee?” dedi muhafız. “Ne bekliyorsun?”

Szeth, Fırtınaışığı’nı açığa çıkarırken derin bir nefes aldı. Sanki derince aldığı soluk tarafından emiliyormuş gibi Fırtınaışığı, duvardaki ikiz safir lambadan çekilerek içine aktı. Işık, içinde hiddetlendi ve sanki bir bulut tarafından güneşi kesilen bir tepenin gölgelenmesi gibi tüm koridor aniden kararmaya başladı.

Szeth, sanki bir fırtına direkt olarak damarlarına zerk edilmiş gibi Işık’ın ılıklığını ve şiddetini hissedebiliyordu. Gücü canlandırıcı ama tehlikeliydi. Onu kıpırdamaya zorluyordu. Harekete. Vurmaya.

Nefesini tutarak Fırtınaışığı’na sıkıca tutundu. Hâlâ dışarı taştığını hissedebiliyordu. Fırtınaışığı sadece kısa bir süreliğine tutulabilirdi, en fazla birkaç dakika. Sızmaya devam etti, insan bedeni çok kötü bir taşıyıcıydı. Boşlukgetiricilerin onu kusursuz bir şekilde tutabildiklerini duymuştu. Ama acaba gerçekten de öyle birileri var mıydı? Cezasına göre yoktular. Onuruna göreyse vardılar.

Kutsal enerjiyle yanan Szeth gardiyanlara döndü. Fırtınaışığı sızdırdığını görebiliyorlardı, ışık saçan bir duman gibi derisinden kıvrılan demetler çıkıyordu. Öndeki muhafız gözlerini kısıp kaşlarını çattı. Szeth, adamın daha önce hiç böyle bir şey görmediğine emindi. Bildiği kadarıyla bunu yapabildiğini gören her taşyürüyücüsünü öldürmüştü.

“Ne… nesin sen?” Muhafızın sesi kendinden emin tonunu kaybetmişti. “Ruh mu insan mı?”

“Ben ne miyim?” diye fısıldadı Szeth, bakışları adamı geçip koridordan aşağı bakarken bir parça Işık dudaklarından sızdı. “Ben… üzgünüm.”

Szeth gözlerini kırptı ve kendini koridorun uzak köşesine Kamçıladı. İçindeki Fırtınaışığı birdenbire derisini dondurarak hiddetlendi ve zemin derhal onu aşağı çekmeyi durdurdu. Onun yerine, az önce baktığı o uzak köşeye doğru çekildi — onun için, sanki o nokta birdenbire aşağısı olmuş gibiydi.

Bu Temel Kamçılama idi, üç farklı Kamçılama yönteminden ilki. Bu ona, insanları yere bağlı tutan güç, ruh, tanrı ya da her neyse onu manipüle etme yeteneğini veriyordu. Bu Kamçılama ile insanları ya da nesneleri farklı zeminlere ya da farklı yönlere bağlayabilirdi.

Szeth’in bakış açısından koridor şimdi kendisinin içine düştüğü, iki muhafızın ise duvarlarından birinde ayakta durduğu derin bir kuyuydu. Szeth’in her iki ayağı da birinin suratına gelecek ve onları yere serecek şekilde kendilerine çarptığında şok geçirdiler. Szeth bakışlarının yönünü değiştirdi ve kendini zemine Kamçıladı. Işık, içinden sızdı. Koridorun zemini tekrar aşağı oldu ve elbiseleri çatırdar, üzerinden buz taneleri düşerken iki muhafızın arasına iniverdi. Kristalkılıcını çağırma sürecini başlatırken doğruldu.

Muhafızlardan biri mızrağına doğru beceriksizce atıldı. Szeth eğildi ve yukarı bakarken askerin omzuna dokundu. Işık’ın bedeninden çıkıp muhafızınkine geçmesine müsaade ederken üzerindeki bir noktaya odaklandı ve zavallı adamı tavana Kamçıladı.

Muhafız yukarısı artık onun için aşağısı haline gelince korkuyla bağırdı. Işık vücudundan tüterken tavana sertçe çarptı ve mızrağını düşürdü. Mızrak direkt olarak kamçılanmadığından gürültülü bir şekilde yere, Szeth’in yanına düştü.

Öldürmek. Bu günahların en büyüğüydü. Ama yine de Szeth, Vefasız, burada durmuş, günahkâr bir biçimde inşa için kullanılan taşların üzerinde yürüyordu. Ve bu sona ermeyecekti. Vefasız olarak alması yasak olan yalnızca tek bir hayat vardı.

Kendi hayatı.

Kalbinin onuncu atımında Kristalkılıcı bekleyen ellerine düşüverdi. Sisin yoğunlaşmasıyla oluşmuş gibiydi, metal kısmının üzerinde su boncukları vardı. Kristalkılıcı uzun ve inceydi, her iki tarafı da keskindi, diğerlerine göre daha küçüktü. Szeth kılıcını savurdu ve taş zeminde bir çizgi ile ikinci muhafızın boğazında bir kesik açıldı.

