Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - azizhayri

Sayfa: 1 ... 8 9 [10] 11 12 ... 39
136
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Kırk bir Son Bölüm
« : 27 Ocak 2016, 08:29:50 »
B Ö L Ü M   K I R K  B İ R

      Araçta az öncesine kadar duydukları neredeyse beyinlerinin içinde öten vınlama sesi kesilmişti. “Umarım" dedi Doğan "bu iş bitmiştir." Yüreğinin temennisini dile getiriyordu
      “Ya çocuklar..." Ayakta ne yapacağını bilmeden duran Polis memuru sormuştu bu keresinde.
      “Merak etmeyin. Birazdan kendilerine gelir. Derin bir uykudan uyanmış gibi olacaklar. Uzun süre yatmaktan adaleleri iyice zayıflamış olabilir. Bazı ağrıları olacak bir zaman ama yaşları uygun olduğu için çok çabuk atlatacaklardır. Onlar kendi araların da konuşurlarken çocukların birinin sesini duymuşlardı.
      “Baba... Babacığım" En son getirilen çocuk gözlerini açmış olmalıydı. Ayaktaki üç kişi önce birbirlerine sonra hala yerde baygın yatan Besime baktılar. Durumu nasıl anlatacaklardı minik yavruya. Nasıl "seni buraya baban kaçırdı getirdi" diyeceklerdi.
      “Arkadaşlar yine de ne olur ne olmaz diye çocukları dışarı çıkaralım biz" dedi Doğan. Az önce mırıltıları duyulan çocuğu kucakladı. Onu gören Hasan Tırpan’da bir başkasını kucaklamaya yöneldi. Aracın kendisiyle uğraşan araca tam bir hakimiyet kurmaya çalışan Yüksel hanıma dönerek
      “Ya bu vatandaş ne olacak" dedi. Yüksel hanım gülümsedi
      “Oda diğer çocuklar gibi olacaktır. Kendini derin uykudan uyanmış gibi bulacaktır. Yine de içiniz rahat edecekse bir parça ip bulup bağlayabilirsiniz" dedi. Bu sözler üzerine memur Hasan kabinde duran çocuklardan birini kucaklayıp resmen adı konulmamış amirini izlemeye başladı. Çocuklara bir zarar vermemek için ellerinden gelen tüm özeni gösteriyorlardı. Yüksel, Odth güneşinin tek uydusu olan Kölige de geliştirilmiş uzay aracını inceliyordu. Çok iyi bilmese de kendi uygarlığının bir ürünü sayılabilecek aracın kapısını bulmaya içeri girmeye çalışıyordu.  Hasan Tırpan dışarı köy evinin dışarısına çıkınca bir "ohh"  dedi. Kabus bitmişti yada bitmek üzereydi. O dışarı çıktığında Doğan amirini minik çocuğun başında gördü. En son kaçırılan çocuk olmalıydı ki gözlerini çoktan açmıştı. Doğan Memur Hasanı gördüğünde
      “Siz çocukların yanında kalın isterseniz" dedi.- "Birimizin çocukların yanında kalması iyi olur diye düşünüyorum" diye ekledi. Haksız sayılmazdı. Kendilerine gelen çocuklar çevresinde birilerini görmeyince ağlayıp sızlayabilirlerdi. Hasan Tırpan ise bu girişimi bir fırsat bilip belindeki telefonu çıkardı. Araç yada makine her ne ise sustuğuna göre cep telefonunun çalışması gerekiyordu. Tuşlara dokununca yanılmadığını anladı. Gelirken defalarca deneyip hep parazitle karşılaştığı telefonu çok normal bir şekilde çalışıyordu. Hemen amirinin çok iyi bildiği numarasını tuşladı.

      Rüzgar Ali telefonların çalışmamasını o kadar kanıksamıştı ki özel kılıfında belinde taşıdığı telefon o bildik marşı çalmaya başlayınca çok şaşırmıştı. Uzun zamandır yerini bile unuttuğu telefonunu açtı. Hele arkadaşının, çalışkan memurunun sesini telefonun öbür ucundan alınca daha çok hoşuna gitmişti. Telefonla konuşurken kendisini uzaktan izleyen biri yüzünün geçirdiği aşamaları görseydi bir insanın yüz ifadesini bu kadar çabuk değiştirmesine şaşırabilirdi. Telefonu kapattığında gözlerinin içi gülüyordu. Operasyon başarı ile sonuçlanmış çocuklar kurtulmuştu. Ama bunu kalabalığa nasıl anlatacaktı.
      Çocuklarınız bulundu, sağlıkları yerinde ve arkadaşlarımız tarafından getiriliyor" demesi gerekirdi. Ama bu sözleri bir kaç defa kullanmışlardı. Bu yöntem gittikçe artan insan yığınlarını bir kaç defa durdurmaya yetmişti de şimdi bir defa daha söyleyecek olurlarsa kimseyi inandıramazlardı. Şu halde onların gelmesini beklemekten başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.

      Polisler, bir defa daha yaklaşan kalabalığı nasıl durdurabileceklerini düşünüyorlardı. Geçen her dakika televizyonun ve fısıltı gazetesinin etkisiyle gelenleri artan kalabalığı durduramaz olmuşlardı. En önde ulusal televizyonların vazgeçilmez sunucusu vardı. Kadir Öncü’nün hemen yanında kayıp çocukların aileleri anneler ve babalar vardı. Acılı yürekler çok çabuk etkilenmiş gerçekten suçlularmış gibi Amerikalılara yüklenmeye başlamışlardı. Önceleri inkar etseler yada yanaşmasalar da ortamın etkilemesi sonucu iki yabancı gencin suçlu olduklarına ve cezalandırılmaları gerektiğine inanmaya başlamışlardı. Kitle psikolojisi bu olmalıydı.

        Kaymakam beyin yerinde bir kararı ile polis ve Jandarmanın bütün silahları boşaltılmıştı. Bu karar sayesinde her hangi bir kazaya neden olunmayacaktı. Doğrusu iyide olmuştu. Öfkeli kalabalığın her ileri hamlesinde polis zinciri geri çekilmek zorunda kalıyordu. Rüzgar Ali son çare olarak Amerikalılara gizlice kaçmalarını önermiş ama bu önerisi kabul görmemişti. Dayanabilecekleri kadar dayanmaya çalışıyorlardı. Hiç olmazsa destek kuvvetleri gelesiye kadar.

      Doğanın almadığı iki çocuk kalmıştı. Yüksel, hala giremediği aracın başında uğraşıyordu. Görünen bölümüyle kıyaslandığında aracın geminin yada her ne ise o nesnenin fazla büyük olmadığı anlaşılıyordu. Dikkat çekici ne bir girintisi nede çıkıntısı vardı. Parlak pürüzsüz yüzey aracın bütün yüzeyini kaplıyor olmalıydı.
      Genç kız, onlar çocukları dışarı çıkarmaya başladığında kurbanların yattığı ünitelerin hemen üzerindeki bir kapağı açmıştı. Dışarıdan bakıldığında kesinlikle anlaşılmayacak bir kapak altında sayısız düğme ve tuş vardı. Genç kız bu tuşlarla oynamaya devam ediyordu. Doğan bir zaman sevgilisini izledikten sonra
      “Ümit yok mu?" diye sordu genç kıza
      “Bilemiyorum ama kapıyı öyle bir şekilde şifrelemiş ki açılmıyor.  Zannediyorum kendisini bir kere daha derin uyku koduna aldı yada almaya hazırlanıyor." Olabilir miydi? Çocukların birini daha kucakladı. Yükseli çözmeye çalıştığı sorunlarla baş başa bırakıp dışarı çıktı.
      Gökyüzündeki bej bulutlar yüklerini boşaltmaya başlamıştı. Damlaların düştüğü yerlerdeki su birikintilerinden anlaşılıyordu. Hasan Tırpan baygın yada yarı baygın çocukları kapının biraz ilerisine bıraktıkları bej renkli arabaya taşımıştı. Arka koltuğa dört çocuğu yarı oturur yarı uzanır bir şekilde yatırmıştı. Doğan son getirdiği çocuğu da onların yanına bıraktı. Çocukların biri ikisi gözlerini açmış mızıldanmaya başlamışlardı. Hasan Tırpan ne yapması gerektiğini bilemiyordu.
      “Arabayı çalıştır. Bir an önce emanetleri yerine ulaştıralım" dedi Doğan. Sonra son çocuğu almak için evin içine girdi. İçeri girdi. Doğan salonu henüz geçmişti ki Yükseli kucağında çocuk ile dışarı çıkarken buldu. Genç kız nefes nefeseydi.
      “Hadi çıkalım" diyordu. Doğan ne olduğunu anlamamıştı ama Yüksel hanımın telaşını görünce olağanüstü bir durum olduğunu anlamıştı. Kucağında ki çocuğu aldı. Ön kapıya koşarcasına çıktılar. Hasan Tırpan arabanın çevresinde dönüp duruyordu. İkisinin de aceleyle dışarı çıktığını görünce bir şeyler olduğunu anlamıştı. Doğan anca dışarı çıktığında ne olduğunu sorabilecek zaman bulabilmişti.
      “Neler oluyor" dedi. Genç kız arabayı işaret ederek
      “Bir an önce buradan uzaklaşmamız gerekiyor. Tynark kendi kendini yok etme düzeneğini çalıştırdı" dedi. Başka bir açıklama aramaya gerek yoktu. Doğan neredeyse iterek Hasan'ı direksiyona oturttu. Zavallı hala bir şey anlamamış gibiydi.
      “Kimden kaçıyoruz" dedi elindeki anahtarı direksiyon simidinde ki yuvasına sokmaya çalışırken.  “Bende bilmiyorum ama bir an önce sen çocukları İlçeye götür" dedi. Yüksel arabadaki çocukları biraz daha düzene sokmaya çalışıyordu. O kadar çocuğu arka koltuğa neredeyse üst üste yerleştirdiler.
      “Gözünü seveyim bir an önce hastaneye yada bir doktor kontrolüne teslim et" dedi.
      “Siz... Siz burada mı kalacaksınız?" Doğanın sesi otoriterdi
      “Polis memuru bu bir görev ve sen bu görevi layıkıyla yerine getirmelisin. Bir an önce emanetleri yerine ulaştırmalısın" dedi. Bu sözler ve ses tonunun üzerine Polis memurunun yapabileceği bir şey yoktu. Marşa bastı, bir çift far ışığının aydınlattığı toprak yolda araç yol almaya başladı.

      “Dinliyorum" Doğan otomobili yola çıktıktan sonra Yükselin biraz olsun rahatladığını farketmişti. Acele etmelerinin Polis memurunu bir an önce bölgeden uzaklaştırmak için bir senaryo olduğunu anlamıştı. Sana senin olan bir şeyi geri vermek istedim. Birazdan tanık olacaklarına başkaları da ortak olsun istemiyoruz. Bir gün gelecek sizlerde bizim içinde olduğumuz sisteme dahil olacaksınız ama aşmanız gereken büyük sorunlar var. Bu nedenle bu olayları ne kadar az kişi görürse o kadar iyi olur. Hazır olduğunuzda tekrar geleceğiz. Umarım o gurubun içinde bende olurum" dedi.
      Onlar konuşurlarken yukarı da bulutların arasında hareketlenmeler vardı. Karanlığın dakika dakika arttığı ortamda ancak dikkatli gözler bulutların biraz olsun aralandığını görebilirdi.

      “Böyle bitsin istemezdim ama başka çaresi de yok Üstelik havanın kararması bizim içinde iyi. Meteorolojiye karışmaya da gerek kalmazdı. Bizlere büyük iyilikler ettin. Belki sen ve arkadaşların olmasaydı Tynark dizginlenmesi çok güç biri haline gelebilirdi. Bu sayede hem kendinize hem de bizlere büyük yararlar sağladınız." Ses titremeye başlamıştı.
      “Bir ara sizin dünyanızdan umudumuzu kaybetmeye başlamıştık ama son yaşanılanlar teknolojik gelişmelerinizin yanında bazı evrensel değerlere sahip olmanız bizleri umutlandırdı. İnsanlığınızı yitirmeden uzaya açılmalısınız, özelliklerde dış uzaya." Bir kaç saniyelik suskunlukta Doğanın o ana kadar fark etmemiş olduğu Yükselin elindeki alet biplemeye başlamıştı.
      “Galiba merakım sona erecek" eliyle genç kızı elindeki nesneyi gösteriyordu.
      “Evet... Bu bizim sınırlar ötesi iletişim aracımız." Gülümsedi. "Sizin cep telefonlarınızın çok daha fazla gelişmişi" Karanlıkta yere ayaklarına bakıyordu.
      “Beni çağırıyorlar" Bir an durdu. “Myra’da seni sevdi. Yüksel Pekcan da.. .Zannediyorum Necla hanımda. Sözlerinde elle tutulur bir hüzün vardı.

      “Lütfen beni unutma" Binanın içine doğru yürümeye başlamıştı. Doğan bir kaç adım peşindeydi. “Lütfen... beni izleme. Öylesi çok daha zor olacak. Doğan bir an itiraz etmek istedi. Doğanın dudaklarına önce İşaret parmağı bastırdı susturmak için, peşinden de dudaklarını. Saniyeler asırlar gibi uzamıştı. Dudaklar tekrar ayrıldığında
      “Seni bu dudaklar daha çok öpecek ama Myra’nın öpüşünü unutmanı istemem doğrusu" dedi. Doğan gene bir şey anlamamıştı. Yüksel, ağır adımlarla içeriye doğru yürümeye başladı. Doğan peşinden bir kaç adım daha attı. Uzanan el onu durdurmaya yetmişti.
      “Lütfen." Bir iki adım sonra binanın karanlığında kaybolmak üzereyken "Armağanımızı seveceğini ümit ediyorum" dedi. Ses artık gizlemeye gerek duymadan ağlıyordu. Bir iki saniye sonrasında ise kafasının içerisindeydi ses
      “Biz gittikten hemen sonra sen ve Besim lütfen binadan uzaklaşın." Sözlerin anlamını bir dakika sonra kafasını kaldırınca anlamıştı. Yukarıdan dar bir ışın demeti aşağı inmeye başlamıştı. Doğan, olayları başından beri yaşamasa inanmayacaktı. Uzun bir flüoresan ampulü andıran beyaz ışın demeti aşağı indi. Adam, başını kaldırıp ışığın nereden geldiğini görmek için kafasını bakışlarını gökyüzüne kaydırdı.
      Gecenin karanlığı çöktüğü için bej bulutlar siyaha dönüşmüştü. Karanlık bulutların arasından bir ışık demeti iniyordu o kadar.  "Anchilie" O incecik ışın demeti evin arkasında kayboldu. Bir dakika geçmemişti ki aşağıdan kocaman bir kaya gibi gölge ile birlikte yükselmeye başladı. İşte o zaman Doğan kendisini o kadar süre uğraştıran varlığın barınağı olan aracın gerçek boyutlarını görmüştü. Büyücek bir otobüs yada bir tren vagonu boyutlarındaydı. Yüzeyinin pürüzsüzlüğü o mesafeden bile belli oluyordu
      Araç yükseldi, yükseldi ve bulutların arasında kayboldu. Akşamın karanlığı ve simsiyah bulutlarla kendini kamufle eden ana gemi, kapsülü ve içindekileri almıştı. Ardından bulutlar kapandı ve arkasını tamamen göstermez oldu. Bütün bunlar olup biterken ne bir ses nede titreşim oluşmamıştı.
      Bir zaman sonra rüzgarın ve gecenin diğer sesleri de tekrar duyulmaya başlamıştı. Sessizlik de bitmiş her şey eskisi gibi olmuştu. Sihirli bir değnek değmiş gibi bulutlar dağılmıştı. Gökyüzünde yıldızlar parıldamaya başlamıştı. Bir yıldız ise sanki çok yakından geçermiş gibi kuzeye İlçeye yönelmiş bir saniye sonra gözden yitmişti.
      Araç kuzeye yönelmiş karanlıkta kaybolmuştu ama Yüksel uzaklaşmamıştı. Doğanın kafasının içindeki konuştuğunu duyuyordu. “Lütfen oradan uzaklaşın" diyordu. Doğanın o zaman aklına bahçede kalan Besim geldi. Kafasının içinde Yüksel yalvarıyordu.  “Lütfen uzaklaşın"
      Bu bir Ahlak problemiydi ve ne kadar kötü olursa olsun arkadaşını içeride bırakamazdı. Evin açık kapısından içeri daldı. Evin içinde karanlık hüküm sürüyordu. Bir an aklına yaşadıkları geldi, bir köşeden Hekate kahkaha atıverecek gibiydi.
      Bir kaç defa girip çıktığı evin bahçesini bulması zor olmadı. Bahçenin ortasındaki çukur daha da büyümüş gibiydi. "Adamlar geride bir şey bırakmak istemiyorlar" diye aklından geçirdi. Öyle olmamış olsa Yüksel Hanım kafasının içinde hala yalvarıyordu. Çukurun boyutları iki katına çıkmıştı. Koca kapsül topraktan çıkasıya kadar bir hayli zorlanmış olmalıydı. Doğan çevreye bakındı Besimi göremedi. Kendi kendine konuşur gibi
      “Yüksel, Besim ortalarda yok" dedi. Konuşmasa da Yüksel’le bağlantısının sağlanacağını, O'na bir şey söylemek istediğinde düşünmesinin yeterli olacağını biliyordu. Dudakları hiç kıpırdamasa gırtlağından çıkan hava ses tellerini titreştirip anlaşılır sesler çıkartmasa da eski mesai arkadaşı kendisini duyabilirdi. Yine de o fizyolojisinin gereklerini yerine getirdi, bunca yılın alışkanlığı vardı ne de olsa.
     “Kaçmış olmalı" Biraz düşününce çocukları dışarı çıkarmaya başladıktan sonra Besimi görmedikleri aklına geldi. O telaşta Besim akıllarına gelmemişti.
      “Lütfen çık o binadan artık"

      “Tamam tamam çıkıyorum." Son bir defa daha çevresine bakındıktan sonra koşar adımlarla dışarı kapıya yöneldi.
      “Uzaklaşabildiğin kadar uzaklaş.” Bir an ne yapacağını bilemedi Doğan. Düşüncesi durup neler olacağını izlemek yönündeydi ama beyninin içindeki ses kendisine yalvarmaya devam ediyordu. Karanlık salondan koşar adım dışarı çıktı. Dışarıda temiz havada temposunu artırdı.
      Eski taş evi köy yolundan ayıran tepeciği henüz aşmıştı ki büyük bir patlama sesi duydu. Yalvarmaların nedeni gözlerinin önündeydi. Yukarıdakiler olayın iyice kapanmasını sağlamak için geride hiç bir şey bırakmamaya kararlıydılar. Geri dönüp baktığında görebildiği yıkılmış bir bina karaltısından ibaretti Doğan bir zaman karanlıkta bile fark edilen toz dumana baktı. Ne ev ne çukur nede başka bir iz işaret kalmamış olmalıydı. Yönünü Köy yoluna çevirdi.
      Dakikalar geçtikçe adımları hızlanıyordu Doğanın. İleride asfaltın siyah izi belirmeye başlamıştı. Bedenler arasında uzaklıklar çoğalmış olsa da Doğan hem yürüyor hem de zihnindeki Yüksel’le konuşabiliyordu.
      “Peki, bir daha görebilecek miyim seni?" Bir süre sessizlik oldu. Bir an Yükselin yada Myra’nın gittiğini zannetmişti. Kafasının içinde bir yanıt almaması bile korkutmuştu kendisini.
      “Yüksel... Şey... Yüksel hanım orada mısınız?" nedense aralarındaki ilişkinin bittiğini düşünüyor olmalıydı ki "sizli-bizli" konuşmaya başlamıştı.
      “Yüksel hanım gitti ama ben buradayım" "sen kimsin" Doğan kafasının içindeki ses değişmemişti ama yine de temkinli olmak istiyordu. Ne de olsa kendilerinden çok ileri bir uygarlık üyesiyle konuşuyordu.
      “Ben Myra"  "Galaksi suç birimleri görevlisi Myra" O zaman Yüksel’le izmir yolunda aralarında geçmiş konuşmayı anımsadı Doğan. Myra, Yükselin gerçek adıydı.
      “Birazdan gideceğim. Senin gibi bende bir kamu görevlisiyim, görev tamamlandı." Ses titriyordu. Belli ki ağlamak üzereydi.  “Senden özür diliyoruz. Seçtiğimiz taşıyıcı yanlış oldu. Konunun doğrudan içinde olan birini seçmiş olmamız hataydı. Yine de bizi bağışlayacağını ümit ediyoruz." Doğan söylenenlerden bir şey anlamıyordu ama dinlemeye devam ediyordu. Beden yapımız, kültürümüz, uygarlığımız sizlerden çok farklı.
      “Evet bunu daha öncede söylemiştin" Ses beyninin içindeki ses anlatmaya devam ediyordu.
      “Aramızdaki farklılıklara rağmen ben size yakınlık duydum. Farklı kültürden biriyle ilişkiye girdim. Beyninin içindeki ses iyice titremeye başlamıştı, Aşık oldum. Şimdi ise nasıl özür dileyeceğimi bilemiyorum. Belki de başın da yapılan bir yanlışlıktı bu, yanlış bir tercih. Milyonda bir olasılıktı ama gerçekleşti. Lütfen bizi anla. Bunu yapmak zorundaydık." Doğan bir anlam veremiyordu duyduklarına. Daha önce de benzer şeyleri duymuştu ama bu keresinde daha da ayrıntılı anlatılıyordu her şey sanki.
      “Bir yanlışlık yada bizim bilmediğimiz bir kusur mu işledik yoksa" dedi hala anlamadığı belli olan bir tonda.
      “Sizlerle iletişim kurmak için, sizlerin arasına karışabilmek için tıpkı Tynark gibi bizimde bir bedene gereksinimimiz vardı. Araştırmalarımız sonucunda Tynark'ın bu bölgede olabileceğini saptamıştık. O nedenle bu civardan bir organizma bulduk. Bir gün bir kaza sonucu ölmüş olan ve sizler tarafından umut kesilerek toprağa verilmiş bir bedeni aldık. Sizin için ölü olan bir beden bizim için hala sağ ve tedavi edilebilir bir organizmaydı.
      Uzun süren bir tedavi sürecinden sonra tekrar canlandırdık. Onu eski sağlığına kavuşturduk, beyninin belli bölümlerini kullandık ama belleğini hiç ellemedik. Sonra derin uyku moduna aldık. Tynark'ın kapsülün de beklediğimiz hareketlenme başlayınca yalnızca bedeni derin uyku durumundan çıkarttık. Ve ben tıpkı Tynark’ın Besimi yönlendirdiği gibi ben de o bedeni yönlendirdim." Doğan duyduklarına inanamıyordu. Uzak bir olasılık kafasının içinde umut pırıltısı olarak ışıldamaya başlıyordu. "Yoksa" dedi yüksek sesle. Devamı beyninde yankılandı
      “Evet, ne Besim ne sen nede diğerlerideğildiniz, seçtiğimiz o beden sizlerin tanıdığı sevdiği biriydi. İşte bu bir hataydı ama hatamızı anladığımızda ise çok geç kalmıştık. Yeniden birini alıp uyku konumuna geçirmek ve onu kendimiz için hazırlamak daha zordu. Bu nedenle tahminlerinizi inkar etmek daha kolay geldi bize."  Bir ara sessizlik oldu. Doğan bir yönden ana yola diğer yönden Gölyaka köyüne uzanan asfalta çıkmıştı.
      Bir an karasızlık yaşadıktan sonra yönünü köye çevirdi. Köyden bir araba temin etmesi daha kolay olacaktı. Adımlarını öylesine atıyor, sanki yanındaymış gibi Yükselle telepatik olarak konuşmaya devam ediyordu.
      “Peki" dedi mırıldanır gibi “O nerede şimdi."
      “Birazdan karşılaşacaksın. Lütfen bana kızma... Lütfen benden nefret etme. Sizlerin kader dediği düşük bir olasılık olmalı bu."
      “Pişman mısın?" Bir süre sessizlik oldu, fiziksel anlamda duyulan sadece Doğanın ayak sesleriydi.
      “Hayır. Şimdiye kadar yaptığım en güzel görevlerden biri bu... Yerine geçtiğim kişiyi çok sevdiğini biliyorum inan bana O’da seni çok seviyor. Umarım mutlu bir yaşantınız olur"  Son dirseği döndükten sonra uzaktan köyün ışıkları görünmeye başlamıştı. Bir zaman sessiz kaldı. "Yüksel Ha...  Yani Myra Hanım. Orada mısın?"
      “Evet, bir dakika önce yada bir saat sonra bu ayrılık olacaktı. Hoşça kal ve lütfen beni unutma" dedi. Doğan ne yapacağını bilemez durumdaydı.
      “Myra... Myra... Gitme..." Yanıt gelmiyordu. Doğan olduğu yerde durmuş sersem gibi çevresine bakınıyordu. İşte o zaman köye iyice yaklaştığını anlamıştı. Kendisine doğru gelen karaltılar vardı. Köyden birileri az önceki patlamanın ne olduğunu anlamaya çalışıyor olmalıydılar. Köylülerin kendisi hakkında ne düşündüğüne aldırmadan konuşuyordu kendi kendine.
      “Gitme Myra" Aldığı yanıt ise daha uzaklardan duyulan tek bir kelimeden ibaretti.  “Elveda" Yanından geçip gitmeye başlayan köylülerin bağırışları zihninde gelişen olaylardan koparmıştı Doğanı
      “Bakın... Bakın..." Yolun solunda, göl kıyısına doğru bir ışık huzmesi belirmişti. Yere bir emanet indirir gibi aşağı indi ve şimşek gibi kayboldu. Işık Huzmesi yukarıdan sonsuzluktan gelir gibi göremeyecekleri kadar yukarıdan gelmişti. Beyninde yankılanan son bir "ELVEDA" ile gökyüzünde bir yıldız kaydı. Geride uzun bir ışık yolu bırakarak uzayın derinliklerine doğru gitti.

      Doğan her şeyi unutmuş o ışığın belirdiği yere doğru koşmaya başlamıştı. Bir yandan da dua ediyordu umutları boşa çıkmasın diye. Hendeklerden, taşların üzerinden uçarcasına koşuyordu. Kafasının içindekilerin doğru olduğuna inandırmıştı kendisini. Yükselin yada Myra’nın yalan söylüyor olabileceğine ihtimal vermiyordu. Kendinden bir ara utandı, yabancılar kendisinin düşüncelerini hala bir şekilde izliyorsa hakkında ne düşüneceklerdi. Bir kaç dakika öncesine kadar konuştuğu kişiyi unutmuş çocukluk gençlik aşkına koşmaya başlamıştı. Yokuşu tırmandığında yanılmadığını anlamıştı.

      Emniyet güçlerinin artık dayanacak güçleri kalmamıştı. İnsanlar aralarındaki kışkırtıcıların etkisiyle kapılara dayanmışlardı. İşin boyutu olağan bir linç girişimini aşmış neredeyse ayaklanmaya dönüşmüştü. İnsanlar sloganlar atıyor bağırıp çağırıyorlardı. Aşırı siyasi örgüt ve dernekler bu işi fırsat bilmiş olayı tam bir protesto havasına sokmuşlardı. Polislerin kurmuş oldukları insan zinciri toplanan kalabalık yanında zayıf kalmıştı. Bu nedenle sürekli geri çekilerek İşletmenin kapısına dayanmışlardı.
      Komiser Rüzgar Ali üst kata çıkmıştı. Gözleri ana yolun güneyinde uzaktan göreceği tanıdık otomobili gözlüyordu. O tanıdık sesi o güzel "Çocuklar sağ salim yanımda oraya geliyoruz" cümlesini duyduğundan beri bir kaç defa aramıştı memurunu. Nerede olduğunu ne zaman geleceğini izlemeye çalışıyordu. Hastanenin ambulanslarını getirtmişti. İlçenin özel hastanesinden de bir ambulans istemişti. O da gelmek üzereydi. Uzakta görünen far ışıkları yakınlarına ulaşıncaya kadar heyecanla bekliyor, ilgisiz bir araç olduğunu anladığında da yanındakilere aldırmadan küfrü basıyordu.
 
     Kamil Aksu, televizyon kameralarının çevresinde dört dönüyordu. Çekimlerin kalitesi görüntü, ışık gibi teknik konularla doğrudan ilgileniyordu. Bu onun için önemliydi. Çünkü kendisini görücüye çıkmış kabul ediyordu. Yaptıkları onun tüm televizyon kanalları tarafından tanınmasına neden olacaktı. Kimbilir belki de uluslar arası bir şöhret bile olabilirdi. İşleri başta iyi gitmiş, Kadir Öncü beyin bilgi ve deneyimleri sayesinde sıfırdan bir haber yaratmışlardı. Çocukların ailelerinin gelmiş olması olayı daha dramatize hale getirmişti. Bir haberde olması gereken heyecan, ilgi, gözyaşı, endişe, gizem hepsi bu akşam kendileri sayesinde yayılıyordu tüm ülkeye.
      Ana kumanda minibüsünde bulunan kameralarla olayı anında izleyebiliyordu. Yerleştirdikleri sayısını tam olarak bilmediği kameralarla ile hiç bir şeyi kaçırmamış oluyorlardı. Kameraların konulduğu yerler bile özenle seçilmişti. Görsellik, haber düzmece bile olsa ön plandaydı. Hele bu işi kotaran adamlar. Kamil Aksu başta Kadir Öncü olmak üzere adamlara hayran olmuştu. Şu iki gün içerisinde pek çok şey öğrenmişti televizyonculuk konusunda. Bütün bunları düşünürken gözü minibüsün üzerindeki kameranın görüntüsüne takıldı. Uzaktan yaklaşan araç selektör yapıyordu. Bir anormallik olduğunu anlamıştı, telaşla minibüsten dışarı çıktı.
      Görülesi manzaraydı. Karanlık çökeli bir hayli zaman geçmiş olsa bile analar evlatlarının varlığını hissediyor olmalıydı. En önde polisle kalabalığın arasında kalan aileler bir anda geri döndüler. Sanki hepsi birden uyarılmış gibiydiler. Karşılarında ovada dümdüz uzayan asfalt boyunca yaklaşan bir çift far ışığı vardı yalnızca. Kalabalık arasında "ovadan gelen arabanın içinde kaçırılan çocuklar var" söylentisi yayılmıştı.
      Hasan Tırpanın kullandığı araba daha kalabalığın dış sınırına varmadan insanlar geriye dönmüşlerdi. İsminaz hanım bir elinde oğlu Tahsin hem çığlık atıyor hem de insanları sağa sola iteleyerek arabaya doğru koşturuyordu.
      “Kızımın, Tülay’ımın kokusunu duyuyorum" diye bağrışıyordu. Arabanın içerisindeki kızı ise henüz kendisine geliyordu. Kadın aradan o kadar zaman geçmemişte sanki kızı akşam üzeri ağabeysinin top oynayışını izlemek için yenileyin çıkmış gibi kızına koşuyordu.
      Arabayı kullanan Hasan Tırpan insanların kendisine adeta hücum ettiklerini görünce ayağını gazdan çekti. Önde koşturan, kalabalığı arkasında sürükleyen kadın annelerden biri olmalıydı. Ayağını gazdan çekmesi yetmemiş frene basmak zorunda da kalmıştı. Hemen arkasında mızıldayan çocuklardan örgülü saçlı olan "anneciğim" diye ağlamaya başlamıştı bile. Kalabalığı yönlendiren kadının arkasında diğer aileler koşuyordu. Ne duvara ne de polis kordonuna gerek kalmamıştı. Saatlerdir oturan ambulans sürücüleri de sıranın kendilerine geldiğini anlamışlardı.
      Genç polis memuru, kendini bir anda kurtarıcı gibi bulmuştu. Omuzlarda geziyordu. Durumu binanın çatısından gören Rüzgar Ali bir anda aşağıya inmiş polis memurlarına ne yapmaları gerektiğini söylemişti. Polis kordonu bir kaç dakika içerisinde yer değiştirmiş çocukların bulunduğu araba ile ambulanslar arasında yeni bir koridor açılmıştı. Durumun değiştiğini içeriden gören İşletme çalışanları derin bir oh çekmişlerdi, özelliklerde İki Amerikalı.

      Az önce vedalaşmamışlar gibi toprağın üzerinde yatıyordu genç kadın. Bir baygınlık geçirmiş öylesine uyuyup kalmış gibiydi. Doğan, yanına vardığında bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Bir kaç saniye öylece bakakaldı genç kıza. Neden sonra yavaşça eğildi. Elini nabzına koydu, umutlandı. Kalbin atışını bilekteki damarda hissetti. Kızın kalbi düzenli bir şekilde atıyordu. Yaşıyordu Yüksel Hanım. Karanlıkta dikkatlice bakınca göğsünün de inip kalktığını farketti. Genç kız uyuyordu. Hem de bebekler gibi. Arkasında ayak sesleri duyunca peşinden gelen köylüleri farketti. Bu doyumsuz zamanın uzun sürmeyeceği belliydi. Eğildi, masum bir öpücük kondurdu uyuyan genç kızın yanağına.

      Bir öpücüğün bu kadar acı verebileceğini tahmin etmemişti doğrusu. Kafasına şiddetli bir darbe yemişti. Bir an belki saniyenin ondalarıyla ölçülebilecek bir an baygınlık geçirdiğini hissetti. İşte o an gözlerini açtı genç kız.
      “Doğan" dedi. Peşinden de
      “Besim" demişti. Gecenin soğuğunu aniden farketmiş gibi ürperdi. Doğanın elini istem dışı kafasına götürünce elindeki kanı fark etmişti. Geriye dönünce genç kızın söylediği isimle bir anda karşı karşıya geldi. Elinde tuttuğu tabancanın kabzası ile vurmuştu kafasına. Yapılması gereken tek şeyi yaptı, var kuvvetiyle Besimin üzerine atıldı. Aralarında boğuşma başladı. Bir yandan Besimin elindeki silahı düşürmeye çalışıyor diğer yandan bir zarar vermesin diye bir kenarda duran ve çığlık atmaktan başka bir şey yapmayan Yüksel’den uzaklaşmaya çalışıyordu. Beyni ise boş durmuyor bir kaç dakika önceki veda beyninde yankılanıp duruyordu.
      “Yüksel Hanım siz misiniz?" dedi avazı çıktığı kadar bağırarak. Kenarda iki erkeğin kıyasıya boğuşmasını izleyen genç kız şaşkındı.
      “Yüksel Hanım’da kim?" Sesinde azarlar bir ton vardı. Doğan, dakikalar önce konuşulanları tekrar anımsadı. Yüksel hanımın -yada Myra’nın- gider ayak dedikleri doğruydu.
      Düşüncelerinden sıyrıldığı anda kendini yerde buldu. Besim, eline doğru şekilde alamadığı silahını düzeltmek üzereydi. Ani bir çırpınışla üzerine çökmüş olan Besimi atmayı denedi. Başaramadı ama dengesini bozmuştu. Bir kaç saniye sonra ayaktaydılar tekrar. Köylüler yetişmiş ama etraflarını çevrelemekten başka bir şey yapmıyorlardı. Ayaktaki mücadele bir kaç saniye daha sürdü. İki sumo güreşçisi gibi birbirlerini tartıyorlardı. Dört el iki karın arasında sıkışmış gibiydi.
      Birden bir silah patladı. Gitgide çoğalan köylüler arasında bağrışmalar oluştu. Silahın nereden atıldığı yada kime isabet ettiği bir kaç saniye sonra belli olmuştu. Ayaktaki iki adamdan önce Doğan çöktü dizlerinin üzerine ardından Besim yuvarlandı toprağın soğuk yüzeyine. Bir kaç adım ötede çevresinin kendisinden uzaklaşmasıyla açığa çıkan Ahmet Oker elinde silahıyla ayakta dikilip duruyordu. Çevresindekilerin bağırışlarına aldırmadan tetiğe birkaç defa daha bastı.
      “Bunca kötülüğe sebep olan birinin Ölmesi evladır" dedi o osmanlıca ağırlıklı Türkçesiyle. Ardından elindeki silahta yere düştü. Doğan sanki asırlardır içinde taşıdığı görev hissinin sona erdiğini anlamıştı. Atalarının vermiş olduğu söz görev yerine getirilmişti.

     Günler boyu İlçe olan biteni konuşmuştu. Daha doğrusu Turan olanları kaleme alasıya kadar herkes kendi bildiğini söylemişti. Gazetedeki bilgisayarının başına oturmuş neredeyse hiç kalkmadan yazmıştı romanını.

      “Necla Hanım ise ayıldıktan sonra tıpkı Myra’nın dediği gibi hiç bir şey anımsamıyordu. Sanki uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Kocasının cansız bedeni ayaklarının dibine yuvarlandığında bile neler olduğunu anımsamaya çalışıyordu. Çocuğu biricik kızı doğduktan sonra kocasının tavırlarına da yanamamış hiç bağışlanmayacak bir davranış olduğunu bile bile intihara niyetlenmişti. Yattığı hastanede tedavisi için kullanılan ilaçlardan bir avuç yutmuştu. Sonra... Sonra ovanın ortasında bulmuştu kendisini.

