136
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Kırk bir Son Bölüm
« : 27 Ocak 2016, 08:29:50 »
B Ö L Ü M K I R K B İ R
Araçta az öncesine kadar duydukları neredeyse beyinlerinin içinde öten vınlama sesi kesilmişti. “Umarım" dedi Doğan "bu iş bitmiştir." Yüreğinin temennisini dile getiriyordu
“Ya çocuklar..." Ayakta ne yapacağını bilmeden duran Polis memuru sormuştu bu keresinde.
“Merak etmeyin. Birazdan kendilerine gelir. Derin bir uykudan uyanmış gibi olacaklar. Uzun süre yatmaktan adaleleri iyice zayıflamış olabilir. Bazı ağrıları olacak bir zaman ama yaşları uygun olduğu için çok çabuk atlatacaklardır. Onlar kendi araların da konuşurlarken çocukların birinin sesini duymuşlardı.
“Baba... Babacığım" En son getirilen çocuk gözlerini açmış olmalıydı. Ayaktaki üç kişi önce birbirlerine sonra hala yerde baygın yatan Besime baktılar. Durumu nasıl anlatacaklardı minik yavruya. Nasıl "seni buraya baban kaçırdı getirdi" diyeceklerdi.
“Arkadaşlar yine de ne olur ne olmaz diye çocukları dışarı çıkaralım biz" dedi Doğan. Az önce mırıltıları duyulan çocuğu kucakladı. Onu gören Hasan Tırpan’da bir başkasını kucaklamaya yöneldi. Aracın kendisiyle uğraşan araca tam bir hakimiyet kurmaya çalışan Yüksel hanıma dönerek
“Ya bu vatandaş ne olacak" dedi. Yüksel hanım gülümsedi
“Oda diğer çocuklar gibi olacaktır. Kendini derin uykudan uyanmış gibi bulacaktır. Yine de içiniz rahat edecekse bir parça ip bulup bağlayabilirsiniz" dedi. Bu sözler üzerine memur Hasan kabinde duran çocuklardan birini kucaklayıp resmen adı konulmamış amirini izlemeye başladı. Çocuklara bir zarar vermemek için ellerinden gelen tüm özeni gösteriyorlardı. Yüksel, Odth güneşinin tek uydusu olan Kölige de geliştirilmiş uzay aracını inceliyordu. Çok iyi bilmese de kendi uygarlığının bir ürünü sayılabilecek aracın kapısını bulmaya içeri girmeye çalışıyordu. Hasan Tırpan dışarı köy evinin dışarısına çıkınca bir "ohh" dedi. Kabus bitmişti yada bitmek üzereydi. O dışarı çıktığında Doğan amirini minik çocuğun başında gördü. En son kaçırılan çocuk olmalıydı ki gözlerini çoktan açmıştı. Doğan Memur Hasanı gördüğünde
“Siz çocukların yanında kalın isterseniz" dedi.- "Birimizin çocukların yanında kalması iyi olur diye düşünüyorum" diye ekledi. Haksız sayılmazdı. Kendilerine gelen çocuklar çevresinde birilerini görmeyince ağlayıp sızlayabilirlerdi. Hasan Tırpan ise bu girişimi bir fırsat bilip belindeki telefonu çıkardı. Araç yada makine her ne ise sustuğuna göre cep telefonunun çalışması gerekiyordu. Tuşlara dokununca yanılmadığını anladı. Gelirken defalarca deneyip hep parazitle karşılaştığı telefonu çok normal bir şekilde çalışıyordu. Hemen amirinin çok iyi bildiği numarasını tuşladı.
Rüzgar Ali telefonların çalışmamasını o kadar kanıksamıştı ki özel kılıfında belinde taşıdığı telefon o bildik marşı çalmaya başlayınca çok şaşırmıştı. Uzun zamandır yerini bile unuttuğu telefonunu açtı. Hele arkadaşının, çalışkan memurunun sesini telefonun öbür ucundan alınca daha çok hoşuna gitmişti. Telefonla konuşurken kendisini uzaktan izleyen biri yüzünün geçirdiği aşamaları görseydi bir insanın yüz ifadesini bu kadar çabuk değiştirmesine şaşırabilirdi. Telefonu kapattığında gözlerinin içi gülüyordu. Operasyon başarı ile sonuçlanmış çocuklar kurtulmuştu. Ama bunu kalabalığa nasıl anlatacaktı.
Çocuklarınız bulundu, sağlıkları yerinde ve arkadaşlarımız tarafından getiriliyor" demesi gerekirdi. Ama bu sözleri bir kaç defa kullanmışlardı. Bu yöntem gittikçe artan insan yığınlarını bir kaç defa durdurmaya yetmişti de şimdi bir defa daha söyleyecek olurlarsa kimseyi inandıramazlardı. Şu halde onların gelmesini beklemekten başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.
Polisler, bir defa daha yaklaşan kalabalığı nasıl durdurabileceklerini düşünüyorlardı. Geçen her dakika televizyonun ve fısıltı gazetesinin etkisiyle gelenleri artan kalabalığı durduramaz olmuşlardı. En önde ulusal televizyonların vazgeçilmez sunucusu vardı. Kadir Öncü’nün hemen yanında kayıp çocukların aileleri anneler ve babalar vardı. Acılı yürekler çok çabuk etkilenmiş gerçekten suçlularmış gibi Amerikalılara yüklenmeye başlamışlardı. Önceleri inkar etseler yada yanaşmasalar da ortamın etkilemesi sonucu iki yabancı gencin suçlu olduklarına ve cezalandırılmaları gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Kitle psikolojisi bu olmalıydı.
Kaymakam beyin yerinde bir kararı ile polis ve Jandarmanın bütün silahları boşaltılmıştı. Bu karar sayesinde her hangi bir kazaya neden olunmayacaktı. Doğrusu iyide olmuştu. Öfkeli kalabalığın her ileri hamlesinde polis zinciri geri çekilmek zorunda kalıyordu. Rüzgar Ali son çare olarak Amerikalılara gizlice kaçmalarını önermiş ama bu önerisi kabul görmemişti. Dayanabilecekleri kadar dayanmaya çalışıyorlardı. Hiç olmazsa destek kuvvetleri gelesiye kadar.
Doğanın almadığı iki çocuk kalmıştı. Yüksel, hala giremediği aracın başında uğraşıyordu. Görünen bölümüyle kıyaslandığında aracın geminin yada her ne ise o nesnenin fazla büyük olmadığı anlaşılıyordu. Dikkat çekici ne bir girintisi nede çıkıntısı vardı. Parlak pürüzsüz yüzey aracın bütün yüzeyini kaplıyor olmalıydı.
Genç kız, onlar çocukları dışarı çıkarmaya başladığında kurbanların yattığı ünitelerin hemen üzerindeki bir kapağı açmıştı. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle anlaşılmayacak bir kapak altında sayısız düğme ve tuş vardı. Genç kız bu tuşlarla oynamaya devam ediyordu. Doğan bir zaman sevgilisini izledikten sonra
“Ümit yok mu?" diye sordu genç kıza
“Bilemiyorum ama kapıyı öyle bir şekilde şifrelemiş ki açılmıyor. Zannediyorum kendisini bir kere daha derin uyku koduna aldı yada almaya hazırlanıyor." Olabilir miydi? Çocukların birini daha kucakladı. Yükseli çözmeye çalıştığı sorunlarla baş başa bırakıp dışarı çıktı.
Gökyüzündeki bej bulutlar yüklerini boşaltmaya başlamıştı. Damlaların düştüğü yerlerdeki su birikintilerinden anlaşılıyordu. Hasan Tırpan baygın yada yarı baygın çocukları kapının biraz ilerisine bıraktıkları bej renkli arabaya taşımıştı. Arka koltuğa dört çocuğu yarı oturur yarı uzanır bir şekilde yatırmıştı. Doğan son getirdiği çocuğu da onların yanına bıraktı. Çocukların biri ikisi gözlerini açmış mızıldanmaya başlamışlardı. Hasan Tırpan ne yapması gerektiğini bilemiyordu.
“Arabayı çalıştır. Bir an önce emanetleri yerine ulaştıralım" dedi Doğan. Sonra son çocuğu almak için evin içine girdi. İçeri girdi. Doğan salonu henüz geçmişti ki Yükseli kucağında çocuk ile dışarı çıkarken buldu. Genç kız nefes nefeseydi.
“Hadi çıkalım" diyordu. Doğan ne olduğunu anlamamıştı ama Yüksel hanımın telaşını görünce olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştı. Kucağında ki çocuğu aldı. Ön kapıya koşarcasına çıktılar. Hasan Tırpan arabanın çevresinde dönüp duruyordu. İkisinin de aceleyle dışarı çıktığını görünce bir şeyler olduğunu anlamıştı. Doğan anca dışarı çıktığında ne olduğunu sorabilecek zaman bulabilmişti.
“Neler oluyor" dedi. Genç kız arabayı işaret ederek
“Bir an önce buradan uzaklaşmamız gerekiyor. Tynark kendi kendini yok etme düzeneğini çalıştırdı" dedi. Başka bir açıklama aramaya gerek yoktu. Doğan neredeyse iterek Hasan'ı direksiyona oturttu. Zavallı hala bir şey anlamamış gibiydi.
“Kimden kaçıyoruz" dedi elindeki anahtarı direksiyon simidinde ki yuvasına sokmaya çalışırken. “Bende bilmiyorum ama bir an önce sen çocukları İlçeye götür" dedi. Yüksel arabadaki çocukları biraz daha düzene sokmaya çalışıyordu. O kadar çocuğu arka koltuğa neredeyse üst üste yerleştirdiler.
“Gözünü seveyim bir an önce hastaneye yada bir doktor kontrolüne teslim et" dedi.