Her zamanki gibi Kristalkılıç garip bir şekilde öldürdü; taşı, çeliği ya da hareket edemeyen herhangi bir şeyi kolayca kesebilmesine rağmen metal, canlı deriye dokunduğu anda bulanıklaştı. Muhafızın boynunun üzerinden bir iz dahi bırakmadan geçiverdi fakat o anda adamın gözleri yanmaya ve dumanlar çıkarmaya başladı. Karardılar, kafanın içine doğru buruştular ve adam cansız bir şekilde yere kapaklandı. Bir Kristalkılıç yaşayan eti kesmezdi, ruhun kendisini koparıp alırdı.

Yukarıda, ilk muhafız nefesini tuttu. Koridorun tavanına basıyor olmasına rağmen ayağa kalkabilmeyi başardı. “Kristaltaşıyıcısı!” diye bağırdı. “Bir Kristaltaşıyıcısı kralın salonuna saldırıyor! Silah başına!”

Nihayet, diye düşündü Szeth. Szeth’in Fırtınaışığı’nı kullanış biçimi muhafızlara yabancı olabilirdi ama bir Kristalkılıç gördüklerinde neyle karşı karşıya olduklarını anlayabiliyorlardı.

Szeth eğilerek az önce yanına düşen mızrağı aldı. Aynı anda Fırtınaışığı’nı içine çektiği andan beri tuttuğu nefesini bıraktı. Onu tuttuğu süre boyunca kendisiyle kalırdı ama o iki fener çok fazla içermiyordu. Bu yüzden yeniden nefes alması gerekecekti. Artık nefesini tutmadığı için Işık daha hızlı sızmaya başladı.

Szeth mızrağın dibini taş zemine oturttu ve yukarı baktı. Tepedeki gardiyan bağırmayı kesti, gömleğinin etekleri aşağı kaymaya başladığında gözlerini ardına kadar açtı, altındaki toprak egemenliğini yeniden kazanıyordu. Vücudundan tüten Işık yavaş yavaş azaldı.

Aşağıya, Szeth’e baktı. Tam kalbini hedef almış mızrağın ucuna. Mor korkusprenleri etrafındaki tavandan sürünerek çıkmaya başladı.

Işık bitti. Muhafız düştü.

Mızrak göğsünü delip geçerken çığlık attı. Mızrak, ucunda seğiren bedenle birlikte yere doğru çekilirken Szeth elinden çıkıp gitmesine izin verdi ve silah sessiz bir gümbürtüyle yere düştü. Kristalkılıcı elinde olduğu halde, ezberlediği haritayı takip ederek yan koridorlardan birine saptı. Bir köşeye gelince çömeldi ve bir tabur asker ölü muhafızlara ulaştığı sırada kendini duvara iyice yapıştırdı. Yeni gelenler anında bağırmaya ve alarmı devam ettirmeye başladı.

Aldığı talimatlar kesindi. Kralı öldür fakat bunu yaparken görün. Alethi ırkının geldiğini ve ne yaptığını bilmesini sağla. Neden? Neden Parshendi bu antlaşmayı kabul etmişti, sadece imzalandığı günün gecesinde bir suikastçı göndermek için mi?

Buradaki koridorda daha fazla cevher parlamaya başladı. Kral Gavilar gösterişi severdi ve Szeth’in Kamçılama yeteneği için güç kaynakları bıraktığını bilemezdi. Szeth’in yaptıkları bin yıldır görülmeyen şeylerdi. O zamanların tarihçeleri yok olmuştu, efsaneler ise korkunç derecede hatalıydı.

Szeth koridora bir göz attı. Kesişme noktasındaki muhafızlardan biri onu gördü ve işaret ederek bağırmaya başladı. Szeth kendisini iyice gördüklerinden emin olduktan sonra geri çekildi. Koşmaya başladığı sırada derin bir nefes alarak fenerlerdeki Fırtınaışığı’nı içine çekti. Bedeni yeniden canlandı ve hızı arttı, kasları enerjiyle yandı. Işık, içinde bir fırtınaya dönüştü; kanı kulaklarında fırtınalar kopardı. Aynı zamanda hem korkunç hem de harika bir histi bu.

İki koridor aşağı, bir koridor yana. Malzeme odasının kapısını çarparak açtı, sonra içeri dalmadan önce bir dakikalığına duraksadı — muhafızlardan birinin köşeyi dönüp kendisini görmesine yetecek kadar. Tam Kamçılamaya hazırlanarak kollarını kaldırdı ve Fırtınaışığı’na orada toplanmasını emretti, derisinin parlak bir ışıkla yanarak çatlamasına neden olarak. Ardından boyaya benzer beyaz bir parlaklık püskürterek ellerini kapı eşiğine doğru savurdu ve muhafızlar vardığı esnada kapıyı çarparak kapattı.