      Olayları kavraması uzun sürümüştü ama kızını o yaşı ile karşısında görünce sevinmesi mi yoksa kızı ile birlikte geçirmediği o günlere yanmalı mıydı bilemedi. Zamanla uyum sağlamasını bildi çevresine. Ve uzun zaman önce olması gereken mutlu son gerçekleşmişti. Doğan ve Necla Hanım evlenmişlerdi." "

      Laptopunun klavyesine son bir kere daha vurdu. Günlerdir gazetenin bir odasında süren inzivası sona ermişti. Yazdır tuşuna bastığında sayfalar diğer odadaki yazıcıdan çıkmaya başladı. Bir süre sonra elinde onlarca sayfayla Yakup ustanın kapısını çalıyordu. Masasında oturan yaşlı adama elindeki kağıt destesini uzattı. Yılların Ustası ağır hareketlerle cebinden gözlük kılıfını çıkardı. Gözlüklerini gözüne taktıktan sonra masasına konulan dosyayı şöyle bir karıştırdı. Sayfaların bazılarında durup satırları okudu.
      “Umarım iyi bir şeydir" dedi. İkisi birden gülümsediler.
      “Düğünden hemen sonra yayınevine göndereceğim" dedi. İkisi birden dışarı çıktılar. Aceleleri vardı. Ne de olsa Doğan Denizci’nin düğünüydü. Çocukluk aşkı, gençlik aşkı ile evleniyordu. İkisi birden dışarı çıktı. Gazete uzun zamandır ilk defa erkenden kapanıyordu. Eh nede olsa yarın ki gazetenin başlığı hazırdı.

"N İ H A Y E T   M U T L U  S O N

137
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Kırk
« : 25 Ocak 2016, 11:27:11 »
B Ö L Ü M   K I R K

      Adam yine bahçeye çıktı. Uzaktan köyün camisinden ikindi ezanı duyuluyordu. İşte dehlize girdiği zaman masanın üzerinde bulduğu ve olağan üstü yetenekleri olmadan hayatta okuyamayacağı kara kaplı defterde yazılanları anımsadı." Kurban töreni güneş ufka yaklaşmaya başladığında yapılmalıdır" diyordu. Yine aynı kitap "Eğer güneş dağların ardında kaybolursa çömezler rahip, rahipler başrahip olabilmek için bir sonraki Ekinoks'u beklemek zorundadırlar. Eğer bu kurban töreni gerçekleşmez de güneş batarsa Tanrıça Hekate'nin lanetini hiç kimse, hiç bir şey durduramaz" diyordu. Bahçenin ortasındaki kocaman yeşil halıyı açtı. Halının altında hapishane parmaklığı gibi bir Izgara göründü. Izgaranın altında o ilk günden beri ışığı artan yeşil duvar, dumanlar saçmaya başlamıştı.

      Geri dönüşleri yavaş olduğu için karşılarından gelen bej renkli otomobili farkettiler. Komiser bey bir kez selektör yaptı. Karşılarından gelen otomobil saniyeler geçtikçe yaklaşıyordu. Bir yanıt gelmeyince acaba bir başkası mı diye düşünüyordu ki plakayı gördü. Araçlar birbirine teğet geçmek üzereyken bir selektör daha yaptı ve kornasına basmaya başladı. Diğer araç sert bir fren yapıp yolun sağına çekti. Rüzgar Ali de sağa yanaştı. Dörtlü uyarı ışıklarını yakıp beklemeye başladı. Bir dakika sonra Doğan ve yanındaki Yüksel arabalarının yanlarındaydı.
      “Boşuna gitmeyin diye uyarmak istedim sizleri" dedi. Ali Rüzgarlı anlamamış gibi kendilerine bakan iki kişiye.
      “Neden"
      “Biz o eve gittik. Evde sadece yaşlı bir kadın kalıyor. İçeri buyur etti bizi, sanıyorum bir ağanın bağ evi. Ev dışarıdan göründüğü gibi değil çok iyi durumda. Temiz ve bakımlı. Öyle perili, cinli bir yere benzemiyor" dedi.
      “İmam arkadaş ne diyor bu işe" Komiser gülmeye başladı. Bu gülüş komik bir olayın tepkisinden çok sinir gülüşüydü.
      “O onun bunun çocuğu kaçmış" Yanlarında durup sessizce kendilerini dinleyen Yüksel Hanımı görünce toparladı kendini “Kusura bakmayın Hanımefendi" dedi. Yükselin kafası ise bu tür nezaket kurallarından daha çok Komiserin ev için söylediklerine takılmıştı.
      “Bir hile olamaz mı? Bütün bu işleri yapacak cesareti kendinde bulanlar böyle küçük oyunlar oynamış olamazlar mı?" dedi. “Allah kahretsin" dedi içinden Komiser, vazgeçmek için çok çabuk karar vermişlerdi. “Keşke bahçe duvarına tırmanıp içeri bakmayı deneseydim" dedi Uğur Tamsun. Hasan Tırpan ise
      “Sanırım yaşlı kadın izin vermezdi" dedi. Bunları söylerken kafasından geçen "Moruk" yakıştırmasına yaşlı kadının verdiği yanıtı düşünüyordu. Bir kaç cümle ile anlattı durumu.
      “Bence O evi bir kere daha ziyaret edelim Komiserim" dedi Memur Hasan. Komiser de aynı düşüncede olduğunu belirtmek için kafasını salladı. O arada Yüksel hanım söze girdi.
      “Komiserim, Amerikalı iki dostumuz arabalarını geri vermek ve vedalaşmak için İlçeye dönmüşler. İlçede geçen ay olanların bir benzeri hatta daha büyüğü yaşanabilir." dedi. Komiser şaşırdı, kısa bir anda karar vermesi gerekiyordu. Yere baktı bir an, içindeki öfke büyüyordu, sağa sola bakındı. Yerdeki minik taşları öfke ile tekmeledi.

      “O zaman sen bu iki arkadaştan birini al o eve git. Ben diğer arkadaşla İlçeye döneyim" dedi. Komiserin sözleri henüz bitmişti ki Hasan Tırpan ileri atıldı
      “Komiserim izin verirseniz ben Doğan amirimle gideyim" dedi. Uğur Tamsun saniye farkı ile geç kalmıştı. Otuz saniye sonra Komiserin arabası İlçeye doğru tam gaz gidiyordu.

      Halı kalkınca aşağıda günler süren uğraşmalar sonucu açtığı kocaman çukur ortaya çıkmıştı. Sanki bir bomba yada gökyüzünden bir göktaşı düşmüşte bahçenin orta yerine bir krater açmış gibiydi. Kendinin bile inanmakta güçlük çektiği bir kuvvetle o kocaman ızgarayı tutup bir ucunu yere indirmişti. Bu sayede çukuru örten ızgara bir merdiven olmuştu. Merdivenin basamaklarından ağır ve dikkatli adımlarla aşağıya indi. İçini huzur dolduran yeşil ışıklı duvara dokundu. O müthiş hazzı bir kere daha duydu. Bütün organları, dokuları hatta hücreleri bayram yapıyordu sanki. Sanki bedeni denetimden çıkmış o haz duygusunun hiç kaybolmaması için elini oradan çektirmiyordu. Bedene hükmeden beyni ve beyninin içindeki o canlı elini çekmesini sağlamıştı. Yukarı çıkıp boş olan son kabinin son konuğunu getirmeliydi.
      Beyninin içinde artık rahatlıkla konuşmaya başladığı o varlığa, bir kere daha duvara dokunmasına izin vermesini istedi, olmadı, yalvardı gene bir ses seda çıkmayınca bunu izin kabul etti. Başını kaldırıp çam dalları arasından görünen ve yavaşça bahçe duvarına -ufka- yanaşan Güneşe baktı. Bu kere iki elini dokundurdu duvara. Duvarın enerjisi bedenine geçiyordu. Sonra ağır adımlarla ızgaradan tırmanmaya başladı, tören tamamlanmalıydı, ne olursa olsun tören tamamlanmalıydı.

      Bölgenin iki televizyonundan biri olan Haber Televizyonu cenaze namazını naklen vermişti. Hele namazın sonunda Hocanın duası görülmeye değerdi. Televizyonun yorumuna göre binlerce kişi katılmıştı Cenaze törenine. Yine aynı televizyon yorumcusuna göre İlçe, İlçe olalı beri böyle bir tören yaşamamıştı. Bir daha da kolay kolay yaşayamazdı. Kendini göstermeyip sadece sesiyle programa katılan Kamil Aksu'yu Televizyon izleyen pek çok kişi gibi İşletmedekilerde tanımışlardı.
      “Yalaka herif" dedi. Cavit dayı. Lütfü Yurttaş ölünce oğlunu yönetmek onun için çok kolay olacak. Belli etmemeye çalışıyor ama sesi zil çalıp göbek atıyor" dedi.
      Birol beyin "Cenazeye gidiyorum" deyip işletmeden ayrılmasından sonra başka bir yere gidip gitmeme konusunda epey tartışmışlardı. Sonuç olarak Fabrikada kalmaya karar vermişlerdi. Rıza Aslan'ın deyimiyle "mesai bitmemişti daha" Yine de yolun karşısında çoğalan kalabalık endişelendiriyordu onları. Muammer Alkaşlı,
      “Polisi arayalım" deyince Ali Usta da bıyık altından gülerek
"Boşuna aramayın hepsi Lütfü Yurttaş’ın cenazesindedir" demişti. Cavit Dayı ise bir ara gidip dış kapıyı iyice kapamıştı. Gerçi kapı yarım sürgülü kapıydı ve biraz zorlansalar da pek çok kişi üzerinden atlayabilirdi. Olsun yine de tedbir tedbirdi. Şu ara beklemekten başka yapabilecekleri bir şeyde yoktu.

     “Tynark, çok heyecanlı, sabırsızlanıyor. Lütfen biraz daha acele edelim" Ana yol ile köyü birbirine bağlayan toprak yoldaydılar. İlk bakışta görememişlerdi aradıkları evi, Doğan tırmanmaya başladıkları şu küçük yükseltiyi aşar aşmaz evi göreceklerini umuyordu. Bir iki dakika sonra karşılarında bir ağaç kümesi gördüler. Kocaman bir çam ağacı vardı aralarında. Arkada oturan Hasan Tırpan kümeyi görür görmez bağırdı
      “İşte" Biraz daha yaklaşınca ev geniş cephesiyle karşılarında duruyordu. Aracı kenarı çekip durdular. Ortalıkta var olan sessizlik Doğanın dikkatini çekmişti. Ne bir böcek ne de bir kuş sesi duyulmuyordu hatta rüzgar esmiyor yapraklar bile kıpırdamıyordu. Ağır adımlarla ön kapıya yanaştılar. Hemen arkalarından gelen çığlık sesi tüylerini ürpertti.
      O anda evin karşısındaki çalılıkların arasından bir gövde önlerine atılmıştı. Elinde kalın bir dal vardı. Binlerce yıl öncesinin mağaralarında duyulabilecek bir çığlık yine ovada yankılandı. Eğer ani bir refleksle eğilmeseydi kendisine en yakın olan Yüksel hanımın kafasını elindeki dal ile yarabilirdi. Genç kızın eğilmesi çalılardan fırlayanın hızını alamayıp ileri gitmesine neden oldu. İşte o zaman Uzun boylu polis memuru saldırganın ense köküne bir yumruk vurdu. Adam bir an sendeledi. Hızını alamayan bir boğa gibi öte yana geçmişti.
      Saldırgan Tekrar hücuma geçti. Bu defa Doğan, Yükseli arkasına almıştı. İnen kalın dal yana kaçılmasıyla omzunu sıyırdı geçti. Hasan Tırpan gene yetişti. Yarı deli saldıran genci arkasından kavradı. Uzun kolları mengene gibi sıkıyordu Doğan kendisini toparlayıp saldırganın önüne geçti. O an durdu. Hasan Tırpan "Haydi ne bekliyorsun" demeseydi belki de vuramayacaktı.
      Adam bir yandan debeleniyor kendisini saran kollardan kurtulmaya çalışıyor bir yandan da ayaklarıyla önünde duran Doğana tekmeler atıyordu. İçlerinde en sakin kişi görünen Yüksel saldırgana yaklaştı. Elini adamın ensesine attı. Parmaklarıyla uyguladığı bir anlık baskı bir vahşi gibi saldıran kişinin olduğu yere yıkılmasına neden oldu.
      “Bu numarayı bende biliyorum ama bu kadar etkili uygulayana ilk kez rastlıyorum" dedi Doğan soluk soluğa.
      “Arkadaş, adama vurmak için daha ne bekliyordun" diye Polis Memuru Doğana sitem edince Doğan eğildi yerde baygın yatan adamın yüzünü çevirdi. Kendilerine bu evde olanları anlatan evi tarif eden din görevlisi genç ayaklarının dibinde yatıyordu.

     “Lütfen acele edelim" dedi Yüksel ikisine de aldırmadan Ayak üzeri bir strateji belirlemişti.
   “Dağılalım, dağılırsak Tynark'ın dikkatini ilgisini dağıtmış oluruz. Doğan sen şu yana git. Duvardan bahçeye geçmeye çalış. Hasan Bey siz de kapıyı çalın. Yalnız çok dikkatli olun ve olabildiği kadar beni ve Doğan beyi düşünün. Zihinlerimizi birleştirebilirsek ancak yenebiliriz bu şeytanı" dedi. Doğan, sola evin duvarını örten ağaççıkların ve çalıların arasına daldı. O anda kapı tokmağının tok sesi duyuldu.

      İçerideki tedirginlik dışarıdaki kalabalıkla birlikte artıyordu. Yolun karşı şeridinde arabalar asfaltın sağına çekmiş, uzun bir kuyruk oluşturmuş İşletmenin sırasına da park edilmeye başlanmıştı. Müdür beyin odasındaki televizyon sürekli çalışıyordu.
      “Bu olan biteni, bu televizyon yayınlarını yetkililerden kimse izlemiyor mu?" dedi bilmem kaçıncı defa Ali usta. Bir yandan hoşuna gidiyordu. Sıradan başlayan bir gün önemli bir güne dönüşmüştü. Televizyonda İşletmenin karşısına ilk park eden araçtan alınan görüntüler veriliyordu. Özelliklede konuk araç parkında bulunan siyah Chevrolet. Serkan Güler telefonla Kaymakamlığı aramaya devam ediyordu. Ulaştığında da aldığı cevap can sıkıntılarını arttırmaktan başka bir işe yaramamıştı.
      “Biz kendi vatandaşımızı korumakta zorlanırken elin Amerikalılarını nasıl koruyabiliriz" gibisinden sözler söylemişlerdi. Kalabalığın daha da çoğalmaması için dua etmekten başka bir şey ellerinden gelmiyordu.

        Adam kucağındaki çocuğu nazik bir şekilde yere bıraktı. Beyninin içinde yankılanan ses sürekli acele etmesini söylüyordu. Yukarı çıkmış bıraktığı gibi uyumaya devam eden çocuğu kucaklayıp aşağı indirmişti. Minik yavru bir ara gözlerini açmış kendi babasının kucağında olduğunu görünce dudaklarının arasından "baba" sözü dökülmüştü.
      Elini altıncı defa kendi için özel yapıldığı belli olan el izine bastırmıştı. Belli belirsiz bir "tıs" sesiyle boş çekmece açılmıştı. Bir an belki saniyenin yüzdelerle ölçülecek biriminde aklına yaptığının doğru olup olmadığı gelmişti. Kendi yavrusunu "Hekate"ye kurban vermesinin doğru olur muydu? Saniyenin yüzdeliklerle ölçülebilecek bölümünde içindeki ses ona "yaptığının doğru olduğunu, kızını çok yüce bir varlığa katılacağını Hekate'ye yaşam vereceğini söylemişti. Az önce yere bıraktığı çocuğu aynı hassasiyetle kucakladı
      İşte o anda kapı tokmağının sesini duydu. Kafasını kaldırıp iyice ufka yaklaşan güneşe baktı. Az önce açılan bölme açıldığı gibi sessizce kapandı. Beyninin içindeki efendisi ona kapıya bakmasını emretmişti. Çocuğu nazikçe yere bırakıp ızgaranın basamaklarını hızla tırmandı.

      Kalabalığın arasından biri çıktı, ağır adımlarla karşıya geçti. Toplanan kişilerin sayısı sürekli artmaya devam ediyordu. Otomobiller, pikaplar, kamyonetler özellikle traktörler  asfaltı kaplamıştı adeta. Gelenler hiçbir şey yapmıyor, yalnızca İşletmenin önüne gelip sessiz bir şekilde bekliyorlardı. Sanki bir emir yada bir işaret gelsin de o zaman eyleme geçelim der gibilerdi. Yolu geçen adam sürgülü ana kapının şöyle bir yokladı. Göğüs hizasına kadar gelen kapının ucuna asma kilidi takılmıştı. Kapının yanındaki küçük kapıyı açtı, iyice yaklaştığı için adamı tanımışlardı.
      Birol Bey içeri girdi, Rıza Babanın özenle baktığı çiçekli bahçeyi de geçti. Üç basamağı çıkıp arkadan kilitlenmiş olan büyük camlı ana girişin önünde durdu. Kameraların kendisini zumlayarak çektiğini düşündüğü için kapıyı kibarca tıklattı. Rıza Aslan kapının içinde belirdi. Üzerinde takılı olan yale anahtarı çevirerek camlı kapıyı açtı.
      İşletme müdürü, kendi makamının bir karargah gibi kullanıldığını görünce sinirlendi. İlk geldikleri günden beri nefret ettiği Amerikalıların zenci olanı kendi masasında oturuyordu. İçlerinde en aklı başında gördüğü Eksper Serkan beye işaret ederek dışarı çağırdı. Koridorda bir müddet konuştular.
      “Hadi" dedi Birol Tekin “sizden bir amir bir müdür olarak değil bir arkadaş olarak rica ediyorum. O iki yabancıyı gönderin" dedi. iri yarı neşeli adam bu defa gülmüyordu, hiç bir şey demedi. Müdürünün koluna girdi, Birol bey kah yalvarıyor kah tehdit ediyordu. İri yarı adam amirinin sözlerine kulak tıkamış gibiydi. Biraz zorlama ile koridorda yürüdüler. Ana giriş kapısını açtı
      “Bizim aç köpek balıklarına atılacak yolcumuz yok" dedi adamı dışarı itti. İşletmenin müdürü hiç bir şey diyemeden kapının önünde bulmuştu kendini. Bir an kapıyı tekmeleyip küfürler savurmayı düşünmüştü ama yolun karşısında ki kameralar aklına gelince vazgeçti. Tekrar tiyatrosunu oynamaya başladı.
      “Yaptıklarınız yasalara aykırı. Yasa kaçaklarını İşletmede barındıramazsınız. Milli bir kuruluşumuzu böyle bir işe alet edemezsiniz" diye bağırmaya başladı. Asıl etkilemeye çalıştığı ise sürekli çekim yapan televizyon kameralarıydı.

      Büyük ağır kapının tokmağının her vuruşu tokmağın altındaki pirinç plaka yardımıyla tüm kapıda sonra tüm evde çınlıyordu. Bir kaç saniye sonrasında ise az önce aşıp geldikleri tepeden gelen yankısı duyuluyordu. Tam elini bir kez daha vurmak için tokmağa atmıştı ki kapı açılıverdi. Biraz önce kendilerini karşılayan yaşlı kadın açmıştı kapıyı.
      “Ne oldu evladım bir şey mi unuttunuz?" sesi biraz önce bıraktıkları kadar tatlıydı.
      “Şey ..."dedi kekeleyerek. Kapıyı çalarken kafasında var olan düşünceler uçup gitmişti.
      “Komiserim burada saatini unuttuğunu söylemiş..."sözünü tamamlayamadı. Karşısındaki yaşlı kadının nur yüzü bir anda uçup gitmişti. O sevimli gözler kan çanağına bürünmüştü. Kırmızı kanlı dişlerini göstererek 
      “Yalan söylüyorsun" diye tısladı İşte o zaman Yüksel aralık olan kapıyı olanca kuvvetinle iterek içeri girdi.
      “Asıl sen yalan söylüyorsun Şeytanın uşağı" dedi. O anda yaşlı cadı buhar olmuşçasına kayboldu. O anda dekoru tamamlarcasına bir şimşek çaktı. Kendilerini karanlık ve iğrenç bir mahzende bulmuşlardı.

      Önceleri hoşuna giden olaylar denetiminden çıkmaya başlamıştı. Biraz öncesine kadar günlük güneşlik olan hava birden kapanmıştı. Şimşekler çakıyor gök gürüldüyordu. Kafasının içerisindeki varlık temposunu arttırmış "Daha hızlı, daha hızlı" demeye başlamıştı. Elini aynı yere koydu. Kapandığın da dışarıya hiç bir çizgi bile göstermeyen çekmece açılıvermişti.
      “Ben onları oyalıyorum sen töreni tamamla" beynindeki varlık etiyle kanıyla şekillenmeye başlamış gibiydi. Çıkan rüzgarda elbisesinin etekleri savrulan küçük çocuğu tekrar kucakladı.
      “Baba... Babacığım..." Adam kucağında kendisine yalvaran gözlerle bakan minik yavruya baktı. İçinde kalmış olan insanlık kırıntıları bir an yüreğini sızlattı.
      “Korkma yavrum, bizden çok daha büyük bir varlığa katılacaksın" dedi içinden gelen vicdan sesini bastırabilmek için. Tıpkı diğerlerini yatırdığı gibi onu da açılan bölmeye upuzun yatırdı. Diğerlerine yaptığı gibi ana gövdeden çıkan ucun birini çocuğun narin koluna batırdı. Diz çökmüş olduğu yerden beyaz boru içinde milim milim ilerleyen kırmızılığa baktı. Diğer borunun ucundaki maskeyi kızının yüzüne yerleştirdi. Bir an aralanan acı dolu gözleri görmemek için kafasını çevirmek zorunda kalmıştı. İşlemler tamamlanınca açılan bölme yerine oturmaya başladı. Her işlemden sonra duyduğu hazzı duymaya hazırdı artık.

      Doğan kapının bir kaç kere çaldığını duymuştu. Kapıdan yeteri kadar uzağa gittiğine inandığında duvarı sarmalayan çalıların ve yaban sarmaşıklarının yardımıyla yukarı tırmandı. Olması gerekenden bir hayli yüksek olan duvarın üzerine çıktığında hiç bir şey göremedi. Her yer otlarla ağaçlarla ve çalılarla kaplıydı. Aşağı atladı, beline kadar çamura batmıştı. Bir an zihninde annesinin hiddetli sesini duydu
      “Yine çamura batmış üstün başın." Bunun bir halisünasyon bir göz bağcılığı olduğunu düşündü. Annesinin bağırışları kaybolmuştu. Çamur ise yalnızca ayakkabılarındaydı. Bakımsızlıktan arsızca çoğalmış otların ve çalıların arasında yönünü bulmaya çalışıyordu. Gerçek ile kafasının içindeki hayaller arasında gidip geliyordu. Kendini kaptırdığında çalıları balta girmemiş orman yada bir dal parçasını yılan zannettiği oluyordu. Birden önünde dikilen soğuk bir gerçekle yüz yüze gelmişti. Önünde siyah bir nesne belirmişti.
      Bahçedeki insan boyu otlar çalılar kaybolmuş kendini simsiyah metalik boyanmış bir araba ile karşı karşıya kalmıştı bir anda. Aradıkları efsane haline gelmiş Chevroletti burun buruna geldiği. İşin kuralını öğrenmişti aniden gerçekle yüz yüze gelince büyü bozuluyordu. İlerisindeki çukuru görünce yavaşladı. Her ne oluyorsa çukurun içinde oluyordu. Usulca çukura yaklaşmaya başladığında çakan şimşeği farketti. Bir anda hayal mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamadığı karanlık bir fırtınanın ortasında bulmuştu kendisini.

      Adam bulabildiği en büyük aynanın karşısında kendisine çeki düzen veriyordu. Sonunda ülke çapında belki de Dünya çapında bir iş başarıyorlardı. İşi her ne kadar idare eden Kamil Aksu yada Kadir Öncü’ymüş gibi görünse de asıl işi yöneten kendisiydi. İmamla konuşan, yerel televizyonlardan canlı yayınları hazırlayan, kayıp çocukların ailelerinin bulunup getirten kendisiydi. Ailelerin çoğu çoktan ümidini kestiği bu olayı onlar sayesinde tekrar umutlanmışlardı. Bazılarını iknada zorlanınca çocukların bulunabileceği yalanını söylemişlerdi. Bir tek dün kaybolan çocuğun ailesi kalmıştı gelmeyen o da o kadar önemli sayılmazdı. "Allahım... Gözyaşı, şiddet, öfke belki de kan; muazzam bir haber olacaktı. Saçlarına fırçayla son bir defa daha dokundu, canlı yayın kameralarının karşısına çıkmaya hazırdı artık.

      “Çabuk def et kafandaki düşünceleri" dedi karanlıkta bağırarak. Hemen önünde yürüyen polis memuru bir yandan karanlıkta yürümeye çalışıyor bir yandan da kekeler gibi kendisine bağıran genç kıza yanıt veriyordu.
      “Na... nasıl yani"
      “Biz, sizin bir saat önce girdiğiniz evdeyiz. O an bir şimşek daha çaktı. Dehlizin karanlık taş duvarları bir an aydınlandı. Arkasından gelen gök gürültüsü taş koridorlarda yankılandı. Nemden yosun tutmuş taşların üzerinde kaymamak için çok dikkatli yürümek zorundaydılar.
      “Bir bahar düşün yada yaşadığın bir güzel ortamı anımsa..." Karanlık taş dehlizler önlerinde uzamaya devam ediyordu. “Lütfen. Hiç olmazsa az önce geldiğiniz o evin içini anımsamaya çalış" O an geniş bir salonun içinde olduklarının ayırdına varmışlardı.
     “Bu Tynark" dedi. Sizlerin zihinlerinizi etkiliyor. Korkularınızı, hırslarınızı gerçekmiş gibi önünüze koyuyor" dedi. Hasan Tırpan mırıldandı
      “Halisünasyon"
      “Bu halisünasyon olamaz" diye mırıldandı. Sürünerek az önce gördüğü çukurun ağzına gelmişti. "Bu bir kabus olmalı" Yaklaşık üç metre çapında düzensiz daire şeklinde açılmış bir çukurun başındaydı. Gerçek miydi önüne açılan çukur yoksa yine zihninin bir oyunu muydu? Kafasındakileri defetmeye çalıştı. Önceden kayboluveren hayaller gibi değildi önündeki çukur.
      Geniş çukurun ağzında aşağı inen derme çatma bir merdiven vardı. Aslında merdiven de değil başka bir şeye benziyordu. Dikkatli bir şekilde bakınca aşağıda biri olduğunu gördü. Karşı tarafta ışıldayan yeşil pürüzsüz bir duvarın önünde duruyordu. Bomboş bakışları karşı duvarı deliyordu. Aşağıdaki kişi daldığı bu durumdan kurtulsa ve başını biraz yukarı kaldırsa kendisini görürdü.
      “Ama...Ama... Bu Besim..." mırıldanıyor muydu yoksa dalgın olan arkadaşını harekete geçirmeye mi çalışıyordu bilemiyordu. Çocukluk, gençlik arkadaşı Besim Kalden. Rakibi, sevgilisini elinden alan can düşmanı Besim Kalden. Besim sanki transa geçmiş bu dünya ile ilgisini kesmiş gibi öylece bakıyordu, önündeki boş duvara. Ne yapacağını bilemedi Doğan. Kendini yaratığa teslim etmiş gibi duran arkadaşını uyarmalı mıydı? Daha vakti var mıydı?  O efsanevi tören olacak mıydı? Yoksa sadece bir efsane miydi?  Birden aklına az önce toslayacağı siyah araba geldi. Yoksa ortalıkta dolaşıp çocukları kaçıran Sapık Besim miydi?  Geriye dönüp Yüksel hanımla konuşmalıydı ki o an onun sesini duydu.
      “Lütfen aşağı in" diyordu. Etrafına bakındı, kimseyi göremedi. “Lütfen aşağı in ve elini duvara daya" yanılmıyordu. Bu Yükselin sesiydi ama çevresinde değil kafasının içindeydi. “Telepati" diye aklından geçirirken yanıt geldi.
      “Evet ama oyun zamanı değil ve bu bir oyun değil? Lütfen acele et, vakit daralıyor. Evet hemen harekete geçmeliydi, ayağa kalktı. Kendiyle birlikte aşağıda çukurda bekleyen Besim’inde ayağa kalktığını görmüştü.

      İşletmenin önüne geldiklerinde hayal kırıklığına uğramıştı. Ne umduğu kadar kalabalık vardı ne de kalabalık beklediği kadar hareketliydi. Televizyonlar canlı yayına devam ediyordu. Hala gelenler vardı ama "neyse" dedi kendi kendine "gerisini ben hallederim". Araban çıkar çıkmaz asistanına
      “Merkezle görüştünüz değil mi?" dedi. Genç gözlüklü bir bayan elinde makyaj malzemeleri olduğu halde adama yaklaştı. Yüzüne biraz pudra sürmeye çalışıyordu. Orta yaşı geçkince olan beyefendi giyimli asistan
      “Her şey hazır, on beş dakika sonra canlı yayına geçeceğiz. Ulusal bağlamda alt yazılar ile olayı duyurmaya başladık dedi. Bir anlık duraklamadan sonra  "İsterseniz biz bu arada ana haber bülteni için bir kaç çekim yapalım. Hem sizin içinde ısınma turu gibi olur" dedi.
      Televizyonların haber kralı Kadir Öncü bey "Lütfen" başını salladı.  Kendisine bilgi veren asistan gizli bir "Ohh" çekti. Diğer görevliler ise kiralanan küçük otobüsten inen aileleri çekimler için hazırlıyorlardı. Gürsel Yurttaş ve Kamil Aksu bir o yana bir bu yana koşturuyor şimdiye kadar yapmadıkları kadar büyük olan organizasyonun aksamadan yürümesi için hazırlıkların kusursuz olmasına çalışıyorlardı.

      Genç kız, kafasının dönmeye başladığını hissediyordu. Yorulmuştu. Bir adım gerisinde yürüyen genç polise tutunmak zorunda kaldı birden sendeleyince. Zaten yaptığı iş başlı başına zihinsel yorgunluktu bir de işin bu yönleriyle uğraşmak zorunda kalıyordu. Hem bu insanları korumak hem de Tynark'a karşı durmak zorundaydı. Dün gece iki defa engel olmaya çalışmıştı. Birinde kendisi başarılı olmuş diğerinde Tynark kazanmıştı. Şimdi son kozlarını oynuyorlardı. Fiziksel gücünü kaybetmeye başlamıştı ama işi tamamlamalıydı. Bu nedenle yanında yürüyen genç polise tutunmak zorunda hissediyordu kendisini.
      Yürüdükleri salondan kendilerini bahçeye çıkaracak kapı ile aralarında birkaç adım kalmıştı ki birden önlerinde kocaman bir uçurum açıldı. Genç memur değil uçurumu aşmak yanına yaklaşacak cesareti bile kendinde bulamıyordu. Ardında yürüyen polis memuruna
      “Dayanamıyorum... Lütfen beni şu koltuğa yatırır mısın" dedi. Hasan Tırpan önce bir şey anlamamıştı. Duvarlarından sular damlayan böyle bir zindanda koltuğu nereden bulacaktı. Önünde yürümekte olan Yüksel Hanımı kucaklamak zorunda kalınca salonun orta yerindeki koltuğu gördü. Yine gerçeğe dönmüşlerdi, salondaki yıllar öncesinin izlerini taşıyan gerçek antika bir üçlü koltuğa uzattı genç kızı. Uzanır uzanmaz gözleri kapandı. Kaşlarının üzerinde acıdan olduğu anlaşılan kırışıklıklar belirdi. Geriye döndüğü anda biraz önce önlerinde açılan uçurumun kapandığını görmüştü. Kapıyı açıp bahçeye çıktığında gördüklerini yaşamı boyunca unutamayacaktı.

      “Ben eski ben değilim artık, eski benin düşmanları da yok olmaya mahkumdur." Kafasını kaldırınca can düşmanı Doğanı çukurun başında görmüştü. İçinde hızla büyüyen bir güç hissediyordu. Kızının akan kanı kabinin içindeki varlığa ulaşmaya başlamış olmalıydı. Bir kaç dakika içinde operasyonun son aşamasına geçeceklerdi. Ne Doğan nede bir başkası buna engel olamazdı, olmamalıydı. Yerinden doğruldu, basamakları inerek ulaştığı o çukurdan bir sıçrayışta dışarı çıktı. Eğer kendi yansımasını bir aynada görseydi hırsı ve öfkesinin dışa vurumu olan yeni bedeninden kendi bile iğrenirdi.
      Genç polis kapıyı açıp bahçeye çıktığında Komiserinin "kendisi bizim müdür beyden bile yetkilidir" diye kulağına fısıldadığı Doğan bey o yaratığın kollarında çırpınıyordu. Bir an korktu, nasıl davranması gerektiğini bilemedi.

      Kalabalık, birileri tarafından düzene sokuluyordu, mırıltılar seslere sesler sloganlara dönüşüyordu. Yiğidi öldürüp hakkını vermek lazımdı ki adam organizasyon konusunda bir hayli yetenekli ve deneyimliydi. Bunda yapılan ekip çalışmasının önemi de büyüktü. Canlı yayını sunabileceği İşletmenin kapısını ve toplanan kalabalığı alabilecek bir yer seçilmişti. Bu işlem iyi bir programın temel koşuluydu. İşletmenin karşısına yığılan kalabalık eskisi kadar dağınık durmuyordu ve çok daha kalabalık görünüyordu.
      Kadir beyi aydınlatan tek Spot yandı. Hava hala aydınlıktı ama haber programı yapımcısının haber müdürü ve sunucusunun yüzüne biraz fazla ışık verilmesi gerekiyordu. Güneş ufka iyice yanaştığı için canlı yayın esnasında diğerlerinin de yanması gerekebilirdi. Güney ufkunda toplanan bej bulutlar bazı olumsuzlukların habercisi olabilecek gibi görünse de o bulutlar buralara gelesiye kadar çekimler bitirilebilirdi.

      Asistanına bir kez daha her şeyin hazır olup olmadığını sordu. "Hazır" sözünü aldıktan sonra ışıkların yakılmasını emretti. İşletmenin karşısında yanan tek bir spot olsa da cadde gündüz gibi aydınlanmıştı. Bu ışık kalabalığın bir kere daha hareketlenmesine ışığa koşan kelebekler gibi insanların ışık altında toplanmasına neden olmuştu. İlçeye iyice yaklaştıklarına inanan Rüzgar Ali yüzlerce metre öteden parlak ışığı gördüğünde durumu kavramıştı.

      Yattığı yerde Yükselin elinde örselenmiş bir alet vardı Doğanın defalarca sorup yanıt alamadığı müzik setine benzettiği alet vardı. Bir yandan soğuk soğuk terliyor diğer yandan elindeki aleti onarmaya çalışıyordu. "Yolda o kadar çene çalacağına niçin onarmadım" diye kendi kendine hayıflanıyordu. Elindekini bir an önce onaramazsa dışarıdaki boğuşma sesleri daha çabuk kesilirdi, hem de aleyhlerine.
      Doğan, karşısındakini polis memurunun aksine çocukluk arkadaşı Besim olarak görmektedir. Ama besim bedeninin tüm organlarını yüksek verimle kullanıyor olmalıydı. Bu nedenle insanüstü fiziksel güçlere sahipti. Kolları mengene gibi boğazını sıkıyordu. Ayakları yerden kesilmişti. Çaresiz kurban tekmeler sallıyor ama isabet ettiremiyordu. Sanki karşısındaki devasa ölçülerde bir Frankesteindi. Yüzü kıpkırmızıydı bunu biliyordu ve bilmesi için görmesine de gerek yoktu. Yüzüne giden aşırı miktardaki kan yüzünü kızartmış olmalıydı. Elleriyle vurabildiği kadar vurmasına rağmen Besim hiç hissetmiyordu.
      Neredeyse can çekişir duruma geldiği o anda göz ucuyla bahçeye çıkan memuru fark etmişti. Adam büyülenmiş gibi kalmıştı. Gözleriyle hemen yanların da duran küreği işaret etti. Saniyeler geçiyor acil ihtiyacı olan oksijen gelmiyordu. Yıllar kadar uzun saniyeler sonra donup kalmış olan adam hareketlendi. Duvara dayalı eski küreği aldı, küreğin sırtıyla adamın ense köküne vurdu. Doğanın anımsadığı en son sahne buydu.
      Polis memuru Hasan, birden kendisini gördüğü hayalin dışında gerçekle yüz yüze buldu. Doğan bey gerilmiş kolların ucunda kıpkırmızı duruyordu. Debelenen ayaklar eski gücünü kaybetmeye başlamışlar gibi sallanmaları azaldı. Azaldı. Hasan Tırpan ne yapabilirim diye etrafına bakınırken duvara dayalı küreği görmüştü Hızla küreğe uzandı. Bir ara keskin yan tarafıyla vurmayı aklından geçirdi. Vazgeçti bu anlık düşünceden ne olursa olsun katil olsun istemezdi Küreğin sırtı ile vurdu adama, adam tınmadı bile. Sonra bir daha, bir daha vurdu. Kendi gücünün tükenmeye başladığı anda ayakta duran iki kişinin sendelediğini ve olduğu yere yığıldığını gördü. Başarmıştı.