“Siz... Siz burada mı kalacaksınız?" Doğanın sesi otoriterdi
“Polis memuru bu bir görev ve sen bu görevi layıkıyla yerine getirmelisin. Bir an önce emanetleri yerine ulaştırmalısın" dedi. Bu sözler ve ses tonunun üzerine Polis memurunun yapabileceği bir şey yoktu. Marşa bastı, bir çift far ışığının aydınlattığı toprak yolda araç yol almaya başladı.
“Dinliyorum" Doğan otomobili yola çıktıktan sonra Yükselin biraz olsun rahatladığını farketmişti. Acele etmelerinin Polis memurunu bir an önce bölgeden uzaklaştırmak için bir senaryo olduğunu anlamıştı. Sana senin olan bir şeyi geri vermek istedim. Birazdan tanık olacaklarına başkaları da ortak olsun istemiyoruz. Bir gün gelecek sizlerde bizim içinde olduğumuz sisteme dahil olacaksınız ama aşmanız gereken büyük sorunlar var. Bu nedenle bu olayları ne kadar az kişi görürse o kadar iyi olur. Hazır olduğunuzda tekrar geleceğiz. Umarım o gurubun içinde bende olurum" dedi.
Onlar konuşurlarken yukarı da bulutların arasında hareketlenmeler vardı. Karanlığın dakika dakika arttığı ortamda ancak dikkatli gözler bulutların biraz olsun aralandığını görebilirdi.
“Böyle bitsin istemezdim ama başka çaresi de yok Üstelik havanın kararması bizim içinde iyi. Meteorolojiye karışmaya da gerek kalmazdı. Bizlere büyük iyilikler ettin. Belki sen ve arkadaşların olmasaydı Tynark dizginlenmesi çok güç biri haline gelebilirdi. Bu sayede hem kendinize hem de bizlere büyük yararlar sağladınız." Ses titremeye başlamıştı.
“Bir ara sizin dünyanızdan umudumuzu kaybetmeye başlamıştık ama son yaşanılanlar teknolojik gelişmelerinizin yanında bazı evrensel değerlere sahip olmanız bizleri umutlandırdı. İnsanlığınızı yitirmeden uzaya açılmalısınız, özelliklerde dış uzaya." Bir kaç saniyelik suskunlukta Doğanın o ana kadar fark etmemiş olduğu Yükselin elindeki alet biplemeye başlamıştı.
“Galiba merakım sona erecek" eliyle genç kızı elindeki nesneyi gösteriyordu.
“Evet... Bu bizim sınırlar ötesi iletişim aracımız." Gülümsedi. "Sizin cep telefonlarınızın çok daha fazla gelişmişi" Karanlıkta yere ayaklarına bakıyordu.
“Beni çağırıyorlar" Bir an durdu. “Myra’da seni sevdi. Yüksel Pekcan da.. .Zannediyorum Necla hanımda. Sözlerinde elle tutulur bir hüzün vardı.
“Lütfen beni unutma" Binanın içine doğru yürümeye başlamıştı. Doğan bir kaç adım peşindeydi. “Lütfen... beni izleme. Öylesi çok daha zor olacak. Doğan bir an itiraz etmek istedi. Doğanın dudaklarına önce İşaret parmağı bastırdı susturmak için, peşinden de dudaklarını. Saniyeler asırlar gibi uzamıştı. Dudaklar tekrar ayrıldığında
“Seni bu dudaklar daha çok öpecek ama Myra’nın öpüşünü unutmanı istemem doğrusu" dedi. Doğan gene bir şey anlamamıştı. Yüksel, ağır adımlarla içeriye doğru yürümeye başladı. Doğan peşinden bir kaç adım daha attı. Uzanan el onu durdurmaya yetmişti.
“Lütfen." Bir iki adım sonra binanın karanlığında kaybolmak üzereyken "Armağanımızı seveceğini ümit ediyorum" dedi. Ses artık gizlemeye gerek duymadan ağlıyordu. Bir iki saniye sonrasında ise kafasının içerisindeydi ses
“Biz gittikten hemen sonra sen ve Besim lütfen binadan uzaklaşın." Sözlerin anlamını bir dakika sonra kafasını kaldırınca anlamıştı. Yukarıdan dar bir ışın demeti aşağı inmeye başlamıştı. Doğan, olayları başından beri yaşamasa inanmayacaktı. Uzun bir flüoresan ampulü andıran beyaz ışın demeti aşağı indi. Adam, başını kaldırıp ışığın nereden geldiğini görmek için kafasını bakışlarını gökyüzüne kaydırdı.
Gecenin karanlığı çöktüğü için bej bulutlar siyaha dönüşmüştü. Karanlık bulutların arasından bir ışık demeti iniyordu o kadar. "Anchilie" O incecik ışın demeti evin arkasında kayboldu. Bir dakika geçmemişti ki aşağıdan kocaman bir kaya gibi gölge ile birlikte yükselmeye başladı. İşte o zaman Doğan kendisini o kadar süre uğraştıran varlığın barınağı olan aracın gerçek boyutlarını görmüştü. Büyücek bir otobüs yada bir tren vagonu boyutlarındaydı. Yüzeyinin pürüzsüzlüğü o mesafeden bile belli oluyordu
Araç yükseldi, yükseldi ve bulutların arasında kayboldu. Akşamın karanlığı ve simsiyah bulutlarla kendini kamufle eden ana gemi, kapsülü ve içindekileri almıştı. Ardından bulutlar kapandı ve arkasını tamamen göstermez oldu. Bütün bunlar olup biterken ne bir ses nede titreşim oluşmamıştı.
Bir zaman sonra rüzgarın ve gecenin diğer sesleri de tekrar duyulmaya başlamıştı. Sessizlik de bitmiş her şey eskisi gibi olmuştu. Sihirli bir değnek değmiş gibi bulutlar dağılmıştı. Gökyüzünde yıldızlar parıldamaya başlamıştı. Bir yıldız ise sanki çok yakından geçermiş gibi kuzeye İlçeye yönelmiş bir saniye sonra gözden yitmişti.
Araç kuzeye yönelmiş karanlıkta kaybolmuştu ama Yüksel uzaklaşmamıştı. Doğanın kafasının içindeki konuştuğunu duyuyordu. “Lütfen oradan uzaklaşın" diyordu. Doğanın o zaman aklına bahçede kalan Besim geldi. Kafasının içinde Yüksel yalvarıyordu. “Lütfen uzaklaşın"
Bu bir Ahlak problemiydi ve ne kadar kötü olursa olsun arkadaşını içeride bırakamazdı. Evin açık kapısından içeri daldı. Evin içinde karanlık hüküm sürüyordu. Bir an aklına yaşadıkları geldi, bir köşeden Hekate kahkaha atıverecek gibiydi.
Bir kaç defa girip çıktığı evin bahçesini bulması zor olmadı. Bahçenin ortasındaki çukur daha da büyümüş gibiydi. "Adamlar geride bir şey bırakmak istemiyorlar" diye aklından geçirdi. Öyle olmamış olsa Yüksel Hanım kafasının içinde hala yalvarıyordu. Çukurun boyutları iki katına çıkmıştı. Koca kapsül topraktan çıkasıya kadar bir hayli zorlanmış olmalıydı. Doğan çevreye bakındı Besimi göremedi. Kendi kendine konuşur gibi
“Yüksel, Besim ortalarda yok" dedi. Konuşmasa da Yüksel’le bağlantısının sağlanacağını, O'na bir şey söylemek istediğinde düşünmesinin yeterli olacağını biliyordu. Dudakları hiç kıpırdamasa gırtlağından çıkan hava ses tellerini titreştirip anlaşılır sesler çıkartmasa da eski mesai arkadaşı kendisini duyabilirdi. Yine de o fizyolojisinin gereklerini yerine getirdi, bunca yılın alışkanlığı vardı ne de olsa.
“Kaçmış olmalı" Biraz düşününce çocukları dışarı çıkarmaya başladıktan sonra Besimi görmedikleri aklına geldi. O telaşta Besim akıllarına gelmemişti.
“Lütfen çık o binadan artık"
“Tamam tamam çıkıyorum." Son bir defa daha çevresine bakındıktan sonra koşar adımlarla dışarı kapıya yöneldi.
“Uzaklaşabildiğin kadar uzaklaş.” Bir an ne yapacağını bilemedi Doğan. Düşüncesi durup neler olacağını izlemek yönündeydi ama beyninin içindeki ses kendisine yalvarmaya devam ediyordu. Karanlık salondan koşar adım dışarı çıktı. Dışarıda temiz havada temposunu artırdı.
Eski taş evi köy yolundan ayıran tepeciği henüz aşmıştı ki büyük bir patlama sesi duydu. Yalvarmaların nedeni gözlerinin önündeydi. Yukarıdakiler olayın iyice kapanmasını sağlamak için geride hiç bir şey bırakmamaya kararlıydılar. Geri dönüp baktığında görebildiği yıkılmış bir bina karaltısından ibaretti Doğan bir zaman karanlıkta bile fark edilen toz dumana baktı. Ne ev ne çukur nede başka bir iz işaret kalmamış olmalıydı. Yönünü Köy yoluna çevirdi.
Dakikalar geçtikçe adımları hızlanıyordu Doğanın. İleride asfaltın siyah izi belirmeye başlamıştı. Bedenler arasında uzaklıklar çoğalmış olsa da Doğan hem yürüyor hem de zihnindeki Yüksel’le konuşabiliyordu.
“Peki, bir daha görebilecek miyim seni?" Bir süre sessizlik oldu. Bir an Yükselin yada Myra’nın gittiğini zannetmişti. Kafasının içinde bir yanıt almaması bile korkutmuştu kendisini.