Fırtınaışığı, yüz adamın gücüyle kapıyı çerçevesinde tuttu. Bir Tam Kamçılama nesneleri birbirine bağlar, Fırtınaışığı tükenene kadar bir arada tutardı. Yaratması, Temel Kamçılamaya göre daha uzun sürerdi — ve Fırtınaışığı’nı daha çabuk tüketirdi. Kapı kolu sallandı, sonra da muhafızlar omuz attıkça ahşap çatırdamaya başladı, bir adam balta getirilmesini istedi.

Szeth, buraya gizlenmiş bir mobilyanın etrafından dolanarak hızlı adımlarla odayı geçti. Kırmızı kumaştan ve pahalı ahşaptan yapılmaydı. Odanın uzak köşesindeki duvara ulaştı ve — kendini yeni bir günaha hazırlayarak — Kristalkılıcını kaldırıp koyu gri duvara doğru yatay bir biçimde savurdu. Taş kolayca yarıldı; bir Kristalkılıç herhangi bir hareketsiz nesneyi kesebilirdi. Bunu iki dikey kesme hareketi takip etti, bir tane de duvar dibine geldi ve geniş, kare şeklinde bir blok kesmiş oldu. Ellerini üzerine bastırıp Fırtınaışığı’nın taşın içine geçmesini sağladı.

Odanın kapısı kırılmaya başladı. Omzunun üzerinden geriye baktı ve taş bloğu o yöne Kamçılamak üzere sallanan kapıya odaklandı. Giysilerinin üzeri buzlandı — Bu kadar büyük bir cismi Kamçılamak çok fazla Fırtınaışığı gerektirirdi. İçindeki bora, sanki fırtınanın çiseleyen yağmura dönüşmesi gibi duruldu.

Kenara çekildi. Geniş taş blok, odanın içine doğru kayarken titredi. Normal şartlar altında bloğu hareket ettirmek imkânsızdı. Kendi ağırlığı onu altındaki taşlara bağlı tutmalıydı. Yine de onu serbest bırakan aynı ağırlıktı çünkü taş için aşağısı, artık kapının olduğu taraftı. Derin bir sürtünme sesiyle taş blok serbest kaldı ve mobilyayı parçalayarak düşmeye başladı.

Askerler tam da devasa blok onlara çarptığı sırada kapıyı kırıp yalpalayarak odaya girmişti.

Szeth, çığlıklar, parçalanan ahşap ve kırılan kemiklerden oluşan korkunç sese sırtını döndü. Çömelerek duvarda açtığı yeni delikten geçti ve dışarıdaki koridora çıktı.

Yanından geçtiği lambalardan Fırtınaışığı çeker ve içinde yeni bir fırtına başlatırken yavaşça yürüdü. Lambalar sönerken koridor karanlıklaştı. Yolun sonunda kalın bir ahşap kapı duruyordu ve o yaklaştıkça küçük bir korkuspren grubu — mor bir çamur topağı şeklindeydiler — taş kemer boyunca kıpırdamaya, kapı eşiğini işaret etmeye başladı. Diğer yana düşen korkuya doğru çekiliyorlardı.

Szeth kapıyı iterek açtı ve kralın odasına giden son koridora girdi. Yol boyunca uzun, kızıl seramik vazolar sıralanmıştı ve aralarında sinirli askerler yerleştirilmişti. Onlara uzun, dar bir kilim eşlik ediyordu. Kırmızıydı, tıpkı bir kan nehri gibi.

Öndeki mızraklı muhafızlar yaklaşmasını beklemedi. Kısa mızraklarını kaldırarak hızla koşmaya başladılar. Szeth, üçüncü ve son Kamçılama tekniğini kullanmak üzere elini yana vurarak Fırtınaışığı’nı kapı eşiğine aktarmaya başladı; Ters Kamçılama. Bu, diğer ikisine nazaran daha farklı işliyordu. Kapı eşiğinin Fırtınaışığı ile parlamasına neden olmuyor, tam aksine ona garip bir gölge vererek etrafındaki tüm ışığı içine emiyormuş gibi görünmesine neden oluyordu.

Muhafızlar mızraklarını fırlattı ve Szeth eli kapı eşiğinde olduğu halde yerinde durmaya devam etti. Bir Ters Kamçılama sabit temas gerektiriyordu fakat kısmen daha az Fırtınaışığı’na ihtiyaç duyuyordu. Kamçılamanın aksine, Ters Kamçılama esnasında yaklaşan her şey — özellikle de daha hafif nesneler — kendine doğru çekilirdi.

Mızraklar havada yön değiştirerek ahşap eşiğe çarpıp parçalandı. Mızrakların çarptığını hissettiği anda Szeth havada yükseldi ve kendini sağ duvara Kamçıladı. Ayağı bir şaplamayla taşa vurdu.