      Aracını direk olarak kalabalığın üzerine sürdü Komiser Bey. Bir kaç öfkeli çığlık ve yaşanan küçük bir panik sonunda tam kameranın önünde durdu. Hışımla arabasından çıktı. Komiserinin huyunu delirdiği zaman zapt etmenin güçlüğünü bilen Memuru peşinden fırladı. Meşhur olup olmadığına bakmaksızın gerekeni yapardı Rüzgar Ali. Ama ondan önce kalabalığın içinden araya girenler oldu.
      “Çekim yapmak için kimden izin aldınız" dedi öfkeyle. Bir eliyle kameranın vizörünü kapatmaya çalışıyordu.
      “Siz kimsiniz kardeşim" dedi Kadir bey sakin olmaya çalışarak. "Hangi hakla halkın haber alma özgürlüğüne engel oluyorsunuz" dedi.
      “İzin Beyim... İzin aldınız mı?" Burada sizi yada halkımızı ilgilendiren ne tür haber olabilir." Kanal 5 'in ünlü televizyon habercisi Kadir Öncü ile aralarında bir metrelik mesafe vardı. Dövüşe hazırlanan iki horoz gibiydiler, televizyon sunucusu gösteri yapıyor gibiydi.
      “Burada" eliyle yolun karşısını İşletmeyi gösteriyordu "altı çocuk katili iki Amerikalı var. İçerdeki yardakçıları da O iki sapığı kolluyorlar, yardım ve yataklık ediyorlar. Neden siz bana değil de onlara bir şeyler söylemiyorsunuz?"
      “Nereden biliyorsunuz sapıl olduklarını." Kalabalığın dışından gelen sesle başta kalabalığın ortasında duran iki adam olmak üzere tüm başlar sesin geldiği yöne döndü.
      “Elinizde yargı kararı veya somut kanıtlar mı var?" Sesin sahibi insanları yara yara geliyordu. Uzun boyu çevresindekilerden kendisini hemen ayırt ediyordu.
      “Siyah Chevrolet karşıda İşletmenin parkında duruyor" Sesin sahibi kalabalığın çevrelediği boşluğa gelince halkın arasında mırıldanmalar başladı.
      “Timur bey bu... Timur Sarıca" Belki benimde Chevrolet arabam var. Hem de aynen onun gibi gece siyahı o zaman bende suçlumu oluyorum?" Bir an dalgalanma oldu kalabalıkta. Aralarından biri haykırdı.
      “Tanıklar var, oradaki zenciyi olay yerinde görenler var"  Peşinden benzincinin de sesi duyuldu.
      “Evet, ben şahidim, onları şimdi size bakan bu iki gözümle gördüm. Önce kırmızı bir arabaydı. Sonra yıkamaya girince üzerindeki boya aktı. Arabanın içinden de zenci indi." Bir yandan konuşurken diğer yandan ortalıkta kendiliğinden oluşan meydanlığa gelmişti. Gürsel Yurttaş, hazırladığı organizasyon için kendiyle bir kere daha gurur duydu. Benzinciyi bile getirtmeyi unutmamışlardı. Omzunda kamerası olan gençte çevrede dönüyor sürekli çekim yapıyordu. Karşıdan polis ve jandarma da göründü. Onlar konuşurlarken toplanan kalabalıkla İşletme arasında asker ve polisin oluşturduğu insan zinciri kurulmuştu. Zincirin öte yanındakiler de gittikçe çoğalıyorlardı. Başlarının yüzlerce yukarısında toplanan koyu gri bulutlar gibi.

      Doğan baygın düştüğü yerden küçük bir kızın ağlamasıyla uyandı. Çevresine bakınınca ayaklarını üzerine doğrulmaya çalışan Besimden ve ona tıpkı bir kum torbasına vurur gibi vurmaya devam eden polis memurundan başka kimse yoktu.
      “Aşağı in Doğan, gövdedeki ele figürüne elini daya. Lütfen acele et." Konuşan Yükseldi. Telepatiye hala alışamamıştı, çevresine bakındı göremedi ama yakınlarda bir yerlerde olmalıydı. Beyninin içindeki sese uyup aşağı çukura inmeye çalıştı. Lanet olası enerji duvarı yerinde duruyordu. Bir daha denedi ama gene başaramadı. Görünmeyen duvarı geçmek mümkün değildi. Kafasının içindeki ses
      “Bir gizli geçit var onu bulmalısın" dedi. Bir gizli geçit, nasıl olabilirdi, nerede olabilirdi. Kafasını toparlayabilse belki düşünebilecekti ama kendini yoğunlaştıramıyordu ki. Adam, az önce kendi boğazını sıkan pençeleriyle gözlerinin önünde genç polis memurunu hırpalıyordu. Bir şeyler yapması gerekiyordu, hem de hemen. Sağına soluna bakındı. Az önce kendisini kurtaran kürek ayaklarının altında duruyordu. Eğildi küreği aldı ama o an kendisini uçsuz bucaksız bir denizde buldu.
      Deli bir rüzgar esiyordu,  Küçük bir çocuk, kıyıda durmuş kendi boyunu kat kat aşan dalgaların öfkeyle sahile vurduğu açık denize bakıyordu. Fırtına yüzünden ayakta durmakta zorlaştırıyordu. Koyu gri bulutlar, ufukta lacivert deniz ile birleşmişti sanki. Uzaklarda lacivertle grinin birleştiği noktada bir leke, küçük bir sandal da bir adam kıyıya yaklaşmaya çalışıyordu. Adamın arkasında bir dalga belirdi. Yaşlı adam terden sırılsıklam olmuş bir halde sandalını kıyıya çekebilmek için ölümüne kürek çekiyordu. Arkasından gelen dalga yaklaştıkça büyüyor yükseliyordu.
      Doğan, kıyıdan olduğu yerden bağırıyor bağırıyordu. Rüzgar sesini dağıtıyordu taa oralara ulaşmasına engel oluyordu. Babasının hiç görmediği ölümünü görüyor o acıyı tekrar yaşıyordu. Beyninin içindeki "Uyan" diye haykıran ses tekrar duyulunca kendine geldi. Şuurunu kaybetmiş olan Besim, karşısında, kendisine yaklaşmaktaydı. Uğraştığı polis memurunu bir kenara boş çuval gibi atmış, çocukluk arkadaşına yaklaşıyordu. Göz göze geldiklerinde gözlerinde ölümü gördü. Yattığı yerden sürünerek kaçmaya çalıştı. Üzerinde tonlarca ağırlık varmış gibi kıpırdayamadı. Gülümseyerek üzerine gelen Azrailin ta kendisiydi.

      Turan, Timur beyin ve Yakup ustasının yanında kalabalığa karıştı. Timur Sarıca’nın ustasına göstermiş olduğu saygı, Yakup ustayı gözünde bir kere daha büyütmüştü. Haberin bu bölümünü Yakup ustadan sonra alabilirdi. Aklına içeri girmeyi koymuştu, içeride olanları öğrenmeliydi. Bu birazda bencillikten kaynaklanıyordu, romanı için daha gerçekçi olurdu. Umutları polislerden oluşan zincire takıldı. Onu kalabalıktan biri olarak görmüş olmalıydılar ki geçmesine izin vermediler. Ancak durumunu ve kim olduğunu Komiser Ali Rüzgarlı söyleyince geçmesine izin verdiler.
      Sürgülü kapının hemen yanındaki dar kapıdan geçti. Rıza Babanın bakımını yaptığı güzel bahçeyi geçti yönetim kapısından içeri girdi. Kuşatılanlar, Müdür beyin odasında oturuyorlardı. Durum konusunda endişelenmekten başka bir sorunları yok gibiydi. Araya giren polis zinciri kendilerini biraz olsun rahatlatmıştı. Yine de grubun arasında İngilizce bilen biri olmadığı için Amerikalıların gerçek durumlarını bilemiyorlardı. Turan içeri girer girmez Ali usta sordu.
      “Bizim çıkmamıza neden izin vermiyorlar"
      “Bilmiyorum ama sorun sizde değil sanırım." Göz ucuyla odanın bir kenarında duran iki yabancıyı göstererek
      “İki arkadaştan kaynaklanıyor olmalı" dedi.
      “Ne istemek bu insanlar bizden" Zenci Amerikalı haklı olarak soruyordu yarım yamalak Türkçe'si ile.
      “Ne istiyorlar bu adamlardan" Cavit dayı homurdar gibi gülerek devam etti.
      “Hadi anlat bakalım bu adamlara." Turan her şeye yeni baştan başladığını düşünerek yarım İngilizcesiyle anlatmaya başladı. Olayın gerçek boyutlarını anlatırsa ne kadar şaşıracaklarını düşünüyordu. Olaylar biter bitmez başlayacağı romanından iki örnek göndermeyi düşünüyordu Amerika ya. Tabii bu olanlar kazasız belasız biterse.

      Kıpırdamayı tekrar denedi, bütün uzuvları ağrıyordu hiç birini kıpırdatamadı. Avının bir yere kaçamayacağını bilen bir avcı gibi yaklaşıyordu Besim kendisine. Kafasının içindeki ses aşağıya inmesi için yalvarıyordu." Gövdedeki ele bastır" diye. Geride uzaklarda ağlamalar vardı. Bir an delirdiğini düşündü. Çocuk ağlamaları duyuyordu. Çocukların sağ olabilir miydi? Umut edebilir miydi? Aslında umutlanmakta istemiyordu. Ya zihninin oynadığı numaralardan biriyse diye çukura yaklaşmaya çalıştı.
      Aşağıda yeşil renkli metalik gövde daha da ışıklar saçmaya başlamıştı. Sisler dumanlar içindeydi. Belli belirsiz bir vınlama duyulur olmuştu. Elini çukurun kenarına uzatıp kendini çekmek istedi. Uzanan eli ani bir refleksle geri çekildi. Sanki yüksel voltaj vardı çukurun etrafında.
     “Sen bir şey yapamaz mısın?" diye mırıldandı. Sorusuna yanıt beyninin içindeydi.
     “Ne ben ne de Tynark fiziksel olarak bir şey yapamayız. Dönüşüm başladı ve tamamlanmak üzere. Tynark şu an bir eşikte, bir boşlukta. Kendi rahminden çıktı ve Besimin bedenine girmek üzere. Eğer şu dakikalarda bir şey yapamazsan Tynark arkadaşının bedenine tamamen sahip olacak. Besim yada bir başkası olmadan bizler sizin gezegeninizde yaşayamayız" dedi.
      Doğan bir kere daha denedi çukura yaklaşmayı. Yapamıyordu. Sanki camdan bir duvar varmış gibiydi.
”Sana söyledim" dedi zihnindeki ses öfke kokan bir tonda. Bir başka giriş daha var. Onu bul"
      “Nerede
      “Bilmiyorum ama yakınlarda olmalı." Doğan sesli konuşuyordu sanki yanında birileri varmış gibi. Yüksel hanımsa uzaktan salonda yattığı yerden yanıt veriyordu Doğanın söylediklerine. Besimin ise hiç acelesi yok gibiydi, yılların içinde biriktirdiği öfkeyi çıkarmak için hiç acele etmiyordu. Başını çevirdi evden içeri girebileceği ve az önce çıktığı kapıyı gördü. Önce emekledi, sonra ağır adımlarla yürümeye başladı. Yürüdükçe ağrıyan kasları açılıyordu, bir kaç adım sonra yürüyüşü iyice normalleşmişti. Arkasından gelen ayak sesleri de kendisiyle birlikte hızlanmıştı, kapıdan içeri girdi.
      “Karşıya" dedi kafasının içindeki ses. Karşısındaki kapıyı da geçince salonda buldu kendisini. Salonun karanlığında duvar dibinde kımıldayan gölge gördü.
      “Sevgilim sen misin?" "Sevgilim" aralarında o kadar az olarak kullandıkları kelimeydi ki Sevgilim. Beyninde bir kere daha yankılandı "sevgilim." Salon kapısının açıldığını duydu. Romantizmin zamanı değildi.
      “Karşındaki kapıdan gir" Merdivenin yanındaki küçük kapıyı gördü. Bu ikinci kapıdan girdiğinde bir mutfakta buldu kendisini. Bu defa aldanmayıp kapıyı içeriden sürgüledi. Kapının arkasındaki mini sürgünün çok dayanmayacağını bildiği için bulduğu bir kaç eşyayı kapının arkasına yığdı. Eşyaları koymaya başladığı anda mutfak kapısı tekmelenmeye başlamıştı Bir taraftan eşyaları kapının arkasına yığıyor diğer yandan mutfakta ki diğer kapıyı aranıyordu. Bir iki saniye geçmeden aradığını bulmuştu.
      Bilinmez içine başka bilinmezler gizlenmiş gibiydi. Sanki bir bulmaca çözüyordu, son kapıdan geçince bir bodrumda buldu kendisini. Bu defa aranmadı hiç yeni bir kapı için. Eğilerek geçebileceği ölçüde genişletilmiş bir dehlizdeydi. Dehlizin ilerisi ise parlak yeşil ışıkla aydınlanıyordu, yanılmamıştı. Bir kaç dakika önce metrelerce yukarısında baktığı çukurun içindeydi Dehlizin ucuna vardığında tereddütle yaklaştı. Yaklaştı, bir taş attı, akıllanıyordu gittikçe. Taş doğrudan tok bir sesle düştü. Burada Bu mesafede enerji duvarı falan yoktu. Yere atladı, sıra parlak yeşil ve artık sisli, dumanlı görünen duvardaki el izini bulmasına kalmıştı iz.
      Ne aradığını bilmeden parlak yeşil pürüzsüz sayılabilecek duvarın kendinden yana olan tarafını elleriyle yokluyordu. En aşağıdan başlamış üstlere doğru çıkıyordu. Yukarıdan az önce kendisinin çıktığı dehlizden gelen sesler çatırtıya dönüşmüştü. Ara kapının daha fazla dayanamayacağı anlaşılıyordu. Yukarıda uzaklardan geliyormuşçasına işittiği vınlama sesi burada rahatsız edici boyutlara varmıştı.
      “Hadi... hadi... Dönüşüm tamamlanmak üzere.  "Elleri ne yaptığını bilmez durumda çalışıyor bütün duvarı geziniyordu. Kafasını kaldırmasa da dehlizin ağzındaki gölgeyi görmüştü. Eli, daha doğrusu parmakları bir girinti hissetmişti sanki.
      “İşte o, hadi koy, daya elini" Kollarını mengene gibi iki el kavradı, ayaklarının tekrar yerden kesildiğini ve hava da uçtuğunu hisseti. Belki uçmak iyiydi ama toprak duvara vurmak kemiklerine iyi gelmiyordu.

      “Beni emretmişsiniz."  Emniyet Müdürü Abdullah Bey, karşısında duran astına baktı. Beğendiği ve takdir ettiği idealist birine bunları söylemek zordu. “Bizlerin başka yerlerde görevleri olabilir. Burada bizi bağlayacak yada görev alanına girdiğimiz bir durum olduğunu sanmıyorum" dedi. Komiser Ali anlamamıştı.
      “Anlamadım efendim" dedi
      “Diyorum ki bütün personel şu an burada, ya diğer bölgelerde bir vukuat yaşanırsa. Kuvvetlerimizin bir bölümünü çeksek diyorum"
      “Acil durum için yeterli personel Merkezde kaldı Efendim" dedi.
      “Siz yine de Memurlarımızın bir bölümünü geri çekin"
      “Kusura bakmayın ama burada olağanüstü bir durum söz konusu. Ben personelimizin bir bölümünü bile geri çekemem" dedi Komiser Ali Rüzgarlı. Amirine karşı gelmesi ilk defa olmuyordu. Israr ederse “Lütfen emrinizi yazılı verin" diyecekti, gerek kalmadı.
      “Peki bu durum nasıl sonuçlanacak sizce" dedi Emniyet müdürü.
      “Birazdan iyi bir yağmur yağacak gibi. O zaman kalabalık kendiliğinden dağılır" Müdür beyin aklına bu gelmemişti. Gülümseyerek “Yağmurun bir an önce yağması için dua edelim o zaman" dedi.

      Bu kez kesinlikle kıpırdanamıyordu, gözünü açıp kendine yaklaşan Azrailine bile bakacak gücü yoktu. Bir kaç kemiği birden kırılmış olabilirdi. Düştüğü yerden kara gölgenin kendisine doğru yavaş yavaş gelişini izliyordu. Bir adım, bir adım daha derken önceleri sevdiği sonradan nefret ettiği o pis gülüş bir adım ötesinde dikiliyordu. Önce bir tekme attı yerde yatan Doğana. Böğrünü delen tekmenin acısı geçmeden ikincisi geldi. Peşinden de diğerleri. Her tekme bir öncekinde daha etkiliydi.
      Bir zaman sonra adam eğildi. Yerde yatan bedeni kavradı, başının üzerine kaldırdı. Kaslarını bir yay gibi gerdi, artık sıkıldığı oyuncağını atıp parçalamayı düşünen yaramaz çocuk gibiydi. Doğansa bir saniye sonra başına gelecek olanın farkında olabilecek durumda değildi. Bir saniye... Bir saniye daha geçti. Doğanı yukarıda başının üzerinde tutan eller harekete geçmiyordu. Geçemiyordu. Çukurun başında dikilen Yüksel hanıma takılmıştı gözleri, heykel gibi donup kalmıştı.
      Yüksel, gücünün son kırıntılarını kullanıp adeta sürüklenerek çukurun başına gelmişti. Ya şimdi müdahale edecekti yada hiç bir zaman. Daha etkili olması için bir zamanlar kendisine hayran olan adamın gözlerine bakıyordu.
      Besimin beyninde büyük bir savaş başlamıştı. Güçlenen vınlama sesi artık evi dolduracak hale gelmişti. Ayakta duran adamın dizleri titredi önce. Kendinden daha uzun boylu daha ağır birini taşıyan kolları aşağı indi. Önceki davranışlarınla kıyaslandığında nezaket sayılabilecek tavırlarla Doğanı yere bıraktı.
      Yüksel ise bir yandan Besimi etkilemeye çalışıyor diğer yandan Doğanın kendine gelmesini sağlamaya uğraşıyordu. Doğan, artık kanıksadığı sesle kendine geldi. Yüksel -yada Myra- yalvarıyordu. “Hadi uyan" diye. Gözlerinin açıldığını görüne  “Elini anahtara bastır" dedi. Doğan ikinci defa bastırdı elini. Eliyle birlikte uzun bir tıslama sesi duyuldu. Bir iki saniye sonra yeşil parlak duvarın altında, altı dikdörtgen çizgi belirdi. Havada asılı gibi duran vınlama sesinin altında bir de fazla istimin dışarı atılmasını andıran "pus" sesi duyulmaya başlamıştı.
   Sesle birlikte bölmeler ana gövdeden ayrılmaya başlamıştı, altı çekmece birden açılıyordu. Saniyeler geçtikçe önce beyaz döşemelerde yatan çocukların saçları göründü. Duvarın geniş bir elips şeklini andırmasından dolayı bölmeler ana gövdeden çıktıkça araları açılmaya başlıyordu. Kimi örgülü, kimi dağınık saçların ardından uyur gibi duran yüzler çıkmaya başladı. Doğan o zaman çocukların ağızlarındaki ağızlıkları gördü. Dudaklarını ve çenelerinin bir kısmını örten beyaz mat plastik görünüşlü ağızlıklardan uzanan hortum makinenin içine bilinmeyene doğru gidiyordu.
      “Şimdi ne yapmam gerekiyor?" Kafasını çevirip yukarıda kendisini izleyen genç kıza bakmak istedi. Yüksel çukurun yukarısında yarı baygın durumdaydı. Yüzünde hissettiği acının derin izleri belli oluyordu.
      “Kollarındaki boruları çıkar." Bölmelerin içinde uyuyan kızların bellerine kadar açılmıştı çekmeceler. O zaman kızların sağ kollarındaki yarım santimetre çapındaki boruları gördü. Önce boruların rengini kırmızı zannetti. Dikkatli bakınca şeffaf bir maddeden yapıldıklarını içindeki sıvıdan dolayı kırmızı bir renk aldığını anladı. Bu geniş çukuru kaplayan ne kadar derine gittiği belli olmayan nesnenin içindeki varlık yada canavar çocukların kanı ile besleniyor olmalıydı. İçinin kalktığını hissetti. İçinden gelen kusma isteğini güçlükle bastırabilmişti.
      “Ne bekliyorsun çıkar şu bağlantıları." Yüksele döndü baktı. Güçlükle açılan gözlerdeki yalvarmayı gördü. Hemen önündeki çocuğun kolundaki bağlantıyı çıkardı. O an beyninin bütün hücrelerinde korkunç bir çığlık yankılandı. Genç kız anlattıkları aklına geldi. Yüksel haklıydı. Bu aracın içerisindeki yaratık çocukların kanı ile besleniyordu. Bağlantının çıkması ile ne zamandır yattığı belli olmayan çocuğun zayıf beyaz kolunda bir damla kan belirdi. Kan damlası büyüdü ama bir noktadan sonra pıhtılaştı ve dondu kaldı.
      İkinci çocuğun yattığı kabine yöneldi, onu da çıkardı. Beyninde yankılanan çığlık bir kat daha artmıştı. Acele etmeye çalışıyordu. Üçüncü kızın dirseğinin içine el attığında ensesinde müthiş bir ağrı hissetti. Yarı açık kabinin üzerine çöktü. Az önce kolundaki boruyu çıkardığı esmer kızın siyah gözlerini gördü. Dudaklarının arasında günlerdir hasret kaldığı belli olan bir kıpırdanma belirdi. Minik yavrucuğun gülümsemeye çalıştığı belliydi. Son bir gayretle yandaki bölmede yatan kızın kolundaki bağlantıyı da söktü. Tekrar aynı çığlık duyuldu, artık durum tersine dönmüştü, Tynark acı çekiyordu.
      Bir sonrakine sıra gelmişti ama ancak bir kişinin girebileceği aralığa giremedi. Besimin güçlü kolları savurup atmıştı kendisini. Geniş çukuru dolduran haykırışlar havadaki vınlamalara vınlamalar ise gökyüzünden gelen gök gürültülerine karışıyordu. O zaman havanın fırtına için hazırlandığının farkına vardı. Yüzüne düşen ilk damlayı da o zaman hissetti. Akşamın çökmeye başlayan karanlığı gökyüzünde yağmura belki de afata hazırlanan bulutların daha da korkunç görünmesini sağlıyordu. Sırt üstü yattığı yerden bulutları seyreden biri olsaydı hayal gücünü hiç zorlamadan bulutların şekillerini anlatabilirdi. Sanırdınız ki sayısız masal kahramanı bulut olmuş başınıza toplanmış harekete geçmek için bir işaret bekliyor.

      Akşamın ve bulutların karaltısında kara bir yılan gibi uzayıp giden karayolunu geçmek üzere hazırlanan kalabalık bir gurup vardı. Kadınlı erkekli bir törene hazırlanır gibi bekleşiyorlardı. Bir kaç çocuk dekoru tamamlar gibi anne ve babalarının ellerine sarılmışlardı.
      Saatler geçiyor canlı yayına bağlanmayı çok istediği halde Kadir Öncü istediği ortamı elde edip bir türlü canlı yayına bağlanamıyordu. Aradaki polis kordonunu çekmeyi denemiş başaramamıştı. Toplananlar ise aralarına karışan paralı amigoların coşturmasıyla bağırıp slogan atıyorlardı. Son koz olarak o şımarık zengin çocuğunun dediğini yapacaktı. Çocukları kaybolan ailelerle gerekli röportajları yapmışlardı. Şimdi onları ileri sürüp ortalığı bir kere daha hareketlendirmek istiyorlardı.
      Ailelerin çoğu önce kabul etmişlerdi bu öneriyi. Ama o kahrolası Timur Sarıca araya girince çoğu verdiği sözden dönmüştü. Yine de Kanal 5’in canlı yayına çıkma arzusu ağır basmıştı. Bu arada kalabalığın içinde bulunan adamlarına biraz daha aktif davranmalarını söylemeyi unutmamışlardı.

     Karanlık çukurun içinde etkisini çok daha iyi gösteriyordu. İlk geldikleri anlara göre yeşil ışığın parlaklığı biraz daha azalmış gibiydi. Nede olsa gücünün bir bölümünü Doğan kesebilmişti. Şimdi savrulup atıldığı yerden bir kere daha doğrulmaya çalışıyordu. Bir yandan da Amerikan tarzı filmlerde sıklıkla yaşanan bu tür sahnelerin gerçek olmadığına inandığı aklına geldi. O sahnelerin bir benzerini şimdi kendisi yaşıyordu ve henüz Turanın romanında bir kahraman değildi.
      Bütün enerjisini toplamaya çalıştı. Bir kere başardıysa bir daha başarabilirdi. Ayağa kalktığında bir kırığının olmadığına sevindi. Kimbilir belki de bedeni sıcak olduğu için henüz acı vermiyordu kırıkları. Ağır adımlarla az önce çıkardığı bağlantıları tekrar yerine takmaya çalışan Besime doğru yürümeye başladı. Yürümeye hali yokken o aznavura nasıl engel olacağını bilemiyordu ama açtığı bölmelerin yeniden yerine oturmasına izin veremezdi doğrusu.
      “Bir daha dene...Başarman gerekiyor" Az önce kopardığı bağlantılar Yüksele de yaramış olmalıydı ki yukarıda ayakta duruyordu. Yüksel’den cesaret alan Doğan, bütün gücüyle Besime yüklendi. Belinden kavrayıp kabinlerin yanından çekmeye çalıştı. Adam vantuzlarla yapışmış gibi kıpırdamıyordu bile. Bir kere daha asıldı tüm gücüyle, birlikte yuvarlandılar. Bölmelerin içinden duman çıkmaya devam ediyordu.
      Yuvarlandıkları yerden ilk doğrulan Besim oldu. Saniye geçmeden Doğanda peşindeydi. Makinaya yürümeye çalışan adamın tekrar beline sarıldı. Bir daha yere yuvarlandılar. Okul kaçağı iki çocuk gibi yerlerde debeleniyorlardı. Yukarıda Yüksel hanımın yanında bir gölge daha belirdi, beklemeden aşağı çukura atladı. Yerde alt alta üst üste yuvarlanan adamlara baktı. Bölmelere yöneldi, adımları araca yaklaştıkça araçtan çevreye yayılan feryatlar çoğalıyordu. Besim üzerine çıktığı adamı bıraktı yukarıda boş çuval gibi attığı polis memurunun kendini nasıl toparladığını anlamamıştı. Ama adam aracın başındaydı ve Doğanın yapamadığını tamamlamaya çalışıyordu.
      Besim can havliyle yattığı yerden ok gibi fırladı. Polis memuruyla boğuşmaya başladı bu defa. İçinde olduğu panik duygusu dışarıdan açıkça görülebiliyordu. Bu işlere kalkıştığından beri ilk kez kaybedeceğini anlamış gibiydi. Duydukları feryatlara aldırmadan kah Doğan kah Hasan Tırpan çocukların kollarındaki hortumları çıkarıyorlardı. Çıkan her hortum araçtan daha yüksek sesle kopan bir çığlık oluyordu. Çığlıkların yankısı dışarıdan gök gürültüsü olarak geri dönüyordu. Besiminde gücü ve hareketliliği her bağlantının kopmasıyla azalıyor gibiydi.
      Son çıkan hortum duydukları sesin fısıltı haline dönüşmesine neden olmuştu. Gücünü araçtan alan Besim bir anda olduğu yerde yığıldı kaldı. Çocukların kendiliğinden uyanmasını beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamış gibiydi.
      “Kabus bitti mi?" Doğan bir yandan boğuşmaktan ağrıyan yerlerini tutuyor diğer yandan Yüksele soruyordu.
      “Umarım bitmiştir." Biraz durdu düşündü. "Dönüşüm gerçekleşmemiştir umarım" dedi.

138
Sinema / Ynt: Akıllara Kazınan Replikler
« : 25 Ocak 2016, 08:44:47 »
"İnsanlar ülkelerine altından daha çok değer verdiklerinde dünya çok güzel olacaktır" Hobbit Beş Ordunun Savaşı Thorin'in ölürken Bilbo Baggins'e söylediği söz

139
Aylık Öykü Seçkisi / Ynt: Seçkide Yetmiş Dokuzuncu Ay
« : 22 Ocak 2016, 13:08:07 »
Merhaba
Yazacaklarımı lütfen yöneticilere bir şirinlik veya dalkavukluk olarak anlamayın. Ama altı yıldan fazla bir süredir yayınlanan bu seçki bir zamandır bende denemelerimi gönderiyorum. Bu bende yani tüm süreciyle kafamın içinde hayal kurma ardından bunu daha somut hale getirme ve kendi gerçekliliğini içinde tasarlama ve yazıya dökme. Sonra kendince imla kontrolü ve değiştirmeler düzeltmeler başlıyor. Bu aşamalar bende büyük haz oluşturuyor ama daha önemlisi gönderdiğiniz denemenin veya hikayenin yayınlanmasını beklemek oluyor. Örneğin bir kaç gündür zaman zaman heyecanla siteye giriyorum acaba yeni seçki yayınlandı mı diye. Sonra okunuyor mu ve eleştiri alıyor mu sorusu başlıyor. Belki de en az onlar kadar önemli olan yeni ayın konusu ne olacak acaba soru merak ateşini körüklüyor. Örneğin canım kahramanım Hiçkimse'yi acaba nasıl Yün konusuna bağlayabilirim...
Sonuç olarak bütün bunlara neden olan ve bana bir fırsat veren arkadaşlara teşekkür ediyorum.
*Eğer bu yazı sayfadaysa ilk cümlenin korkusunu aşmışım demektir. Eğer sayfada değilse diğerleri gibi gönder düğmesine basmadan sayfadan çıkmışım demektir.

140
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuzdokuz
« : 22 Ocak 2016, 08:12:29 »
B Ö L Ü M   O T U Z  D O K U Z

      Duvarda kocaman bir siyah beyaz resim vardı. Bu işlere başladıktan sonra ait olduğu duvardan indirerek resmi buraya getirmişti. Her şey bu gün değişecekti, her şey birazdan yeniden başlayacaktı, hem de eskisi gibi. Bir rüyadan uyanıyormuş gibi kaldığı yerden devam edecekti. Bu nedenle seçilmiş kişi olarak görevine başladığı ilk günlerde yaşamının değişmez parçası olan bu resmi buraya getirmişti. Getirmişti ki bu resim olacakların tanığı olsun.
      Beyninde yer etmiş olan efendisinin söylediği tüm direktifleri harfiyen yerine getirmişti. Kaçırdığı ilk kurbanla başlayan ve her biriyle giittikçe kafasının içinde büyüyen sesin her sözünü noktası noktasına uygulamıştı. Yüzyıllardır yapılmayan yapılamayan tören birazdan başlayacaktı. Hekate daldığı uykudan uyanacak dünyayı yönetecekti. Kendisi bir uşağı olmasından onur duyduğu efendisi ona geçmişini bağışlayacaktı. Ölüler ülkesinde bulunan çok sevdiği, sevdiğinden daha çok kıskandığı eşini ve ailesini geri gönderecekti. Hazırlıkların tamamlanmasıyla bir bekleme dönemine girmişti. Törenin sonunda duyacağı ve her kurbandan sonra artarak duyduğu hazzın zirvesine çıkacaktı.
      Karşısındaki sedire baktı. Yüzyıllar önce ilk hizmetkarın yattığı sedirde yatan, masum bir şekilde uyuyan küçük kıza takıldı gözleri. Acıma, hüzün birazda pişmanlık duyguları içini kapladı. Gözlerini kapadı, kırmızı büyük bir güneşin etrafında dönüyordu. Güneşin yumuşak ışıkları gözlerini dinlendiriyor, içine doyumsuz bir huzur duygusu dolduruyordu. Uzaklarda bir nokta bir yıldız gibi parıldayan başka nesneler vardı.
      Dev kırmızı gezegenin yüzeyinde alev patlamaları olmaya başlamıştı. Alev şelaleleri binlerce kilometre yükseğe sıçradıktan sonra kırmızı bir ırmağın suları gibi tekrar ait olduğu yere yıldızın muazzam gövdesine dökülüyorlardı. Bu manzarayı bir kaç zamandan beridir görüyor sanki o alevler kendisini yutacakmış gibi korkuyordu. Kırmızı rengin üzerindeki koyulaşmalar bugüne kadar dikkatini çekmemişti. Beynindeki kişi her kimse bu kırmızı güneşin vatandaşı olmalıydı ki güneşin kırmızılığının artmasında endişeleniyordu. Korkuyordu, fışkıran her alev sütununun biraz daha yükselmesinden soğuk uzaya savrulmasından irkildiğini biliyordu. Kafasının içindeki her neyse veya her kimse Güneşinin durumundan etkileniyordu.

      Doğan kendini bir anda Cephane sokakta buluvermişti. Kafasının içi karışık olduğu merakının geçen dakikalarla endişeye dönüştüğü için sokağa nasıl nereden geldiğini anımsamıyordu. Evin önün de bıraktı arabasını. Dışarıdan göründüğü kadarıyla evde hiç bir ses seda yoktu. Zili uzunca çaldı, kapıyı açan olmadığı için sağa sola bir iki defa bakıp üst katlara doğru uzanan sarmaşığa tırmanmaya başladı. İçinden "Yüksel inşallah kapının kilidini yaptırmamıştır" diyordu. Küçük bir zorlamayla açılıveren balkon kapısı geçen seferden bu güne kadar onarılmadığını belli ediyordu. Kapının aralığından içeriyi dinledi, hiç bir ses gelmiyordu. Ayaklarının ucuna basarak içeri girdi.
      Salonu gözleriyle taradı, her hangi bir dağınıklık görünmüyordu. Eşyalar aynı yerlerinde duruyorlardı. Aklına geldi, balkon kapısının yan duvarında duran müzik setine baktı, yerindeydi. Evin koridoruna çıktı, bir an seslenmeyi, Yüksel hanımı bağırarak çağırmayı düşündü. Sessizce aramak daha doğru olacaktı, odalara girip çıkmaya başladı.
      Oturma odasında yoktu, evin tam ortasına gelen mutfağa baktı. Orada da kimsecikler yoktu. Küçük odaya da bakıp bulamayınca bakmadığı tek yer olan yatak odasına yöneldi. Uzun neredeyse evi bir baştan bir başa geçen koridoru hızlı ama sessiz adımlarla geçti. Garip bir ahlak duygusuyla yatak odasına önce girmemişti. Bir an durdu yarısı camlı kapının önünde. İçerisi karanlık olduğu görebileceği bir karaltı yada gölge olmadığına emin olunca elini kapı koluna attı. Küçük bir gıcırtıyla kol aşağı indi, peşinden kapının mandalının açıldığını belirten "tık" sesi duyuldu. Kapı bir santim kadar açıldı ve arkasında bir şey dayalıymış gibi durdu.
      Yüzünü buzlu cama yanaştırdı. Yüksel içerde miydi? İçerideyse kapının arkasına neden bir destek koyma gereği duymuştu. Bir daha yüklendi kapıya, kapının aralığı biraz daha çoğaldı. O dar yerden geçmek için uğraşırken yerde yatan bedeni gördü. Bütün gücüyle kapıya yüklendi, yerdeki bedeni adeta sürükleyerek itti, kapının açılmasını sağladı. Heyecan ve korku ile eğildi. Hareketsiz yatan vücudun kime ait olduğunu görebilmek için yüzü üzeri çevirdi. Gördüğü yüz onu derinden sarstı, nasıl olabilirdi. Nasıl...