“Yüksel... Şey... Yüksel hanım orada mısınız?" nedense aralarındaki ilişkinin bittiğini düşünüyor olmalıydı ki "sizli-bizli" konuşmaya başlamıştı.
“Yüksel hanım gitti ama ben buradayım" "sen kimsin" Doğan kafasının içindeki ses değişmemişti ama yine de temkinli olmak istiyordu. Ne de olsa kendilerinden çok ileri bir uygarlık üyesiyle konuşuyordu.
“Ben Myra" "Galaksi suç birimleri görevlisi Myra" O zaman Yüksel’le izmir yolunda aralarında geçmiş konuşmayı anımsadı Doğan. Myra, Yükselin gerçek adıydı.
“Birazdan gideceğim. Senin gibi bende bir kamu görevlisiyim, görev tamamlandı." Ses titriyordu. Belli ki ağlamak üzereydi. “Senden özür diliyoruz. Seçtiğimiz taşıyıcı yanlış oldu. Konunun doğrudan içinde olan birini seçmiş olmamız hataydı. Yine de bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz." Doğan söylenenlerden bir şey anlamıyordu ama dinlemeye devam ediyordu. Beden yapımız, kültürümüz, uygarlığımız sizlerden çok farklı.
“Evet bunu daha öncede söylemiştin" Ses beyninin içindeki ses anlatmaya devam ediyordu.
“Aramızdaki farklılıklara rağmen ben size yakınlık duydum. Farklı kültürden biriyle ilişkiye girdim. Beyninin içindeki ses iyice titremeye başlamıştı, Aşık oldum. Şimdi ise nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum. Belki de başın da yapılan bir yanlışlıktı bu, yanlış bir tercih. Milyonda bir olasılıktı ama gerçekleşti. Lütfen bizi anla. Bunu yapmak zorundaydık." Doğan bir anlam veremiyordu duyduklarına. Daha önce de benzer şeyleri duymuştu ama bu keresinde daha da ayrıntılı anlatılıyordu her şey sanki.
“Bir yanlışlık yada bizim bilmediğimiz bir kusur mu işledik yoksa" dedi hala anlamadığı belli olan bir tonda.
“Sizlerle iletişim kurmak için, sizlerin arasına karışabilmek için tıpkı Tynark gibi bizimde bir bedene gereksinimimiz vardı. Araştırmalarımız sonucunda Tynark'ın bu bölgede olabileceğini saptamıştık. O nedenle bu civardan bir organizma bulduk. Bir gün bir kaza sonucu ölmüş olan ve sizler tarafından umut kesilerek toprağa verilmiş bir bedeni aldık. Sizin için ölü olan bir beden bizim için hala sağ ve tedavi edilebilir bir organizmaydı.
Uzun süren bir tedavi sürecinden sonra tekrar canlandırdık. Onu eski sağlığına kavuşturduk, beyninin belli bölümlerini kullandık ama belleğini hiç ellemedik. Sonra derin uyku moduna aldık. Tynark'ın kapsülün de beklediğimiz hareketlenme başlayınca yalnızca bedeni derin uyku durumundan çıkarttık. Ve ben tıpkı Tynark’ın Besimi yönlendirdiği gibi ben de o bedeni yönlendirdim." Doğan duyduklarına inanamıyordu. Uzak bir olasılık kafasının içinde umut pırıltısı olarak ışıldamaya başlıyordu. "Yoksa" dedi yüksek sesle. Devamı beyninde yankılandı
“Evet, ne Besim ne sen nede diğerlerideğildiniz, seçtiğimiz o beden sizlerin tanıdığı sevdiği biriydi. İşte bu bir hataydı ama hatamızı anladığımızda ise çok geç kalmıştık. Yeniden birini alıp uyku konumuna geçirmek ve onu kendimiz için hazırlamak daha zordu. Bu nedenle tahminlerinizi inkar etmek daha kolay geldi bize." Bir ara sessizlik oldu. Doğan bir yönden ana yola diğer yönden Gölyaka köyüne uzanan asfalta çıkmıştı.
Bir an karasızlık yaşadıktan sonra yönünü köye çevirdi. Köyden bir araba temin etmesi daha kolay olacaktı. Adımlarını öylesine atıyor, sanki yanındaymış gibi Yükselle telepatik olarak konuşmaya devam ediyordu.
“Peki" dedi mırıldanır gibi “O nerede şimdi."
“Birazdan karşılaşacaksın. Lütfen bana kızma... Lütfen benden nefret etme. Sizlerin kader dediği düşük bir olasılık olmalı bu."
“Pişman mısın?" Bir süre sessizlik oldu, fiziksel anlamda duyulan sadece Doğanın ayak sesleriydi.
“Hayır. Şimdiye kadar yaptığım en güzel görevlerden biri bu... Yerine geçtiğim kişiyi çok sevdiğini biliyorum inan bana O’da seni çok seviyor. Umarım mutlu bir yaşantınız olur" Son dirseği döndükten sonra uzaktan köyün ışıkları görünmeye başlamıştı. Bir zaman sessiz kaldı. "Yüksel Ha... Yani Myra Hanım. Orada mısın?"
“Evet, bir dakika önce yada bir saat sonra bu ayrılık olacaktı. Hoşça kal ve lütfen beni unutma" dedi. Doğan ne yapacağını bilemez durumdaydı.
“Myra... Myra... Gitme..." Yanıt gelmiyordu. Doğan olduğu yerde durmuş sersem gibi çevresine bakınıyordu. İşte o zaman köye iyice yaklaştığını anlamıştı. Kendisine doğru gelen karaltılar vardı. Köyden birileri az önceki patlamanın ne olduğunu anlamaya çalışıyor olmalıydılar. Köylülerin kendisi hakkında ne düşündüğüne aldırmadan konuşuyordu kendi kendine.
“Gitme Myra" Aldığı yanıt ise daha uzaklardan duyulan tek bir kelimeden ibaretti. “Elveda" Yanından geçip gitmeye başlayan köylülerin bağırışları zihninde gelişen olaylardan koparmıştı Doğanı
“Bakın... Bakın..." Yolun solunda, göl kıyısına doğru bir ışık huzmesi belirmişti. Yere bir emanet indirir gibi aşağı indi ve şimşek gibi kayboldu. Işık Huzmesi yukarıdan sonsuzluktan gelir gibi göremeyecekleri kadar yukarıdan gelmişti. Beyninde yankılanan son bir "ELVEDA" ile gökyüzünde bir yıldız kaydı. Geride uzun bir ışık yolu bırakarak uzayın derinliklerine doğru gitti.
Doğan her şeyi unutmuş o ışığın belirdiği yere doğru koşmaya başlamıştı. Bir yandan da dua ediyordu umutları boşa çıkmasın diye. Hendeklerden, taşların üzerinden uçarcasına koşuyordu. Kafasının içindekilerin doğru olduğuna inandırmıştı kendisini. Yükselin yada Myra’nın yalan söylüyor olabileceğine ihtimal vermiyordu. Kendinden bir ara utandı, yabancılar kendisinin düşüncelerini hala bir şekilde izliyorsa hakkında ne düşüneceklerdi. Bir kaç dakika öncesine kadar konuştuğu kişiyi unutmuş çocukluk gençlik aşkına koşmaya başlamıştı. Yokuşu tırmandığında yanılmadığını anlamıştı.
Emniyet güçlerinin artık dayanacak güçleri kalmamıştı. İnsanlar aralarındaki kışkırtıcıların etkisiyle kapılara dayanmışlardı. İşin boyutu olağan bir linç girişimini aşmış neredeyse ayaklanmaya dönüşmüştü. İnsanlar sloganlar atıyor bağırıp çağırıyorlardı. Aşırı siyasi örgüt ve dernekler bu işi fırsat bilmiş olayı tam bir protesto havasına sokmuşlardı. Polislerin kurmuş oldukları insan zinciri toplanan kalabalık yanında zayıf kalmıştı. Bu nedenle sürekli geri çekilerek İşletmenin kapısına dayanmışlardı.
Komiser Rüzgar Ali üst kata çıkmıştı. Gözleri ana yolun güneyinde uzaktan göreceği tanıdık otomobili gözlüyordu. O tanıdık sesi o güzel "Çocuklar sağ salim yanımda oraya geliyoruz" cümlesini duyduğundan beri bir kaç defa aramıştı memurunu. Nerede olduğunu ne zaman geleceğini izlemeye çalışıyordu. Hastanenin ambulanslarını getirtmişti. İlçenin özel hastanesinden de bir ambulans istemişti. O da gelmek üzereydi. Uzakta görünen far ışıkları yakınlarına ulaşıncaya kadar heyecanla bekliyor, ilgisiz bir araç olduğunu anladığında da yanındakilere aldırmadan küfrü basıyordu.
Kamil Aksu, televizyon kameralarının çevresinde dört dönüyordu. Çekimlerin kalitesi görüntü, ışık gibi teknik konularla doğrudan ilgileniyordu. Bu onun için önemliydi. Çünkü kendisini görücüye çıkmış kabul ediyordu. Yaptıkları onun tüm televizyon kanalları tarafından tanınmasına neden olacaktı. Kimbilir belki de uluslar arası bir şöhret bile olabilirdi. İşleri başta iyi gitmiş, Kadir Öncü beyin bilgi ve deneyimleri sayesinde sıfırdan bir haber yaratmışlardı. Çocukların ailelerinin gelmiş olması olayı daha dramatize hale getirmişti. Bir haberde olması gereken heyecan, ilgi, gözyaşı, endişe, gizem hepsi bu akşam kendileri sayesinde yayılıyordu tüm ülkeye.