Derhal bakış açısını yeniden düzenledi. Onun gözleri için o duvarda durmuyordu, askerler duruyordu. Kan kırmızı halı uzun bir goblen gibi aralarından akıp gidiyordu. Szeth, kendisine mızrak fırlatan iki adamın boğazını Kristalkılıcı ile biçerken koridorda koşmaya başladı. Adamların gözleri yandı ve yere yıkıldılar.

Koridordaki diğer muhafızlar paniklemeye başladı. Bazıları ona saldırmayı denedi, diğerleri daha fazla yardım için bağırdı, ötekiler ise korkarak uzaklaştı. Saldıranların başı dertteydi — duvarda asılı duran birine vurmaya çalışmanın garipliğiyle kafaları karışmıştı. Szeth birkaç kesik daha attı sonra havada bir takla atarak kendini yeniden yere Kamçıladı.

Askerlerin tam ortasına indi. Etrafı tamamen çevriliydi ama elinde bir Kirstalkılıç vardı.

Efsaneye göre Kristalkılıçlar ilk kez sayısız çağlar önce Işıldayan Şövalyeler tarafından kullanılmıştı. Tanrılarının hediyesi onlara taştan ve ateşten dehşetlerle, düzinelerce ayak uzunluğundaki gözleri nefretle yanan düşmanları ile savaşma imkânı veriyordu. Boşlukgetiriciler. Düşmanınız taş kadar sert bir deriye sahip olduğunda çelik kullanışsızdır. Doğaüstü bir şey gerekir.

Szeth, üzerindeki gevşek beyaz kumaş dalgalanır ve çenesi işlediği günahlar karşısında kenetlenirken olduğu yerde doğruldu. Kılıcını hızla savurdu, silahı meşale ışıklarının altında parladı. Zarif, geniş savuruşlar. Muhafızların üçü yıkıldı, ardından bir diğeri daha. Ne atılan çığlıklara kulaklarını tıkayabiliyordu ne de adamların cansız bir biçimde yere düşüşlerini görmekten kaçabiliyordu. Sanki bir çocuğun umursamaz tekmesiyle yere yıkılan oyuncaklar gibi yere düştüler. Eğer Kılıç bir adamın omurgasına dokunursa gözleri yanarak ölüyordu. Eğer bir eklemin merkezine denk gelirse o uzuv ölüyordu. Askerlerden biri tökezleyerek Szeth’den uzaklaştı, bir kolu işe yaramaz bir biçimde omzundan sallanıyordu. Onu bir daha asla hissedemeyecek ya da kullanamayacaktı.

Szeth, Kristalkılıcını indirdi, cüruf-gözlü cesetlerin ortasında duruyordu. Burada, Alethkar’da insanlar sık sık efsanelerden konuşurdu — insan ırkının, Boşlukgetiriciler’e karşı elde ettiği zorlu zaferden. Fakat canavarlarla dövüşmek için yaratılan silahlar sıradan askerlere karşı kullanılmaya başlandığında insan hayatı ucuz bir şey haline dönüştü.

Szeth döndü ve terlikli ayakları yumuşak, kırmızı halının üzerinde gezinirken yoluna devam etti. Kristalkılıç her zamanki gibi gümüşi ve temiz bir biçimde parıldıyordu. Kristalkılıç ile birini öldürdüğünüz zaman kan çıkmazdı. Bu sanki bir tür işaret gibiydi. Kristalkılıç sadece bir araçtı, cinayetlerden sorumlu tutulamazdı.

Koridorun sonundaki kapı savrularak açıldı. Bir grup asker kraliyet giysileri içindeki bir adama — sanki oklardan korunmak istermiş gibi başını eğmişti — eşlik ederek kapıdan fırladığında Szeth olduğu yerde kaldı. Askerler koyu mavi giyinmişlerdi, Kral Muhafızları’nın rengi ve cesetlerin görüntüsü onları durdurmamış ya da şaşırtmamıştı. Bir Kristaltaşıyıcısı’nın yapabileceği şeylere karşı hazırlıklıydılar. Yan kapılardan birini açıp korudukları kişiyi içeri iter ve geri çekilirken mızraklarını Szeth’e doğru kaldırdılar.

Kralın odasından bir başka adam daha çıktı; düzgün bir şekilde birbirine kenetlenmiş plakalardan yapılma, ışıldayan, mavi bir zırh giyiyordu. Ancak, normal zırhların aksine üzerindeki birleşme yerlerinde deri ya da metal parçaları görünmüyordu — sadece çetrefilli bir kesinlikle birbirine tutturulmuş daha küçük plakalar vardı. Her plaka parçasının kenarlarının etrafında mavi kakmalı altın şeritleri olan çok güzel bir zırhtı. Miğferi, boynuz benzeri küçük kanatların üç dalgalanmasıyla süslenmişti.