      Sekreteri kandırması zor olmuştu Turanın. Yakın zamanlarda konser yada tiyatro gösterisi yoktu. Bu nedenle gelebilecek ilk oyunun biletlerini temin edeceği sözü vermek zorunda kalmıştı. Kadın öyle arkalarda da istemiyordu alacağı yeri. Uğraştığına değmişti ama kendisi o numaraya defalarca telefon etse bile öğrenemezdi.
      Kadın Kaymakam beyin adını kullanarak İzmir Emniyet Müdürlüğünü aramış doğrudan yabancılar dairesinin sekreteriyle görüşmüştü. Aldığı bilgi ise "Besim Kalden adına geçen yıl bir pasaport çıkartıldığı idi. Turan hemen istim üzerindeyken Kezban Hanımdan Fransa'nın İzmir konsolosluğunu da aramasını istemişti. Uzun uğraşmaların dil dökmelerin sonunda geçen hafta Besim Kalden adına vize alındığını öğrenmişlerdi. Bu bütün uğraşmalara değmişti. Turan, sevinçten yaşça kendisinden bir hayli büyük olan kadının yanaklarını öptü.
      “İnan Kezban abla bizlere çok büyük iyilik yaptın" demişti. Dışarı koridora çıktı. Havayolu şirketlerine de telefon etmeliydi ama nasıl. Koridor da aşağı yukarı volta atmaya başladı. Hiç olmazsa T.H.Y.'ye ve Air France'sa telefon edip böyle birinin bilet alıp almadığını sormalıydı.
 
     İşletmede Cavit Dayıya sorduğu “Burada Gölyaka’lı kimler var" sorusuna yanıt aldığında aklına gelen kuşku ayaklarının altında yatıyordu. Odanın perdeleri sıkı sıkı kapalı olduğu için oda karanlıktı. Kapının sağını eliyle yokladı. Aradığını bulduğunda yatak odası tavandan sarkan ampulle aydınlanmıştı. O zaman eve girdiğinden beri aradığı Yüksel hanımı karşı duvarın dibinde yatıyor gördü. Ayaklarının dibindeki bedeni atlayarak genç kıza koştu. Yatışından bir an boynunun kırılıp ölmüş olabileceğini aklına geldi.
      Sevdiği kızın yerde yatan bedenine uzandığında göğsünün belli belirsiz inip kalktığını görünce rahatladı. Tam kucaklayıp yatağına yatırmayı düşünüyorken genç kız gözlerini araladı.
      “Ben iyiyim, kendime gelebilmem için biraz zamana ihtiyacım var" dedi. Yine de Yükseli kucakladı yatağa yatırdı. İşte o ara doğan çevresine bakınacak zaman bulabilmişti. Kapının yanındaki komedinin üzerindeki minik vazo dahil her şey yerli yerinde duruyordu. Odada kısa süreli de olsa bir boğuşma yada itişip kakışma izi yoktu.
      Bir kaç dakika sonra genç kız yerinden dirsekleri üzeri ne doğruldu. Uzun ve yorucu bir çalışmanın sonucunda bitkin düşmüş gibiydi. Ama bedeninde yada yüzünde bir damla bile ter yoktu. Fısıltıyla yatağının kenarına oturmuş adama.
      “Kusura bakma emir buyurduğum için ama bir ip bulalım da şu adamı bağlayalım" dedi. Doğan, bilmediği tanımadığı bir evde nereden ip bulacağını bilemiyordu. Yerde hala baygın yatan adamın üzerinden atladı. Mutfakta bir iki aramadan sonra aradığını bulmuştu. Yerine asılmamış çamaşır ipi. Önce bir sicimle başparmakları birbirine bağladı, sonra da bilekleri. Bir yandan çalışıyor bir yandan da iyice kendine gelmiş gibi duran genç kıza merak ettiklerini soruyordu.
      “Ahmet Oker'in burada ne işi var" dedi. Genç kızın dudaklarında acı duyuyormuşçasına bir gülümseme belirdi.
“Senin bana hep sorduğun cihazın peşinde olmalı" dedi. Doğanın aklına salondaki müzik seti gelmişti. O nesnenin bir parçası Yüksel hanımın ellerindeydi.
      “Başaramamış.
      “Başaramadı, yani tam olarak başaramadı demek istedim. Biraz zarar vermiş. Onu durdurmak beni bir hayli yordu." dedi. Doğan o zaman az önce aklına gelenleri sormanın sırası geldiğini düşündü. Biraz alaycı sesle. “O nesne her ne ise çok kıymetli olmalı. Büyük bir olay yaşanmış burada. Sen bir yanda o öbür yanda baygın yatıyorsunuz. Odada ufak bir boğuşma izi bile yok... Doğrusu ben hiç bir şey anlamadım" dedi. Bağlama işini bitirmiş genç kızdan gelecek açıklamaları bekliyordu.
      Bu arada genç kız ayağa kalkacak kuvveti kendinde bulmuştu. Deminden beridir elinde kurcaladığı aleti cebine koydu. Doğan “Arızası var mı?" deyince “Sanıyorum evet ama düzelmeyecek gibi değil" dedi. Komedinin üzerindeki minik pirinç vazodaki çiçeği çıkardı. İçinde ki suyu adamın yüzüne döktü. Ahmet Oker kafasını tutarak kendine geldi.
      “O gün bana o çocuklarla ilgin olmadığını söylemiştin. Alışkanlıklarının basit kötü alışkanlıklar olduğunu söylemiştin. Yanılıyor muyum?" dedi Ahmet Bey, aptal gibi sağına soluna bakınıyordu ya gerçekten nerede olduğunu bilmiyordu yada çok iyi rol yapıyordu. Doğan adamın bu haline bir anlam veremedi. Sorusunu başka şekillerde tekrarladı, adam hiç ses çıkarmadan şaşkın bakışlarla çevresine bakınmaya devam ediyordu. Doğanın ses tonu iyice yükseldi. Sinirlerine hakim olamıyordu. Elleri arkadan bağlanmış adamı yakasından yakaladı, sarsmak üzereyken beynine bir ağrı saplandı.
      Adamı olduğu gibi bırakıp elleriyle kafasını tutmak zorunda kalmıştı. Peşinden boğuk bir ses odada yankılandı
      “Kaltak, çabuk ellerimi çöz ve o elindekini bana ver." Doğan baş ağrısından ayakta duramayacak durumdaydı. Yerinden doğrulmaya çalıştı, bacakları kendisini dinlemiyordu, başaramadı. Bir ara göz ucuyla yanındaki Yüksele baktı. Kadın bütün sinirleriyle bütün kaslarıyla gerilmiş bir şekilde duruyordu. Ellerini Doğana uzattı, o zayıf bedenden, o narin ellerden umulmayacak bir güçle Doğanın ellerini sıkmaya başladı. Doğan beynine saplanmış o sancı olmasaydı ellerinin ağrısını duyacağını biliyordu. Bir iki saniye sonra ağrısı hafifler gibi oldu. O zaman ellerini sımsıkı tutan genç kızın
      “Düşüncelerini serbest bırak, kendini kasma ve tüm benliğini bana ver. Rahatla kendini sal dediğini duydu. Kafasındaki düşünceleri atmaya çalıştı. Tüm varlığıyla genç kıza yardım etmeyi düşünüyordu. O zaman ağrının azaldığını hissetti. Karşılarında duran Ahmet Bey yerde debelenmeye başlamıştı. Elleri serbest olsaydı belki de Doğan gibi elleriyle kafasını tutacaktı. Olanlar başladığı gibi birden bitti, üçü de oldukları yere yığılmışlardı.

      Turan Hükümet Konağında girişindeki merdivenlerin üst basamağında beklerken içeriden merdivenden hızla inen kişilerin oluşturduğu gürültü dikkatini çekti. Merak duygusuyla oturduğu geniş beton saksılığın üzerinden kalktı, kapıya yaklaştı. O anda içeriden çıkan kişinin Rüzgar Ali olduğunu gördü.
      “Turan, biz bu arkadaşın söylediği yere gidiyoruz. Kısa bir araştırma yapacağız" dedi. Arkasında Hükümet Konağına birlikte geldikleri imam vardı. Onunda arkasında iki bey daha O iki kişinin de polis memuru olduklarını tahmin ediyordu. Basamakların altına vardıklarında
      “Doğan bey geldiğinde nereye gideceğimizi söylemeyi unutma" dedi. Hızlı adımlarla Hükümet Konağının arka kapısına yöneldiler.
      Komiser, otoparka henüz varmış olmalıydı ki ana girişten Hükümet binasının bahçesine üç kişi ağır adımlarla girdi. İyice yaklaştıklarında Turan, Doğan abisini ve öbür yandaki Yüksel hanımı tanıdı. İyice yaklaştıklarında ancak ortalarına almış oldukları başı önde yürüyen Ahmet beyi tanıyabildi. Merdivenin basamaklarını hızla inip onları karşıladı. Yanlarına vardığında Ahmet Oker'in ellerinin arkasında bağlı olduğunu fark edebilmişti.
      Ali Rüzgarlı’nın söylediklerini içeri giresiye kadar anlattı. Az önce çıkmış olduklarını söylemeyi unutmadan. Doğan, Rüzgar Alinin oraya gitmesinden memnun olmuştu. Şu adamı bıraktıktan sonra peşlerinden gidecekti.

      Cavit Dayı, adamları karşısında görünce ne diyeceğini, ne yapacağını bilemedi. Sevinmişti sevinmesine ama son olaylar olduğundan bu yana yaşananları unutacak kadar uzun süre geçmemişti. Üstelikte adamlar sabıkalı siyah arabayla gelmeye de çekinmemişlerdi Başka zaman olsa hayranlıkla izleyeceği süzülüyormuş gibi yol alan arabayla içeri girdiler. Neredeyse bir aydır görüşmüyorlardı ama o bir aydan öncesinin samimiyeti kaynaşmaları için yeterli olmuştu. İçeri girip arabadan iner inmez kucaklaştılar.
      Aslında sevilmeyecek kimselerde değildi. Amerika gibi koca bir ülkeden gelmelerine rağmen hiç büyük burunluluk yapmamışlardı. Kendilerine şirin gözükmeye çalışan yöneticilerin iltifatlarına aldırmadan çalışanlarla daha çabuk kaynaşmışlardı. Bekçiyle, Şoförle, hamalbaşıyla daha samimi olmuşlardı.

      İşletme müdürü pencereden görmüştü gelen arabayı. -Başımızın dertleri yine geldiler" deyip dışarı çıktı. Ama iki genç kendileri için kapıya çıktığını bildikleri halde Müdürü görmezlikten gelip doğrudan bekçi odasına girmişlerdi. Birol Tekin, bir ay önce olanları anımsayınca adamların bir an önce gitmelerini sağlamak için çareler düşünmeye başlamıştı. İçeri girdi, gelen konuk işletmenin amiri olarak önce kendisini ziyaret etsin isterdi bu nedenle gururu ayaklar altına alınmıştı. Makamını bırakabileceği biri olsa hemen doktora falan çıkacaktı ama sanki olacakları önceden tahmin edercesine yardımcısı doktora gitmek için sabah sevk kağıdı hazırlamıştı. Birden kafasının içerisinde bir hainlik uyandı. Telefona el atıp zihnindeki numaraları tuşlamaya başladı.

      Büronun insanı ezen dekorasyonunda üç adam yumuşak koltuklara gömülmüş laflıyorlardı. İçeride ağır bir matem havası vardı. Konuşulan konu ise ikindi namazından sonra toprağa verilecek olan Lütfü Yurttaş’ın iyiliğiydi. İçeri girip başsağlığı dileyenler oluyordu. Elinde mendili eksik olmayan genç adam hüzünlü olduğuna inandığı sesiyle "haber şehidi!" ilan edilen babasına gelen taziyeleri kabul ediyordu. Sabahtan beri susmayan telefonları bir kere daha çaldı. Nezaket gösterip yerini vermiş olduğu konuğu telefonu açtı. Karşı tarafın arzusu üzerine telefonu büroda oturanların en gencine uzattı. Adam ahizeyi eline alır almaz gözleri yerinden fırlayacakmış gibi oldu.
      “Olamaz... Gerçek olamaz" diyerek telefonu kapattı. Kendisine meraklı gözlerle bakan iki adamlardan şişman olanına dönerek  "O iki Amerikalı İlçeye dönmüş" dedi. Kamil Aksu duyduğuna inanmamıştı.
      “Sahi mi?" dedi.
      “Az önce görüştüğüm Birol ağabeydi, Birlik Çırçır Fabrikasının Müdürü yani. Yankiler  şimdi oradaymış" dedi. Makam koltuğunda oturan adamın gözleri parlıyordu. Bir haber iyi bir haber kokusu alıyordu.
      “Hele anlatın bakalım, olay neymiş birde biz duyalım.  Daha sonra birlikte kafa kafaya verir bir plan yaparız" dedi.

      Doğan, doğrudan İlçe Emniyet müdürünün yanına çıkmıştı. Yalnız yaptıkları görüşmede Ahmet Oker’in nezarete atılmasını istemişti. Adam "suçu nedir?" diye sorunca bir an durumu anlatmayı aklından geçirdi. Hemen vazgeçti. Yarım saat kadar önce yaşadıklarına adamın İnanmayacağını inandıramayacaklarını biliyordu. Bu nedenle
      “Dışarıdaki bayan şikayetçi, evine girmiş, kendisine saldırmış" demekle yetindi. Nezaretteki nöbetçiye de  “Lütfen dış görünüşüne aldanmayın kendisi çok tehlikelidir" demeyi de unutmamıştı. Sonra kapı önünde kendisini bekleyen Turanın yanına vardı. Durumu anlatmasını isteyen Turan'a
      “Bende bilmiyorum, Yüksel hanım belki yolda açıklar dedi. İkisinin de bakışları kendilerine bakan genç kıza yöneldi. Hükümet konağından telefon etmeyi denemişler ama ne bir telefon rehberi nede yardımcı olabilecek birini bulamamışlardı. Gülay hanımda havalara girmiş gibiydi.

      Adam dakikalardır sessiz bir doyumla yattığı yerden doğruldu. Büyük an yaklaşıyordu, son hazırlıklara tamamlanmalıydı. Ağır hareketlerle ayağa kalktı, koridora ve koridorun sonunda ki kapıdan bahçeye çıktı. Yıllarca önce belki de asırlarca önce dikildiği belli olan ve gölgesi tüm bahçeyi kaplayan çam ağacının dibine vardı. Bahçenin tam ortasına serilmiş olan halıyı yavaş hareketlerle topladı. Halı, rulo haline geldikçe altından halı ölçüsünden biraz küçük ızgara çıkıyordu. Tam yarısını toplamıştı ki birden durdu. Dışarıdan gelecek bir haberi, bir sesi dinliyormuş gibi bir kaç saniye durduktan sonra halıyı tekrar yerine sermeye başladı. Yaklaşan bir tehlike sezinlemişti beyninin içindeki varlık. İçeri girdi, gelenleri en iyi bir şekilde karşılamalıydı ki her hangi bir kuşku uyandırmasın.

      Bu arada genç gazeteci Turan, konunun ne olduğunu anlamadı çünkü kendi Motosikletiyle gitmeyi tercih etmişti. “Gazeteye uğramalıyım. Yoksa kendime yeni bir iş aramak zorunda kalabilirim" demişti.

      Doğan İşletmeye giderken genç kızı yol boyunca dinlemişti.  “O ırkımızın en kötü ve en zeki üyesi. İlk doğduğunda bilim adamlarımız neredeyse bayram yapacaklardı. Kendilerinin yıllardır uğraştığı ve çözemediği pek çok soruna bu zeki yurttaş tarafından çözüm bulabileceğini umuyorlardı. Ama Tynark beyin gücüyle ırkdaşlarının çok üzerinde olduğunu anlayınca bunu kötü yönde kullandı. Bizleri küçümsedi ve zekasıyla herkesi alt edebileceğini düşünmeye başlamıştı. Kendi çıkarları uğruna, toplumumuza, uygarlığımıza zarar vermeye başlamıştı. Çok uğraştırdı bizleri.
      Yakalandığı zaman doğrudan yok edilme cezasına çarptırılması istenilmişti. Bin yıllardır ne Kuroth ta nede diğer gezegenlerimiz de ölüm cezası verilmediği için -bir kereye  mahsus bir yasa değişikliği teklif edilmişti. Yüksek mahkememiz uzun süre tartıştıktan sonra bu -bir kereye mahsus- olayını reddetmişti. Bu kararda idam edilecek olan kişinin kafasının içinde taşıdığı olağan üstü beynin de yok olacağı düşüncesinin de etkisi oldu sanıyorum. O nedenle hemen yok edilmesi gereken tehlike hala yaşamaya devam ediyor. Genç kız sustu, bir kaç saniye süren sessizlikten sonra anlatmaya devam etti.
      Beynini karşısındakileri etkilemek için çok rahat kullanıyor. Sizin konuşmayla yapmaya çalıştığınızı hiç bir aracı kullanmadan yapabiliyor, özelliklerde zayıf kişiliklerde çok etkili bu yöntemi. Siz buna illüzyon diyorsunuz." Doğan “Ama..." diyecek oldu genç kız araya girdi.
      “Bizlerde de o yetenek var... Beynimizi sizlerden çok daha fazla kullanabiliyoruz. Ama dedim ya Tynark çok zekidir.
      “Desene sizin bu çok zeki katil bizleri uğraştırmaya devam edecek" Doğan gülümsüyordu. Bir ara kızın yüzüne haince bakıp

      “Sahi bana böyle yeteneklerinin olup olmadığını söylemiş miydin?" dedi. Araç İşletmenin bahçesine girmek üzereydi. Doğan sol sinyalini yaktı.
      “Ahmet Oker'i iki defa nasıl alt ettik sanıyorsun. Doğan aklına getirince bir saat önce yaşadığı acıyı yeniden yaşadı. Konuşmaları bitip konuk araç parkına yanaşırken büyük siyah Amerikan arabasını gördüler. Anlaşılan İşletmede de gelişmeler olmuştu.

      Turan Vespasını kenarı ya çekip gazeteye girdiğinde Yakup usta yazıhanede oturuyordu. Sırtı kapıya dönük biri daha vardı ama içeri girmeden kim olduğunu anlayamazdı. Bir kaç saniye kapı önünde dikildi. Ustası ve sırtı kapıya dönük olan konuğu odadaki küçük ekran televizyonu seyrediyorlardı. Kapıyı hafifçe tıklattı. İçeriden hiç ummadığı yumuşaklıkta bir  ses geldi.

      “Gel Turan. Bir konuğumuz var." Turan yazıhaneden içeri ye bir iki adım atmıştı ki Onun girmesiyle yüzünü dönen konuğu hemen tanıdı. Yaşamının en güzel anlarından biriydi bu tanışma. Kendisine bir ideal olarak aldığı kişi ile karşısında duruyordu. Ustasının tanıştırmasından sonra dikkati odadaki diğerleri gibi televizyondaki görüntülere kaydı. Küçük ekranda sabah öldüğünü duyduğu Lütfü Yurttaş’ın oğlu heyecanla konuşuyordu. Bir ara kamera yanındaki konuğa çevrilince ünlü haber programı yapımcısı Kadir Öncü’yü hemen tanıdı. Ülkenin iki ünlü televizyon habercisi burada ilçelerindeydi.
      “Aylardan beri peşinde olduğun olayı birde beyefendi için anlatır mısın?" dedi Yakup usta kibar bir sesle. Bir anlık sessizlikte Turan olayı kafasında toparlamaya çalıştı.
      “Seve seve ama önce bir telefon etmeme izin verin" dedi. Turan ustasının yanında İzmir’i aramış direk Menderes havaalanıyla bağlantı kurmaya çalışmıştı. Santral dan aldığı telefon numaralarıyla önce T.H.Y. yi aramış son bir kaç gün içinde Besim Kalden adına bir bilet alınmadığını öğrenememişti. Israrlarına rağmen ahizenin karşı ucundaki kişi istediği bilgiyi vermiyordu. Bir sonuç alamayınca sert bir şekilde telefonu kapattı. Odadan öfkeli hareketlerle çıkmakta iken Timur Bey telefonu ve Turanın bir kağıda yazdığı numaraları "izninle" deyip almıştı.
      Önce Air France'a telefon etti önce Timur bey. Air France gişe yetkilisi Umut beyin sesinden etkilenmiş olmalıydı ki istediği bilgiyi hemen vermişti. Bir gece öncesinde İstanbul bağlantılı bir Paris bileti satılmıştı Besim Kalden adına. Yetinmemişti Öğrendikleriyle Kurt gazeteci Timur.
      “Bu arkadaş uçağa bindi mi?" diye tekrar sordu telefonun diğer ucundaki kişiye. Bir kaç dakikalık bekleyişten sonra  “O kadarını öğrenemedim" deyip ahizeyi yerine koydu. Turan bir kaç dakika içinde almış olduğu dersten etkilenmişti. İzin isteyip bir telefon daha etti. Bu defa aradığı Birlik Çırçır İşletmesiydi. Doğan ağabeyini bilgilendirdi. Timur beye dönüp
      “Ne zamandır izlediğim bu olaydaki son gelişmeleri öğrenmek istiyorum izin verirseniz" dedi. Timur Sarıca’nn anımsattığı söz üzerine vazgeçti. 
“Delikanlı hani bize neler olup bittiğini anlatacaktın" dedi. Sesin yumuşaklığı ve o yumuşaklık içindeki emir tonu bir kere daha etkilemişti Turanı. Kalkmaya niyetlendiği sandalyeye tekrar oturmak zorunda kalmıştı.

      Doğan, içeri İşletmeye girince yanıldığını anladı. Siyah arabayı İşletmenin bahçesinde görünce aklına ilk gelen "sapıklar İşletmeyi basmış" düşüncesiydi. Onlar daha arabadan inmeden zenci Amerikalı kapılarını açmak için otomobilin yanında belirmişti bile. Hoş bir sürpriz olmuştu doğrusu. Tabii beyinlerdeki kuşku korları tekrar canlanacaktı. Birde onları hiç sevmemiş olanlar geldiklerini gördülerse bir ay kadar önce yaşananlar yeniden yaşanabilirdi. Yüksel hanımsa çoktan eski dostlarıyla konuşmaya dalmıştı. Bir zaman sonra Doğan
     “Arkadaşlar bu akşam buradasınız değil mi?" diye sordu. Amerikalılar “Biz var memlekete dönmek..." gibisinde sözlerle vedalaşmaya geldikleri anlatmaya çalışırlarken Doğan Cavit Dayıya dönerek
      “Dayıcığım var bu adamlar biz gelene kadar gitmemek." Araya Yüksel hanım girdi.
      “Çünkü biz var bir iş bitirmek hemen dönmek. Akşama güzel bir yemek yemek" dedi. Sonra cümlesinin eksik kaldığını anlamış gibi ekledi.  “Hep birlikte yemek" Amerikalıların konuşmalarını taklide çalışmaları hoşlarına gitmişti.
      “Peki... Peki..." dediler. Tam çıkmak üzereydiler ki kapının telefonu çaldı. Cavit dayı açtı telefonu. Açar açmazda Doğana uzattı. Kısa bir görüşme olmuştu. Telefonu kapatınca içeridekilere açıklama yapma gereği olmuştu.
      “Turandı." dedi. “Yüksek olasılıkla Besim dün gece yarısı Air France ile Paris’e uçmuş" diye sözlerini tamamladı. O küçük odada bulunanlar "çık...çık..." lara başladılar.
      “Kızı kaybolan biri nasıl olurda Paris’e giderdi..."Bir baba nasıl bu kadar sorumsuz olabilirdi... "Böyle bir şey ne görülmüş ne duyulmuştu..."  Odada ki herkes düşüncesini yüksek sesle söylerken Doğan ve Yüksel dışarı çıktı.
      Arabanın motoru devrini aldı, geri vitese taktı. Doğan, sağ solunu oturduğu koltuğa atıp başını arkaya çevirmişti. Ayağını debriyajdan çekmek üzereyken camının tıkırdadığını duydu. Rıza Aslandı camı tıklatan. Vitesi tekrar boşa attı, camı açtı.
      “Nereye gidiyorsunuz?" Rıza Baba bu tür sorular sevmezdi. Sormazdı da.
      “Gölyaka köyündeki o çiftlik evini bir dolaşalım istiyoruz" dedi. Doğan karşısında duran adamın yüzüne baktı. Biraz suçluluk biraz keder vardı.
      “Besim Beyin rahmetli babası da o köydendi. Sanıyorum bahis konusu olan o ev" dedi. Başını eğdi, suçüstü yakalanmış ihbarcılar gibiydi, geriye bekçi kulübesine doğru yürümeye başladı. Doğan, az önceki hareketlerini yineledi, araç gerisini geri park yerinden çıkıyordu. Rıza babanın sözleri yönleri değiştirmemişti ama bu keresinde ne yapması gerektiğini daha iyi biliyor gibiydi.

      Yanlarında bulunan köy imamının yolu tarif etmesiyle aradıkları evi bulmaları zor olmadı. Gerçekten de ev ana yol ile Gölyaka köyünü birbirine bağlayan asfalttan görünmeyecek konumdaydı. Otlar ve çalıların etkisiyle gizlenen toprak yola girdiler. Bir kaç yüz metre gitmelerine rağmen hala evi görememişlerdi. Önlerindeki hafif tepeyi aşmaya başladıklarında ilerideki ağaç kümesini gördüler. Biraz daha yaklaştıklarında kocaman çam ağacının çevresinde toplanmış gibi duran bir grup ağaç vardı.
        Her biri tek başına dursa muazzam büyüklükleriyle hemen görülecek olan ama ulu çam ağacının yanında olmakla gerçek büyüklüklerinden daha küçükmüş gibi duran ağaç kümesinin arasında bir çatı vardı. Yıllardır üzerine dökülen toz ve yaprakların etkisiyle kırmızı rengini yitirdiği için ancak yaklaşınca fark edilebilen bir çatı, evi gözlerden kaçırmaya yardım ediyordu. Eve iyice yakınlaşmadan otomobili yolun sağına çektiler.
      Kapıyı çalan Rüzgar Aliydi. Genç imam, bir tanıyan olabilir düşüncesiyle arabada kalmıştı. Ağır adımlarla eve doğru yürüdüler ama durum arabada kalan gencin anlattıklarına ters bir şekildeydi, evden her hangi bir yaşam belirtisi gelmiyordu. Biraz beklediler, sağa sola bakındılar. Yol boyu kapıyı açan kişiye -eğer bir açan olursa tabii- ne diyeceklerini düşünmüşlerdi. Bir süre değişik senaryolar uydurmaya çalıştılar. İnandırıcı görünmüyordu hiç biri. Sonunda Komiser Gerçeği söylemeye karar vermişti. Yani gerçeğe yakın bir şeyleri. O kapıyı bir kere daha çaldığında yanında o çok sevdiği Dağ köyünden yeni gelen Hasan Tırpan vardı. Hasan ve diğer arkadaşı Uğur. Komiser kapıda kapıyı birinin açmasını beklerken Memur Hasan ve Memur Uğur evin her iki yanına yürümeye başlamışlardı.
      Evin ön cephesi taş duvardandı. Duvarın dibindeki çalılar ve pencereleri örten panjurları saran sarmaşıklar evin uzun süredir açılmadığını belli ediyordu. En azında pencereler açılıp havalandırılmamıştı. Tam duvarın ötesine gideceklerdi ki ön kapı gıcırtıyla açıldı. İki memur geri komiserinin yanına döndüler. Kapıyı açan en az ev kadar yaşlı görünen kadın onların daha kim olduklarını öğrenmeden içeriye davet etti. Üçünün de içindeki merak duygusu ağır basmıştı. İçeriye evin geniş salonuna girdiler.

      Doğan ve Yüksel Hanım gittikten sonra sohbetin hızı kesilmiş gibi görünse de Serkan Güler’in gelmesi ile neşeli bir hava kazanmıştı. Sanki bütün işi çevresindekileri güldürmek olan adam anlattıkça, küçücük odada hiç olamayacak kadar kahkaha- duyuluyordu. Bu neşe yolun tam karşısına yanaşan minibüsü görmelerine kadar sürdü. Üzerinde kocaman harflerle ait olduğu ulusal televizyon kanalının arması olan minibüstü.
      Minibüsten iyi bir televizyon izleyicisinin çok uzaktan bile tanıyabileceği bir bayan indi. Üzerinde dekolte sayılabilecek bir elbise onunda üzerinde haberlerin sonunda yazılan meşhur mağazalardan alındığı belli olan deri mont vardı. Arkasından omuzun- da kamerasıyla bir delikanlı ve yardımcı personel olduğu belli olan bir kaç kişi inmişti. Yolun sağına soluna baktıktan sonra İşletmeyi kamera ile çekmeye başladılar. Özellikle de avludaki büyük siyah arabayı zoomluyorlardı. Kulübede aralarındaki konuşmayı bırakmış olan kişiler yolun karşı kaldırımında olan gelişmeleri izliyorlardı.

      Dışarıyla içerisi bambaşkaydı. Yaşlı kadın adamları içeri buyur ettiğin de adamların bu kadar şaşırtacağı aklına gelmezdi. Ev otuz yada kırk yıl öncesinden kalmış gibiydi. atmışlı yıllarda çevrilen Türk filmlerinde kullanılan o evlerden biriydi ve sanki yukarı çıkan ahşap merdivenlerden bir Türkan Şoray yada bir Hülya Koçyiğit iniverecekmiş gibiydi.
     “Buralarda bir kaçak görmüşler nineciğim" dedi Rüzgar Ali sesine olabildiği kadar bir sempati katarak devam etti. "O nedenle seni rahatsız ettik " Yaşlı kadın
       “Hiç rahatsızlık mı olur a evladım. Zaten son günlerde arayanım soranım o kadar azalmıştı ki" dedi. Konuklarını peşine katmış salona götürürken aklına yeni gelmiş gibi. "Benim adım Esma" dedi. "Herkes bana Esma nene der." konuşmaktan çene kasları ağrımasın diye ağır konuşuyor gibiydi. "Sizlerde bana Esma nene diyebilirsiniz" dedi. Komiser bey bir yanlışlık yaptıklarını düşünmeye başlamıştı bile
      “Bu ev bana kızımdan kaldı, burada torunumla birlikte oturuyoruz" dedi Salonun ortasında ki açık olan seccadeye doğru yürümeye başladı “Daha doğrusu o ara sıra gelip gidiyor. Evde ben yalnız yaşamaya çalışıyorum" bir taraftan konuşuyor diğer taraftan orta yerdeki seccadeyi topluyordu. Komiser etkilenmişti.
      “Zor olmuyor mu?" dedi. "Yani ev işleri falan diyorum" Daha önceden anlaştıkları gibi Komiser yaşlı kadınla konuşurken diğer ikisi belli etmemeye çalışarak evi dolaşmaya başlamışlardı.
      “Dikkat edin evladım, bu evdeki her eşya kıymetlidir. İstemeden de olsa bir zarar verirseniz torunum çok üzülür." dedi. "Evi kolaçan etmeye çalıştığımızı farketti moruk" diye düşünüyordu ağır adımlarla yanlarına yaklaşmaya başlayan Hasan Tırpan. Ama yaşlı kadının sözleriyle tam bir şoka girdi.
      “Moruk kelimesinin yaşlılar için kullanılmayacağını sana öğretmemişler miydi evladım" dedi. Hasan Tırpan’nın yüzüne bakarak. Diğerleri anlamasa da Memur Hasan irkilmişti.
      “Hakkaniyetli torunum bazen temizlikçi getiriyor. Eh gündelik işleri de kendim yapabiliyorum zaten." Rüzgar Ali bir ağanın bağ evine geldiklerini düşünmeye başlamıştı. Çok ileri giderlerse yukarıdan birileri tarafından uyarılabilirlerdi. Ellerinde bir mahkeme kararı falan da yoktu, sırf bu yüzden bile doğrudan doğruya bir haneye tecavüz sayılabilirdi. Acaba arabada bıraktıkları imam mı yanılmıştı. Denize düşen yılana sarılır hesabı çaresizlikten ilk duydukları kişinin sözlerine aldanıp bir hata mı yapmak üzereydiler.
      “Biz yanlış gelmişiz nineciğim" dedi. "Aradığımız kaçağın buralarda olması mümkün değil."
Yaşlı kadın "Aldırma be torunum" dedi. "Yalnız oturduğum için beni çevrede pek sevmezler, hakkımda bir sürü söylenti yayarlarmış. Yok evden kahkahalar geliyormuş, yok evde küçük bebeler varmış" Yaşlı kadın daha devam edecekti ama Komiser elini öpmek için eğildi.
      “Kusura bakma nineciğim, biz adamı yanlış yerde arıyoruz" dedi. Üçü birden Ninenin ellerini öptü. Defalarca özür dileyerek dışarı çıktılar. Otomobili bıraktıkları yere vardıklarında ise arabanın boş olduğunu gördüler. Kendilerini buralara getiren imam kaçmıştı.

      Turan, en başından olanları anlatmaya başladı. Kendisinin "bu konu sizin için bu kadar önemli mi?" demesine gerek kalmamıştı. Adam durumu söz arasında açıklamıştı.
      “Rakip televizyonun böyle bir yere geleceğini duyduk küçük bir araştırma yapınca da haklılığını anladık. Şimdi, onlar sansasyon biz gerçek haber peşindeyiz" demişti.
      Ayrıntıya girmeden taa ilk çocuktan başlayarak anlatmıştı. O anlattıkça Timur Bey şaşırıyordu. Bir ara televizyona çıkan bir yüz tanıdık geldi.  "Ama bu... bu... Kaybolan çocukların birinin ailesi" Gerçekten de yöresel televizyonun stüdyosunda canlı yayınında kaybolan çocukların aileleri konuşuyorlardı. Turan kameranın karşısında aileyi tanımıştı. Selçuklu’dan geliyor olmalıydılar, anne, baba ve simitçi ağabey.
      “Ne yapmaya çalışıyor bu adamlar" dedi öfkeyle. Aksine usta gazeteci sakindi.
      “Az önce size dedim ya onlar sansasyon peşinde bizler haber.” Bir ara televizyonda görüntü değişti. Mekan stüdyo değil açık havaydı, yol kenarıydı. Yakup Usta Turandan daha önce tanıdı yeri.
      “Burası Birlik Çırçır’ın önü." Turan hemen cep telefona sarıldı. Karşısına Dayısı çıktı. Durumu sorunca Bekçi Cavit neredeyse yarım saattir yolun karşısında olduklarını ve içeriyi görüntülediklerini" söyledi.
      “Özellikle Amerikalı arkadaşların arabalarını çekiyorlar" deyince Turanın jetonu düşmüştü. Adamlar daha büyük haber peşindeydiler. Belki de bir isyan bir linç olayını yeniden hazırlıyorlardı. Hem de canlı yayın yapmanın hesaplarıyla. O nedenle kayıp çocukların ailelerini bulup getiriyorlardı. Amerikalı iki gencin üzerinden yargısız infaz yapacaklardı.
      Televizyonda görünmeyen bir ses sık sık "Sevgili büyüğümüz Lütfü Yurttaşın cenazesinden sonra Birlik Çırçır önünde buluşalım." diyordu. “Adaletin kendisi olalım" diyordu. Katil arabanın katil sürücülerinden hesap soralım" diyordu. Yüzünü görmeseler de kelimeleri yuvarlamadan konuşan sesin sahibini, Kamil Aksu’yu tanıyorlardı. Kayıp çocukların eski fotoğrafları ekranda gösteriliyordu. Gözü yaşlı ana babalar canlı yayına çıkartılıp yaraları deşiliyordu. Bu aleni bir kışkırtmaydı, Yakup usta doğrudan Kaymakam beye telefon açmayı denedi, ulaşamadı.

      Batı Anadolu’nun küçük bir ilçesi için kocaman ve üzeri çanak anten benzeri cihazlarla donanmış minibüs ve her akşam tvde gördükleri kişileri görmek büyük bir olaydı. Televizyonun arabasının yanına insanlar toplanmaya başlamışlardı. Önce bir iki boşta gezer, ardından canı sıkılan bir kaç genç, minibüsün yanına varmıştı. Bir görevli arabanın üzerindeki logoları söktü. Minibüs şimdi düz beyaz renkteydi. İçeride İşletmenin girişinde oturanlar gelişmeler karşısında ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Zumlu kamerayla kulübenin içinin bile görüntüye alınabildiğini tahmin ediyorlardı Serkan beyin yerinde önerisiyle içeriye yönetim binasına geçtiler. Doğrudan müdür Birol beyin odasına girdiler.

      Birol Tekin gelişmelerin bu noktaya varacağını ummamıştı. Tedirgindi ama tedirginliği böyle bir işe kalkıştığı için değil adını verdiği içindi. Üstelik doğrudan doğruya Lütfü beyin oğluna söylemişti adını. İçeri girenlere baktı
      “Gidiyorsunuz galiba" dedi Amerikalılara. Rıza Aslan kendinden beklenmeyecek bir çıkışta bulunarak
      “Kusura bakmayın Müdür Bey, arkadaşlar bu akşam bizim konuğumuz" dedi. Birol bey yıllardır birlikte çalıştıkları ve çok iyi tanıdığını sandığı adamın bu çıkışına şaşırmıştı. Durumu çabuk toparladı. Geçen ay olanlar kolay unutulacak şeyler değildi.
      “O halde alın konuklarınızı başka bir yere gidin" dedi. Sesi istediği gibi Rıza Aslanın ses tonundan daha yüksekti. Azarlar gibi devam etti
      “Az önce söylediklerinizi duymadım ve şu andan itibaren izinlisiniz" dedi. Kolundaki saatine baktı. "Ben Lütfü Beyin cenaze namazına gidiyorum. İsteyen olursa götürebilirim." dedi ve bir yanıt almayı beklemeden odadan çıktı. Bir saniye sonra kapıyı tekrar açıp “Belki bilmek istersiniz. Dün gece Lütfü Yurttaş’ın evinin önünde kapıdaki büyük siyah arabayı görmüşler" dedi.