Ana kumanda minibüsünde bulunan kameralarla olayı anında izleyebiliyordu. Yerleştirdikleri sayısını tam olarak bilmediği kameralarla ile hiç bir şeyi kaçırmamış oluyorlardı. Kameraların konulduğu yerler bile özenle seçilmişti. Görsellik, haber düzmece bile olsa ön plandaydı. Hele bu işi kotaran adamlar. Kamil Aksu başta Kadir Öncü olmak üzere adamlara hayran olmuştu. Şu iki gün içerisinde pek çok şey öğrenmişti televizyonculuk konusunda. Bütün bunları düşünürken gözü minibüsün üzerindeki kameranın görüntüsüne takıldı. Uzaktan yaklaşan araç selektör yapıyordu. Bir anormallik olduğunu anlamıştı, telaşla minibüsten dışarı çıktı.
Görülesi manzaraydı. Karanlık çökeli bir hayli zaman geçmiş olsa bile analar evlatlarının varlığını hissediyor olmalıydı. En önde polisle kalabalığın arasında kalan aileler bir anda geri döndüler. Sanki hepsi birden uyarılmış gibiydiler. Karşılarında ovada dümdüz uzayan asfalt boyunca yaklaşan bir çift far ışığı vardı yalnızca. Kalabalık arasında "ovadan gelen arabanın içinde kaçırılan çocuklar var" söylentisi yayılmıştı.
Hasan Tırpanın kullandığı araba daha kalabalığın dış sınırına varmadan insanlar geriye dönmüşlerdi. İsminaz hanım bir elinde oğlu Tahsin hem çığlık atıyor hem de insanları sağa sola iteleyerek arabaya doğru koşturuyordu.
“Kızımın, Tülay’ımın kokusunu duyuyorum" diye bağrışıyordu. Arabanın içerisindeki kızı ise henüz kendisine geliyordu. Kadın aradan o kadar zaman geçmemişte sanki kızı akşam üzeri ağabeysinin top oynayışını izlemek için yenileyin çıkmış gibi kızına koşuyordu.
Arabayı kullanan Hasan Tırpan insanların kendisine adeta hücum ettiklerini görünce ayağını gazdan çekti. Önde koşturan, kalabalığı arkasında sürükleyen kadın annelerden biri olmalıydı. Ayağını gazdan çekmesi yetmemiş frene basmak zorunda da kalmıştı. Hemen arkasında mızıldayan çocuklardan örgülü saçlı olan "anneciğim" diye ağlamaya başlamıştı bile. Kalabalığı yönlendiren kadının arkasında diğer aileler koşuyordu. Ne duvara ne de polis kordonuna gerek kalmamıştı. Saatlerdir oturan ambulans sürücüleri de sıranın kendilerine geldiğini anlamışlardı.
Genç polis memuru, kendini bir anda kurtarıcı gibi bulmuştu. Omuzlarda geziyordu. Durumu binanın çatısından gören Rüzgar Ali bir anda aşağıya inmiş polis memurlarına ne yapmaları gerektiğini söylemişti. Polis kordonu bir kaç dakika içerisinde yer değiştirmiş çocukların bulunduğu araba ile ambulanslar arasında yeni bir koridor açılmıştı. Durumun değiştiğini içeriden gören İşletme çalışanları derin bir oh çekmişlerdi, özelliklerde İki Amerikalı.
Az önce vedalaşmamışlar gibi toprağın üzerinde yatıyordu genç kadın. Bir baygınlık geçirmiş öylesine uyuyup kalmış gibiydi. Doğan, yanına vardığında bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Bir kaç saniye öylece bakakaldı genç kıza. Neden sonra yavaşça eğildi. Elini nabzına koydu, umutlandı. Kalbin atışını bilekteki damarda hissetti. Kızın kalbi düzenli bir şekilde atıyordu. Yaşıyordu Yüksel Hanım. Karanlıkta dikkatlice bakınca göğsünün de inip kalktığını farketti. Genç kız uyuyordu. Hem de bebekler gibi. Arkasında ayak sesleri duyunca peşinden gelen köylüleri farketti. Bu doyumsuz zamanın uzun sürmeyeceği belliydi. Eğildi, masum bir öpücük kondurdu uyuyan genç kızın yanağına.
Bir öpücüğün bu kadar acı verebileceğini tahmin etmemişti doğrusu. Kafasına şiddetli bir darbe yemişti. Bir an belki saniyenin ondalarıyla ölçülebilecek bir an baygınlık geçirdiğini hissetti. İşte o an gözlerini açtı genç kız.
“Doğan" dedi. Peşinden de
“Besim" demişti. Gecenin soğuğunu aniden farketmiş gibi ürperdi. Doğanın elini istem dışı kafasına götürünce elindeki kanı fark etmişti. Geriye dönünce genç kızın söylediği isimle bir anda karşı karşıya geldi. Elinde tuttuğu tabancanın kabzası ile vurmuştu kafasına. Yapılması gereken tek şeyi yaptı, var kuvvetiyle Besimin üzerine atıldı. Aralarında boğuşma başladı. Bir yandan Besimin elindeki silahı düşürmeye çalışıyor diğer yandan bir zarar vermesin diye bir kenarda duran ve çığlık atmaktan başka bir şey yapmayan Yüksel’den uzaklaşmaya çalışıyordu. Beyni ise boş durmuyor bir kaç dakika önceki veda beyninde yankılanıp duruyordu.
“Yüksel Hanım siz misiniz?" dedi avazı çıktığı kadar bağırarak. Kenarda iki erkeğin kıyasıya boğuşmasını izleyen genç kız şaşkındı.
“Yüksel Hanım’da kim?" Sesinde azarlar bir ton vardı. Doğan, dakikalar önce konuşulanları tekrar anımsadı. Yüksel hanımın -yada Myra’nın- gider ayak dedikleri doğruydu.
Düşüncelerinden sıyrıldığı anda kendini yerde buldu. Besim, eline doğru şekilde alamadığı silahını düzeltmek üzereydi. Ani bir çırpınışla üzerine çökmüş olan Besimi atmayı denedi. Başaramadı ama dengesini bozmuştu. Bir kaç saniye sonra ayaktaydılar tekrar. Köylüler yetişmiş ama etraflarını çevrelemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Ayaktaki mücadele bir kaç saniye daha sürdü. İki sumo güreşçisi gibi birbirlerini tartıyorlardı. Dört el iki karın arasında sıkışmış gibiydi.
Birden bir silah patladı. Gitgide çoğalan köylüler arasında bağrışmalar oluştu. Silahın nereden atıldığı yada kime isabet ettiği bir kaç saniye sonra belli olmuştu. Ayaktaki iki adamdan önce Doğan çöktü dizlerinin üzerine ardından Besim yuvarlandı toprağın soğuk yüzeyine. Bir kaç adım ötede çevresinin kendisinden uzaklaşmasıyla açığa çıkan Ahmet Oker elinde silahıyla ayakta dikilip duruyordu. Çevresindekilerin bağırışlarına aldırmadan tetiğe birkaç defa daha bastı.
“Bunca kötülüğe sebep olan birinin Ölmesi evladır" dedi o osmanlıca ağırlıklı Türkçesiyle. Ardından elindeki silahta yere düştü. Doğan sanki asırlardır içinde taşıdığı görev hissinin sona erdiğini anlamıştı. Atalarının vermiş olduğu söz görev yerine getirilmişti.
Günler boyu İlçe olan biteni konuşmuştu. Daha doğrusu Turan olanları kaleme alasıya kadar herkes kendi bildiğini söylemişti. Gazetedeki bilgisayarının başına oturmuş neredeyse hiç kalkmadan yazmıştı romanını.
“Necla Hanım ise ayıldıktan sonra tıpkı Myra’nın dediği gibi hiç bir şey anımsamıyordu. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Kocasının cansız bedeni ayaklarının dibine yuvarlandığında bile neler olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Çocuğu biricik kızı doğduktan sonra kocasının tavırlarına da yanamamış hiç bağışlanmayacak bir davranış olduğunu bile bile intihara niyetlenmişti. Yattığı hastanede tedavisi için kullanılan ilaçlardan bir avuç yutmuştu. Sonra... Sonra ovanın ortasında bulmuştu kendisini.
Olayları kavraması uzun sürümüştü ama kızını o yaşı ile karşısında görünce sevinmesi mi yoksa kızı ile birlikte geçirmediği o günlere yanmalı mıydı bilemedi. Zamanla uyum sağlamasını bildi çevresine. Ve uzun zaman önce olması gereken mutlu son gerçekleşmişti. Doğan ve Necla Hanım evlenmişlerdi." "
Laptopunun klavyesine son bir kere daha vurdu. Günlerdir gazetenin bir odasında süren inzivası sona ermişti. Yazdır tuşuna bastığında sayfalar diğer odadaki yazıcıdan çıkmaya başladı. Bir süre sonra elinde onlarca sayfayla Yakup ustanın kapısını çalıyordu. Masasında oturan yaşlı adama elindeki kağıt destesini uzattı. Yılların Ustası ağır hareketlerle cebinden gözlük kılıfını çıkardı. Gözlüklerini gözüne taktıktan sonra masasına konulan dosyayı şöyle bir karıştırdı. Sayfaların bazılarında durup satırları okudu.
“Umarım iyi bir şeydir" dedi. İkisi birden gülümsediler.
“Düğünden hemen sonra yayınevine göndereceğim" dedi. İkisi birden dışarı çıktılar. Aceleleri vardı. Ne de olsa Doğan Denizci’nin düğünüydü. Çocukluk aşkı, gençlik aşkı ile evleniyordu. İkisi birden dışarı çıktı. Gazete uzun zamandır ilk defa erkenden kapanıyordu. Eh nede olsa yarın ki gazetenin başlığı hazırdı.