Kristalzırh, bir Kristalkılıcın geleneksel tamamlayıcısı. Yeni gelenin elinde bir kılıç da vardı; bıçak kısmı sanki üzerinde alevler yanıyormuş gibi görünecek şekilde dizayn edilmiş, altı ayak uzunluğunda devasa bir Kristalkılıç. Parıldayan ve neredeyse ışık saçacakmış gibi görünen, gümüşi metalden bir silah. Karanlık tanrıları katletmek için tasarlanmış bir silah, Szeth’in taşıdığı kılıcın daha büyük bir kopyası.

Szeth tereddüt etti. Zırhı tanımıyordu; böyle bir şeyle karşılaşacabileceğine dair uyarılmamıştı ve Alethi ırkının sahip olduğu Zırh ve Kılıç çeşitlerini ezberlemek için kendisine yeterince vakit verilmemişti. Kralın peşinden gitmeden önce bu Kristaltaşıyıcısı ile yüzleşmesi gerekecekti, böyle bir düşmanı geride bırakamazdı.

Hem belki de Kristaltaşıyıcısı onu yener, öldürür ve acınası hayatına bir son verirdi. Kamçılama, Kristalzırh giyen birisine karşı işe yaramazdı ve zırh sahibini güçlendiriyor, performansını arttırıyordu. Szeth’in onuru görevine ihanet etmesine ya da ölümü aramasına izin vermezdi Ama ölüm gelirse onu oldukça hoş karşılayacaktı.

Kristaltaşıyıcısı saldırdı ve Szeth kendini koridorun yanına Kamçıladı, dönerek havalandı ve duvara indi. Kılıcını hazır tutarak geriye doğru sıçradı. Kristaltaşıyıcısı öfkeli bir tutum sergileyerek burada, doğuda çok tutulan saldırı manevralarından birini uygulamaya başladı. Bu kadar iri bir zırh giyen birinden beklenebileceğinden daha hızlı hareket ediyordu. Kristalzırhlar özeldi, tamamlayıcısı olan Kılıçlar kadar kadim ve büyülü.

Kristaltaşıyıcısı kılıcını savurdu. Szeth yan tarafa geçti ve Kristaltaşıyıcısının kılıcı duvarı yararken kendini tavana Kamçıladı. Mücadelenin heyecanını hisseden Szeth ileri atıldı ve Kristaltaşıyıcısının miğferine vurmayı deneyerek yukarıdan aşağı doğru bir darbe savurdu. Adam bir dizinin üstüne çökerek eğildi ve Szeth’in kılıcının boş havayı yarmasına izin verdi.

Szeth, Kristaltaşıyıcısı kılıcını yukarı savurur ve tavanı biçerken geriye doğru sıçradı. Szeth’in Kristalzırhı yoktu ve hiçbir zaman da bunu umursamamıştı. Kamçılama yeteneği, Kristalzırha güç veren cevherlerle çatışıyordu ve ikisinden birini seçmek zorundaydı.

Kristaltaşıyıcı dönerken Szeth tavan boyunca hızla ileri koşmaya başladı. Tam tahmin ettiği gibi Kristaltaşıyıcısı kılıcını bir kez daha savurdu ve Szeth yuvarlanarak kenara sıçradı. Takla atarak ayaklandı ve kendini yeniden zemine Kamçıladı. Yere indiğinde Kristaltaşıyıcısı’nın arkasındaydı. Kılıcını rakibinin sırtına kuvvetle savurdu.

Maalesef zırhın çok büyük bir avantajı vardı: Kristalkılıcı durdururdu. Szeth’in silahı sertçe çarptı ve zırhın arkasından parlak ışık demetlerinin yayılmasını sağladı. Fırtınaışığı buralardan sızmaya başladı. Kristalzırh, normal bir metal gibi çökmedi ya da eğrilmedi. Szeth’in zırhı geçebilmesi için aynı noktaya en az bir kez daha vurması gerekiyordu.

Kristaltaşıyıcısı, kılıcını öfkeyle savurur ve dizlerini kesmeye çalışırken Szeth gerileyerek adamın menzilinden çıktı. Szeth’in içindeki fırtına ona pek çok avantaj sağlıyordu — küçük yaraları hızlı bir şekilde iyileştirmek dâhil. Fakat bir Kristalkılıç tarafından öldürülen uzuvları iyileştiremezdi.

Kristaltaşıyıcısı’nın etrafında döndü ve doğru anı kollayarak ileri atıldı. Kristaltaşıyıcısı kılıcını tekrar savurdu ama Szeth sadece kendini tavana Kamçılamakla yetindi. Havada dönüşünün zirvesindeyken tekrar vurdu ve derhal kendini yeniden yere Kamçıladı. Zemine iner inmez bir kez daha vurdu ama Kristaltaşıyıcısı kendini çabucak toparladı ve Szeth’in kendisine vurmasına bir parmak kala harika bir karşı hamle sergiledi.

Adam kılıç konusunda tehlikeli bir yeteneğe sahipti. Kristaltaşıyıcılarının çoğu genellikle zırhlarının ve silahlarının gücüne güvenirdi. Bu adam farklıydı.