      Doğan saatine bir kere daha baktı. ”Sence her şey bugün olacak mı?" dedi. Kız “Evet" diye mırıldandı. "Bugün olmak zorunda çünkü bizim yok olan yıldız sistemimize göre bu son sabah." Delikanlı anlamamıştı.
      “Sana söylememiştim değil mi. Bizim yok olan sistemimizin bir günü sizin otuz üç gününüze eşit. Bugün ise altıncı gün doluyor. Tynark'ın uyanma zamanı. Altı aşamada uyandı derin uykudan. Her gün için bir çocuk getirtti kendisine. Her gün biraz daha güçlendi kendine sunulan bu çocukla. Bu nedenle Ahmet beyi ve diğerlerini rahat etkiliyor. Eğer altıncı kurban emrine verilir de yattığı yerden doğrulursa ve hizmetkarının bedenine girerse ben dahil kimse durduramaz onu. O zamanda yasalarımıza uygun olarak kanserli ur toptan yok edilir." Doğan gülümsedi ama gülümsemesi buz gibiydi.
      “Kanserli ur Dünya mı oluyor yoksa?" başını çevirdi yanında oturan genç kıza baktı. Vereceği yanıtı duymak ve görmek istiyor gibiydi.
      “Üzgünüm" dedi. Yıllar öncesinden bildiği ve son aylarda iyice tanıdığı çehrede şaka yapar gibi bir hal yoktu.

      Bu camiyi bilerek seçmişti oğul Yurttaş. Babasının ani ölümü Onu gerçekten yaralamıştı. Babası onun için bir idealdi, kendisinin sağken anlattıklarını düşünüyordu." Sıfırdan başladım sana bir beylik bıraktım Sende bana yakışan evlat ol beyliği bir imparatorluğa dönüştür" derdi. Son gece yani birlikte oldukları son gece oğlunun geleceği için uğraşıyordu. O gece eve dönerken ölmüştü. Oturdukları sitenin kapıcısı polise söylemediklerini kendisine söylemişti. "Büyük siyah arabayı" anlatmıştı. "Arabadan inen kişiyi anlatmıştı. Şimdi o "büyük siyah arabadan ve o arabanın sürücüsünden intikam alma zamanıydı. Hem de babasının sağ olup ta görseydi oğluyla öğünebileceği bir tarzda intikam alacaktı. Babasının katillerini linç ettirecek bu linç olayını babasının kurduğu televizyon kanalıyla tüm Türkiye’ye hatta Dünyaya canlı olarak verecekti. Bu nedenle ilçe merkezindeki ve bulvar üzerindeki bu camiyi bilerek seçmişti. Caminin arka tarafında bulunan lojmanın kapısını çalarken bunları aklından geçiriyordu. Kapıyı açan İmamın eşine
      “Gürsel Yurttaş geldi der misiniz?" dedi. Kuşkulu bir şekilde kenarıya çekildi. Bir kimse görsün yada duysun istemiyordu. Beş dakika sonra ikindi namazı için abdest almaya giderken "adamla konuşmasına gerek olmadığını" düşünüyordu. Orta yaşlı sayılabilecek imam yeteri kadar yabancı düşmanıydı zaten.
      “İçiniz rahat olsun. Babanızın katilleri buradaysa camimizin cemaatinin büyük bir kısmının katilleri protesto etmek için tarafımdan oraya gönderileceğinden emin olabilirsiniz" demişti.

141
Kurgu İskelesi / Kutsal Kalkan Bölüm Otuzdokuz
« : 18 Ocak 2016, 14:54:29 »
B Ö L Ü M  O T U Z S E K İ Z

      İlçede hareketlilik sabah erken saatlerde başlamıştı. Eşinin çayı koyup kahvaltıyı hazırladıktan sonra uyandırmasına alışkın olan Kaymakam Enver Bey, yattığı odadaki telefonunun çalmasıyla uyandı. Rehberlerde olmayan ve özel kişilerden başka kimsenin bilmediği özel telefonuydu bu.
     “Hayırdır İnşallah" deyip kalktı. Telefon eden kişiyi daha sesini duyar duymaz tanımıştı. İlk bir kaç cümleden sonra uykusu dağıldı. Apar topar hazırlanmaya başladı. Bir yandan da telefon fihristini arıyordu. Bu haberi mutlaka İlçe Emniyet müdürüne bildirmeliydi. Arayan kişi, “Lütfü Yurttaş evinin önünde arabasının içinde ölü bulunmuş” demişti. Kim bilir belki de bir cinayettir. Parmakları hızla Emniyet müdürünün telefonunun tuşlarına basmaya başlamıştı.

     Kapıcı sabah olayı ilk gördüğünden beri belki beşinci belki onuncu defa anlatmıştı soranlara; birini de komiser Rüzgar Ali'ye. O seçkin sitenin en seçkin villasının önünde büyük bir kalabalık toplanmıştı. Gazeteciler, polisler, eş dost, akrabalar hep toplanmıştı. Doktor gelip kontrol ettikten sonra içeriye taşınmıştı naaş. Görünürde bir yara bir darbe izi yoktu, o halde ölüm raporuna -kalp yetmezliği- yazmakta da bir sakınca yoktu.
      Olayı iki kişi görmüştü. Biri yaşamış, diğeri izlemişti. Yaşayan, Lütfü Yurttaştı, izleyen de belki bir bahşiş daha koparırım ümidiyle gece geç vakit yola çıkan adamın dönüşünü bekleyen kapıcı. Kapıcının şansı kalbinin Lütfü beyden daha genç olması ve olayı uzaktan izlemesiydi. Ne yazık ki gördüklerinin hiç birini polise anlatamazdı. Olayın hemen arkasından yatağına girmiş orada gözünü bile kırpmadan bildiği bütün duaları okuyarak sabah ezanını beklemişti. Sabah hava ışır ışımaz arabanın yanına gitmiş yorganın altında ezberlediği rolünü oynamaya başlamıştı, hem de en abartılı şekliyle.

      Ara sokaklardan koşar gibi gidiyorlardı. Doğan, bu kadar yolu arabayla çıkmadığına pişman olmuştu. Eğer bir iki gün önce -yoksa dün müydü?- aynı eve gelmemiş olsaydı bulabilmesi olanaksızdı. Önce evlerin neredeyse birbirlerine değeceği yakınlıkta bulunan sokaklardan geçtiler. Sonra onlarca belki yüzlerce basamaklardan oluşan merdivenleri çıktılar. Merdivenlerin üst başında ki evin zilini Doğan yalnız başına çalıyordu. Genç kızı aşağıda merdivenlerin alt başında bırakmıştı. Nefes nefeseydi, kapıyı olduğundan bir hayli yaşlı gösteren Abidin Bey açtı.
      Kapı önünde konuştular, içeride Abidin beyin hemen gerisinde Turan suçlu havasında duruyordu. İçeri girmelerini öneren Abidin beye ve eşine teşekkür etti. Aşağıda merdivenlerin başında bekleyen arkadaştan söz etti. Yaşlı adam, Onu da getirseydin dediğinde acele dönmeleri gerektiğini söylemişti. Gerçek neden ise merdivenleri üç-beş basamak çıktıktan sonra aklına gelmişti. Yüksel Pekcan herkesin benzettiği gibi rahmetli Necla'ya çok benziyordu. Bu benzerliği yaşlı çiftte çabucak fark edecekti. Bu nedenle genç kız gözden uzakta aşağıda kalmıştı. Merdivenlerden hızlı adımlarla inerlerken Turan olanları anlatmaya başlamıştı bile.

     “Sabaha karşı Münevver hanımın çığlığıyla uyandım. Oda ne olduğunu anlamadığı bir bağırışla uyanmış. Koşup küçük kızın uyuduğu odaya baktıklarında yatağı boş görmüş. Attığı çığlık beni bile uyandırdı. İşte o zaman daha önce duyduğum o korkunç kahkahayı duydum. Küçük odanın küçük penceresi ardına kadar açıktı. Bir gölge, evlerin damlarında tıpkı bir düz yolda koşar gibi koşuyordu.
“Üzerinde bembeyaz, karanlıkta ışıldayan bir elbise vardı. Etekleri sanki kasıtlı olarak püsküllermiş gibi yırtılmış bir elbise." Turanda, Doğanda, söze giren genç kıza bakıyordu.
      “Öyle hortlak benmişim gibi bakmayın. Sadece Hekate’nin yardımcılarının kim olduğunu biliyorum" dedi. Hala yüzüne bakan adamlara "Bakınız Meydan-Larousse 4. cilt Sayfa.... Zorla gülümsemeye çalışıyordu.

      Otomobili bıraktıkları çok katlı otoparka doğru yürürlerken Turan anlatmasını sürdürüyordu.
     “Dün babası çocuğu getirdi. Besim ağabeyde kızı da çok mutlu görünüyordu. Sevgiyle ayrıldılar birbirlerinden. Küçük kız bütün gece şen şakrak bir büyükbabasına bir annanesine gidip geldi. Arada bir benimle bile şakalaştı. Sonra alışkanlığı olduğu üzere torunlarını erken yatırdılar, her zaman olduğu gibi kendi odasına tabii." Doğan "keşke içeri girip kontrol etseydim" diye düşünüyordu.
      “Valla ben çok ısrar ettim "sizin yada benim odamda yatsın diye ama yaşlıların fikirleri sabit oluyor. 'Bu evde hiç bir şey olmaz' dedi başka bir şey demedi Abidin bey amca" dedi.  “Babasının haberi var mı?" Doğanın sorusuna Turan omuz silkerek yanıt verdi.
      “Hiç sanmıyorum. Biz haber vermedik. O odun gibi adamın da içine falan doğmaz hani" dedi. Varyantın girişindeki çok katlı otoparka varmışlardı. Dışarı çıkarken ne yapacaklarını yada nereye gideceklerini bilemiyorlardı. Yola çıktıklarında Doğan
      “Nasıl bir şeyler hissediyor musun?" diye sordu Yüksele. Turan bu soruda ki anlamı sezemiyordu ama bir şeyler olacağına hem de bugün olacağına inanıyordu. Genç kız
      “Hayır" dedi ve ekledi “İhtiyacı olan son parçayı da buldu. Çember tamamlandı, yakında her şey bitecek... İyi yada kötü sona erecek" dedi. Dönüş yolunda öğrendiler iş adamı Lütfü Yurttaş’ın vefat ettiğini. İlçeye vardıklarında tören için hazırlıklar yapılıyordu, cenazesi ikindi namazından sonra kaldırılacaktı. Aile törenin olabildiği kadar görkemli olması için kesenin ağzını açmıştı.


   Sitenin kapıcısı sessiz kalmayı tercih etmişti. Nasıl sessiz olmasındı ki, beyazlar içerisindeki bir hayalete kim inanırdı ki. Üstelik olayı deşelemenin de bir anlamı yoktu, Doktor kalp yetmezliği dedikten sonra kim ne diyebilirdi ki...

      Rüzgar Ali bir gece önce olanları Amirine anlatmayı düşünmüştü. Doğanın İzmir'den dönmesini beklemek daha mantıklı olur diyerek vazgeçmişti. Bekleme kararını vereli yarım saat olmamıştı ki yukarıdan gelen çağrıyı aldı. Kaymakam beyin daveti üzerine geniş çapta bir toplantı yapılacaktı. Toplantı saati olarak 10.00 belirlenmişti. Acaba ne olmuştu da Kaymakam Bey böyle bir toplantı yapma gereği duymuştu.
      Masasının çekmecesindeki bu konuda ki bilgileri içeren dosyayı çıkardı. Toplantı gereğinin ne olduğunu az sonra öğreneceğini düşünerek odadan çıktı. Oda girişinde oturan sekreteri Gülay hanıma ararsa kendisini nerede bulacağını söyledikten sonra ağır ve kararlı adımlarla Kaymakam beyin makamına yöneldi.

   O eski ev ile ilgili anıları kafasında yeniden canlanıyordu. Yaşamının en güzel günleri en tatlı anları bu evde geçmişti. Annesiyle, babasıyla, kardeşiyle hep bu evde yaşamışlardı. Sağlığında pek sevmiyor olsa da babasını bile özlemişti Babasının kardeşini daha fazla sevmesini, kendisinin kardeşini kıskanmasını ve annesinin o melek annesinin kendisini kayırmasını özlemişti. O uzun yıllar önce yaptığı, yapmaya çalıştığı o şakadan sonra olanların acısını yıllarca çekmişti. Hem de bedelinin çok fazlasını ödeyerek. Bu karanlık eve bilmem kaçıncı defa gelerek gözyaşı dökmesinin başka hangi nedeni olabilirdi ki...

        Her gelişinde hazin bir tören, duygulu bir ibadet gibi yaşadığı o dakikalardan sonra yapması gerektiğini yapmaya başladı. Kapının girişinin hemen karşısında diz çöküp ağladığı siyah beyaz o kocaman aile fotoğrafının önünden yavaşça doğruldu. Yapması gerektiğini yapmalı, işlem tamamlanmalıydı...  Dönüşüm gerçekleşmeliydi... Altı yaşındaki aldığı ilacın etkisiyle hala uyuyan çocuğu yatırdığı yerden kucakladı. İçeriye doğru yöneldi. Bu işi yapmaya karar vermek için yaşadığı hüznü geri kazanmalıydı. Bu da ancak diğer çocukların Hekate'ye tesliminden sonra yaşadığı o doyumu mutlaka tekrar yaşamasıyla olacaktı. O kocaman kırmızı güneşin altında yaşadığı sakin, huzurlu dakikaları başka hiç bir şeyde bulamadığı iç barışını yeniden yaşamalıydı.
      İlk çocuğu teslim ettikten sonra bir hayal olarak gördüğü annesine her seferinde biraz daha yaklaşmıştı Uzaktan yüzüne gülümseyen annesinin her çocuktan sonra gülümsemesi belirginleşmişti. Belki de bu defasında kucaklaşacaklardı. Hem de bu kendi kanından olan biri nedeniyle daha çabuk olacaktı bu kucaklaşma.

      İlçeye gelir gelmez doğrudan Gazeteye gittiler. Yolda Turan "bu kere beni sen bile kurtaramazsın ustamın elinden" demişti. Arabalarını ara sokağın girişinde bırakarak Gazeteye vardılar. Yakup usta hiç bir şey olmamış gibi “Kanal 5'den Kadir Öncü İlçedeymiş diyorlar. Hiç durma doğrudan İlçeye git. Kaymakamlıkta önemli bir toplantı var. Anla bakalım nedir?" dedi. Böylece aralarında olması gereken nezaket konuşmaları bile olmamıştı. Birlikte gittiler Hükümet konağına. Bu konunun önemi dolayısıyla olmasının yanında birlikte oldukları Yüksel hanımın etkisi de vardı.
      Önce Yüksel hanımı evine bıraktılar. "Biraz dinlenmesi" gerektiğini söylemişti. "Bir duş alıp kıyafetini değiştirmesi gerektiğini" eklemişti. Doğan, bu ayrılışın gerçek nedeni için pek çok şeyi feda edebilirdi.

      Hükümet konağına vardıklarında ise kısa süren toplantı sona ermişti. Daha girişte, sonra buluşmak üzere ayrıldılar. Turan, genel havayı koklayacağını söylemişti. Doğansa, doğrudan Rüzgar Ali'yi görmeye gitmişti. Aradığı bilgileri orada bulacağını biliyordu.

      Komiser odasında yalnızdı ve sinirli bir şekilde volta atıyordu. Odaya girdiğinde sanki kırk yıllık dostlarmış gibi birbirlerini kucaklamışlardı. Yaşadıkları olaylar mutlu bir şekilde sona ererse kalıcı dostlukları olacağının işaretiydi bu. Tersi bir durum olursa üzüntüyü anımsamamak için birbirlerini görmeyi istemeyebilirlerdi.
      “İzmir'den döndün ha" sorusuyla başlayan uzun muhabbette bildiklerini birbirlerine anlattılar. Rüzgar Ali daha o sabah yüz yüze görüştüğü iki polis memurunun "hiç bir olumsuzlukla karşılaşmadıklarını söylediklerini" söyledi. Sabah gözetim altında tuttukları çocukları sağ salim gördüklerinde iki memurda görevlerini devretmişler, yukarıya dinlenmeye çıkmışlardı. Doğan, İzmir’de olanları anlatınca şaşkınlığı arttı komiserin. Gelen telefonla yola çıktığını biliyordu ama konunun ayrıntılarını şimdi öğreniyordu.
      “Demek hiç bir zorlama yada kuvvet izi olmadan çocuk aniden kayboldu.
      “Evet. Bizim Gazeteci genç yanlarında kaldıydı. Ne O nede Büyükler hiç bir ses yada gürültü duymamışlar. Büyükbaba geç saatlere kadar uyuyamadım" bile demişti."
      “Peki, sence babanın haberi var mı?" diye sordu Rüzgar Ali. Doğan olumsuzca başını salladı
      “Zannetmiyorum." Bütün anlattıklarının içerisinde Yüksel Pekcan’ın özel durumu ve yolda anlattığı inanılmaz öyküsü yoktu. Kendisinin bile inanmakta zorlandığı kuşkuları hala devam ediyordu böyle bir durumu Komisere nasıl anlatabilirdi. Bu defa O sordu.
     “Toplantı nasıl geçti." Umursamaz bir omuz silkişi yanıt olarak geldi. "Televizyonculardan biri gelmiş sözde. Hani o konusuz kaldıklarında pireyi deve yapanlardan. Kaymakam Bey 657 sayılı yasayı anımsatan bir konuşma yaptı. Hani bilirsin "kimsenin amirlerinin izni olmadan basına bilgi yada demeç veremeyeceği" falan." Ben bir ara köyde olanları anlatmak istedim ama sözüm boğazıma tıkıldı. "Köylü vatandaşların hayal güçlerini konuşmuyoruz burada" oldu. Komiser belli etmemeye çalışıyordu ama moralinin bozuk olduğu belliydi.
      Onlar konuşurlarken Turan odaya girdi. Her bir noktasını konuştukları toplantı hakkında farklı yorumlarla gelmişti. İçeri girer girmez
     “Olay artık Ulusal bir olay" demişti Doğana. “Yüzde yüz akşam haberlerinde çıkacağız" diye eklemeyi de unutmadı. Doğan konuşmasına nefes almak aklına geldiği için bir an ara veren Turan'a “Sen istersen Gazeteye git. Ne olur ne olmaz Bakarsın yeni gelişmeler vardır" dedi.
Öyle olsaydı mutlaka ararlardı” Sözlerinin onaylamasını bekler gibi bir an Ali Rüzgarlı’nın yüzüne baktı. Gözlerinin bir an inip kalkması Doğan için yeterliydi.
      “Oradan İşletmeye gel. Bakalım oralarda bir gelişme var mı?" dedi. Tam kapıdan çıkmak üzereyken durdu. “Sahi Besim ağabeye haber verecek miyiz?" dedi. Komiser ve Doğan birbirlerinin yüzüne bakakaldılar. Sanki bir şey gizliyormuş gibi hissetmişlerdi kendilerini.
      “Olanları sağır sultan bile duydu oda duymuş olmalı. Bir baba kızı kaybolacak ve haberi olmayacak öyle mi?" dedi Komiser. Doğan, Komiserin küçük Emelin özel durumunu bilmediğini anlamıştı.
      “Siz belki durumu bil..." sözünü Rüzgar Ali kesti.
      “Babanın çocuğuna karşı kayıtsız kaldığını, yavrunun dede ve ninesi ile büyüdüğünü biliyorum" dedi. “Her ne olursa olsun bir baba çocuğuna bu kadar ilgisiz olamaz, olmamalı. Hele bu yavrucuk yetim ise" diye sözlerini tamamladı. Doğan ne diyeceğini bilemedi, Komiser haklıydı. Yine de
      “Sen istersen Besim beyinin evine uğra. Ağzını yokla." “Eğer bilmiyorsa…"
      “Bilmiyorsa benim çağırdığımı, mutlaka yanıma uğramasını falan söyle" dedi Komiser Rüzgar Ali. Turanın çıkmasından sonra Komiser dahili zile bastı. Bir dakika sonra memure hanım kapıda belirdi.
      “Sabah birlikte gelen üç memuru odamda bekliyorum" dedi Yaşı ilerlemeye başlamış Memure Gülay “Onlardan yalnızca Hasan Tırpan geldi. Yanında da bir öğretmen bayan ve iki köylü yurttaş vardı. Ama diğerleri daha gelmediler" deyince
      “Hasan Tırpan hemen yanıma gelsin, öbür ikisine de haber ulaştırın. Telefon edin yada birini gönderin ama bir an önce burada olsunlar" dedi.Kadın itiraz edecek olduğunda
      “Size Garcia'nın hikayesini anlatmış olmalıyım. Bir an önce O arkadaşları odamda görmek istiyorum" Sesindeki su götürmez bir otorite vardı. Kadın "Peki" deyip dışarı çıktı. Memure dışarı çıkar çıkmaz Doğana dönerek “O üç gencin sivillerle ilişkileri iyi. Dışarıdaki havayı bir öğrensinler bakalım. Sizinle daha sonra Birlik fabrikasında buluşuruz" dedi. Doğan için dışarı çıkmaktan başka yapabileceği bir şey kalmıyordu.

      Hükümet Konağının girişindeki merdivenlerde duraladı, ne yapacağını tekrar düşündü Doğan. Sağa sola bakınır görünürken kafasının içi karma karışıktı. Altıncı çocuk kaybolmuştu ve hiç bir şey yapamıyorlardı. Elleri kolları bağlı başka yapabilecek bir şey yoktu. İşin daha garibi daha önce kaybolan çocuklarda ortalık birbirine girmişti ama toplum artık kanıksamış mıydı ne? Kimse umursamıyordu. Bir an aklından Cephane sokağa gitmek geçti, ama hemen vazgeçti. Daha ne kadar bir zaman geçmişti ki ayrıldıklarından bu yana, kıza dinlenmesi için zaman vermeliydi. Arka sokağa arabasına doğru yürüdü.

      Turan bir saat önce Doğan Bey ve Yüksel hanımla birlikte girdiği Gazeteye bu kere yalnız giriyordu. Ustasının atacağı fırçadan az önce kurtulmuştu ama bu kere kaçacak yeri onu kurtaracak Yüksel hanımı yoktu. Dış kapıdan içeri korkarak girdi. Yakup usta yazıhane de telefonla konuşuyordu. Onun içeri girdiğini görmedi, Turan doğrudan matbaa bölümüne girdi.
      Elemanlar kendilerini işlerine kaptırmışlardı. Camlı yazıhanede arkasını dönmüş olsa da ustalarının kendilerini gözleyebileceğini düşünen çocuklar çalışmaya devam ediyorlardı. Turan beklemekten başka yapabilecekleri bir şey olmadığını bildiği için ceketini çıkardı. Arkadaşlarına yardıma karar vermişti. Basılan davetiyeleri, el ilanlarını kontrol etti. Sabah gazete yeni dağıtıma çıktığı için ertesi günkü baskıyı hazırlamaya daha vakit vardı. Bir kaç dakika sonra kendini yaptığı işe kaptırmıştı. Yazıhane kapısın da kendisine bakıp gülümseyen Yakup ustayı fark etmemişti bile.
      “Küçük tilkimiz kürkçü dükkanına döndü demek." Turan, arkasından gelen bu tanıdık sese dönünce Yakup ustanın ciddi yüzüyle karşılaştı. Yüzünde az önce var olan gülümseme bir anlıktı ve çoktan uçup gitmişti. Turan elindeki iki ağızlı anahtarı aldığı yere tezgahın yanına bıraktı. Ellerini alışkanlık haline gelmiş davranışla bez parçalarına sildi. Bir kaç adımda ustasının yanına geldi.  
       “Kusura bakma Yakup usta haber veremedim" dedi. Yaşlı adam elini karşısında boynu bükük gencin omzuna koydu. "Hele gel içeri" dedi.

      Son konuğu Doğan’ı da gönderdikten sonra Rüzgar Ali makamına oturdu. Bunca yıllık polis memuruydu, yüzlerce olayla karşılaşmıştı. Hırsızlıklar, gasp, adam kaçırma, cinayet, kan davası… Yine de bu aşadıklarına bir anlam veremiyordu. Birbirinden alakasız gibi görünen beş kayıp Doğan beyin anlattığıyla tamamlanmıştı. O atak Gazetecinin teorisini doğrular şekilde hem de. Ve şimdi altıncı çocukla işlem tamamlanacakmış gibi görünüyordu. Çocukların isimlerini anımsamaya çalıştı.
 
     Halime Hamarat, Emine Balcı, Kadriye Batman, Ayla Özçam, Tülay Çobanoğlu. Çocukların isimlerini nasılda ezberlemiş olduğunu fark etti. Ve Emel. Emel. Önce Esin zannetmişlerdi. Sonra korkutup kaçırdıkları Cadı, Yaratık, Hayalet yada her neyse Taa İzmir'de bulmuştu kurbanını. Hem de bir tanıdığın kızını. Umursamaz görünen baba ise işin başka bir yönüydü. Tıkırdayan kapı sesi Onu bu düşüncelerden sıyırdı. Kapı açılınca bir gün önce görev verdiği iki genç memur bu defa resmi elbiselerle karşısındaydı.
      “Beyler, hemen üzerinizi değiştiriyorsunuz ve çevreden bilgi almak üzere halkın arasına karışıyorsunuz" dedi. Sesi emir tekrarı yapmamayı gerektirecek kadar otoriterdi. Üç genç topuklarının üzerinde dönerek odadan çıktılar. Tam kapı eşiğindeyken içeriden duydukları sesle geri döndüler.
      “Ne aramanız gerektiğini biliyorsunuz ve yalnızca bana rapor vereceksiniz" dedi. Bir anlık duraklamadan sonra ekledi. "Birazdan Birlik İşletmesine gideceğim. İki saat sonra sizleri orada bekliyorum" dedi. Genç adamlar dışarı çıktıktan sonra "Acaba iki saat yeterli gelir mi?" diye kendi kendine soruyordu.
 
     “Az önce sen içeri girdiğinde Timur Bey’le görüşüyordum" diyerek söze başladı Ustası. "Demek içeri sessizce girdiğini görmüştü.
      “Timur Bey" diye yüksek sesle Ustasının sözlerini tekrarladı. Sesinde hayranlıkla karışık saygı vardı bu ismi söylerken
“Evet Timur Sarıca. Efsane gazeteci”    Demek hiç belli etmese de Yakup ustanın tanıdıkları da bir hayli vardı. Üstelik bunca zamandır gizlemeyi de başarmıştı.
      “Hayırdır" dediğinde Ustası telefon görüşmesini anlatmaya başlamıştı bile.
”Bizim İlçede olanlar taa İstanbullara kadar gitmiş. Hani biz işin için de sanıyoruz kendimizi ama bir b.ktan haberimiz yok" Bir anlık sessizlikte Yakup usta söylemek istediklerini düşündü tekrar.
      “Sen haklısın galiba evlat, iş bizlerin tahmininden bir hayli büyük. Demin sizin anlattıklarınıza dayanarak adamı İlçeye davet ettim. Yarın gelebilir. Bu arada sen yarına kadar somut bir şeyler bulmalısın" dedi. Suskunluk sırası Turana geçmişti. Bir fırsattı Timur Sarıca’nın İlçelerine gelmesi. Ne yapıp etmeli somut kanıtlarla adamın karşısına çıkmalıydı. İş hoşuna gitmişti ama Muhalif Turan Muhalifliğini yapmalıydı.
      “Olur mu? be Usta, ben aylardır peşindeyim bu işin. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Sen benden hazırladığım aşı altın tepside adama sunmamı mı istiyorsun?" dedi. Dedi ama ileri gittiğini anladı. Şimdi "Çık dışarı terbiyesiz" geliyordu.
      “Haklısın ama O senin hakkını yiyecek biri değil. Üstelik romanın için bir basamak bile olabilir. Yine de sen bilirsin" dedi. Ustası çok az gördüğü kadar sevecendi. Turan “Özür dilerim" dedi. “Kabalaştığımın farkındayım" dışarı çıktı. Bu işi bitirmesi gerektiğini anlamıştı. Yaşlı adamın ellerine sarılacaktı utanmasa ama adam çoktan arkasını dönmüş içeri yazıhanesine girmişti. Hızlı adımlarla dışarıya çıktı. Motosikleti bıraktığı gibi duruyordu. İzmir'den döndüğün den beri en çok motosikletine kavuştuğuna sevinmişti. Özgürlüğünü tekrar elde etmiş gibiydi Utanmasa öpecekti Vespasını.

      İşletmenin ana kapısına vardığında uzun zamandır gelmediğini anladı. Kendisini nasıl karşılayacaklardı acaba. Ahmet Oker olayından sonra arkasından gizlice konuşulduğunu tahmin ediyordu. Kapıda arabayı görür görmez Cavit Pekal, kapının düğmesine bastı. Koca sürgülü kapı gıcırdayarak açıldı.
      İçeri girer girmez arabasını sağa çekti yol kenarına bıraktı. Bekçi kulübesinde demirbaş kadro oturuyordu; bekçi, Odacı, Hamalbaşı ve Usta. Mevsim gereği işler azalmış olmalı diye düşünüyordu. Umduğundan daha sıcak karşılandı. Bekleyenler arasında tanımadığı biride vardı. Yirmidört yirmibeş yaşlarında gösteren bir delikanlıydı. Cavit dayı
      “Benim uzak bir akrabanın oğlu, Gölyaka köyünden. Uzun yıllar dışarılarda okudu. Şimdi kendi köyünün camisinde imamlık yapıyor. Sana anlatacakları bir şeyleri varmış?" dedi. Doğan şaşırmıştı, kimdi bu genç? Kendisini nasıl bulmuştu? Anlatacaklarının önemli olduğunu söylüyordu. Delikanlının yüzünde çekingenlikten olduğu anlaşılan bir kızarıklık vardı.
      “Anlatacakların önemli olmalı?" dedi Doğan. "Yani yemek yemeyi bekleyemez mi?" Onun öyle demesi üzerine Rıza baba elini anlına vurdu.
      “Tüh. Görüyor musun taa Gölyakalardan Bizim Hasan Hüseyin’in oğlu gelmiş biz Ona aç mısın?  diye sormuyoruz" dedi. Daha sonra ayağa kalktı. Ne de olsa ev sahibi sayılırdı.  “Hadi buyurun yemek yiyelim" dedi. Doğanın uzun zamandır duyduğu en güzel sözler bu sözlerdi. Birlikte içeri geçtiler.
      Yemek basit ve lezzetliydi, hemen her yerde yenilebilecek bir listeydi. Kuru fasulye Bulgur pilavı ve ayran. Bu yemek Doğana ballı börek gibi gelmişti. Sadece fasulyenin yanında soğan yemediği yiyemediği için üzülmüştü. Yemekten sonra içeri Yüksel hanımın odasına geçtiler. Diğerleri ne olup bittiğini merak etseler de konuya fazla bulaşmamaya çalışıyorlardı. Yaşları kendisinden büyük olsa da Doğan personeli arkadaşları olarak görüyordu. Onlarda Doğana karşı bir resmiyet vardı. Bunu deşifre olmasına bağlıyordu. Müdür Birol Bey bile çekinceli davranıyordu Doğana. Bu nedenle köylü genç ile Muhasebe odasında yalnız kalması zor olmadı.
      Hasan Hüseyin’in oğlu Hasan Hüseyin, demek bu adet hala devam ediyordu. Kendi karşısında duran genç adama sormamış olsa da o evin ölü doğan yada bebekken ölen bir kaç çocuğundan sonra doğmuş olabileceğini bu nedenle babanın, bebeğin yaşaması için kendi adını verdiğini tahmin edebiliyordu.

      Hasan Hüseyin’in anlattıkları bir gün önce dağ köyü olan Muradiye de duyduklarından pek farklı değildi. Hayaletler, gece dolaşan varlıklar, duyulan kahkahalar, çığlıklar. Anlatılanları başka bir zaman başka bir yerde dinlemiş olsa gülüp geçebilirdi ama bu defa ciddiye aldı. Anlatılan köy dün gece uğraştıkları köyün aşağısında sayılırdı. Bu nedenle akşam yaşadıklarının benzerlerinin orada da anlatılması doğaldı. Aralarındaki fark karşısında olan biteni anlatan köylünün daha belirgin adres vermesiydi. Köyün epey dışında metruk bir evden söz ediyordu. Aslında biraz belleğini zorlasa Doğan o evin belleğinde bir yerlerde olduğunu anımsayacaktı. Genç imamı dinlemeye devam etti.
      “Yaklaşık altı aydır bunlar oluyor" dedi köylü genç. "Önceleri sizin beni dinlediğiniz gibi dinledim onları. Anlattıkları ciddiye alınacak şeyler değildi. Her köyde duyulabilecek söylentiler.; sesler, bağırışlar, ışıklar vesaire. Köyümüz gençleri merak edip yaklaşmaya çalışmışlar. Bir şey anlayamayınca benden önce imamlık yapan kişiye gitmişler. Adam "iyi saatte olsunlar" demiş. "Cinler basmış köyü" demiş. Ondan somut bir destek alamayınca köyün resmi imamı olarak bana geldiler. Bir aydın, pozitif bilim okumuş biri olarak ilgilenmem gerekiyordu. Genç imam anlatırken o dakikaları tekrar yaşıyordu sanki.

      “Duyduklarımdan sonra bu ev bende takıntı halini almıştı. Uzaklarda ama evi rahatlıkla görebileceğim bir yerde karargah kurdum. Dikkat çekmemek için çevreden dolaşıp varıyordum oraya. Önceleri bomboş görünen ev bazı gecelerde hareketleniyordu. Evdeki ışıklar ne kadar korunsa da panjurların arasından dışarı sızıyordu. "Doğan genç adamın sözünün bu noktasında araya girdi.
      “Mor ve mavi tonlarda dalgalı ışıklar değil mi?"
      “Evet, ama siz nereden biliyorsunuz?"
      “Başka bir yerde daha tanık olduğum bir olay da" Doğan delikanlıya cesaret vermek için “Sonra" dedi.
      “Her zaman olmuyordu bu ışık yansımaları. Belli zaman aralıklarında tekrarlıyordu."
      “Mesela ne kadar sıklıkta?" Delikanlı biraz düşündükten sonra yanıtladı.
      “Keşke bir çetele tutsaydım... Sanıyorum ayda bir olabilir. Birde o gecelerde yani ışıkların yoğun olduğu gecelerde çevredeki doğal sesler çoğalıyordu sanki. Adamın anlattıkları bildiklerini teyit ediyordu. Üstelik somut bir adresle.