"N İ H A Y E T M U T L U S O N
Araçta az öncesine kadar duydukları neredeyse beyinlerinin içinde öten vınlama sesi kesilmişti. “Umarım" dedi Doğan "bu iş bitmiştir." Yüreğinin temennisini dile getiriyordu
“Ya çocuklar..." Ayakta ne yapacağını bilmeden duran Polis memuru sormuştu bu keresinde.
“Merak etmeyin. Birazdan kendilerine gelir. Derin bir uykudan uyanmış gibi olacaklar. Uzun süre yatmaktan adaleleri iyice zayıflamış olabilir. Bazı ağrıları olacak bir zaman ama yaşları uygun olduğu için çok çabuk atlatacaklardır. Onlar kendi araların da konuşurlarken çocukların birinin sesini duymuşlardı.
“Baba... Babacığım" En son getirilen çocuk gözlerini açmış olmalıydı. Ayaktaki üç kişi önce birbirlerine sonra hala yerde baygın yatan Besime baktılar. Durumu nasıl anlatacaklardı minik yavruya. Nasıl "seni buraya baban kaçırdı getirdi" diyeceklerdi.
“Arkadaşlar yine de ne olur ne olmaz diye çocukları dışarı çıkaralım biz" dedi Doğan. Az önce mırıltıları duyulan çocuğu kucakladı. Onu gören Hasan Tırpan’da bir başkasını kucaklamaya yöneldi. Aracın kendisiyle uğraşan araca tam bir hakimiyet kurmaya çalışan Yüksel hanıma dönerek
“Ya bu vatandaş ne olacak" dedi. Yüksel hanım gülümsedi
“Oda diğer çocuklar gibi olacaktır. Kendini derin uykudan uyanmış gibi bulacaktır. Yine de içiniz rahat edecekse bir parça ip bulup bağlayabilirsiniz" dedi. Bu sözler üzerine memur Hasan kabinde duran çocuklardan birini kucaklayıp resmen adı konulmamış amirini izlemeye başladı. Çocuklara bir zarar vermemek için ellerinden gelen tüm özeni gösteriyorlardı. Yüksel, Odth güneşinin tek uydusu olan Kölige de geliştirilmiş uzay aracını inceliyordu. Çok iyi bilmese de kendi uygarlığının bir ürünü sayılabilecek aracın kapısını bulmaya içeri girmeye çalışıyordu. Hasan Tırpan dışarı köy evinin dışarısına çıkınca bir "ohh" dedi. Kabus bitmişti yada bitmek üzereydi. O dışarı çıktığında Doğan amirini minik çocuğun başında gördü. En son kaçırılan çocuk olmalıydı ki gözlerini çoktan açmıştı. Doğan Memur Hasanı gördüğünde
“Siz çocukların yanında kalın isterseniz" dedi.- "Birimizin çocukların yanında kalması iyi olur diye düşünüyorum" diye ekledi. Haksız sayılmazdı. Kendilerine gelen çocuklar çevresinde birilerini görmeyince ağlayıp sızlayabilirlerdi. Hasan Tırpan ise bu girişimi bir fırsat bilip belindeki telefonu çıkardı. Araç yada makine her ne ise sustuğuna göre cep telefonunun çalışması gerekiyordu. Tuşlara dokununca yanılmadığını anladı. Gelirken defalarca deneyip hep parazitle karşılaştığı telefonu çok normal bir şekilde çalışıyordu. Hemen amirinin çok iyi bildiği numarasını tuşladı.
Rüzgar Ali telefonların çalışmamasını o kadar kanıksamıştı ki özel kılıfında belinde taşıdığı telefon o bildik marşı çalmaya başlayınca çok şaşırmıştı. Uzun zamandır yerini bile unuttuğu telefonunu açtı. Hele arkadaşının, çalışkan memurunun sesini telefonun öbür ucundan alınca daha çok hoşuna gitmişti. Telefonla konuşurken kendisini uzaktan izleyen biri yüzünün geçirdiği aşamaları görseydi bir insanın yüz ifadesini bu kadar çabuk değiştirmesine şaşırabilirdi. Telefonu kapattığında gözlerinin içi gülüyordu. Operasyon başarı ile sonuçlanmış çocuklar kurtulmuştu. Ama bunu kalabalığa nasıl anlatacaktı.
Çocuklarınız bulundu, sağlıkları yerinde ve arkadaşlarımız tarafından getiriliyor" demesi gerekirdi. Ama bu sözleri bir kaç defa kullanmışlardı. Bu yöntem gittikçe artan insan yığınlarını bir kaç defa durdurmaya yetmişti de şimdi bir defa daha söyleyecek olurlarsa kimseyi inandıramazlardı. Şu halde onların gelmesini beklemekten başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.
Polisler, bir defa daha yaklaşan kalabalığı nasıl durdurabileceklerini düşünüyorlardı. Geçen her dakika televizyonun ve fısıltı gazetesinin etkisiyle gelenleri artan kalabalığı durduramaz olmuşlardı. En önde ulusal televizyonların vazgeçilmez sunucusu vardı. Kadir Öncü’nün hemen yanında kayıp çocukların aileleri anneler ve babalar vardı. Acılı yürekler çok çabuk etkilenmiş gerçekten suçlularmış gibi Amerikalılara yüklenmeye başlamışlardı. Önceleri inkar etseler yada yanaşmasalar da ortamın etkilemesi sonucu iki yabancı gencin suçlu olduklarına ve cezalandırılmaları gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Kitle psikolojisi bu olmalıydı.
Kaymakam beyin yerinde bir kararı ile polis ve Jandarmanın bütün silahları boşaltılmıştı. Bu karar sayesinde her hangi bir kazaya neden olunmayacaktı. Doğrusu iyide olmuştu. Öfkeli kalabalığın her ileri hamlesinde polis zinciri geri çekilmek zorunda kalıyordu. Rüzgar Ali son çare olarak Amerikalılara gizlice kaçmalarını önermiş ama bu önerisi kabul görmemişti. Dayanabilecekleri kadar dayanmaya çalışıyorlardı. Hiç olmazsa destek kuvvetleri gelesiye kadar.
Doğanın almadığı iki çocuk kalmıştı. Yüksel, hala giremediği aracın başında uğraşıyordu. Görünen bölümüyle kıyaslandığında aracın geminin yada her ne ise o nesnenin fazla büyük olmadığı anlaşılıyordu. Dikkat çekici ne bir girintisi nede çıkıntısı vardı. Parlak pürüzsüz yüzey aracın bütün yüzeyini kaplıyor olmalıydı.
Genç kız, onlar çocukları dışarı çıkarmaya başladığında kurbanların yattığı ünitelerin hemen üzerindeki bir kapağı açmıştı. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle anlaşılmayacak bir kapak altında sayısız düğme ve tuş vardı. Genç kız bu tuşlarla oynamaya devam ediyordu. Doğan bir zaman sevgilisini izledikten sonra
“Ümit yok mu?" diye sordu genç kıza
“Bilemiyorum ama kapıyı öyle bir şekilde şifrelemiş ki açılmıyor. Zannediyorum kendisini bir kere daha derin uyku koduna aldı yada almaya hazırlanıyor." Olabilir miydi? Çocukların birini daha kucakladı. Yükseli çözmeye çalıştığı sorunlarla baş başa bırakıp dışarı çıktı.
Gökyüzündeki bej bulutlar yüklerini boşaltmaya başlamıştı. Damlaların düştüğü yerlerdeki su birikintilerinden anlaşılıyordu. Hasan Tırpan baygın yada yarı baygın çocukları kapının biraz ilerisine bıraktıkları bej renkli arabaya taşımıştı. Arka koltuğa dört çocuğu yarı oturur yarı uzanır bir şekilde yatırmıştı. Doğan son getirdiği çocuğu da onların yanına bıraktı. Çocukların biri ikisi gözlerini açmış mızıldanmaya başlamışlardı. Hasan Tırpan ne yapması gerektiğini bilemiyordu.
“Arabayı çalıştır. Bir an önce emanetleri yerine ulaştıralım" dedi Doğan. Sonra son çocuğu almak için evin içine girdi. İçeri girdi. Doğan salonu henüz geçmişti ki Yükseli kucağında çocuk ile dışarı çıkarken buldu. Genç kız nefes nefeseydi.
“Hadi çıkalım" diyordu. Doğan ne olduğunu anlamamıştı ama Yüksel hanımın telaşını görünce olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştı. Kucağında ki çocuğu aldı. Ön kapıya koşarcasına çıktılar. Hasan Tırpan arabanın çevresinde dönüp duruyordu. İkisinin de aceleyle dışarı çıktığını görünce bir şeyler olduğunu anlamıştı. Doğan anca dışarı çıktığında ne olduğunu sorabilecek zaman bulabilmişti.
“Neler oluyor" dedi. Genç kız arabayı işaret ederek
“Bir an önce buradan uzaklaşmamız gerekiyor. Tynark kendi kendini yok etme düzeneğini çalıştırdı" dedi. Başka bir açıklama aramaya gerek yoktu. Doğan neredeyse iterek Hasan'ı direksiyona oturttu. Zavallı hala bir şey anlamamış gibiydi.
“Kimden kaçıyoruz" dedi elindeki anahtarı direksiyon simidinde ki yuvasına sokmaya çalışırken. “Bende bilmiyorum ama bir an önce sen çocukları İlçeye götür" dedi. Yüksel arabadaki çocukları biraz daha düzene sokmaya çalışıyordu. O kadar çocuğu arka koltuğa neredeyse üst üste yerleştirdiler.
“Gözünü seveyim bir an önce hastaneye yada bir doktor kontrolüne teslim et" dedi.