Szeth duvara sıçradı ve Kristaltaşıyıcısı’na çabuk, kısa saldırılarla vurmaya başladı, sanki bir yılanbalığı yakalamaya çalışıyormuş gibi. Kristaltaşıyıcısı ona geniş, sert savuruşlarla karşı koydu. Kılıcının uzunluğu Szeth’i zor durumda bırakıyordu.

Bu iş çok uzun sürdü! diye düşündü Szeth. Eğer kral gizlenme yerine ulaşırsa kaç kişi öldürmüş olursa olsun görevi başarısız olacaktı. Bir başka saldırı için atıldı ama Kristaltaşıyıcısı onu geri gitmeye zorladı. Dövüşte harcadığı her saniye kralın kaçmak için kullandığı bir başka saniyeydi.

Pervasız olma zamanıydı. Szeth havaya yükseldi kendini koridorun diğer ucuna Kamçıladı ve rakibinin önündeki duvara çivileme olarak indi. Kristaltaşıyıcısı kılıcını savurmakta tereddüt etmedi fakat Szeth hemen kendini bir başka açıya Kamçılayarak hızla aşağı indi. Kristalkılıç üzerindeki havayı biçti.

Çömelmiş bir şekilde yere indi, hareketinin devinimini kullanarak kendini ileri attı ve Kristaltaşıyıcısı’nın yan tarafına, zırhın çatladığı yere saldırdı. Güçlü darbe yerini buldu. Zırhın o kısmı parçalandı, bir parça erimiş metal etrafa saçıldı. Kristaltaşıyıcısı bir dizinin üstüne çöküp elini yanına götürürken hırıldadı. Szeth bir ayağını adamın yanına kaldırdı ve onu Fırtınaışığı ile güçlendirilmiş bir darbeyle tekmeledi.

Ağır Kristaltaşıyıcısı kralın odasının kapısına çarptı, onu parçaladı ve arkasındaki odaya yığıldı. Szeth onu bırakarak sağ taraftaki kapıya, kralın kaçtığı yola yöneldi. Bu koridorda da aynı kırmızı halı vardı. Duvardaki Fırtınaışığı lambaları Szeth’e içindeki fırtınayı yeniden besleme şansı verdi.

Enerji yeniden içinde alevlendi ve hızını arttırdı. Eğer yeterince hızlı ilerleyebilirse kralın işini bitirebilir, ardından Kristaltaşıyıcısı ile olan dövüşünü bitirmeye dönebilirdi. Kolay olmayacaktı. Kapıya doğru yapılan bir Tam Kamçılama, Kristaltaşıyıcısı’nı durduramazdı ve zırh adama doğaüstü bir hız veriyordu. Szeth omzunun üzerinden geriye baktı.

Kristaltaşıyıcısı takip etmiyordu. Zırhın içindeki adam sersemlemiş bir halde oturuyordu. Szeth onu zorlukla görüyordu, kapının girişinde kırılmış tahta parçaları arasında oturuyordu. Belki de onu düşündüğünden daha fazla yaralamıştı.

Ya da…

Szeth olduğu yerde donakaldı. Muhafızların kaçırmaya çalıştığı, başını aşağı eğmiş, yüzü gizli adamı düşündü. Kristaltaşıyıcısı hâlâ takip etmiyordu. Çok yetenekliydi. Söylendiğine göre çok az insan Gavilar Kholin’in kılıçtaki yeteneğiyle boy ölçüşebilirdi. Olabilir miydi?

Szeth döndü ve içgüdülerine güvenerek geriye doğru koşmaya başladı. Kristaltaşıyıcısı onu görür görmez canlı bir şekilde ayağa kalktı. Szeth hızını arttırdı. Bir kral için en güvenilir yer neresiydi? Birkaç muhafız eşliğinde kaçması mı? Yoksa bir koruma kılığında ve Kristalzırh içinde geride kalması mı?

Zekice, diye düşündü Szeth, az önce ağır ağır hareket eden Kristaltaşıyıcısı şimdi bir başka savaş pozisyonu alırken. Szeth yenilenmiş bir güçle saldırdı, kılıcını bir vuruş sağanağı ile savururken. Kristaltaşıyıcısı —kral— kaba, sert darbelerle karşılık verdi, öfkeli bir biçimde. Szeth, silahın rüzgârının biraz önünden geçtiğini hissederek bu darbelerden birinden sıyrıldı. Bir sonraki hareketi için doğru anı bekledi ve kralın darbesinin altından ileri atıldı.

Yan tarafına başka bir darbe bekleyen kral kollarıyla Zırh’ın üzerindeki deliği koruyarak döndü. Bu hareket Szeth’e koşarak geçip kralın odasına girecek kadar zaman verdi.