      “Peki sizi buraya getiren asıl nedeni söyleyin."
      “Merak beslendikçe artan ve kişiye cesaret veren bir duygudur bilirsiniz. Bu cesaretle dün gece gene o evi kontrole gittim. Evde diğer gecelerden çok daha fazla ışık vardı. Önceleri azami dikkat göstererek görebildiğiniz o ışıklar çok daha yoğundu ve çok daha parlaktı. Dün akşam  "yarın eve iyice yaklaşmalıyım" diye karar almıştım kendi kendime."
      “Gittin mi?"
      “Evet. Sabah gün ışır ışımaz yola çıktım. Haa birde o gece köyün bütün hayvanları bağrıştı durdu. Bizim bahçedeki horozlar bile sabaha kadar öttü" Genç adam sözü uzattığını farketmişti. “Yani bir noktada sizi ilgilendirebilir diye söylüyorum" dedi.” Yani peşinde olduğunuz her neyse yada o evde oturan her kimse bütün hayvanlar tarafından hissediliyor. Doğan
      “Peki söylediğiniz o daha önceki yani bir ay yada daha öncesinde olan olaylarda köyün hayvanları aynı tepkiyi gösteriyor muydu?" Adam bir an düşündü.
      “Hayır." Biraz daha düşündü. “Hayır hayır olsaydı mutlaka fark ederdim" dedi.
      “İsterseniz siz gene bu sabaha gelin" dedi Doğan. Konunun ilgisini çektiğini biliyordu. Olayların merkezini bulmuştu belki de. Genç imam anlatmaya devam etti.
      “Saklandığım yerden durumun uygun olduğunu görünce aşağı indim, ana yoldan içeri girdim. Ev yoldan görülmüyordu, ancak yüksek bir yerden bakarsanız görebiliyordunuz. Ev ve bahçesi sık okaliptüs ağaçlarıyla çevrilmişti sanki. Yaklaşabildiğim kadar yaklaştım. Bütün pencereler panjurluydu ve panjurları sımsıkı kapalıydı. Bina dışarıdan eski görünmesine rağmen viran değildi. Hatta bakımlı bile olduğunu söyleyebilirim. Panjurların arasından bakmaya çalıştığımda hiç bir şey görememiştim. O dakikaya kadar bir şey olmamasından cesaret alarak kapıya yöneldim. Tam da o zaman doğal sesleri farkettim
      Sabahın o erken saatlerinde köpekler uluyor, baykuşlar ötüyordu. Kapı eşiğine vardığımda kanımı donduran çocuk çığlığını duydum. Bir çocuk acı içinde bağırıyordu. Sanki... sanki..." adam çığlığı tanımlamakta zorlanıyordu. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti. “Sanki başka biri o çocuğun sesinden bağırışından zevk alıyordu. Kahkahalar atıyordu. Hiçbir şey düşünmeden oradan kaçtım. Şimdi bile o çığlık ve o tiz kahkaha kulaklarımda yankılanıyor" genç adam başını eğdi. Davranışından utandığı belli oluyordu.
      “Aldırma" dedi Doğan teselli etmek için. "Yerinde kim olsa aynı şekilde davranırdı." Havayı yumuşatmak için gülümsedi. "Bende olsam kaçıp giderdim." Sonra ilgisiz bir sesle ekledi. "Daha sonra ne oldu, beni nasıl buldunuz." Belli etmemeğe çalışsa da seviniyordu.
      Eksik parçalar yerini buluyordu, kuvvetle muhtemel olarak çocukların yerlerini bulmuşlardı. Yapması gereken konuyu sonuna kadar dinlemek ve o evin yerini iyice anlamaktı. Birde şimdi dinlediklerini sabaha karşı İzmir’e giderken Yüksel hanımın anlattıklarıyla birleştirince çocukların sağ olabileceğini düşünüyordu. Buradan çıkar çıkmaz o kitabı tekrar karıştıracaktı. Eğer bu adam yada adamlar geçmiş zamana özeniyorlarsa bir tören yapacaklardı. Bir kurban töreni olduğunu anımsıyordu okuduklarında. Bu da çocukların esenlikte olduğunu anlamına geliyordu. Konuşan genç adamı dinlemeye devam etti.
      “Kaçtım. Kaçabildiğim kadar uzağa kaçtım. Peşimde duyduğum metalik ayak seslerini duyamayacağım yere kadar kaçtım. Ana yola ulaşasıya duraklamadan dinlenmeden kadar koştum. Arkamda bir motor sesi duyunca durdum, bir araba geliyor olmalıydı. O an durdum. Tenha yoldaki gürültülerin tek kaynağının ben olduğumu anlamıştım. Geriye dönüp baktığımda arkamda koşan yada beni kovalayan kimsecikler yoktu. Görünürde otomobil falanda yoktu. Ama uzaklardan gelen bir motor sesi vardı.
      Nefes nefeseydim, yolun soluna kenara kaçtım, kendimi toprağa yapıştırdım. Yolun dirsek aldığı yerden bir araba belirdi. Fabrikadan yeni çıkmış gibi pırıl pırıl, siyah ve kocaman bir araba belirdi. Onca uzaklıktan bile boyası ciladan çıkmış gibi yanıyordu. Araba benim az önce koşarak kaçtığım tali yola o metruk çiftlik evinin yoluna girdi. Adam bir zaman sustu. Doğan
      “Sonra." Yapboz tamamlanıyor ana resim ortaya çıkıyordu. Artık bir efsane haline gelmiş olan büyük siyah otomobil de ortaya çıkmıştı. O an kafasında kocaman bir "acaba" belirdi. Bu genç adam anlattıklarını kendi hayal dünyasında yaratıyor olabilir miydi? Gazetelerde okuduklarını sağda solda duyduklarını kullanarak -bilerek yada bilmeyerek- gündeme gelmek istiyor olabilir miydi? Başı önünde hemen karşısında oturan kıvırcık saçlı adama bir kere daha baktı. Bir imam yalan söyleyemez miydi?. Bu adama güvenmekten başka yapabilecekleri de yoktu.
      “Sonra anayola kadar kah koştum kah yürüdüm. Bir minibüse atlayıp İlçeye geldim." Doğan İmamı ilk gördüğünde sorduğu soruyu yineledi.  
      “Peki beni nasıl buldunuz?."
      “Minibüste hep düşündüm, kime giderim, bana kim inanır, olanları nasıl anlatırım diye. Garajdan Hükümet Konağına giderken de kafamda hep bu soru vardı. Allah’tan yolda daha önceden tanıştığımız bir polis memurunu gördüm. Rahatlamıştım, bir kahveye oturduk. Durumu özetle anlattım. Tahminimin aksine beni gayet ciddi bir şekilde dinledi. Oda seni tanıyormuş. Sana gönderdi.      
“Peki bütün bu anlattıkların tam olarak ne zaman oldu."
         “Bu sabah."
        “Saat verebilir misin ?"
        “Sabah erken saatlerdi, en fazla dokuz yada dokuz buçuk olmalı." Doğan genç arkadaşına teşekkür etti. Konuşulacak başka bir konu kalmamış gibiydi. Dışarı çıkmak üzere hazırlanıyorlarken kapı aniden açıldı. Turan belirdi kapı aralığında.
      “Özür dilerim. Söyleyeceklerim önemli olmasa konuşmanızı bölmezdim" dedi. Doğan Turanı içeri çağırdı.
      “Gel Turan gel. Seni İmam arkadaşla tanıştırayım." Gölyaka köyü İmamı Hasan Hüseyin'le. Gazeteci Turanı basit bir seremoni ile tanıştırdı.
      “İmam Hasan Hüseyin..." Adamın soyadını çıkaramamıştı. Allah’tan köy imamı durumu farketmişti. İmam Hasan Hüseyin Ölmez dedi. Turan karşısındaki kendi yaşıtı sayılabilecek genci süzüyordu. Belli ki bir yerlerden çıkartmaya çalışıyordu.
      “Sizinle daha önce bir yerlerde tanışmış mıydık?" Doğan araya girme gereği duydu.
      “Önce istersen söylemek istediğin neydi onu söyle"dedi
      “Tüh... Görüyor musun? Besim ağabey için konuşacaktık değil mi?" dedi. Bir ara 'sakıncası var mı diye sorar gibi yanlarındaki İmama baktılar. Adam durumunu anlamıştı. Dışarı çıkmak için hareketlendi. Doğan bey
      “Sen anlat, arkadaş yabancı sayılmaz" dedi ama yine de genç adam dışarı çıktı.
   “Besim ağabeyin kapısını epey çaldım. Kimse açmadı kapıyı. Komşularına sordum. Uzun zamandır eve gelip gittiğini gören yokmuş. Mahalle bakkalıyla görüştüm. Yurt dışına çıkmış olabileceğini söyledi" dedi. Doğan bir kaç saniyelik sessizlikten sonra “Bunu kesin olarak öğrenmemiz gerekiyor. Adam yurtdışında olamaz. Daha dün görüştük biliyorsun."
      “Ama dün kızına yaptığı ziyaret bir veda ziyareti olabilir?  Olabilir miydi? Bir an dışarı çıkıp Rıza Babaya yada diğerlerine sormayı geçirdi aklından." Besimin bu tür gezileri oluyor muydu?" Vazgeçti, eğer sorabilseydi "hayır" yanıtı alacaklardı.
      “Eee Turan Bey... İş gene size düşüyor. Bu konuyu bilse bilse Hükümet Konağındakiler bilir..." Turan, kendi kendine konuşmaya devam etti. “Ve ben de tüm torpillerimi kullanıp bu konuyu araştırmalıyım." Bir an durdu.
      “Yanılıyor muyum?" İkisi birden bastı kahkahayı. Turan başka bir şey söylemeden dışarı çıktı. Kapı kapanmıştı ki Doğan bir zamandır kafasında oluşan düşünceyi uygulamak için penceredeki önündeki masaya doğru yürümeye başladı. O anda kapandığını sandığı kapı yine açıldı. Turan
      “Bana böyle bir elemanınızmış gibi davranmaya devam ederseniz romanım da sizi kötü karakter olarak canlandırmak zorunda kalacağım" dedi.
      “Roman mı? Ne Romanı?" Turan kapı aralığından konuşmasını sürdürdü.
      “Yakup Usta ile konuştuk. Bu olayı çözülür çözülmez kaleme alacağım. O da basılmasını sağlayacak" dedi. Ve kapı kapandı.

      Doğan gülümseyerek telefona yöneldi. Sabahtan beridir aramadığı Yüksel hanımı arayacaktı. "Bu kadar dinlenme yeter" diye düşünüyordu. Cep telefonunu çıkardı, beklemeye başladı. Ama o an aklına gelen bir düşünceyle tekrar cebine koydu. Kapıya yöneldi.
      “Turan!!" Koridorda kendisine yanıt verecek kimse yoktu. Hızla ana girişe yöneldi. Yanından geçtiği genç imama
      “Gel benimle" diyebildi.  Olanlardan bir şey anlamayan delikanlı bir saniye sonra hızlı adımlarla koridordan dışarı çıkan Doğanın peşinden yürüyordu. Doğan Turanı Vespasının üzerinde bahçede yakalayabilmişti.
      “Arkadaşı da Ali Rüzgarlıyla tanıştırıver" dedi arkasından gelen imamı göstererek. Yanına varmış bulunan Hasan Hüseyin’e de
      “Turanın seni tanıştıracağı kişiye bana anlattıklarını aynen anlat" dedi. Onlar sürgülü kapıdan çıkarlarken kendisi de girişteki bekçi odasına yönelmişti.
“Merhaba" dedi küçük odanın tüm sandalyelerine oturmuş olanlara. Ana kapıya kumanda eden butonların bulunduğu masada Cavit dayı oturuyordu. Karşısındaki üç sandalyede doluydu. Bir saniye sonra eli tekrar telefonuna gitti. Kısa bir sessizlikten sonra az önce kafasında var olan soruları da sormaya başlamıştı.
      “Cavit Dayı, sen bilirsin. Bizim fabrikada çalışanlardan kimler "Gölyaka köyünden" Cavit Dayı bulunduğu yerden karşısında oturan arkadaşlarına baktı. Bir zaman odada sadece Doğanın telefon tuşlarına tekrar tekrar basarken çıkardığı mekanik ses vardı.
      “Bildiğim kadarıyla bizim Fabrikada çalışanlardan kimse oralı değil. Diğerleri kafasını sallayarak arkadaşlarını onayladılar. Rıza Baba
      “Anne yada babası yönüyle oralı olanlar olabilir." Ali Usta
      “Evet Ahmet Oker'in annesi o köyden olmalı. Kendisinden bir kaç defa duyduğumu anımsıyorum" dedi. Onlar konuşmaya dalmışken kapı açıldı. İçeri Mustafa Ali Kırmaz girdi.
      “Bende Gölyaka’danım" dedi. Odada bulunanlara nispet yapar gibi tek tek baktıktan sonra "Eşimde Gölyaka’dan." Bir meydan okuma vardı sanki
      “Gölyakalı olmak bir suç mu yoksa" Doğan karışma gereği duydu
      “Yanlış anlıyorsunuz Mustafa Ali bey. Ne Gölyaka’lı olmak suç nede oradan bir hanımefendiyle evli olmak. Sadece bilmek istedim." Havadaki elektriklenme artmıştı. İri yarı ve şişman gövdesiyle kapının girişinde duran Mustafa Ali Kırmaz neredeyse bağırarak konuşuyordu.
      “Siz hangi sıfatla merak ediyorsunuz efendim. Hangi yüzle bizlere kim olduğumuzu, nereli olduğumuzu falan soruyorsunuz. Zaten sizin gelmenizden sonra bir sürü işler geldi ilçemizin başına." Ayağa kalkan Rıza Aslan, öfkeli bir şekilde burnundan soluyan Mustafa Ali'nin koluna girdi. Onu dışarı çıkartmaya çalışıyordu.
      “Sakin ol Mustafa Ali bey. Gel biraz hava alalım." Adam çevresindekilerin bu davranışını pasiflik olarak görüyor olmalıydı ki ses tonunu daha da arttırdı.
“Hayır efendim, niçin sakin olacakmışım. Bütün bu olanlar O şırfıntının işletmemize gelmesiyle başladı ve bu adamın Fabrikaya gelmesinden sonra da iyice arttı. O iki ajanın savunucusu ve destekçisi bu arkadaşlar. O iki Amerikalıyı da bunlar kaçırttı." Doğan ayağa kalktı. Kapıda dikilen adama baktı. Baktı, bakışlarında bir küçümseme vardı sanki.
      “Sözlerinize dikkat edin, ileri gidiyorsunuz" deyip dışarı çıktı. Burada telefon görüşmesi yapamayacağını anlamıştı. Arkasından gelen söylenmelere, söylenmelere karışan Rıza Babanın sesine aldırmadan içeriye Yönetim binasına yürüdü, bu dakikaya kadar aklına gelmeyen bir isim daha eklenmişti muhtemel suçlular listesine.
      Muhasebe odasında cep telefonunu belki onuncu belki yirmi defa çaldırıyordu. O kadar uzun süre çalmasına rağmen telefonu açan yoktu. Bir anlık tereddütten sonra odadan çıktı. Bu kadar uzun çalan telefona bakmayan biri için iki olasılık akla gelebilirdi. Ya evde yoktu yada telefona bakamayacak kadar zor durumdaydı. İkinci olasılık daha ağır basıyordu kafasının içinde. Odadan çıktı, arabasına yöneldi. Bahçede Mustafa Ali süklüm püklüm yanına yaklaştı.
      “Çok özür dilerim efendim. Beni yanlış anlamayın, kusuruma bakmayın " gibisinden bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Kelimeler ağzının içinde yuvarlanıyorlar da öyle dışarı çıkıyorlardı sanki. Doğan, bir an durdu; önünde ellerini birbirine bağlayıp neredeyse dizlerine kapanacak kadar eğilen adama iğrenerek baktı. Bu her devrin adamından bir katil yada sapık olup olamayacağını aklından geçirdi. Bir saniyelik bu duraklamadan sonra arabasına doğru yürümeye devam etti. Arabasına bindiğinde de Mustafa Ali Kırmaz özürlerini sıralamaya devam ediyordu.

142
Merhaba:
Az önce kitabım kargodan geldi. Artık bende varım diyebilirim, üstelik bu ilk Neil Gaiman okumam olacak. İnşaallah beklediğime değer.

143
Merhaba:
Hızınıza yetişemiyorum. Çözüm olarak diyorum ki bu başlığı biraz yavaşlatsanız örneğin "Ayın Kitabı" olarak değiştirseniz... Olur mu?

144
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuz yedi
« : 13 Ocak 2016, 09:05:03 »
B Ö L Ü M    O T U Z Y E D İ

       Onca yorgunluğun üzerine rahat bir uyku çekmişti. Beklediğinden çok daha fazlasını bulmuştu. İncelikle döşenmiş, zevk sahibi bir elden çıktığı her halinden belli olan rahat ve temiz bir odada, sakız gibi bembeyaz çarşafın serildiği bir yatakta uyumuştu. Birde bu şekilde uyanmak zorunda kalmasaydı.
      Akşam, bir gölge gibi çevresinde dönen yaşlı kadından bu tizlikte bir çığlığı kimse bekleyemezdi doğrusu. Uyandığında bir an nerede olduğunu anımsamaya çalışmıştı. Bir saniye süren bu tereddütten hemen sonra yataktan yıldırım gibi fırlamış üzerinde var olan konuk pijamalarına aldırmadan koridorda bulmuştu kendisini. Hem de kapı önünde evin reisiyle çarpışma pahasına Kadının çığlığı hıçkırıklarla dolu ağlamaya dönmüştü. Abidin Bey bile bunca yıllık eşinin ne dediğini anlamakta zorlanıyordu. Hıçkırıklar arasında eliyle işaret ettiği koridorun sonundaki odaya koştu genç adam. O zaman anladı ne demek istediğini. O küçük oda boştu...
      Bu çığlığın İlçeye uzanıp genç gazetecinin yakın arkadaşı Doğana ulaşması üç dakikayı bulmuştu. Daha uyuyalı bir iki saat olmamıştı telefona çağrıldığında. Turan Tunalı’nın söylediği sözler karşısında şaşırmamıştı. Sanki böyle bir haberi bekliyor gibiydi. Daha da garibi bir iki gün önce gördüğü kabusun bir benzerini görebileceğini düşünüyordu yatmadan önce Yol yorgunluğundan olsa gerek başını yastığa koyar koymaz deliksiz bir uykuya dalmıştı. Sanki biri O’nun başında nöbet tutuyormuş da rahat ve huzur içinde uyumasını temin ediyormuş gibiydi. Bir yatak, bir halı, bir komedin ve bir elbise dolabından ibaret misafirhanenin içinde elinde telefon kalakalmıştı. Ahizenin öbür ucunda Turan "ne yapması gerektiğini" sorup duruyordu. O saniye kararını vermişti.
      “O odaya kimsenin girmesine izin verme ve hiç bir şeyle oynama. Ben hemen yola çıkıyorum" dedi. Yatağın yanı başındaki ayakkabılarını giyip çıkması bir iki dakikasını almamıştı.
      Akşam arabasını bıraktığı yere yani Cephane sokağına varması yürüyerek üç-dört dakikasını almıştı. Çıkarken rastladığı Komisere durumu ayaküzeri özetlemiş, İzmir'e gitmesi gerektiğini söylemişti. Rüzgar Ali'nin Hükümet Konağının bahçesindeki ekip arabasıyla
      “Hiç olmazsa senin arabanın yanına kadar bırakalım" teklifini de reddetmişti. "Yürürsem uykum açılır" demişti. Asıl sürpriz ise Onu arabanın içinde bekliyordu.

      Cephane sokakta günün hemen her saati park yeri sorunu vardı. Dün gecede zorunluluk gereği otomobilini sokağın başı denebilecek bir yerde bırakmıştı. "İnşallah benden sonra birileri önümü, arkamı iyice kapatacak kadar yakına araç park etmemişlerdir" diye aklından geçiriyordu. Eğer kendisinden daha geç vakitte birileri bu yanlışı yaptılarsa günün aydınlanmasına saatler kala nereden bulurdu o kişiyi. Sokağın köşesine varmadan elini cebine atmış anahtarını çıkarmaya başlamıştı. Köşeye varıp otomobilini akşam bıraktığı gibi gördüğünde rahatladı.
      Arabasının sürücü kapısına geldiğinde anahtar elinde donup kalmıştı. Arka koltukta battaniyeye sarılmış biri vardı. Sokak lambasının ışığında kim olduğunu anlamaya çalıştı. Bulunduğu yerden tanımlayamayınca öbür yana döndü. Yüzünde hoş bir gülümseme ile uyuya kalmış Yüksel Hanımı görünce şaşırdı. Hem de gelen telefonda bile şaşırmadığı kadar şaşırmıştı. Ağır ve sessiz olmaya çalışarak arabaya girmeye çalışıyordu ama kapıya anahtarı takar takmaz arka koltukta uyuyan genç kız uyandı.
      “Senin geleceğini biliyordum ve benden habersiz gitmeyesin diye arabanda kaldım" demişti daha genç adam bir şey demeden. Doğanın aklı bir an "arabaya nasıl girdiği" sorusuna takılmıştı, hemen vazgeçti. Bu arabalar kolaylıkla açılabilecek kapılara sahipti. Hatta bir kaç kere anahtar yanında olmadığında kendisi bile açmıştı. Doğan Denizci bir an sevinmeli miydi yoksa üzülmeli miydi bilemedi. Ağzını açmasına fırsat kalmadan genç kız
      “İzmir'e mi gidiyorsun?" dedi. "Nereden biliyordu. Bir tahmin miydi?"
      “İzmir'e " dedi. "Nereden biliyorsun?" demedi "Bir tahmin mi?" demedi. Dudaklarının arasında bir evet döküldü. Bu evet in bir tepki olduğunu anlaması Yüksel için zor değildi.
     “Beni de götürür müsün?" Peşinden gelen ikinci soruya da bir yanıt gelmedi. Boyaları kısmen dökülmüş bej otomobil fazla sorun çıkarmadan çalıştı. Önce İlçeden çıktılar, sonra Nazlıköy ve Ahmetli. Kurtuluş kasabasına kadar hiç konuşmadılar. Doğan tüm ilgisini yola vermişti. Yol boyunca kendilerinden başka kimsenin olmadığı yollarda deli gibi yol alıyordu. Otomobilin kilometre ibresi en keskin virajlarda bile doksanın altına düşmüyordu. Bir tür kızgınlık ifadesi olmalıydı.
      İlk güneş ışıklarını Ortaköy' den Selçuklu ya çıktıkları uzun rampada gördüler. Tepeye varmadan kırmızı güneş kilometrelerce öteden dağların arkasından doğmaya başlamıştı. İlin koca ovasının sonu sayılabilecek dağların arasından kocaman kızıl bir güneş doğuyordu. Yarım saatten fazla bir süre sonra otomobilde ilk duyulan sözler Yüksel Hanıma aitti.
      “Biliyor musun binlerce yıl önce parıldayan benim güneşimde aynen böyleydi, büyük ve kırmızı. Doğan bir an yanlış işittiğini düşündü; Büyük ve kırmızı bir Güneş. Kafasını öylesine sağına çevirdi. Yanı başında oturmakta olan genç kızın kendisiyle alay ettiğini düşündü.
      “Hatta Güneşinizin buradan göründüğünden daha büyük görünüyordu benim gezegenimden."
      “Benim gezegenim mi? dedin" dedi. Birkaç saniye öylece kalakaldı direksiyon başında. "Benim Gezegenim" öyle mi? Elini öfkeyle direksiyon simidine vurdu. Genç kız yanı başındaki adamı ilk defa bu kadar sinirli görüyordu.
   “Şimdi de benimle dalga geçmeye mi başladınız küçük hanım”Ayağını gazdan çekti. Sağa yanaşıp durabileceği bir banket aradı, yoktu. Dikkatinin dağıldığını düşündüğü için yavaşlamıştı. Derin derin soluk almaya başladı. Kız sakin bir tonda anlatmaya devam ediyordu
      “Benim Gezegenim, yani Kuroth." Doğan aniden frene bastı. Genç kız eğer emniyet kemerini takmamış olsaydı kafasını cama vurabilecekti. Aylardır tanıdığı ve bir bölümünde samimi arkadaşlık kurduğu kızı anlamakta zorlanıyordu. Eğer öyle değilse aşırı yorgunluktan dolayı zihni kendisine oyun oynuyordu. Göz göze geldiler. Doğanın aklından geçen “Bir daha söyle" demekti ama hiç bir şey söylemedi. Karşısında duran yıllar öncesinden tanıdığı sevdiği o gözler yalan söylüyor, şaka yapıyor olamazdı. O halde... Tekrar gaza bastı. Yokuşun yukarısında ki Ardıçlı köyüne kadar tekrar sessizliğe daldılar. Yol kenarında ki köy kahvesine oturduklarında Doğan,
      “Seni dinliyorum" dedi.
      “Söze nasıl başlayacağımı bilemiyorum" dedi. Bir iki saniyelik sessizlik sonrasında sözlerine devam etti. "Beni deli diye nitelemeni istemiyorum o yüzden sözlerimi sonuna kadar dinlemeni beklerim." dedi. Ardıçlı köyünün köy kahvesinde kendilerinden başka bir orta yaşlı köylü vardı yalnızca, sabah erkenden gelip ocağı yakan, ortalığı toparlayan Ocakçı. Adamın çaylarını ağır ağır masaya bırakmasını konuşmadan izlediler. Doğan sevdiği genç kızın ağzından çıkacak sözleri bekliyordu.
      “Sizin Güneşiniz daha bebekken, henüz bir gaz ve toz bulutu iken benim yıldızım Galaksimizin Orion kolunda ışıldayıp duruyordu. Gezegenlerimiz, sizin Güneşiniz ışıldamaya başladığında yaşamla tanışmış olmalıydı. Uzaklarda, çok uzaklarda, aynı Galaksinin -ki siz buna samanyolu diyorsunuz- bir kolunda biz bir kolunda siz vardınız. Yıldızımız olan Odth kendi oğullarını ve kızlarını yaşama kavuşturmuştu. Sizin dünyanız, yaşamla kucaklaştığında bizler evrimimizi tanımlamak üzereydik. İlk atalarınız iki ayak üzerine kalkıp mağaralarda yaşamaya başlamışken bizler uzaya açılmış Odth yıldızının gezegenler sisteminde kolonileşmeye başlamıştık." dedi.
      Doğan aklına gelmeyen, gelmeyecek olan şeyler duymaya başlamıştı. Çaylarını içtiler, ara sıra etraflarına gelip giden ocakçıya "tazelemesini" söylediler. Yüksel hanım kendini konuşmaya kaptırmış anlatmaya devam ediyordu.

      Yıllar önce yüzyıllar, bin yıllar önce kendi uygarlığımız sorunlarını çözmüştü. Düşündü, yani pek çoğunu. Uzaya açıldık, gerek kendi galaksimiz, gerek dış galaksiler üzerinde araştırmalar yaptık. Galaksimizde yaşam olan, yaşam olabilecek bütün yıldızları, gezegenleri araştırmaya başladık. Galaksimizin sükunetini, evrenin barışını yaymaktı amacımız. Yüzyıllar önce sizin Dünyanızı da ziyaret etmiştik. Galaksi Birliğinin evrensel yasaları doğrultusunda kimse bir başka uygarlığı Yıldızlar arası uzay çağına geçinceye kadar rahatsız edemez. Kendi varlıkları konusunda bilgi veremez. Ancak bizim sizlere yaptığımız gibi küçük yardımlar olabilir." Asya’nın ortasında bozkırlarda yaşayan halklara bir kent kurabilmesi için yardımcı olduk. Basit etik yardımlardı bunlar. Onlarda jest olarak o kente bizim gezegenimizin adını verdiler. Bu konuda arkeologlarınız bilgi sahibi. Doğan aptallaşmıştı. Ne diyeceğini bilemiyordu. Genç kız yüzüne baktı. Yüksel bu bakışın anlamını tahmin edebiliyordu.
      “Bana inanmıyorsun değil mi?" "İnanıyor muydu?" Yüksel, yerinden doğruldu.

      “Hadi asıl görevimizi unutmayalım" dedi. Onun sözleri ile Doğan nereye gittiklerini anımsamıştı. "Öyle ya" dedi yüzündeki acı gülümseme ile.
      “Anlattıklarından dolayı neyin peşinde olduğumuzu bile unuttuk" dedi. Kahvenin kuytu köşesindeki ocağa yürüdü, hesabı ödedi. Dışarı çıkıp yürümeye başladılar, Yüksel, Doğanı tam araca binerlerken durdurdu.
     “Bana inanmadığını biliyorum, seni nasıl inandırabilirim dedi. Kendini inananlarına mucize göstermek zorunda olan peygamber gibi hissediyordu. Yönünü gün doğusuna çevirdi. Cebinden küçük silindirik bir alet çıkardı. İki santim çapında beş-altı santim uzunluğunda siyah bir boruydu. Silindirik parçayı güney ufkuna çevirip gökyüzüne bakmaya başladı. Doğan kızın ne yapmaya çalıştığını anlamaya gayret ediyordu. Bir iki saniye süren uğraşmadan sonra “hah" dedi belirgin bir sesle. Elindeki cihazı Doğana uzatarak
      “Ayar tamam. Geldiğimiz yeri bununla görebilirsin. Doğan elindeki aleti az önce arkadaşının baktığı yöne çevirdi.
      “Hani nerede" demek üzereydi ki genç kız atıldı  "Elini serbest bırak" dedi. Genç adam yanı başında dikilen arkadaşının söylediklerini yapınca elindeki alet kutbunu arayan pusula gibi kendiliğinden bir noktaya odaklandı. Silindirik borunun ucunda küçük bir uzay parçası vardı. Karanlık gökyüzü fonunda renkli gaz bulutu vardı sadece. Bir kaç saniye süren bu bakıştan sonra elindeki nesneyi genç kıza geri uzattı.
      “Nedir bu, bir tür sihir mi? yoksa bir film kamerası mı?" Yüksel, için için gülüyordu. “Bin arabaya da gidelim artık. Çok geç kalabiliriz." dedi. Selçuklu’ya inen uzun yokuştan inerken Doğan az önce sorduğu soruyu yineledi
      “Nedir o demin bana gösterdiğin nesne." Peşinden ekledi “Nereyi izlettirdin öyle." Yükselin yüzünde Doğanında, Besimin de çok iyi bildiği gülümseme vardı.
      “Önce birinci yanıt" Elini ceketinin cebine attı. Az önceki nesne tekrar elindeydi. "Bu bir pusula-teleskop" yada güdümlü teleskop. Görmek istediğin yere programlıyorsun ve bu nesnenin içindeki mini bilgisayar kendini o yıldıza veya gezegene programlıyor" dedi. Bunları söylerken nereden açıldığı belli olmayan bir kapağı açmış içindeki mini tuşları düğmeleri göstermişti. Birkaç santimetre kareye onlarca tuş sığdırılmış gibiydi.
      “Gelelim ikinci soruna..." Otomobil yokuşu inmiş ovaya varmıştı. Kırmızı renkli bir duman gördün değil mi?" dedi. Delikanlı gözünü yoldan ayırmamaya çalışarak başını salladı.
      “O benim sana anlatmaya çalıştığım yıldızımız olan "Odth" tan kalanlar" dedi. Doğanın kafasında lise yıllarından kalma bilgiler canlandı.  "Süpernova" diye fısıldadı.
      “O duman o gaz bulutunun içinde benim gezegenimden, benim yurdumdan geri kalanlar da var" dedi. Sesi belli belirsiz titriyordu. "Doğru" dedi genç kız kendi kendine konuşur gibi
      “Siz Süpernova diyorsunuz." Doğan ne diyeceğini bilemiyordu. Arabayı tekrar sağa çekti, kızın omuzlarını tuttu, hafifçe sarstı.
      “Sana inanıyorum... İnanmak istiyorum ama lütfen bana her şeyi başından anlat" dedi. Genç kız kendine bakmakta olan genç adamın başını ellerinin arasına aldı.
      “Lütfen konsantre ol ve benliğini bana ver" dedi.
   Önce kocaman zifiri karanlık bir boşluktan geçtiler. Sonsuz karanlık ve sonsuz genişlikte bir boşluktu bu. Uzaklarda parıldayan ışıklar vardı. Ancak bir dekor süsü havasından kurtulamayan beyaz, mavi, kırmızı noktalar halinde yıldızlar vardı. Işıktan bile hızlı yol aldılar. Işığın yıllarca, yüzyıllarca alabileceği yolu aşıyorlardı. Bir zaman sonra hedefleri belli olmuştu. Parlaklığı yaklaştıkça artan bir kırmızı noktaya doğru yol alıyorlardı.
      Nokta büyüdü, büyüdü. Işığıyla çevresini kırmızıya boyayacak şekilde büyüdü. O zaman kırmızı dev güneşin yakınlarında bir başka yıldızı fark etti. Etrafında dönen noktalarla kırmızı devin yanında minicik görünen sarı-beyaz yıldızı gördü.
      Küçüklü büyüklü dört, yok yok beş leke saydı yıldızın çevresinde. Zamanla lekelerde büyüdü. Özelliklede kendilerine hedef olarak seçtikleri en dıştaki leke büyüdü. Maviye çalan çelik renkte bir küre yaklaştıkça ayrıntılarını veriyordu. İyice yaklaştıklarında ise kürenin etrafında dönen doğal ve yapay uyduları fark etti.
      Doğan, bir yandan kendisine izletilenleri anlamaya çalışıyordu diğer yandan da olayların arka planını, gördükleri, gördüğünü sandığının ne olduğunu tartıyordu. İzledikleri, Doğanın yanı başında oturan genç kızın zihnindekiler olmalıydı. Bu bir düş, sanrı ya da illüzyon falan değildi. Hiç bir illüzyon bu kadar gerçek olamazdı.
      Muazzam bir uygarlık belirtisi olan uçaklar, uzay gemileri, sürekli gelip gidiyorlardı. Bulundukları yerden kendi güneşleri yerine uzaktaki kırmızı dev yıldız görünüyordu. Gezegenin etrafında var olan uzaklı yakınlı,  irili ufaklı onlarca, yüzlerce uydu vardı. Uzay gemileri gezegenden uydulara uydulardan dış uzaya, diğer gezegenlere gidip geliyorlardı.
      Hızla gezegenin atmosferine girdiler. Çelik renkli kürenin çok kalın katmanlı atmosferinden aşağı gezegenin yüzeyine süzüldüler. Kendi dünyasında hiç bir kimsenin hiç bir zaman göremeyeceği muhteşemlikte bir mimari yapı vardı. Yüzlerce binlerce bina geniş meydanlar,  parklar, kubbeler, kristal küreler Yüzlerce metre uzunlukta binalar, kuleler. Adam kendini bir masal dünyasında, Hollywood yönetmenlerinin pahalı bilim kurgu düşleri için kurduğu stüdyoların birinde gibi hissediyordu.

      Büyük bir salon gördü, cesameti ile diğer binalardan hemen ayrılıyordu. Binanın içine girdiler. Sanki bina sadece bir salondan ibaretmiş gibiydi.  Salonda ise dinleyici koltukları ve orta yerde kocaman bir masa vardı. Geniş kocaman bir masa etrafında toplananlar vardı ama ne kadar dikkat ettiyse de kimler yada neler olduğunu göremiyordu. Bir tür sansür yapılıyordu kendi için hazırlanan bilgi akışında. Anlamadığı bilmediği bir dilde konuşuyorlardı o salonda toplananlar.
      Sonra görüntü bina dışına, gezegen dışına oradan da sistemin merkezindeki sarı-beyaz yıldıza kaydı. Oradan da büyüklüklerle ölçüldüğünde çok ta uzak gibi durmayan dev yıldıza kaydı. Sanki kamera zumlarmış gibi.
      Kırmızı yıldızın yüzeyindeki lekelerde hareketlenmeler vardı. Küçük patlamalar, alevli fışkırmalar oluyordu. Alev topları inanılmaz yüksekliklere fırlıyorlar ve sonrasında aynı kütleye geri dönüyorlardı. Kamera geri çekildi. Dev yıldızın arkasından uzaktan seçilmeyen bir mini gezegen görünmeye başladı. Kırmızı dev Odth güneşinin yanında minicik bilye tanesi kadar kalıyordu, renksiz ve ışıksız bir bilye tanesi. Ana gezegenle karşılaştırıldığında terk edilmiş gibi duruyordu, sessiz ve karanlık.
      Odth güneşindeki patlamalar hızlandı, alev fışkırmaları daha yükseklere çıkmaya başlamıştı. Yıldızın yüzeyi fırtınadan kudurmuş denizlerin yüzeyi gibiydi. Görüntü geri çekilmeye başlamıştı. Önce sarı-beyaz komşu yıldıza kaydı, oradan da gezegene. Uygarlığın merkezindeki gezegende hareketlilik çoğalmıştı. Bütün uyduların dışarısında duran bir uydu üzerine yönelmişti gemilerin hepsi. Ana uydu yada ana gemi de hareketlenmişti.
      Gezegenin yüzeyi irili ufaklı gemilerle dolmuştu, belli ki gezegende bir panik bir kaçış yaşanıyordu. Kırmızı dev Odth güneşine çok uzak olsalar da olacaklardan korkuyor gibiydiler. Sonra yine geri gitmeye başladı kamera. Uzaklaştıkça kaçış konvoyu daha net belli oluyordu. Bir tren katarı gibi yıldızdan uzaklaşıyordu bilinmeyene doğru. O uzaklıktan dev kızıl yıldızın yüzeyinden saçılan alev topları daha açık belli oluyordu. Belli ki dev yıldız süper novaya dönüşmek üzereydi.
      Birden yanlarından bir nesne geçti, diğerleriyle karşılaştırıldığında daha küçük bir gemiydi. Şimdi bir çizgi halinde, tıpkı bir karınca katarıymış gibi uzayın karanlığına karışan konvoyun tam zıddı yönde hızla uzaklaşıyordu. Gerek konvoydaki araçlarda gerekse yanlarından geçip giden o küçük gemide bir kalkan, yelken havasında duran bir perde vardı. Görüntü hızla geri çekilmeye devam ediyordu. Çekildi, çekildi. Birden etrafı kayalıklarla dolu boş bir gezegene indi. Buradan gezegen sistemin merkezindeki kırmızı dev yıldız küçük bir para boyutunda görünüyordu.
      Sistemin dışında ama hemen yakınında ise Odth güneşi ise o mesafeden bile tüm heybetiyle ışıldıyordu. Kameranın aldığı son görüntüler ise uzaklarda çok uzaklarda bir yıldızın muazzam bir şekil de patlaması olmuştu. Uzayın derinlikleri bir anda muhteşem bir aydınlığa kavuştu. Bir renk cümbüşü sardı çevrelerini. Her ne kadar kendisi bir bayram kutlaması havasında düşündüyse de biten yok olan uygarlık söz konusu olmalıydı. Merkezde parıldayan kırmızı dev yıldız Süper novaya dönüşmüş sadece kendini değil komşu yıldızı da yok etmişti.