“Siz... Siz burada mı kalacaksınız?" Doğanın sesi otoriterdi
“Polis memuru bu bir görev ve sen bu görevi layıkıyla yerine getirmelisin. Bir an önce emanetleri yerine ulaştırmalısın" dedi. Bu sözler ve ses tonunun üzerine Polis memurunun yapabileceği bir şey yoktu. Marşa bastı, bir çift far ışığının aydınlattığı toprak yolda araç yol almaya başladı.
“Dinliyorum" Doğan otomobili yola çıktıktan sonra Yükselin biraz olsun rahatladığını farketmişti. Acele etmelerinin Polis memurunu bir an önce bölgeden uzaklaştırmak için bir senaryo olduğunu anlamıştı. Sana senin olan bir şeyi geri vermek istedim. Birazdan tanık olacaklarına başkaları da ortak olsun istemiyoruz. Bir gün gelecek sizlerde bizim içinde olduğumuz sisteme dahil olacaksınız ama aşmanız gereken büyük sorunlar var. Bu nedenle bu olayları ne kadar az kişi görürse o kadar iyi olur. Hazır olduğunuzda tekrar geleceğiz. Umarım o gurubun içinde bende olurum" dedi.
Onlar konuşurlarken yukarı da bulutların arasında hareketlenmeler vardı. Karanlığın dakika dakika arttığı ortamda ancak dikkatli gözler bulutların biraz olsun aralandığını görebilirdi.
“Böyle bitsin istemezdim ama başka çaresi de yok Üstelik havanın kararması bizim içinde iyi. Meteorolojiye karışmaya da gerek kalmazdı. Bizlere büyük iyilikler ettin. Belki sen ve arkadaşların olmasaydı Tynark dizginlenmesi çok güç biri haline gelebilirdi. Bu sayede hem kendinize hem de bizlere büyük yararlar sağladınız." Ses titremeye başlamıştı.
“Bir ara sizin dünyanızdan umudumuzu kaybetmeye başlamıştık ama son yaşanılanlar teknolojik gelişmelerinizin yanında bazı evrensel değerlere sahip olmanız bizleri umutlandırdı. İnsanlığınızı yitirmeden uzaya açılmalısınız, özelliklerde dış uzaya." Bir kaç saniyelik suskunlukta Doğanın o ana kadar fark etmemiş olduğu Yükselin elindeki alet biplemeye başlamıştı.
“Galiba merakım sona erecek" eliyle genç kızı elindeki nesneyi gösteriyordu.
“Evet... Bu bizim sınırlar ötesi iletişim aracımız." Gülümsedi. "Sizin cep telefonlarınızın çok daha fazla gelişmişi" Karanlıkta yere ayaklarına bakıyordu.
“Beni çağırıyorlar" Bir an durdu. “Myra’da seni sevdi. Yüksel Pekcan da.. .Zannediyorum Necla hanımda. Sözlerinde elle tutulur bir hüzün vardı.
“Lütfen beni unutma" Binanın içine doğru yürümeye başlamıştı. Doğan bir kaç adım peşindeydi. “Lütfen... beni izleme. Öylesi çok daha zor olacak. Doğan bir an itiraz etmek istedi. Doğanın dudaklarına önce İşaret parmağı bastırdı susturmak için, peşinden de dudaklarını. Saniyeler asırlar gibi uzamıştı. Dudaklar tekrar ayrıldığında
“Seni bu dudaklar daha çok öpecek ama Myra’nın öpüşünü unutmanı istemem doğrusu" dedi. Doğan gene bir şey anlamamıştı. Yüksel, ağır adımlarla içeriye doğru yürümeye başladı. Doğan peşinden bir kaç adım daha attı. Uzanan el onu durdurmaya yetmişti.
“Lütfen." Bir iki adım sonra binanın karanlığında kaybolmak üzereyken "Armağanımızı seveceğini ümit ediyorum" dedi. Ses artık gizlemeye gerek duymadan ağlıyordu. Bir iki saniye sonrasında ise kafasının içerisindeydi ses
“Biz gittikten hemen sonra sen ve Besim lütfen binadan uzaklaşın." Sözlerin anlamını bir dakika sonra kafasını kaldırınca anlamıştı. Yukarıdan dar bir ışın demeti aşağı inmeye başlamıştı. Doğan, olayları başından beri yaşamasa inanmayacaktı. Uzun bir flüoresan ampulü andıran beyaz ışın demeti aşağı indi. Adam, başını kaldırıp ışığın nereden geldiğini görmek için kafasını bakışlarını gökyüzüne kaydırdı.
Gecenin karanlığı çöktüğü için bej bulutlar siyaha dönüşmüştü. Karanlık bulutların arasından bir ışık demeti iniyordu o kadar. "Anchilie" O incecik ışın demeti evin arkasında kayboldu. Bir dakika geçmemişti ki aşağıdan kocaman bir kaya gibi gölge ile birlikte yükselmeye başladı. İşte o zaman Doğan kendisini o kadar süre uğraştıran varlığın barınağı olan aracın gerçek boyutlarını görmüştü. Büyücek bir otobüs yada bir tren vagonu boyutlarındaydı. Yüzeyinin pürüzsüzlüğü o mesafeden bile belli oluyordu
Araç yükseldi, yükseldi ve bulutların arasında kayboldu. Akşamın karanlığı ve simsiyah bulutlarla kendini kamufle eden ana gemi, kapsülü ve içindekileri almıştı. Ardından bulutlar kapandı ve arkasını tamamen göstermez oldu. Bütün bunlar olup biterken ne bir ses nede titreşim oluşmamıştı.
Bir zaman sonra rüzgarın ve gecenin diğer sesleri de tekrar duyulmaya başlamıştı. Sessizlik de bitmiş her şey eskisi gibi olmuştu. Sihirli bir değnek değmiş gibi bulutlar dağılmıştı. Gökyüzünde yıldızlar parıldamaya başlamıştı. Bir yıldız ise sanki çok yakından geçermiş gibi kuzeye İlçeye yönelmiş bir saniye sonra gözden yitmişti.
Araç kuzeye yönelmiş karanlıkta kaybolmuştu ama Yüksel uzaklaşmamıştı. Doğanın kafasının içindeki konuştuğunu duyuyordu. “Lütfen oradan uzaklaşın" diyordu. Doğanın o zaman aklına bahçede kalan Besim geldi. Kafasının içinde Yüksel yalvarıyordu. “Lütfen uzaklaşın"
Bu bir Ahlak problemiydi ve ne kadar kötü olursa olsun arkadaşını içeride bırakamazdı. Evin açık kapısından içeri daldı. Evin içinde karanlık hüküm sürüyordu. Bir an aklına yaşadıkları geldi, bir köşeden Hekate kahkaha atıverecek gibiydi.
Bir kaç defa girip çıktığı evin bahçesini bulması zor olmadı. Bahçenin ortasındaki çukur daha da büyümüş gibiydi. "Adamlar geride bir şey bırakmak istemiyorlar" diye aklından geçirdi. Öyle olmamış olsa Yüksel Hanım kafasının içinde hala yalvarıyordu. Çukurun boyutları iki katına çıkmıştı. Koca kapsül topraktan çıkasıya kadar bir hayli zorlanmış olmalıydı. Doğan çevreye bakındı Besimi göremedi. Kendi kendine konuşur gibi
“Yüksel, Besim ortalarda yok" dedi. Konuşmasa da Yüksel’le bağlantısının sağlanacağını, O'na bir şey söylemek istediğinde düşünmesinin yeterli olacağını biliyordu. Dudakları hiç kıpırdamasa gırtlağından çıkan hava ses tellerini titreştirip anlaşılır sesler çıkartmasa da eski mesai arkadaşı kendisini duyabilirdi. Yine de o fizyolojisinin gereklerini yerine getirdi, bunca yılın alışkanlığı vardı ne de olsa.
“Kaçmış olmalı" Biraz düşününce çocukları dışarı çıkarmaya başladıktan sonra Besimi görmedikleri aklına geldi. O telaşta Besim akıllarına gelmemişti.
“Lütfen çık o binadan artık"
“Tamam tamam çıkıyorum." Son bir defa daha çevresine bakındıktan sonra koşar adımlarla dışarı kapıya yöneldi.
“Uzaklaşabildiğin kadar uzaklaş.” Bir an ne yapacağını bilemedi Doğan. Düşüncesi durup neler olacağını izlemek yönündeydi ama beyninin içindeki ses kendisine yalvarmaya devam ediyordu. Karanlık salondan koşar adım dışarı çıktı. Dışarıda temiz havada temposunu artırdı.
Eski taş evi köy yolundan ayıran tepeciği henüz aşmıştı ki büyük bir patlama sesi duydu. Yalvarmaların nedeni gözlerinin önündeydi. Yukarıdakiler olayın iyice kapanmasını sağlamak için geride hiç bir şey bırakmamaya kararlıydılar. Geri dönüp baktığında görebildiği yıkılmış bir bina karaltısından ibaretti Doğan bir zaman karanlıkta bile fark edilen toz dumana baktı. Ne ev ne çukur nede başka bir iz işaret kalmamış olmalıydı. Yönünü Köy yoluna çevirdi.
Dakikalar geçtikçe adımları hızlanıyordu Doğanın. İleride asfaltın siyah izi belirmeye başlamıştı. Bedenler arasında uzaklıklar çoğalmış olsa da Doğan hem yürüyor hem de zihnindeki Yüksel’le konuşabiliyordu.
“Peki, bir daha görebilecek miyim seni?" Bir süre sessizlik oldu. Bir an Yükselin yada Myra’nın gittiğini zannetmişti. Kafasının içinde bir yanıt almaması bile korkutmuştu kendisini.