Kral takip etmek için döndü ama Szeth ellerini savurarak ve geçtiği her mobilya parçasına dokunarak lüks odanın içinde koştu. Onları Fırtınaışığı ile doldurdu ve kralın arkasındaki bir noktaya Kamçıladı. Mobilyalar, divanlar, sandalyeler ve masalar sanki oda yan çevrilmiş gibi şaşkına dönmüş krala doğru düşmeye başladı. Gavilar, onları Kristalkılıcı ile kesme hatasına düştü. Silah geniş divanı kolaylıkla kesti ama parçaları yine de kendisine çarptı. Ardından bir tabure gelerek adamı yere yapıştırdı.

Gavilar mobilyaların altından çıkıp ileri atıldı, Zırhının çatlayan kısımlarından Işık demetleri sızıyordu. Szeth kendini toparladı ve kral yanına varır varmaz havaya sıçrayarak kendini geriye ve sağa doğru Kamçıladı. Kralın darbesinin yolundan kurtuldu ve arka arkaya iki Temel Kamçılama yaparak kendini ileri attı. Krala doğru normal Kamçılama hızının iki katı bir süratle çekilirken bedeninden Fırtınaışığı fışkırdı ve giysileri buzlandı.

Szeth kendini havaya atıp kendisine doğru fırlattığında kral oldukça şaşkın görünüyordu. Kılıcıyla kralın miğferine sertçe vurdu sonra da kendini hemen tavana Kamçıladı ve yukarı düştü, üzerlerindeki taş çatıya çarparak. Kendini çok fazla yöne çok çabuk Kamçılamıştı ve vücudu yön duygusunu kaybetmişti, bu da zarif bir şekilde inmeyi zorlaştırıyordu. Tökezleyerek ayağa kalktı.

Altta, Szeth’e vurabileceği bir pozisyon almaya çalışan kral geri çekildi. Adamın miğferi çatlamıştı ve Fırtınaışığı sızdırıyordu. Zırhının kırık yanını koruyacak şekilde duruyordu. Kral tavana uzanarak tek eliyle bir darbe savurdu. Szeth, kralın saldırısını kılıcıyla zamanında karşılayamayacağını düşünerek hemen kendini zemine Kamçıladı.

Szeth rakibini küçümsemişti. Kral miğferinin darbeyi önleyeceğine güvenerek Szeth’in saldırısının içine atıldı. Tam Szeth miğfere ikinci bir kez vurmuştu —ve onu parçalamıştı— ki Gavilar zırhlı elinin tersiyle yüzüne bir darbe yapıştırdı.

Szeth’in gözlerinde kör edici bir ışık çaktı. Her şey bulanıklaştı, görüşü azalmaya başladı.

Acı. Çok fazla acı!

Çığlık attı, Fırtınaışığı kendisini aceleyle terk etti ve sırtı hızla sert bir şeye çarptı. Balkon kapıları. Sanki birisi onu yüz hançerle bıçaklamış gibi omzuna daha fazla acı bindi, yere çarptı ve kasları titrerken yuvarlanarak. Bu darbe sıradan bir adamı öldürürdü.

Acı için vakit yok. Acı için vakit yok. Acı için vakit yok!

Gözlerini kırpıştırıp başını silkeledi, dünya bulanık ve karanlıktı. Kör mü olmuştu? Hayır. Dışarısı karanlıktı. Ahşap balkondaydı; darbenin gücü onu kapılardan dışarı fırlatmıştı. Bir şey gümbürdüyordu. Ağır ayak sesleri. Kristaltaşıyıcısı!

Szeth tökezleyerek ayağa kalktı, başı dönüyordu. Yüzünün yan tarafından kan akıyordu ve Fırtınaışığı sol gözünü kör ederek derisinden yükseliyordu. Işık. Eğer becerebilirse onu iyileştirebilirdi. Çenesi çıkmış gibi hissediyordu. Yoksa kırılmış mıydı? Kristalkılıcını düşürdü.

Hantal bir gölge ön tarafından yaklaşıyordu; Kristaltaşıyıcısı’nın zırhı kralın yürürken zorlanmasını sağlayacak kadar Fırtınaışığı sızdırmıştı. Fakat yine de geliyordu.

Szeth acıyla bağırdı, eğilerek Fırtınaışığı’nı ahşap balkona aktardı ve onu aşağı Kamçıladı. Etrafındaki hava buz tuttu. Fırtına kollarından aşağı akıp ahşaba geçerken gürledi. Balkonu tekrar aşağı Kamçıladı ve sonra tekrar. Gavilar balkona adım attığında dördüncü bir kez daha Kamçıladı. Fazladan ağırlığın altında yalpaladı. Ahşap gerilerek çatladı.

Kristaltaşıyıcısı tereddüt etti.

Szeth balkonu beşinci kez aşağı Kamçıladı. Balkon destekleri parçalandı ve tüm yapı binadan ayrıldı. Szeth kırık çenesiyle bir kez daha haykırdı ve Fırtınaışığı’nın son demlerini kullanarak kendini binanın duvarına doğru kamçıladı. Şok geçiren Kristaltaşıyıcısı’nı geçerek yana düştü, duvara çarptı ve yuvarlandı.