      Genç kız, ellerini Doğanın şakaklarından çekince adam kendisine geldi. Saatler sürmüş gibi gelen bu olayın sadece bir kaç dakika sürdüğünü tahmin ediyordu. Radyoda çalan şarkı sürüyordu hala. Bir kaç dakika içerisinde binlerce yıl ötelerdeki bir uygarlığın yok olmasına bir güneşin patlamasına tanık olmuştu. Bir gezegen sisteminin yok oluşunu izlemişti. Alnındaki terleri elinin tersiyle sildi. Oturduğu sürücü koltuğunda öylece kalakaldı. Bir hayli sonra mırıltılı bir sesle sordu.
      “Az önce söylediğin, güneşiniz miydi izlettirdiğin." Genç kız kafasını onaylar gibi salladı. 
      “Evet"
      “Bütün bunlar ne zaman oldu." Genç kız yanıtladı,
      “Sizin zaman ölçünüzle asırlar önce. Araştırmalarım esnasında sizin tarihinizin kayıtlarına girdiğini öğrendim" dedi. Doğan böyle bir olaya rastlamadığını anımsıyordu. Tabii bu tarihe geçmediği anlamına gelmezdi. Doğanın öğrendiklerini sindirebilmesi için bir süre daha geçmesi gerekmişti. Bir iki dakika sonra genç kız
      “Benim kullanmamı ister misin" deyince kendine geldi. Acele etmeleri gerektiğini anımsadı. Elini kontağa attı. Yola çıktıklarında hala kafası yaşadığı o iki dakika ile meşguldü. Bir zaman hiç konuşmadan yol aldılar, yol üzerine serpiştirilmiş gibi duran yerleşim birimlerini geçiyorlardı
      “O gördüğüm konvoy senin ırkındı değil mi?" dedi. Kafasını salladı genç kız.
      “Kurtuldular mı? bari."
      “Yalnızca konvoya katılabilenler. Büyük bir bölümümüz kurtulduk ama gördüğün gibi geriye çok az şey kaldı." Arabada bir an sessizlik oldu. Belki bir anı tazelemeye yetecek kadar. Yüksel, devam etti.
      “Bilim adamlarımız bunun böyle olacağını tahmin ediyordu. Kendi alçak gönüllü yıldızımızın uzak sayılamayacak yakınlarında yıldızlar arası tozlar birikmeye başladığı andan yani bir yıldızın doğumu olduğu andan itibaren bunun böyle olacağını biliyorduk. "Odth" güneşi bizim babamız, çocuğumuzdu bir anlamda. Benim atalarım uygarlıklarını kurmaya başladığın da yıldız parlamaya başlamıştı. O nedenle bizler Odth kültürü diye anılıyoruz. Kütlesinin çok büyük olmasından dolayı yakıtını çok çabuk tüketti. Kırmızı bir dev haline geldi. İzlediğin bölümlerin bir yerinde de bu konudaki tartışmalardan birine tanık oldun. Bu tür toplantılar sıkça yapıldı. Kırmızı devlerin sonunun ne olduğunu biliyorduk. Bizim anlamadığımız konu bu patlamanın beklediğimizden çok önceleri gerçekleşmiş olmasıydı." Yine bir an sessizlik oldu.
      “Bu konuda da -Tynark tan- kuşkulanıyoruz" dedi.
      “Tynark"
      “Evet Tynark, başımızın belası. O konvoyun ters yönünde giden bizlerden kaçan suçlu Tynark" dedi. Doğan göz ucuyla yanında oturan genç kıza baktı.
       “Şimdi de peşinde olduğumuz kişi aynı kişi değil mi?" dedi. 
       "Evet, Onun olmasında kuşkulanıyoruz. Sana izlettirdiğim o görüntülerde Güneşimiz Odth’a çok yakın bir gezegen vardı. Odth'un tek doğal gezegeni. İşte orası çok ender de olsa ırkımdan çıkan suçlular için bir sürgün yeriydi. Güneşimizin o muazzam kütle çekiminden dolayı hiç bir şeyin geri gelemediği sürgün gezegenimiz. İşte nasıl olduysa süper novadan da gezegenden de kaçtı, başımızın belası Tynark. Onlar konuşurlarken otomobilleri de İzmir'e gittikçe yaklaşıyordu.
     “Diyelim ki haklısınız. Aradığınız o yani Tynark. Ne yapacaksınız. Tutuklayıp başka bir gezegene mi hapsedeceksiniz?" Doğan sözlerinin beklediği ilgiyi çekmesini diliyordu. Şu dakika genç kızın söylediklerine inanmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu. Bu nedenle ses tonunda belli belirsiz bir alay vardı.
      “Bu adam bizler için çok mu tehlikeli?" Genç kız güldü
      “Yasalarımızın emrettiğini yapacağız. Belki söyleyeceklerim size yalan gelecek ama yanında taşıdıklarıyla sadece sizin ilçenizi yada ülkenize değil gezegeninizin tümüne zarar verebilecek potansiyele sahip. Öyle sanıyoruz ki sizleri beyin gücüyle etkileyip burada yaşamaya çalışacak. İnsanlar ve bu gezegen onun için çok kolay lokma. Gücü artıyor ve zirveye ulaştığında durdurmak imkansız olacak. Tarihiniz de var olan zalim krallardan çok daha güçlü, çok daha etkili bir İmparator olmak amacında. Beyinlerinizi okuyor, korkularınızı ve zaaflarınızı iyi biliyor. Hırslarınızı besleyip kendine mal edebilir, beyinlerinizi etkileyerek istediklerini rahatlıkla yapabilir yaptırabilir." Genç kız bir an durdu.
        “Tabii bunun için fiziksel teması yada yakın olması gerekir. Kendine uşaklar, fedailer seçecektir. Gücü artıkça da bu fedailerden bir ordu bile kurabilir, özellikle kendi gibi hırslı gözü dönmüşlerden. Tarihinizdeki birini yakın olduğu kişinin beynindeki birine kendini dönüştürebilir." Doğan mırıldanmasıyla kızın sözlerini tamamladı.
      “Hekate. Gecelerin, yeraltının tanrıçası Hekate, büyücüler kraliçesi." Genç kız bütün bildiklerini anlatıyordu. Doğanın anlamadığı bilmediği pek çok şey söylüyordu. O anlattıkça parçalar yerlerine oturuyordu. Doğanada Yükselin anlattıklarına inanmaktan başka bir şey kalmıyordu. Hayal gücü ne kadar geniş olursa olsun, inandırıcılığı ne kadar kuvvetli olursa olsun bir insan bu kadar çok yalanı bir arada söyleyemezdi. Üstelik yadsıyamayacağı o görüntüler vardı. Genç kızın yanından hiç ayırmadığı o silindirik nesne vardı. Peşinde oldukları nesnenin bildiği özelliklerini de ekleyince bulmaca çözülüyordu. Yüksel hanımın -yada gerçek adı her ne ise- anlattıkları doğruydu.
     “Sahi kuzum sizin adınız ne, yaşınız kaç. Anladığım kadarıyla gerçek formunuz bu değil. Bana biraz kendinden söz etsenize." Genç kız için zor bir soruydu, bir zaman sessiz kaldı. Araçları otomatik pilottaymış gibi hedefine ilerliyorlardı. Sabahın köründe onları İzmir’e yönelten gerçek nedeni unutmuş gibiydiler. Yüksel hanımın yanıt vereceğini düşündüğü belliydi. Doğan o an Doğan kızın yalan söyleyebileceğini düşündü.
      “Yalan söyleyebileceğimi düşünüyorsun ama bir tarafın- da bana inanıyor dedi. "Aklımdan geçenleri okuyor. Bir türlü kendini bana kanıtlamaya çalışıyor" diye düşündü Doğan.
      “Benim kendimi sana kanıtlamam için bu tür "akıl okumalara falan" gereksinimim yok" dedi genç kız.
      “Bunu hep yapıyor musun?" Kız gülümsedi
      “Hayır... Yani bazı koşullar oluşmadan olamaz." Dudaklarındaki gülümseme devam ediyordu.
      “Kimbilir belki de sürekli yapıyorumdur." Doğan’ın yüzü birden ciddileşti. Şu ana kadar kızın yanında onun hakkında neler düşündüğünü anımsamaya çalışıyordu. Genç kız Onu biraz rahatlatmak ister gibi.
     “Sadece zorunlu kalınca demek istedim yani... Kendi aramızda bir sorun yok. Ama dış ve ilkel dünyalarda yasak, galaksi yasalarına göre yasak. Sizin hala yaşadığınız sömürge kuralları binlerce yıl önce yasaklanmıştı Galakside. Diğer Galaksilerde de aynı durumun söz konusu olduğunu düşünüyoruz. Herkes kendi beyin ve kas güçleriyle bir şeyler yapmalı. Böyle özel durumların dışında dış uzay bilgisine ulaşmamış, kendi iç sorunlarını çözememiş uygarlıklara müdahale kesinlikle yasaktır. Bu nedenle sizleri gözlemlemek serbest ama öyle yada böyle işinize karışmak ağır ceza gerektirecek bir suç." Durdu, düşündü. "Şimdi bile fazla ileri gitmiş olabilirim" dedi. Dudaklarında az önceki gülümseme tekrar belirdi.
      “Yine de şimdi anlatacaklarıma bir şey demezler umarım. Adım "Myra" laf aramızda sen bana Yüksel demeğe devam etmelisin. Seninle meslektaşız ve görünürde yaşıt sayılırız. Yani göreceli olarak demek istiyorum" dedi. Tam durumu kavramaya başlamışken delikanlının kafası tekrar karışmıştı; "Göreceli olarak" ne demek istemiş olabilirdi.
      “Acele etme. Zamanı gelince açıklayacağım. Hadi biz işimize bakalım." dedi. İzmir’in girişindeki toplu konutların yüksek binaları ufukta belirmişti.     
   “Aylardır aranızdayım ve içinde olduğum bu bedenin beni yorduğunu düşünüyorum. Çevremdeki kişiler arasında güvenebileceğim bir sen vardın. Sonradan da aynı işin peşinde olan birer meslektaş olduğumuzu öğrendim. Bu nedenle bunların çok gizli bilgiler olduğunu söylemeye gerek yok tabii" dedi. Doğan, yalnızca kafasını sallamakla yetindi.
      “Son bir soru. Bu adam, yaratık yada her ne ise" Genç kız tamamladı.
      “Tynark."
      “Evet Tynark yada her ne ise, nasıl durduracağız." Aniden aklına gelmiş gibi ekledi.
     “Bilmem kaç milyar uzaklıktan yerini öğren gel ama o uzaklıklara göre küçücük kalan Dünyamızda Tynark'ını bulama. Bu nasıl oluyor peki." dedi. Yüzünde karşısındaki konuşan kişinin açığını yakalamış kurnazların alaycı bir gülümsemesi belirmişti. Öğretmenini öğrenmek için değil de bir açığını yakalamak için dinleyen haylaz öğrenciler gibiydi. Havaalanının çevresinden geniş bir yay çizerek geçerlerken bir ara genç kızın yüzüne baktı. "Hadi bakalım Myra hanımefendi yanıtla" der gibiydi.
      “Yok olan güneşimiz Odth dünyanızdan sizin ölçülerinizle altı bin yıl standart hız uzaklıktaydı. Yani Odth’un son ışıkları dünyanıza ulaşıp bazı bilim adamlarınız tarafından kayıt edilesiye kadar Gezegeniniz Güneşinizin etrafında yaklaşık altı bin kere döndü." Doğanın kafası gene karışmıştı.
      “Dokuz yüz bilmem kaç yıl önce gökyüzünde gündüz bile seçilebilecek kadar büyük parlaklığa ulaşan Odth'un ölümünü senin ırkından bazı bilim adamları da farketti. Tynark sürgün gezegeninden nasıl kaçtı kesin olarak bilmiyoruz bildiğimiz ise Onun bizlerin üzerinde bile bir zekaya sahip olduğu. Bizde suçlular Sürgün gezegenin de kendi hallerine bırakılırlardı. Odth yıldızının çekim gücünü aşamayacakları düşünülürdü. Bizler onları orada sadece izlemekle yetinirdik. Öyle tahmin ediyoruz ki Tynark kendisine bizim bilmediğimiz bir sistemle çalışan bir kapsül yapmış olmalı. Çünkü Onları yani suçluları Sürgüne gönderen gemiler, kapsüller geri gelmiyordu. Onlara ilaç, yiyecek yada başka gereksinimlerini gönderdiğimiz araçlarda orada kalıyordu.
      Takdir edersin ki biz kendi yıldızımızdan komşu yıldızdaki olanları anlamaya çalışıyorduk. Tynark ise doğrudan doğruya Odth'un burnunun dibinde yaşıyordu zorunluda olsa. Odth' un süpernovaya dönüşeceğini bizlerden de önce tahmin edebilmiş olmalı ki bizlerden önce harekete geçmiş. Dış uzaya çıktıktan sonra kendini derin uyku durumuna getirmiş olmalı. İçinde bulunduğu geminin tüm sistemlerini yaşamsalının dışındakileri kapatmış olmalı diye düşünüyoruz. Bu nedenle uzun zaman ondan bir işaret bir iz alamadık.
      Bizler Galaksinin diğer kollarına geçmeyi oralarda kendimize uygun dünyalar, yıldızlar bulmayı düşünürken O gemisini içeriye Galaksi merkezine yönlendirmiş olmalı. Sonra nasıl olmuşsa güneşinizi ve gezegeninizi bulmuş ve inmiştir. Belki de zorunlu iniş yapmak zorunda kalmış olabilir. Bir başka olasılık yeniden programladığı geminin ana bilgisayarı Dünyayı çekici bulup bilerek inmiş olabilir. Yada aklımıza gelmeyen başka nedenlerde olabilir." Doğan kıza sorular soruyordu belli konularda içi rahat etsin diye ama kızın anlattıklarıyla kafası daha çok karışıyordu.
      “Nasıl yani." Yüksel gülümsedi. İzmir’e girmişlerdi. Yüksel Doğana sağından solundan akıp giden trafiği göstererek
     “İstersen bir yere yanaş. Yoksa ya birilerine çarpacağız yada birileri bize" dedi. Bir kaç yüz metre ötedeki benzinliğe yanaştılar. Arabayı benzinliğin kuytu bir köşesine çektiler.  “Sana şöyle anlatayım. Bir kaç saniye durdu düşündü. Söze nereden başlayacağını düşünür gibiydi. Kaba bir tanımlama olursa lütfen beni bağışla" dedikten sonra anlatmaya devam etti.
      “Benim ırkımla senin ırkın arasında ki fark ki beni - sözlerimden dolayı bağışlarsın umarım- erkek arılarla sizin aranızdaki fark kadar." Doğan şaşırmıştı. Sabahtan bu yana alışılmadık sözler duyuyordu ama şimdi duyduklarının çok ötesindeydi.
      “Tynark yada Tynark’ın bilgisayarı güzel bir bal peteği bulduğunu düşünüyor olabilir. Bu nedenle Gezegeninizi tercih etmiş olabilir. Derin uyku durumundan çıkmaya başlayınca yerini tespit ettik. Odth'un patlamasından sonra uzayda kaybolduğunu, yok olduğunu düşünüyorduk. Sonra belli belirsiz sinyaller almaya başladık. Sinyallerin yeri Güneş sisteminizi gösteriyordu. Tynark’ın kapsülü derin uykudan çıkma anına yakın harekete geçmiş olmalıydı. Tam uyanma gerçekleşince duruma bizim el atmamız gerekebilir diye düşünerek gezegeninize geldik.
      Gezegen sisteminizde uygun bir yere konuşlandıktan sonra uygarlığınızın oluşturduğu aşırı parazitleri ve atmosferinizde yığılıp duran ama sizi rahatsız etmeyen -yine deyimim için beni bağışla- arı kovanına girmemiz gerekti. İşte o zaman yerini uzaktan belirlediğimiz dev arı kovanının neresinde gizlendiğini bulmak kalmıştı. Tüm Gezegeni taradıktan sonra bu bölgede olabileceği hesapları yapmaya başladık. Ve ben aranıza karıştım, işletmede işbaşı yaptım. Tynark’ta boş durmuyordu. Sonucu görüyorsun." Bir anlık sessizlikten sonra
     “Beş kız çocuğu kayboldu. Niçin kız çocuğu yada niçin altı yaş deme bilmiyorum. Bu konuda yerel kültürden, yerel efsanelerden yararlanıyor olmalı" dedi. Evet, bu da Hekateyi, Empusa’yı, Mormo’yu açıklıyordu.
      “Biliyorum son sorular hiç bitmez ama son bir "son soru" sormak istiyorum" dedi Doğan. Kız elini Doğanın eline attı, kolundaki saate baktı, saat sekize geliyordu.
      “Bir hayli geç kaldığımızı düşünmüyor musun? Eğer Tynark altıncı kurbanı da kullanmaya başlarsa çember tamamlanır, gücünün en üst düzeyine ulaşmış olur. İşte o zaman gezegeniniz için yapabileceğimiz pek bir şey kalmaz."  dedi.
       Doğan bir kaç saat öncesinde bu iş biter bitmez evlenmeyi düşündüğü kızın bilmem kaç bin yıl önce yok olmuş bir uygarlığın temsilcisi olduğunu öğrenmişti. Dahası kendi ırkını kendi insanlarını -her ne kadar özür dilese de- bir arıya benzeten biri olduğunu öğrenmişti.
       “Nasıl yani..."
“Yani şöyle, Tynark, bizim azılı suçlumuz uzun süren bir uyku döneminden uyandı. Önce beyin faaliyetleriyle çevresinde kendine hizmetkarlar buldu. Yerel motifleri yerel korkuları işleyerek, hırsları, öfkeleri besleyerek o kişi yada kişileri kendi çıkarları için kullanmaya başladı. Ama kendisi taze besin bulamazsa ölür. Ve O besinlerden en iyi ama en yasak olanı elde etmeyi başardı." Doğan genç kızın yüzüne baktı
      “Taze et mi?" Karşısındaki genç kız olumsuzca kafa sallandı.
      “Taze kan. Bu birinci gün içindi. Uyku ne kadar derin olursa uyanmada o kadar dikkatli ve aşamalı olur, tıpkı derinliklerde uzun bir zaman kalan dalgıç gibi. İkinci gün derin uykudan biraz daha uyandı Tynark. Daha fazla enerjiye gereksinimi vardı. Hırslı hizmetkarı Ona ikinci kurbanı buldu. Üçüncü gün üçüncü kurban, dördüncü gün dördüncü kurban bulundu. Her aşamada daha da güçleniyordu Tynark. Her gün biraz daha kendine geliyordu. Hizmetkarı üzerindeki etkisini her kurbandan sonra arttırdı. Beşinci kurbandan sonra harekete geçmesi için bir aşaması kalmıştı; altıncı kurban. Şimdi onun peşinde. Eğer altıncı kurban da kendisine sunulursa, kurbanı kendi için kullanmaya başlarsa o zaman onu durduramayız. Hizmetkarıyla birleşirler, önce bölgenin sonra ülkenin en sonunda da gezegeninizin tek hakimi olur."
      “Sonra." Doğanın soruları bitmiyordu.
      “Sonra hepinizin gücünü, enerjisini kendinde toplar bir şekilde. O minik yavrulara yaptıklarını hepiniz için yapar. Bizlerde o zaman onu durduramayız. Yapılması gereken tek şeyi yapar amirlerim...  Galaksinin huzuru ve barışı adına..." Bunun ne demek olduğunu sormaya gerek duymadı Doğan.

      Kontak anahtarı tekrar çevrildi, benzinlikten çıkıp ana yola girdiler. Doğan "madem bu kadar beyinsel faaliyetleri vardı o zaman niye diğerlerini diğer insanları etkileyemiyordu." Aracının direksiyonunu kullanırken genç kızın sol eliyle yüzüne dokunduğunu hissetti.
     “Eğer yasalarımız izin verseydi " Doğan kafasının içinde hissediyordu yanında oturan kızın söylediklerini. “Bende Tynark’ın besiniyle beslenseydim şimdi bende onun gibi olurdum. Kendini bencil hissederdim." Doğanın gözleri sevinçle parladı.
     “Biliyorum, telepati bu" Yüksel elini Doğanın yüzünden çekti. Dudakları kıpırdadı tekrar.
      “Bende yapabiliyorum ve yapıyorum, yasalarımızın verdiği özel izinle tabii. İşlerimiz yolunda giderse buna sende tanık olacaksın ve inanıyorum ki çok sevineceksin. Bir ikincisi içinse ten teması şart" dedi. Sonra devam etti. "Tynark bir suçlu, bir asi ama bir deha aynı zamanda." Varyantın döne döne inen yolunda konuşmadılar. Doğan kafasının karışıklığını düzenlemeye çalışıyordu. Yalnız bir ara
      “Anlamadığımı zannetme" dedi. Yüksel neyi kastettiğini anlamamıştı bu defa.  "Demin ne demek istediğini anladım. Sizin bir gününüz bizim otuz üç !!!  günümüze eşit" kızın yüzüne kaçamak bir bakış gönderdi. Yüksel gülümsüyordu.
      “Evet yılımızda sizin dört yüz yirmi altı yılına eşit." Tam anlamaya başlıyordu ki Yüksel kafasının tekrar karışmasını sağlayacak bir şey söylüyordu “Yani sen benim akranım isen yaklaşık..." kafasında belli hesaplar yapıyor gibiydi. “12000 yaşındasın..."
      “Bravo yaklaştın, tam olarak 11928 yaşındayım sizin ölçünüzle. Bizim Gezegenimiz ve mütevazı yıldızımız Odth güneşinin etrafında bir tur dönesiye kadar sizin gezegeniniz Güneşinizin etrafına 426 defa dönüyor." Genç kızın hoşuna gidiyordu yanındaki arkadaşının şaşkın yüz ifadesi. Benim yok olan yıldızım sizin güneşinizin elli katı büyüklükteydi. Gezegenim Kuroth ise beş gezegenden oluşan sistemimizin en dışındaki gezegendi. Sizin en dışarıda dönüp duran Plüton’dan bile çok uzaklarda. Büyüklüğü ise Jüpiter'inizden bir buçuk kat daha büyüktü."

      Arabayı park edecek yer bulamadıkları için çok katlı otoparka bıraktılar. Yüksel kontağı kapatmak üzere hazırlanan Doğana  “Rakamlara aldanmanı istemem. Benim ırkımın yaşlılarına göre kıyaslarsan yaşım ancak bu yaşlarda." Elleriyle bedenini işaret ediyordu. Doğan bastı kahkahayı.
      “Gencim diyorsun yani." Yükselin yüzü al al olmuştu. Arabadan indiler, otoparkın hemen ikinci katında yer buldukları için inmeleri zor olmamıştı. Üstelik buradan Damlacık’a çıkmak zor değildi. Aşağı inerlerken Yüksel adama dönerek
      “Söylediklerimin gizliliği..." devamını Doğan getirdi.
      “Söylemene gerek yok. Biliyorum... Unutma meslektaşız" dedi. Koşar adımlarla otoparktan çıktılar. Yönleri varyantın solunda üst üste yığılmış gibi duran eski İzmir evleriydi.

145
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuzaltı
« : 11 Ocak 2016, 08:59:41 »
      B Ö L Ü M   O T U Z  A L T I

      Muradiye köyünde el ayak çok erken çekiliyordu. İşlerin yoğun olduğu dönemlerde bir tür zorunluluktu bu ama işlerin az olduğu gecelerde halk kültürünü kısmen de olsa yaşıyordu. Özellikle geleneklerin hükmünü sürdüğü, uygarlığın daha yavaş geldiği, bu dağ köyünde çok daha etkiliydi. Cep telefonu ve internet çıktıktan sonra bu etki azalmıştı özellikle yeni yetişen nesilde görülmüyordu. Ama televizyonların çalışmadığı, cep telefonlarının çekmediği şu günlerde - köye gelen konuğun etkisiyle de - eskinin o güzel gecelerinden birini yaşamışlardı.
      Yemekler yenildikten, çaylar içildikten sonra kadınlar bir odaya erkekler bir odaya çekilmişlerdi. Aradaki bağıntıyı ev sahibinin hanımı yani muhtarın eşi ve bu geceye özel Öğretmen Hanım sağlıyordu. Hasan, Ayşe öğretmenin erkeklerin yanına sıkça uğramasını kendine yapılmış bir ilgi olarak yorumluyordu. Yaşlıca bir köylü bağlamasıyla gelmişti, uzun süre çalıp söyledi. Hasan bu arada gördüğü çocuklara adlarını soruyordu. "Esin"i arıyordu. Hemen her baba oğlunu yanında getiriyor, ilçeden gelmiş öğretmene tanıtıyordu. Yalnız isimlerini söylemekle değildi tabi bu tanıtma işlemi. Meziyetleri, aklı, derslerinde ne kadar başarılı oldukları hep övülüyordu. Ortam iyiydi ama saatler ilerlediği halde Hasan Esin’le tanışamamıştı.
      Önce sazını çalıp türkülerini söyleyen yaşlı adam sustu. Sonra gizli bir işaret verilmiş gibi yavaşça kalabalık dağılmaya başladı. Bir saat sonra evde yabancı sayılabilecek kimse kalmamıştı. Muhtar en son komşusunu da yolcu ettikten sonra oturdukları geniş odaya döndü. Biraz sıkıntılı gibiydi, duvar dibindeki alçak sedire Memur Hasanın yanına oturdu. Genç polisin mesleki duyguları kabarmış gibiydi. Ortada bir olağanüstü durum olduğunu sezinliyordu. Dakikalarca süren sessizlikten sonra muhtar dayanamayıp anlatmaya başladı. Muhtarın anlattıklarını duyunca genç memur kendinle gurur duydu.
      “Bize niye yalan söyledin evlat" dedi. Hasan Tırpan, bir şeyler olduğunu sezmişti ama deşifre olacağı aklına gelmemişti. "Polis olduğunu bizden neden gizledin" dedi yaşlı adam sözüne devam ederek. Genç polis nerede hata yapmıştı onu düşünüyordu. Öğretmen olduğuna Ayşe hoca hanımı bile inandırmıştı. Hala ne diyeceğini düşünüyordu. Aklına gelen ilk fikir her şeyi olduğu gibi anlatmaktı. Yine de bir kaç dakika daha susmayı tercih etti. Ne ima edilmeye çalışıldığını anlamalı olay ortaya çıkmalıydı.
      “Gelenlerden biri benim yeğendi. Bana “seni hükümet binasında üniformayla gördüğünü" söyledi. Hasan Tırpan, inkara gitmediğinin iyi olduğunu düşünüyordu. Her gün yüzlerce kişinin girip çıktığı bir yerde görev yapıyordu. Bir kaç saniye sonra bütün her şeyi olduğu gibi anlatmaya karar verdi. Nede olsa bu saatten sonra yalanı yalanla savunmanın anlamı yoktu
      “Ben sizin köyde ki "Esin" adındaki bir kız çocuğunu korumak için geldim" dedi. Muhtar öylece yüzüne bakmaya devam ediyordu. İnanmamıştı.
      “Oğul kusura bakma ama gene yalan söylüyorsun" dedi. Hasan şaşırmıştı.
      “Na... nasıl olur" diye kekeledi. “21 Mart 20... tarihinde İlçe devlet hastanesinde doğan Esin Hatice Dayıoğlu bu köy de oturmuyor mu?" Muhtar belli belirsiz gülümsedi.
      “Hah şimdi oldu. Anlat bakalım derdin neymiş" Hasan, muhtarın yüzündeki o bir anlık gülümsemeyi yakalamıştı hala umut vardı ve yavaş yavaş işlerin yoluna girdiğini düşündü.
      “Bu anlatacaklarım herkesin bilmemesi gereken şeyler" diyerek anlatmaya başladı. Genç memur anlattıkça muhtar şaşkınlıkla bakıyordu karşısındaki gencin yüzüne. Çünkü kendisinin de anlatacakları vardı. Yalnız bir ara odanın kapısına doğru seslendi.
      “Muazzez... Kız Muazzez" Muhtarın yaşlı ve zayıf karısı kapıda belirdi.
      “Hele bize Dayıların Ali'sini çağır" dedi. Kadın uykulu gözlerle odanın karşı duvarında duran küçük büfeye büfenin üzerindeki saate baktı
      “Bu saatte... He mi?" Odadaki üç çift göz masa saatine takılmıştı. Saat neredeyse gece yarısı olacaktı.
      “Hemen şimdi." dedi. Kadın söylenerek odadan çıktı. Birazdan dış kapının çarpma sesi duyuldu.

      Bu gece çalan üçüncü telefondu. Kendinden başka kimse bakmasın diye telefonun yanına oturmuştu. Arayanlar gene hanımının yada kayınvalidesinin geveze arkadaşları olabilirlerdi az önce kapattığı telefon gibi. Ahizeyi kaldırıp karşıdaki kişinin sesini alınca gözlerinin içi gülümsemeye başlamıştı. Beklediği telefondu. Karşısında oturup elindeki tığ işleriyle uğraşan yaşlı kadın söylemeden duramadı
      “Damat gözün aydın"  Sağol, demedi. Bakışlarının keskinliği kadının kendini tekrar işine vermesine neden olmuştu. Elindeki gazeteyi katladı, telefonun yanına koydu. Paltosunu alıp dışarı koridora çıktı.
      Paltosunu giyerken dışarıya yeni döşettirdiği aydınlatma tesisinin düğmesini açtı. Bahçe süslü direklerin ışığıyla aydınlanmıştı. Hanımı ve kayınvalidesi koridorun bir ucunda bekliyorlardı. Cesaret edip soramadıkları sözü kinayi bir şekilde Lütfü Bey söyledi.
      “Ben işe çıkıyorum, biliyorsunuz işin saati, dakikası olmaz. Son cümle gözlerinin içine bakarak söylediği kayınvalidesine aitti. Hızlı adımlarla ama korktuğunu belli etmemeye çalışsa da bahçeyi ikiye bölüp sokak kapısına varan beton yolu geçti. Arabasına varıp kontağı açınca derin bir "Ohh" çekti. Farlarını açınca kafasını çevirip bahçeye baktı. Bahçe ışıklarını sönmüştü. Hoşuna gitti, sonunda o meş'um kayınvalidesine tasarruf etmeyi öğretmişti.
      Doğan Cephane sokağa vardığında vakit gece yarısına yaklaşıyordu. İkinci katın ışığı yanıyordu. Dikkatle bakınca o görmeye alıştığı ışıklar yine dalgalanıyorlardı. Yükselip alçalan mor, mavi ışıklar sımsıkı kapalı perdelere salonda yanan ışığa rağmen yansıyorlardı. Eve, on beş gün kadar önce girdiği yöntemle girmeyi düşündü, vazgeçti. Geçen sefer yakalandığında hırsız muamelesi görmemişti ama bu defa görebilirdi. Arabasından inip zili çalıncaya kadar devam eden ışıklar kesilmişti. Salonun sokağa bakan penceresi açıldı. Genç kızın yüzünü dolunayın ışığında görünce bir kere daha aşık olmuştu. Balkonda durup kendisine gülümseyen Yüksel değildi. Necla'nın kendisiydi, neredeyse
      “Kapıyı açar mısın Necla" diyecekti ki kendini toparladı. Kapıda, görmeyeli çok az bir süre geçtiği halde genç kızı özlediğini anlamıştı. Yine iş ile aşkı birbirine karıştırmaya başladığını düşündü. Hasretle öpüştüler. Bir kaç saat önce boynuna sarılan kız şimdi kendisini çılgınlar gibi öpüyordu. İşletme de duyduğu cümlenin aynısını duymuştu tekrar.
      “Seni çok merak ettim sevgilim" demişti. Bu kız onun için endişeleniyordu. Yoksa kendisinin bilmediği bir şeyler mi?  olacaktı.
      “Benim için endişelenmeni gerektirecek bir durum mu var?" dedi. Genç kızın yüzündeki kas oynamalarından hiç birini kaçırmak istemiyormuş gibi bakıyordu yüzüne.
“Yo" dedi sesine ilgisiz bir ton vermeye çalışarak.  "Öylesine söyledim" dedi. Bir yalanı gizlemek istermiş yada onun bir şey söylemesine fırsat vermemiş olmak için Doğanın dudaklarına tekrar yapışmıştı. Dakikalar geçmişti ama ikisi hala ayaktaydılar. Salona geçmek akıllarına neden sonra gelmişti. Salondaki üçlü koltuğa yan yana oturdular. Doğan başıyla salonun karşı duvarında duran müzik setini gösterdi.
      “Yine o aletle oynuyordun değil mi?" dedi. Yüksel bir anda çaresiz kaldığını hissetti. Doğan, yükselin dudaklarına küçük bir öpücük daha kondurdu. İyi yerden yakalamıştı
      “Hadi" dedi gülümseyerek “Bir şey söylememe engel olmak için beni öpmeyecek misin?" Genç kızın yüzü bir anda kızardı.
      “Ne demek istiyorsun" demişti ki sokaktan gelen ısrarlı korna sesi kendisini kurtarmıştı.
      “Komiser bey geldi" dedi. Israrla çalan korna sesini o zaman fark etmişti. Pencereden birlikte aşağı baktılar. Aşağıda kendi arabasının yanında bir Land Rover vardı. Sürücü koltuğunda oturan Komiser Ali kafasını dışarı çıkarmış Doğana sesleniyordu.
      -Birlikte bir dağ köyüne gidecektik de" dedi. Genç kız kendisine bir kere daha sarıldı.
      “Bu saatte mi? Gitme" dedi. Delikanlıya sımsıkı sarıldı, Doğan, genç kızın göğüslerinin diriliğini hissetti, ürperdi.  Düşündüklerinden bir an utandı ama bir şeyden iyice emindi, bu kız kendisini seviyordu. “Gitmemiz gerekiyor" dedi. Genç kızda ısrarlıydı, Doğan’ı, kulağının hemen altından öperken kulağına gitmemesini fısıldıyordu.
      “Lütfen bırak gideyim. Beni böyle öpmeye devam edersen her şeyi unutup sonsuza kadar burada kalacağım" dedi. Kendini sımsıkı saran kollar aşağıdan duyulan korna sesiyle çözüldü. Kapıda bir kere daha uyardı genç kız kendisini
      “Yalvarırım kendinize dikkat edin, gördüklerinize aldanmayın. Sakın korkmayın gördüklerinizden, korkunuz ve hırsınız O’nu besler" dedi. Doğan’ın aklı dışarıda kendisini bekleyen araçtaydı. Gecikmenin nedenini nasıl açıklayacağını düşünüyordu, genç kızın söylediklerini anlamamıştı.
      “Köyde kalan bir polis memurunu var, onu alıp geleceğiz" dedi. Ve genç kızın kendisini bir kere daha öpmesine fırsat bırakmadan dışarı çıktı. Birden dönüp genç kıza
     “Bu arada unuttuğumu sanma, sen bana hala o oyuncağın ne olduğunu söylemedin" dedi. Böyle ani soruların kişiyi şaşırtıp yalan söylemesine zaman bırakmadan kafasının içindekileri söyleyeceğini biliyordu. Yüksel hiç bir duraksama göstermeden sorusunu yanıtlamıştı.
      “Sana söz veriyorum geri gelince her şeyi anlatacağım" dedi. Land Rover gerisini geriye sokağa sağlı sollu park etmiş araçların arasından çıkarken Doğanın gözü ikinci katın balkonundaydı.