“Yüksel... Şey... Yüksel hanım orada mısınız?" nedense aralarındaki ilişkinin bittiğini düşünüyor olmalıydı ki "sizli-bizli" konuşmaya başlamıştı.
“Yüksel hanım gitti ama ben buradayım" "sen kimsin" Doğan kafasının içindeki ses değişmemişti ama yine de temkinli olmak istiyordu. Ne de olsa kendilerinden çok ileri bir uygarlık üyesiyle konuşuyordu.
“Ben Myra" "Galaksi suç birimleri görevlisi Myra" O zaman Yüksel’le izmir yolunda aralarında geçmiş konuşmayı anımsadı Doğan. Myra, Yükselin gerçek adıydı.
“Birazdan gideceğim. Senin gibi bende bir kamu görevlisiyim, görev tamamlandı." Ses titriyordu. Belli ki ağlamak üzereydi. “Senden özür diliyoruz. Seçtiğimiz taşıyıcı yanlış oldu. Konunun doğrudan içinde olan birini seçmiş olmamız hataydı. Yine de bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz." Doğan söylenenlerden bir şey anlamıyordu ama dinlemeye devam ediyordu. Beden yapımız, kültürümüz, uygarlığımız sizlerden çok farklı.
“Evet bunu daha öncede söylemiştin" Ses beyninin içindeki ses anlatmaya devam ediyordu.
“Aramızdaki farklılıklara rağmen ben size yakınlık duydum. Farklı kültürden biriyle ilişkiye girdim. Beyninin içindeki ses iyice titremeye başlamıştı, Aşık oldum. Şimdi ise nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum. Belki de başın da yapılan bir yanlışlıktı bu, yanlış bir tercih. Milyonda bir olasılıktı ama gerçekleşti. Lütfen bizi anla. Bunu yapmak zorundaydık." Doğan bir anlam veremiyordu duyduklarına. Daha önce de benzer şeyleri duymuştu ama bu keresinde daha da ayrıntılı anlatılıyordu her şey sanki.
“Bir yanlışlık yada bizim bilmediğimiz bir kusur mu işledik yoksa" dedi hala anlamadığı belli olan bir tonda.
“Sizlerle iletişim kurmak için, sizlerin arasına karışabilmek için tıpkı Tynark gibi bizimde bir bedene gereksinimimiz vardı. Araştırmalarımız sonucunda Tynark'ın bu bölgede olabileceğini saptamıştık. O nedenle bu civardan bir organizma bulduk. Bir gün bir kaza sonucu ölmüş olan ve sizler tarafından umut kesilerek toprağa verilmiş bir bedeni aldık. Sizin için ölü olan bir beden bizim için hala sağ ve tedavi edilebilir bir organizmaydı.
Uzun süren bir tedavi sürecinden sonra tekrar canlandırdık. Onu eski sağlığına kavuşturduk, beyninin belli bölümlerini kullandık ama belleğini hiç ellemedik. Sonra derin uyku moduna aldık. Tynark'ın kapsülün de beklediğimiz hareketlenme başlayınca yalnızca bedeni derin uyku durumundan çıkarttık. Ve ben tıpkı Tynark’ın Besimi yönlendirdiği gibi ben de o bedeni yönlendirdim." Doğan duyduklarına inanamıyordu. Uzak bir olasılık kafasının içinde umut pırıltısı olarak ışıldamaya başlıyordu. "Yoksa" dedi yüksek sesle. Devamı beyninde yankılandı
“Evet, ne Besim ne sen nede diğerlerideğildiniz, seçtiğimiz o beden sizlerin tanıdığı sevdiği biriydi. İşte bu bir hataydı ama hatamızı anladığımızda ise çok geç kalmıştık. Yeniden birini alıp uyku konumuna geçirmek ve onu kendimiz için hazırlamak daha zordu. Bu nedenle tahminlerinizi inkar etmek daha kolay geldi bize." Bir ara sessizlik oldu. Doğan bir yönden ana yola diğer yönden Gölyaka köyüne uzanan asfalta çıkmıştı.
Bir an karasızlık yaşadıktan sonra yönünü köye çevirdi. Köyden bir araba temin etmesi daha kolay olacaktı. Adımlarını öylesine atıyor, sanki yanındaymış gibi Yükselle telepatik olarak konuşmaya devam ediyordu.
“Peki" dedi mırıldanır gibi “O nerede şimdi."
“Birazdan karşılaşacaksın. Lütfen bana kızma... Lütfen benden nefret etme. Sizlerin kader dediği düşük bir olasılık olmalı bu."
“Pişman mısın?" Bir süre sessizlik oldu, fiziksel anlamda duyulan sadece Doğanın ayak sesleriydi.
“Hayır. Şimdiye kadar yaptığım en güzel görevlerden biri bu... Yerine geçtiğim kişiyi çok sevdiğini biliyorum inan bana O’da seni çok seviyor. Umarım mutlu bir yaşantınız olur" Son dirseği döndükten sonra uzaktan köyün ışıkları görünmeye başlamıştı. Bir zaman sessiz kaldı. "Yüksel Ha... Yani Myra Hanım. Orada mısın?"
“Evet, bir dakika önce yada bir saat sonra bu ayrılık olacaktı. Hoşça kal ve lütfen beni unutma" dedi. Doğan ne yapacağını bilemez durumdaydı.
“Myra... Myra... Gitme..." Yanıt gelmiyordu. Doğan olduğu yerde durmuş sersem gibi çevresine bakınıyordu. İşte o zaman köye iyice yaklaştığını anlamıştı. Kendisine doğru gelen karaltılar vardı. Köyden birileri az önceki patlamanın ne olduğunu anlamaya çalışıyor olmalıydılar. Köylülerin kendisi hakkında ne düşündüğüne aldırmadan konuşuyordu kendi kendine.
“Gitme Myra" Aldığı yanıt ise daha uzaklardan duyulan tek bir kelimeden ibaretti. “Elveda" Yanından geçip gitmeye başlayan köylülerin bağırışları zihninde gelişen olaylardan koparmıştı Doğanı
“Bakın... Bakın..." Yolun solunda, göl kıyısına doğru bir ışık huzmesi belirmişti. Yere bir emanet indirir gibi aşağı indi ve şimşek gibi kayboldu. Işık Huzmesi yukarıdan sonsuzluktan gelir gibi göremeyecekleri kadar yukarıdan gelmişti. Beyninde yankılanan son bir "ELVEDA" ile gökyüzünde bir yıldız kaydı. Geride uzun bir ışık yolu bırakarak uzayın derinliklerine doğru gitti.
Doğan her şeyi unutmuş o ışığın belirdiği yere doğru koşmaya başlamıştı. Bir yandan da dua ediyordu umutları boşa çıkmasın diye. Hendeklerden, taşların üzerinden uçarcasına koşuyordu. Kafasının içindekilerin doğru olduğuna inandırmıştı kendisini. Yükselin yada Myra’nın yalan söylüyor olabileceğine ihtimal vermiyordu. Kendinden bir ara utandı, yabancılar kendisinin düşüncelerini hala bir şekilde izliyorsa hakkında ne düşüneceklerdi. Bir kaç dakika öncesine kadar konuştuğu kişiyi unutmuş çocukluk gençlik aşkına koşmaya başlamıştı. Yokuşu tırmandığında yanılmadığını anlamıştı.
Emniyet güçlerinin artık dayanacak güçleri kalmamıştı. İnsanlar aralarındaki kışkırtıcıların etkisiyle kapılara dayanmışlardı. İşin boyutu olağan bir linç girişimini aşmış neredeyse ayaklanmaya dönüşmüştü. İnsanlar sloganlar atıyor bağırıp çağırıyorlardı. Aşırı siyasi örgüt ve dernekler bu işi fırsat bilmiş olayı tam bir protesto havasına sokmuşlardı. Polislerin kurmuş oldukları insan zinciri toplanan kalabalık yanında zayıf kalmıştı. Bu nedenle sürekli geri çekilerek İşletmenin kapısına dayanmışlardı.
Komiser Rüzgar Ali üst kata çıkmıştı. Gözleri ana yolun güneyinde uzaktan göreceği tanıdık otomobili gözlüyordu. O tanıdık sesi o güzel "Çocuklar sağ salim yanımda oraya geliyoruz" cümlesini duyduğundan beri bir kaç defa aramıştı memurunu. Nerede olduğunu ne zaman geleceğini izlemeye çalışıyordu. Hastanenin ambulanslarını getirtmişti. İlçenin özel hastanesinden de bir ambulans istemişti. O da gelmek üzereydi. Uzakta görünen far ışıkları yakınlarına ulaşıncaya kadar heyecanla bekliyor, ilgisiz bir araç olduğunu anladığında da yanındakilere aldırmadan küfrü basıyordu.
Kamil Aksu, televizyon kameralarının çevresinde dört dönüyordu. Çekimlerin kalitesi görüntü, ışık gibi teknik konularla doğrudan ilgileniyordu. Bu onun için önemliydi. Çünkü kendisini görücüye çıkmış kabul ediyordu. Yaptıkları onun tüm televizyon kanalları tarafından tanınmasına neden olacaktı. Kimbilir belki de uluslar arası bir şöhret bile olabilirdi. İşleri başta iyi gitmiş, Kadir Öncü beyin bilgi ve deneyimleri sayesinde sıfırdan bir haber yaratmışlardı. Çocukların ailelerinin gelmiş olması olayı daha dramatize hale getirmişti. Bir haberde olması gereken heyecan, ilgi, gözyaşı, endişe, gizem hepsi bu akşam kendileri sayesinde yayılıyordu tüm ülkeye.