Balkon aşağı düştü, ayaklarını bastığı yeri kaybeden kral şok olmuş bir vaziyette yukarı bakıyordu. Düşüş kısaydı. Yapı aşağıdaki taş zemine çarparken— görüşü hâlâ bulanıktı, bir gözü körleşmişti — Szeth ay ışığı altında ağırbaşlı bir şekilde izledi. Sarayın duvarları titredi ve kırılan ahşabın sesi etraftaki binalardan yankılandı.

Hâlâ duvarın yan tarafında duran Szeth inleyerek ayağa kalktı. Kendini zayıf hissediyordu; Fırtınaışığı’nı çok çabuk harcamıştı, vücudunu zorlamıştı. Tökezleyerek binadan aşağı inmeye ve enkaza yaklaşmaya başladı, zar zor ayakta duruyordu.

Kral hâlâ hareket ediyordu. Kristalzırh insanı böyle bir düşüşten korurdu ama geniş, uzun ve kanlı bir tahta Gavilar’ın yanına, Szeth’in zırhı kırdığı noktaya saplanmıştı. Szeth adamın acıyla çarpılmış yüzünü inceleyerek diz çöktü. Güçlü çehre, kare şeklinde bir çene, beyazlarla lekelenmiş siyah bir sakal, çarpıcı soluk yeşil gözler. Gavilar Kholin.

“Gelmeni… bekliyordum,” dedi kral, soluk soluğa

Szeth adamın ön göğüs zırhının altına uzanarak buradaki kayışları gevşetti. Çözüldüler ve göğüs zırhını kendine çekerek içindeki cevherleri ortaya çıkardı. İki tanesi çatlamış ve yanmıştı. Üçü hâlâ parlıyordu. Uyuşmuş bir halde keskin bir nefes aldı ve Işık’ı emdi.

İçindeki fırtına yeniden kükremeye başladı. Zarar görmüş derisini ve kemiklerini onarırken yüzünün yan tarafından daha fazla ışık yükselmeye başladı. Acısı hâlâ çok büyüktü; Fırtınaışığı’nın iyileştirme gücü aniden olmaktan çok uzaktı. Tekrar kendine gelmesi için saatler geçmesi gerekecekti.

Kral öksürdü. “Thaidakar’a… çok geç kaldığını… söyleyebilirsin…”

“Onun kim olduğunu bilmiyorum,” dedi ayakta duran Szeth, kelimeleri kırık çenesinde gevelenirken. Elini yana uzattı ve Kristalkılıcını yeniden çağırdı.

Kral kaşlarını çattı. “Öyleyse kim…? Restares? Sadeas? Asla düşünmedim…”

“Efendilerim Parshendi,” dedi Szeth. On kalp atışı geçti ve yoğuşma nedeniyle ıslanmış kılıcı elinde belirdi.

“Parshendi? Bu çok anlamsız.” diye öksürdü Gavilar, titreyen elleriyle beceriksizce göğsüne ve cebine uzanırken. Bir zincire bağlanmış küçük, kristal bir küre çıkarttı. “Bunu almalısın. Onların eline geçmemeli. Afallamış görünüyordu. “Kardeşime… de ki… bir adamın söyleyebileceği en önemli sözleri bulmak zorunda…”

Gavilar hareketsiz kaldı.

Szeth tereddüt etti sonra da diz çöktü ve küreyi aldı. Garipti, daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Kapkara olmasına rağmen bir şekilde parlıyormuş gibi görünüyordu. Siyah bir ışık ile. “

Parshendi? dedi Gavilar. Bu çok anlamsız. “Artık hiçbir şey bir anlam ifade etmiyor,” diye fısıldadı Szeth, garip küreyi cebine yerleştirirken. Her şey çözülüyor. Üzgünüm, Alethi Kralı. Umurunda olduğunu sanmıyorum. En azından artık değil.” Ayağa kalktı. “En azından dünyanın sonunu geri kalanlarımızla birlikte izlemek zorunda olmayacaksın.”

Kralın bedeninin yanında, sahibi ölen Kristalkılıç sislerden çıkıp taşların üzerinde tıkırdayarak cisimleniverdi. Bir servet değerindeydi; insanlar tek bir Kristalkılıcı elde etmek için yarışırken nice kraliyetler düşmüştü.

Sarayın içinden alarm bağırışları yükselmeye başladı. Szeth’in gitmesi gerekiyordu. Fakat…

Kardeşime de ki…

Szeth’in insanlarına göre son dilek kutsaldı. Kralın elini aldı, adamın kendi kanına batırdı ve ahşabın üzerine yazmaya başladı, Kardeşim. Bir adamın söyleyebileceği en önemli sözleri bulmak zorundasın.

Ardından gecenin içine karıştı. Kralın Kristalkılıcını geride bıraktı; ona ihtiyacı yoktu. Kendi kılıcının üzerinde yeterince lanet vardı.

#

Çeviri, M. İHSAN TATARİ