Ana kumanda minibüsünde bulunan kameralarla olayı anında izleyebiliyordu. Yerleştirdikleri sayısını tam olarak bilmediği kameralarla ile hiç bir şeyi kaçırmamış oluyorlardı. Kameraların konulduğu yerler bile özenle seçilmişti. Görsellik, haber düzmece bile olsa ön plandaydı. Hele bu işi kotaran adamlar. Kamil Aksu başta Kadir Öncü olmak üzere adamlara hayran olmuştu. Şu iki gün içerisinde pek çok şey öğrenmişti televizyonculuk konusunda. Bütün bunları düşünürken gözü minibüsün üzerindeki kameranın görüntüsüne takıldı. Uzaktan yaklaşan araç selektör yapıyordu. Bir anormallik olduğunu anlamıştı, telaşla minibüsten dışarı çıktı.
Görülesi manzaraydı. Karanlık çökeli bir hayli zaman geçmiş olsa bile analar evlatlarının varlığını hissediyor olmalıydı. En önde polisle kalabalığın arasında kalan aileler bir anda geri döndüler. Sanki hepsi birden uyarılmış gibiydiler. Karşılarında ovada dümdüz uzayan asfalt boyunca yaklaşan bir çift far ışığı vardı yalnızca. Kalabalık arasında "ovadan gelen arabanın içinde kaçırılan çocuklar var" söylentisi yayılmıştı.
Hasan Tırpanın kullandığı araba daha kalabalığın dış sınırına varmadan insanlar geriye dönmüşlerdi. İsminaz hanım bir elinde oğlu Tahsin hem çığlık atıyor hem de insanları sağa sola iteleyerek arabaya doğru koşturuyordu.
“Kızımın, Tülay’ımın kokusunu duyuyorum" diye bağrışıyordu. Arabanın içerisindeki kızı ise henüz kendisine geliyordu. Kadın aradan o kadar zaman geçmemişte sanki kızı akşam üzeri ağabeysinin top oynayışını izlemek için yenileyin çıkmış gibi kızına koşuyordu.
Arabayı kullanan Hasan Tırpan insanların kendisine adeta hücum ettiklerini görünce ayağını gazdan çekti. Önde koşturan, kalabalığı arkasında sürükleyen kadın annelerden biri olmalıydı. Ayağını gazdan çekmesi yetmemiş frene basmak zorunda da kalmıştı. Hemen arkasında mızıldayan çocuklardan örgülü saçlı olan "anneciğim" diye ağlamaya başlamıştı bile. Kalabalığı yönlendiren kadının arkasında diğer aileler koşuyordu. Ne duvara ne de polis kordonuna gerek kalmamıştı. Saatlerdir oturan ambulans sürücüleri de sıranın kendilerine geldiğini anlamışlardı.
Genç polis memuru, kendini bir anda kurtarıcı gibi bulmuştu. Omuzlarda geziyordu. Durumu binanın çatısından gören Rüzgar Ali bir anda aşağıya inmiş polis memurlarına ne yapmaları gerektiğini söylemişti. Polis kordonu bir kaç dakika içerisinde yer değiştirmiş çocukların bulunduğu araba ile ambulanslar arasında yeni bir koridor açılmıştı. Durumun değiştiğini içeriden gören İşletme çalışanları derin bir oh çekmişlerdi, özelliklerde İki Amerikalı.
Az önce vedalaşmamışlar gibi toprağın üzerinde yatıyordu genç kadın. Bir baygınlık geçirmiş öylesine uyuyup kalmış gibiydi. Doğan, yanına vardığında bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Bir kaç saniye öylece bakakaldı genç kıza. Neden sonra yavaşça eğildi. Elini nabzına koydu, umutlandı. Kalbin atışını bilekteki damarda hissetti. Kızın kalbi düzenli bir şekilde atıyordu. Yaşıyordu Yüksel Hanım. Karanlıkta dikkatlice bakınca göğsünün de inip kalktığını farketti. Genç kız uyuyordu. Hem de bebekler gibi. Arkasında ayak sesleri duyunca peşinden gelen köylüleri farketti. Bu doyumsuz zamanın uzun sürmeyeceği belliydi. Eğildi, masum bir öpücük kondurdu uyuyan genç kızın yanağına.
Bir öpücüğün bu kadar acı verebileceğini tahmin etmemişti doğrusu. Kafasına şiddetli bir darbe yemişti. Bir an belki saniyenin ondalarıyla ölçülebilecek bir an baygınlık geçirdiğini hissetti. İşte o an gözlerini açtı genç kız.
“Doğan" dedi. Peşinden de
“Besim" demişti. Gecenin soğuğunu aniden farketmiş gibi ürperdi. Doğanın elini istem dışı kafasına götürünce elindeki kanı fark etmişti. Geriye dönünce genç kızın söylediği isimle bir anda karşı karşıya geldi. Elinde tuttuğu tabancanın kabzası ile vurmuştu kafasına. Yapılması gereken tek şeyi yaptı, var kuvvetiyle Besimin üzerine atıldı. Aralarında boğuşma başladı. Bir yandan Besimin elindeki silahı düşürmeye çalışıyor diğer yandan bir zarar vermesin diye bir kenarda duran ve çığlık atmaktan başka bir şey yapmayan Yüksel’den uzaklaşmaya çalışıyordu. Beyni ise boş durmuyor bir kaç dakika önceki veda beyninde yankılanıp duruyordu.
“Yüksel Hanım siz misiniz?" dedi avazı çıktığı kadar bağırarak. Kenarda iki erkeğin kıyasıya boğuşmasını izleyen genç kız şaşkındı.
“Yüksel Hanım’da kim?" Sesinde azarlar bir ton vardı. Doğan, dakikalar önce konuşulanları tekrar anımsadı. Yüksel hanımın -yada Myra’nın- gider ayak dedikleri doğruydu.
Düşüncelerinden sıyrıldığı anda kendini yerde buldu. Besim, eline doğru şekilde alamadığı silahını düzeltmek üzereydi. Ani bir çırpınışla üzerine çökmüş olan Besimi atmayı denedi. Başaramadı ama dengesini bozmuştu. Bir kaç saniye sonra ayaktaydılar tekrar. Köylüler yetişmiş ama etraflarını çevrelemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Ayaktaki mücadele bir kaç saniye daha sürdü. İki sumo güreşçisi gibi birbirlerini tartıyorlardı. Dört el iki karın arasında sıkışmış gibiydi.
Birden bir silah patladı. Gitgide çoğalan köylüler arasında bağrışmalar oluştu. Silahın nereden atıldığı yada kime isabet ettiği bir kaç saniye sonra belli olmuştu. Ayaktaki iki adamdan önce Doğan çöktü dizlerinin üzerine ardından Besim yuvarlandı toprağın soğuk yüzeyine. Bir kaç adım ötede çevresinin kendisinden uzaklaşmasıyla açığa çıkan Ahmet Oker elinde silahıyla ayakta dikilip duruyordu. Çevresindekilerin bağırışlarına aldırmadan tetiğe birkaç defa daha bastı.
“Bunca kötülüğe sebep olan birinin Ölmesi evladır" dedi o osmanlıca ağırlıklı Türkçesiyle. Ardından elindeki silahta yere düştü. Doğan sanki asırlardır içinde taşıdığı görev hissinin sona erdiğini anlamıştı. Atalarının vermiş olduğu söz görev yerine getirilmişti.
Günler boyu İlçe olan biteni konuşmuştu. Daha doğrusu Turan olanları kaleme alasıya kadar herkes kendi bildiğini söylemişti. Gazetedeki bilgisayarının başına oturmuş neredeyse hiç kalkmadan yazmıştı romanını.
“Necla Hanım ise ayıldıktan sonra tıpkı Myra’nın dediği gibi hiç bir şey anımsamıyordu. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Kocasının cansız bedeni ayaklarının dibine yuvarlandığında bile neler olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Çocuğu biricik kızı doğduktan sonra kocasının tavırlarına da yanamamış hiç bağışlanmayacak bir davranış olduğunu bile bile intihara niyetlenmişti. Yattığı hastanede tedavisi için kullanılan ilaçlardan bir avuç yutmuştu. Sonra... Sonra ovanın ortasında bulmuştu kendisini.
Olayları kavraması uzun sürümüştü ama kızını o yaşı ile karşısında görünce sevinmesi mi yoksa kızı ile birlikte geçirmediği o günlere yanmalı mıydı bilemedi. Zamanla uyum sağlamasını bildi çevresine. Ve uzun zaman önce olması gereken mutlu son gerçekleşmişti. Doğan ve Necla Hanım evlenmişlerdi." "
Laptopunun klavyesine son bir kere daha vurdu. Günlerdir gazetenin bir odasında süren inzivası sona ermişti. Yazdır tuşuna bastığında sayfalar diğer odadaki yazıcıdan çıkmaya başladı. Bir süre sonra elinde onlarca sayfayla Yakup ustanın kapısını çalıyordu. Masasında oturan yaşlı adama elindeki kağıt destesini uzattı. Yılların Ustası ağır hareketlerle cebinden gözlük kılıfını çıkardı. Gözlüklerini gözüne taktıktan sonra masasına konulan dosyayı şöyle bir karıştırdı. Sayfaların bazılarında durup satırları okudu.
“Umarım iyi bir şeydir" dedi. İkisi birden gülümsediler.
“Düğünden hemen sonra yayınevine göndereceğim" dedi. İkisi birden dışarı çıktılar. Aceleleri vardı. Ne de olsa Doğan Denizci’nin düğünüydü. Çocukluk aşkı, gençlik aşkı ile evleniyordu. İkisi birden dışarı çıktı. Gazete uzun zamandır ilk defa erkenden kapanıyordu. Eh nede olsa yarın ki gazetenin başlığı hazırdı.
"N İ H A Y E T M U T L U S O N