      Evin sahibesi kadın ayrıldıktan onbeş dakika sonra dış kapının sesi ancak duyuldu. O dakikaya kadar köy odasının incelenmemiş kenarı köşesi kalmamıştı delikanlı tarafından. İçeriye zayıf, kuru bir beden girdi. Hasan Tırpan, adamın şahsında tanıdığı tüm Muradiye köylülerini aklına getirdi. Yoksul bir köydü Muradiye, daha önce görev yaptığı Bitlis'in köylerinde farklı değildi. Yoksul bir köyden de şişman, tok bedenler beklemek gereksizdi. Arada tek tük varsa bile onlar sağlıklı şişmanlık değildi. Hamur işi yemeklerinin ağır bastığı bir mutfağın eserleri olmalıydılar. Adam, kasketi elinde içeri girdi. Haline bakılırsa Öğretmenim diye gelen konuğun polis olduğunu oda öğrenmişti.
     “Gel hemşerim" diye içeri çağırdı. Adamın yardımına gerçekten ihtiyacı vardı. Bir dakikalık işi ve gücü ile ilgili yumuşama konuşmasından sonra konuya girdi. “Esin senin kızın değil mi?" deyince  "Hatice Esin" diye düzeltti köylü. "Esin ebe hanımın taktığı bir isim" dedi.
      “Kızının ne zaman doğduğunu hatırlıyon mu?" soru bu defa muhtardan gelmişti. Adam süklüm püklüm yanıt verdi.
      “Ne bileyim a muhtar. O soruları benim Köroğluna sor sen" dedi. O dakika kapı aralandı İçerde oturan köylüden az toplu bir kadın içeri girdi, şalvarının arkasına saklanmaya çalışan bir çocukla birlikte. Genç memur bir an gördü küçük bedeni. Kadın içeri girer girmez Polis memuruna fırsat bırakmadan sorusunu sordu
      “A polis ağabey" sesinde titreme vardı. “Ta şeherler den gelip benim kızımı soruyon. Ne'tçen benim kızın doğumunu sen" dedi. "Eee Hasan Tırpan yanıtla bakalım" dedi kendi kendine genç polis. Durumu açıklamalıydı ama nasıl...

      Doğan ana caddeye çıktıklarında ancak şimdiki zamana dönmüştü. O zaman aracı kullananın bir başkası olduğunu anlamıştı. Hızla sokak lambalarının altından geçerlerken üçüncü kişinin kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Allahtan komiseri kendisini fazla üzmedi.
     “Teğmen Murat Aslantepe" dediğinde tanımıştı kendilerini ve Amerikalı dostlarını kalabalığın elinden kurtaran adamı. "Arkadaş kusura bakma" dedi.” Daha bir önce ki iyiliğinin teşekkürünü anca edebiliyorum." Sesinde gizli bir utangaçlık var gibiydi. Teğmen bir an başını çevirip arkada oturan Doğana gülümsedi.
      “Öyküyü Komiserim bana anlattı. Size hak veriyorum" dedi. Komiser araya girdi.
      “Kaymakama çıktım. Olayı fazla büyülttüğümüzü söyledi bir araç vermedi. Benim külüstürde Memur Hasan 'da Son çare Alay komutanına çıktım. Sağ olsun kendisi en iyi sürücülerinden biriyle birlikte yepyeni bir araç verdi" dedi. Bir yandan da yanında oturan Teğmeni gösteriyordu gülümseyerek

      Hasan Tırpan bu konuyu annelere kadar düşüremezdi. Kadına sert bir yanıt vermeye hazırlanıyordu ki kadının kocası Hasan Tırpan gerek bırakmadı.
      “Sizlerin aklı ermez. Önemli bir şey olmasa koskoca devlet memurunu buralara kadar gönderir mi?" dedi. Genç polis içinden bir "ohh" çekti. Kadın, az önceki çıkışından dolayı utanmıştı.
      “Şey... "dedi yutkunarak. "Hatice bende iken kız kardeşimlere gitmiştik. Sancım tuttuydu da, hastaneye zor yetiştirmişlerdi" diyebildi. Hasan gene sordu.
      “Ne zaman." Kadın eni konu terlemeye başlamıştı.
      “Galiba bu günlerdi. Ağaçların çiçeklerini açma vakti olmalı" dedi. Muhtar durumu ele almıştı.
      “Tamam tamam" dedi. Kadın dışarı çıktı, eteklerine yapışan çocukta. O kadar istediği halde Hasan Tırpan çocuğu görememişti.
      Kadın dışarı çıkar çıkmaz konuşmalar duyuldu. Sanki sınavdan çıkmış öğrenci arkadaşlarıyla sorular hakkında konuşuyor, tartışıyordu. Arada küçük bir çocuğun sesi de duyuluyordu. Polis memuru artık tanıdığı dış kapının sesini duydu önce. Ardından bulundukları odanın kapısı açıldı. Ev sahibesi kapıda göründü.

      “Muhtar gelsene biraz." Karısının çağırma tarzı muhtarın hoşuna gitmese de az önce gelenin kim olduğunu merak ediyor olmalıydı ki hanımı daha kapıda kaybolur kaybolmaz genç adama “Müsaadenizle" deyip çıktı. Polis memuru Hasan, odada yalnız kalınca dışarıdan gelen hayvan seslerinin farkına vardı. Bir düğmeye basılmış gibi köyün bütün hayvanları bağrışmaya başlamışlardı. Bir an deprem olduğunu düşündü ama odanın ortasında çatıdan sallanan yüz mumluk sarı ampul kıpırdamıyordu bile.
      Onbeş dakikadan fazla olmuştu Polis memuru odada yalnız kalalı. Dışarıdan gelen hayvan sesleri azalmıştı. Önce kümes hayvanlarının sesleri azalmıştı sonra koyunların melemeleri ve ineklerin  "Mooo" sesleri.  Yalnızca köpeklerin havlamaları sürüyordu. Birde uzaklardan geldiği anlaşılan ulumalar vardı. Genç adam saatine bir kere daha baktı. "Köye ya kurt yada tilki falan gelmiştir" diye düşünüyordu. Yine de içindeki merak öğrenmedikten sonra dinmeyecekti. Yerinden yavaşça doğruldu. Ne kadar özenli adım atmaya kalksa da oda zemininin ahşap tabanı kendini ele veriyordu. Kapıyı açtığında evin hanımı karşısındaydı.
      “Ayakyoluna gidecektim de" dedi. Muhtardan daha yaşlı gözüken kadının zayıf yüzünde bir gülümseme belirmişti. Bu gülümseme çok sürmedi. Yine aynı ciddi yüz ifadesiyle dış kapıyı gösterdi.
     “Bahçede." Hasan bahçeye çıkar çıkmaz tuvalete ne kadar ihtiyacı olduğunu anlamıştı. Saatlerdir çıkmıyordu. Kapının önünde çevresine bakındı, bahçe aydınlıktı. Kafasını kaldırıp bakınca dolunayın bir an bulutların arasından çıktığını gördü. Cebindeki telefonu çıkardı. Bir defa daha aramayı düşünüyordu merkezi. Maalesef yanıt gene olumsuzdu. Elinde tutup kulağına dayadığı aletin bir cep telefonu olduğunu belirtecek küçük bir işaret bile yoktu.
      Etrafına bakınınca bahçenin bir ucundaki barakayı fark etti. Hızlı adımlarla tuvalet olduğunu zannettiği barakaya yürümeye başladı. Az önce duyduğu ulumaları ve havlamaları daha yakından duyunca ister istemez ürperdi. Bir an önce işini görüp odaya dönmeyi düşünüyordu.

         Altlarındaki araç yeniydi ve askeriyenin diğer araçlarına göre bir hayli konforluydu. Yine de asfalttan Şoseye geçtiklerini üçü de anlamıştı. Az önce geçtikleri levhada "Kullar" yazıyordu. Komiser aracı kullanan Teğmene sordu.
      “Daha çok var mı?" Teğmen kısa bir süre yanında oturan Rüzgar Ali'ye bakıp gülümsedi. “Çoğu gitti, azı kaldı" dedi. Yolun sol tarafında bir kilometre kadar ilerilerinde bir grup ışık daha vardı. Murat Teğmen eliyle ileri ve yukarıdaki ışıkları gösterip
      “Orası Palaköy. Sonra tırmandığımız eğim iyice artacak. Kasaplar ve Muradiye, son durak." Doğan başını cama yasladı, yukarıları görmeye çalıştı. Başparmak dağı bir duvar gibi yükseliyordu. Karanlık kayalar, kayaların arasında kara gölgeler gibi serpiştirilmiş ağaçlar çalılar görünüyordu zaman zaman bulutların arasından çıkan mehtabın ışığında.

Otomobil kordon boyunda gezer gibi ağır ağır yol alıyordu. Sitenin içinden çıkasıya kadar aracının bütün ışıklarını yakmıştı. Koca sitede kendisinde başka çalışan araç gürültüsü duyulmuyordu. Siteden ana yola çıktı, biraz daha rahatlamıştı. Son başına gelen olaylardan sonra Lütfü Yurttaş tenha yerlerden iyice tedirgin oluyordu. Ana yolda gelip giden sayısız araç vardı, her zaman kızıp söylendiği trafiğin yoğunluğu hoşuna gitmişti.
      Bir kaç saniye içerisinde kendine güvenini tekrar kazandı. Altında bilmem kaç yüz beygirlik motoru olan araba vardı. Üçüncü, dördüncü, beşinci vites derken İlçenin içinden geçen çayın üzerine kurulmuş ilk köprüye gelmişti. Artık iyice rahattı, çünkü sağda solda dolaşan insanlar vardı. Daha da iyisi iki dakika sonra gazetesinin yazıhanesine varacaktı. Oğlu, küçük ortak Kamil ve bekledikleri konuk orada olacaktı. "Saygıda kusur etmeseler adamı gerektiği gibi ağırlasalar bari" diye düşündü. Eli arabasının konsoluna gitti. Parmağı teybin düğmesine basar basmaz ekolazerin renkli ışıkları yanıp sönmeye başladı. Arabanın içinde davul zurna eşliğinde çalan bir zeybek türküsü duyulmaya başladı.

       Ayşe öğretmen duyduklarına inanamıyordu. Konukları kendini öğretmen olarak tanıtmıştı. Üstelik zeki öğrencileri için bu dağ başına gelen idealist adamı sevimli bulmuştu. Gözleri ister istemez parmaklarına kaymıştı, her iki elinin parmaklarının boş olması hoşuna gitmişti. Bir yakınlık en azından bir ilgi gördüğünü düşünürken Muhtarın hanımı, konuklarının öğretmen değil de bir polis memuru olduğunu söylemişti. Haydi bunu da kabul edebilirdi. Ama deminden beri duyduklarına nasıl inanacağını bilemiyordu.
      Beğendiği, "tam aradığım erkek" dediği memur kaybolan çocuklardan, sapıklardan, İlçede dolaşan hayaletlerden, cadılardan söz ediyordu. Evet, bunları daha öncede duymuştu ama bu köyde duymuştu. Bu cahil ve çabucak etkilenen insanlar arasında duymuştu. Bütün bunları özellikle Küçük Esinin son kurban olarak seçilmesini aklı almıyordu. O bu düşüncelere dalmadan önce genç memur
      “Lütfen beni dinleyin ve o minik yavruyu yanınıza alın, birlikte güvenli bir yere gidin" demişti. "Güvenli bir yer" Dağ başındaki köyde güvenli bir yer.
      Onlar böyle konuşurlarken içeri köyün muhtarı ve Esinin babası girdi. Muhtarın “Siz isterseniz hanımların yanına gidin. Esin orada uyuyor" demesi genç öğretmenin zoruna gitmişti. Kendisini odadan atıyorlardı. İstese de istemese de dışarı çıktı. Hoca hanımın dışarı çıkmasıyla muhtar polis memurunun bir şey sormasına gerek kalmadan anlatmaya başladı.
      “Dışarıda komşunun köpeği kaybolmuş" dedi. Memur Hasanın yüzünde her hangi bir duygu ifadesi yoktu. Yalnızca Muhtar Alinin anlattıklarını dinliyordu. "Güzel bir köpekti. Güçlüydü, iri yarıydı. Az önceki bağrışmalar o nedenleydi." Muhtar Polisten yardım bekliyor gibiydi. Konuyu biraz daha açma gereği duymuş olmalıydı ki gerilere gitti.
      “Geçen eylül ayından beri neredeyse her ay bir köpeğimiz ölüyor, öldürülüyor. Kimin neden yaptığını bilmiyoruz ama sabah olunca hayvanın yanmış etlerini kemiklerini buluyoruz. O gece ve ertesi gün araştırıyoruz ama ne bir işaret ne de bir iz, hiç bir şey bulamıyoruz. Olayın geçtiği gece bütün hayvanlar senin az önce duyduğun gibi bağrışıyorlar. Uzaklardan baykuş sesleri, çakal, kurt ulumaları geliyor. Sonuç olarak bizler hiç bir şey yapamıyoruz." dedi. Sözleri bitince doğruldu; Şimdi de o işi yapanı aramaya gidiyoruz." deyince Hasan yerinden kalktı.
        “İzin varsa ben de geleyim dedi. Muhtar hiç itiraz etmedi. Yalnızca "Siz bilirsiniz" demekle yetindi. Kapının önüne çıktığında omuzlarında çifteler asılı beş altı kişi gördü. Hazırlıklar tamammış sadece köyde bir polisin olduğundan tedirginlermiş havası vardı. Onlar bahçede ne yapacaklarını, nasıl yapacaklarını konuşurlarken kapıda Öğretmen hanım belirdi. Polis memuruna
      “Hasan Bey, siz gerçekten delirmiş olmalısınız, hangi mantıkla bu adamlara uyuyorsunuz" dedi. Hasan, öğretmene yaklaştı, heyecanla alıp verdiği soluğu duyacak kadar yakınındaydı.
      “Her şeyin mantıklı bir açıklaması olduğuna inanıyorum ve ben şimdi bu açıklamayı öğrenmeye gidiyorum." Genç kızın yüzüne gülümsedi. Bu adamların bir çılgınlık yapmasını önleyecek biri gerekir değil mi?" dedi. Gözlüklerin üzerine oturduğu o kibar burnu öpmemek için kendini zor tuttu. Camların altındaki göz bebeklerinde kendisi için duyulan bir endişe okumuştu. O an dönünce bu kıza "evlenme teklif etmeye" karar vermişti.
      Erkekler dışarı çıkınca muhtarın evi kadınların toplandığı bir karargah gibi olmuştu. Ayşe öğretmen odaya girdi, köşede yatan Esin’in yanına oturdu. Küçük kızın yüzüne dökülen saçlarını eliyle kulağının arkasına topladı. Çocuğun, hafif yuvarlak, sevimli bir yüzü vardı. Onun r’leri söyleyemediği konuşmasını anımsadı. Gerçek olabilir miydi? Nasıl olurdu da bu yaşlarda beş kız çocuğu kaybolurdu. Kim ne isteyebilirdi bu küçücük bedenden. Duyduğu ses Onu daldığı düşüncelerden çıkardı.
“Ne düşünüyon hocaanım" sesin geldiği yöne bakınca kendi akranı sayılabilecek kadını gördü.   
"Öylesine Emine" dedi. Başkaları konuk üzerinde düşündüğünü zannetmiş olmalıydılar ki konuyu deşelemek için,
“Eee Hocaanımın evlenme çağı geldi de geçiyor" 
"Eh poliste yakışıklı adam Allah için." Genç öğretmenin yüzü kızardı. Çevresi ikisini birbirlerine yakıştırıyordu anlaşılan.

      Ay tekrar bulutların arkasına girmişti. Beş altı kişilik gurup köyün taşlı yollarında ilerliyordu. Muhtar, yanında yürüdüğü Polis memuruna dönerek.
      “Hasan bey oğlum sana bir hikaye anlatsam dinler misin dedi. Kalabalık gürültülü bir şekilde yürümeye devam ediyordu. Bazen bir yada iki kişi guruptan ayrılıyor bir ağacın altına yada bir duvarın arkasına bakıp geliyordu. Ama muhtardan başka konuşan yoktu. Hasan Tırpan, bir gece önceki monoton yaşantısını düşündü. Kendisini uzun süre idare edecek heyecan duygusu yaşıyordu şimdi. Yaşadığı her anı belleğine kazımak düşüncesindeydi.
      “Dinliyorum" dedi neden sonra.
      “Bu köyde İstiklal Harbinden önce Rumlar yaşarmış. Lozan anlaşması ile Yunanistan’a göçtükten sonra buraları Hükümet bizlere vermiş. Ben dedemden duymuştum, O’da köyde yaşayan Rumlardan duymuş. Uzun çok uzun yıllar önce buralarda bir keşiş yaşamış. Gökten düşen kutsal bir kalkandan söz edermiş. O keşişe göre kalkanın sahibi bir gün uykusundan uyanacak kötülüklerin İlahesi ile birleşecekmiş. Bu nedenle köyün eski sahipleri her sene mart ayında bir Domuz yada bir köpek kurban ederlermiş bu İlahe’ye. Üstelikte yakarlarmış bu kurbanı daha sonra. Bütün bunları giden Rum köylülerinden biri dedemlere söylemişmiş. 'Her sene martın yirmi birinde kurbanınızı verin' demiş. Ama bizimkiler böyle kafir işi şeylere pabuç bırakmamışlar tabii."
      Polis memuru tüm dikkatini vermiş Muhtarı dinliyordu. Neden sonra gurubun çok gerisinde kaldıklarını anladılar. Hasan Tırpan’ın kafası iyice karışmıştı. Çocukça bir düşünce olduğunu bildiği halde birden bunların bir rüya, bir karabasan olabileceği aklına geldi. Hayır, bu serin gece, bu sesler, bu ulumalar rüya olamazdı. Birden önlerinde yürüyen guruptan bağırışlar gelmeye başladı "İşte gerçek" diye düşündü.
      Bağrışmalarla birlikte havadaki yanık kokusunu da fark etmişti. Kötü hatta iğrenç bir kokuydu. Kalabalığın toplaştığı eski ev kalıntısına yaklaştıkça koku yoğunlaştı. Muhtar Ali kendi kendine konuşur gibi
     “Vay iblisin dölü, ne zaman geldi de ne zaman yaktı" dedi. Duvarın hemen arkasında toprak tepsi içinde etler, kemikler, post kalıntıları vardı. Kalabalıktan biri elindeki sopa ile yanıkları karıştırıyordu. Muhtar acı bir şekilde gülümseyerek polis memurunun kulağına eğildi.
      “Kendi köpeği olup olmadığını anlamaya çalışıyor" dedi. Polis havayı kokladı.
      “Böyle bir hayvan kendiliğinden yanmaz değil mi?  Hava da benzin, tiner kokusu da yok" dedi. Muhtar tam yanıt vermeye hazırlanıyordu ki geldikleri yönden acı bir çığlık sesi duydular. Daha ne olduğunu anlamamışlardı ki ikinci ve daha güçlü çığlık duyuldu. Peşinden bağırışlar çığırışlar geliyordu
    Şaşkınlığı üzerinden atıp geldikleri yöne doğru ilk koşmaya başlayan Hasan Tırpan olmuştu. Nede olsa resmi görevliydi o. İlk çığlık daha çok kahkahayı andırıyordu. Polisin aklına küçük Esin gelmişti. İkincisi ise öğretmen hanımdan gelmiş olmalıydı. Polis memuru elini koltuk altına attı, silahını çıkardı. Nefes nefese kalmıştı ama koşması gerektiğini biliyordu. Bir ara arkasına baktı, köyün gençlerinden bir ikisi hemen arkasındaydılar.
      Muhtarın evinin bahçe kapısına geldiğinde biraz durdu. Ardındaki gençlerde durmuştu. Duvarın dibine sindiler, içeriden ağlamalar geliyordu. Arkasındakilerden duyduğu soluk alış verişini kesmelerini işaret etti. Çevrede köpek ulumalarından başka bir ses yoktu, birde içeriden gelen boğuk ağlama sesleri. Dış kapıyı açıp içeri girdiğinde kadınları mutfağın köşesinde büzülmüş buldular. Görevi aklına geldi. Kadınlara

      “Esin nerede" dedi. Yüzüne korku ile bakmaya devam ettiklerini görünce anlamadıklarını düşündü. "Küçük kız, Hatice Esin nerede" dedi. Muhtarın hanımı kadınların birbirine sarılıp oluşturduğu yumaktan ayrıldı. İlk şoku atlatmış olmalıydı. İç odanın kapısını açtı, Ayşe öğretmen çocuğun üzerine kapanmış öylece duruyordu. Hasan Tırpan’ı görünce çocuğu kucakladığı gibi kapı ağzında dikilen adama koştu. Hem sarılıyor hem ağlıyordu.
      “Öyle iğrenç bir yüzü vardı ki" diye sayıklıyordu. "Kanlı dişleri ile bize bakıp gülüyordu." dedi. Dışarıdan taa aşağıda köyün altında duydukları tiz sesli kahkaha bir kez daha duyuldu. Dışarıda aniden patlamış fırtına vardı. Odanın dağ yamacına bakan küçük penceresi şiddetle açıldı. Ayşe öğretmenin sayıkladığı yüz karşılarındaydı. Ağzı kapkara bir kuyu gibi açılmıştı, kan içindeki dişlerinin tamamını gösterecek bir şekilde gülüyordu. Bir gölge bir hayalet gibi içeri süzülmeye hazırlanıyorken bir silah patladı. Kendilerine yetişmiş olan guruptan biri çiftesini ateşlemişti.
      Penceredeki gölge bir an şaşırdı. Hasan Tırpan çiftenin peşinden elindeki tabancayı ateşledi, ama pencerede kimse yoktu. Evin arkasında o uğursuz kahkaha duyuluyordu. Polis memuru kendisine sarılan iki bedeni içeride donmuş gibi duran Muhtarın karısına verdi. Ok gibi dışarı fırladı, az önce silahını ateşleyen köylüde peşindeydi.
      Evin arkasına dolandıklarında kaçan bir gölge görmüşlerdi sadece. Gölge bir saniye durmuş peşinden kovalayanların yaklaşmasını beklemişti.
      “HEKATE"yi öldüremezsiniz" dedikten sonra Başparmak dağlarına doğru koşmaya başlamıştı. Attığı kahkahalar dağlarda karanlık kayalıklarda yankılanıyordu. Hasan, gölgenin ardından koşmaya devam ediyordu. Birden önünde koşup duran gölge kaybolmuştu. Genç adam durdu, çevresine bakındı. Az önce uluyan kurtlar öten baykuşlar da duyulmaz olmuştu. İleride ağacın dibinde ağlayan biri vardı yalnızca. Genç adam afallamıştı, usulcacık yanına yaklaştı. Bulutların arasında çıkan dolunayın ışığında gölgeyi tanıdı.
      “Anam.. .Anacığım" Gölge adamın çok iyi tanıdığı bir sesle yanıt verdi
      “Gel benim minik kuzum. Gel benim kınalı kuzum" dedi. Polis memuru büyülenmiş gibi gölgeye yaklaşıyordu. Hemen karşısında durunca dökülmüş, kelleşmiş kafa derisini gördü. Yüzünün etleri çürümeye başlamıştı.
      “Anne ne yaptılar sana" dedi. Ses daha içten daha sevecen bir havaya bürünerek
      “Gel benim kuzucuğum annen seni kucaklasın" dedi. Tabancayı tutan eli düştü, bir adım attı. Ardından bir adım daha attı ve bir adım daha.  Birden arkasında duyduğu sesle irkildi kendine geldi.
      “Hasan kendine gel, O senin annen değil. Senin annen bir yıl önce öldü" Delikanlı o an geri döndü. Yirmi metre kadar gerisinde komiseri kendisine sesleniyordu. Komiserini tanımıştı ama ona
     “Yalan söylüyorsun O benim annem" diye bağırdı. Yüzünü tekrar annesine çevirdi. Yaşlı kadının gülümsemesi dudaklarında dondu. Önce o dudaklar sonra yüzünün diğer etleri çürüdü. Yüzünün iskeleti kaldı. İskeletin dişleri bir an kıpkırmızı kanla doldu, bir yılan ıslığı duyuldu. Islığın peşinden iğrenç kahkaha geldi.
      “Ölülerin Tanrıçası Hekate, istediğine tekrar can verir ve istediğini tekrar öldürür” dedi. Yerinden doğruldu, aptal gibi karşısında hareketsiz bir şekilde duran adama doğru yürümeye başladı. Komiser Rüzgar Ali ve yanındakiler genç memuru uyandırabilmek için olanca güçleriyle bağırıyorlardı. Birden Doğan ileri çıktı. Yaratık neredeyse kucaklamak üzereyken genç polisi çekti aldı.
      Gölge, avını kaçıran vahşi hayvan gibi bir çığlık daha attı, gözleri ateş gibi yanıyordu. Doğan, hızla polis memurunun yanına koşarken önce yavaşlamış sonrada olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Hekate bu kere Polis memurunu kurtarmak için atılan Doğan’ı etkisi altına almıştı. Ne komiser ne teğmen nede diğerleri bir şey yapamıyorlardı. Hekate, yavaşça kurbanlarına doğru yaklaşıyordu. Köylülerden biri yerden irice bir taş aldı. Karanlığa doğru fırlattı. Taş sanki bir duvara vurmuş gibi bir kaç metre ilerilerinde geri düştü
      İşte o an havanın titreştiğini hissettiler. Kurbanlarına doğru yürüyen hayalet veya yaratık her ne ise birden bire donup kalmıştı. Dizleri büküldü, kafasını acı ile sağa sola sallamaya başladı. Gölgenin çığlığını ama bu defa canı yanmış gibi çıkan çığlığını fark eden Komiser İleri atıldı Peşinden de Teğmen. Her ikisi de bir arkadaşı kucakladılar. Gölge ise bir anda kayboldu, ne olduğunu yada nereye gittiğini hiç kimse görememişti.

      İlçede vakit gece yarısını geçtiği halde uyumayanlar vardı. Eğer Doğan Denizci, Muradiye köyüne gitmeyip sevdiğinin evinin önünde beklemiş olsaydı o her zaman gördüğü mavi-mor ışıkların daha da çoğaldığını görmüş olacaktı. Eğer vakit gece yarısından sonra olmasaydı çevre sakinleri çalışmayan cep telefonlarından kaybolan televizyon kanallarından şikayet edeceklerdi. Kilometrelerce ötedeki köyde ortalık biraz olsun durulduğu zaman Cephane sokaktaki evin ışıkları sönmüştü. Televizyon kanalları normalleşmiş telefonlar eskisi gibi çalışmaya başlamıştı.

      Hasan ve Doğan kendilerine gelmişlerdi. Geçirdikleri şoku çabuk atlatmışlardı. Başında toplanan kalabalıktan biri aşağıyı dönüp gelen yolun bir alt bölümünü göstererek bağırmaya başladı.
      “İşte, hayalet orada." Bütün başlar o yana döndü. Az önce geçirdiği şoku atlatan Doğan ve Hasan da. Toprak yoldan aşağı doğru beyaz bir gölge uçuyordu. Sanki dolunay ondan yana davranıyormuş gibi bulutların arkasındaydı. Gölgenin üzerindeki beyaz elbiseler görünüyordu yalnızca. Bu da Ona havada uçuyormuş süsü veriyordu. Gölge bir ağacın arkasında kayboldu. Bir saniye sonra kaybolduğu yerden bir çift far ışığı aydınlattı geceyi. Peşinden de bindiği otomobilin motor gürültüsü geldi. Belli ki hayalet aşağıda köyün altında sakladığı araba ile kaçacaktı.
      Murat Teğmen çok atik davrandı. Kilometrelerce araç kullanan kendisi değildi sanki. Bir koşuda köy meydanında bıraktıkları Land Rovere vardı. Önde giden arabanın farının ışıkları daha kaybolmamıştı ki aracın güçlü motor gürültüsü ve ani kalkışından dolayı oluşan patinaj sesleri duyuldu.
      Kalabalık mutluydu. Nede olsa aylardır köylerine dadanan adamı kaçırtmışlardı. Az önce fırlayıp giden teğmeni beklemekten başka yapacakları bir şey yoktu. Kalabalık yukarı köye doğru çıkmaya başladı. Sapığa -yada canavara- karşı ilk defa başarı elde etmişlerdi. Sonuç alamasalar da tahminlerinin doğru olduğunu öğrenmişlerdi. Bu adam yahut adamlar kendilerine insanüstü, doğaüstü bir hava veriyorlardı. Komiser topallayarak yürüyen memurunun yanına geldi.
      “Bir şeyin yok ya Hasan" dedi. Genç memur halinden memnun gözüküyordu. Az sonra evde öğretmen hanımdan yaptığı kahramanlığı duyunca memurunla bir kere daha gurur duyacaktı.
      “Siz de nereden çıktınız amirim" dedi Hasan yeni aklına gelmiş gibi.
"Senden bir ses seda çıkmayınca merak ettik geldik." Bir an durdu. "İyi ki de gelmişiz, yoksa ölmüş annene kavuşacaktın" dedi. Gülmeye başladılar.
      “Sahi annen miydi?" Soru Doğandan gelmişti. Hasan Tırpan bir an dalgınlaştı.  "Annemdi. Yoksa o hayalet annemin beni kuzum, kınalı kuzum diye sevdiğini nereden bilecek ki..."
      Muhtarın evine vardıklarında Küçük Esin'i sağ salim buldular. Yalnızca biraz korkmuştu. Muhtar, hanımına daha içeri girmeden
      “Get ocağa bir çay koo" dedi. Köylerde uzun yıllar boyu unutulmayacak bir hikaye yaşamışlardı. Rahmetli dedesinin Rumlardan duyup kendilerine anlattığı hayaleti hep birlikte kaçırtmışlardı. Bu hikayenin göbeğinde de kendi evleri vardı. Esinin annesi, kapıda beliren Hasanın ellerine yapıştı. "Allah senden razı olsun" diyor hıçkırıklarla ağlıyordu. Genç memurun kapıda sendelediğini görünce Ayşe öğretmen koştu koluna girdi. İçeriye yatırdılar. Şimdi olan bitenin gözden geçirileceği zamandı.

     Başı hala ağrıyordu, nefes nefese arabaya bindi. Arabası hiç sorun çıkarmadan çalışmıştı. Nasıl olduğunu anlamıyordu ama beynine saplanan yakıcı ağrı yüzünden ilk defa başarılı olamamıştı. Bu dakikadan sonra bu köyde yapabileceği bir şey kalmamıştı. Kaçmaktan, diğer olasılığı denemekten başka çaresi yoktu. Ve acele etmezse bütün uğraştıkları boşuna olacaktı. Bu köyü nereden bilmişlerdi, bu çocuğu nereden tanıyorlardı bilmiyordu ama diğer olasılıkları da biliyor olmalıydılar. Bu nedenle daha rahat hareket edebileceği diğer talihliye gidecekti. Onlar, kaçırdığı çocukları belki birer kurban olduklarını düşünüyor olabilirlerdi ama kendisi onların yüzyıllardır uyuyan bir Tanrıçayı uyandıracak melekler olduğunu biliyordu. O beş minik meleğin yanına altıncısı gelmezse bütün uğraşıları boşuna olacağını da biliyordu. Törenin tamamlanmasıyla kendisinin de Tanrıçasının birinci adamı, eşi belki de Tanrı olacağını biliyordu.
      Önce arabasının ibresine baktı, sonra gözü alışkanlıkla aynaya gitti. İşte o zaman peşinden gelen farları gördü. Faniler, inatlaşmaya devam ediyorlardı. Gaz pedalına biraz daha yüklendi ama arkadaki araçta hızlanmış olmalıydı ki aradaki mesafe açılacağına gittikçe kapanıyordu. Birden aklına eski yol geldi, arkadan gelen her kimse eski yolu biliyor olamazdı. Gaz pedalının sonuna kadar yüklendi. Döndüğü ilk virajdan yolun aksi yönüne, sola yöneldi. Yol üzerinde duruş mesafesi kadar gittikten sonra aracını yolun dışına oradaki bir ağacın altına çekti. Motoru ve araçtaki tüm ışıkları kapattı, beklemeye başladı.
      Dört yada beş saniye sonra ana yoldan diğer araç hızla geçti. Arkasındaki aracın biraz uzaklaşmasını bekledi. Sonra arabasının motorunu çalıştırdı. Çoktan unutulmuş eski yola çıktı. Hiç bir ışığını açmadan, motora fazla yüklenmeden sessizce yol almaya başlamıştı. Yıllardır kullanılmayan bu toprak yolda yolu iki tarafında örten ağaçlardan dolayı kimse göremezdi. Yolu epey uzamıştı ama İlçeye güvenle varacaktı.
     
Uzaktan yaklaşan motor sesi kapının önünde sustu. İki dakika sonra Teğmen Murat içerdeydi. “Yakalayamadım namussuzu" dedi öfke dolu sesiyle. Bende son model Land-Rover onda eski Amerikan vardı ama yine de elimden kaçtı dedi. Komiser Rüzgar Ali ve Doğan birlikte sordular
      “Siyah Chevrolet mi?" Teğmen şaşırdı. “Nereden biliyorsunuz." dedi. Rüzgar Ali Doğan’a dönerek “İki Amerikalının İzmir'de olduğunu bilmesem Onlar diyeceğim ama..." Doğan güldü.  “Yoksa siz hala oralarda mısınız Komiserim" dedi. Aralarındaki söz düellosunu Muhtar böldü
      “Tam olarak nerede yitirdiniz bey oğlum" dedi. Teğmen dilinin döndüğü kadar önünde giden aracı nerede kaybettiğini anlattı.
      “O, eski yola girmiş olmalı" dedi muhtar. Ovaya yenisi yapılmadan önce yolun yamaçlardan gittiğini ileride Uzun Kavak köyünden sonra ana yola döndüğünü söyledi. Teğmenin gözleri parladı.  “O halde elimizden kaçırmış sayılmayız. Hemen gidelim" dedi. Komiser birden tühlendi
      “Uğur Tamsun’la Kenan Özgül'ü tamamen unuttuk" dedi. Polis memurunu köyde bıraktılar. Muhtara adamın geri gelmeyeceğini ama yine de ne olur ne olmaz diye delikanlıların uyanık kalıp memurlarına yardım etmeleri gerektiğini söylediler. Rüzgar Ali’nin arabası gene Hasan Tırpan’a kalmıştı. Komiser küçük çocuğun babasını çağırtarak ertesi günü İlçeye gelmesini söyledi. Sonra dönüp babanın yanında Memuru Hasan'a
      “Sen, Hoca Hanım, kızın annesi, babası ve küçük kız yarın İlçeye geliyorsunuz" dedi. Kısa bir vedalaşmadan sonra köyden ayrıldılar.

   Siyah araba, Başparmak dağının eteklerinde kıvrılarak giden eski yolda bir kere daha durdu. Sürücüsü dışarı çıktı, bulutların arasından çıkan dolunaya döndü. Ayın yüzeyinde yüce Hekate’nin büyüklüğünü görüyordu. Birden yere kapandı, yaptığı davranış bir özür müydü yoksa bir şükür mü?  Bunu kendisi de bilmiyordu. Sadece aylardan beri kendini yöneten benliğine sızmış olan varlığa dua ediyordu. O varlık, her kanı akıtılan, yakılan kurbanda biraz daha içine işlemişti. Kaçırıp efendisine teslim ettiği her çocukta, içerisinde büyümüştü, gelişmişti. Şimdi Doğum anı yaklaşıyordu. Yeniden doğum, yeniden var olma. Kimbilir, belki de o varlık bizzat kendisiydi. Şimdi bu gece yaşadığı o başarısızlığı tekrar yaşamamak için yakarıyordu secde ettiği yerde. Tam efendisi için o faninin canını, ruhunu alacak iken beynini kavuran o korkunç acıyı bir daha yaşatmaması için yakarıyordu yüce efendisine.
      Dakikalar sonra secdesinden doğruldu. İçinde tekrar o küçük çocukları teslim ettiği anda duyduğu hazzı duyuyordu. Yavaşça arabasına bindi, Bu meditasyon sonucunda kendini yenilenmiş, güçlenmiş hissediyordu. Sonuca ulaşmak için gücüne güç katacak yeni canlara yeni hırslara ihtiyacı vardı.

Lüks otomobil gene yol alıyordu. Lütfü Yurttaş, beklediği konuğuyla görüşmüştü ama istediği şekilde değil. Herifçioğlu öyle havalıydı ki. Gazetelerinin adı ülkenin en saygın Tv kanallarından birinde geçecekti. Hem de öyle üstün körü değil. O programı bizzat oğlu sunsun istemişti ama adam "Benim programımı ancak ben sunarım" demiş başka bir şey dememişti. İstediği ücretin çok altına inmelerine rağmen adamı ikna edememişlerdi. Sonuçta program yayınlanacaktı ama gazetelerinin adı geçmeyecekti. “Senin oğlanı bir star yapacağım demişti ama söylediği gibi olmayacağını biliyordu. Oğlu, yalnızca bir iki yerde gözükecekti, figüran gibi. Düşükte olsa bir kârları vardı bu işten ve büyük gazete olmak için bir basamağı daha tırmanıyorlardı.
      Bunları düşünürken sitelerine vardığını anlamamıştı. Evlerinin önüne vardığında evin bütün ışıklarını sönmüş buldu. Yatmışlardı. "Keşke oğlumla birlikte dönseydim" dedi ama oğlu onu en zayıf yerinden vurmuştu.
     “Kamil abiyle bandı hazırlayalım" demişti. Bu işin içinde Kamil Aksu’nun oğluna bulduğu son fıstık olduğunu biliyordu ama sesini çıkaramamıştı. Dakikalarca motoru istop etmemişti. Hani duyarda hanımı, kaynanası kalkar diye. Ama boşuna evin dış görünüşünde hiç bir değişiklik olmamıştı, çaresiz motoru kapattı. Farları da söndürünce ortalık zifiri karanlığa büründü, kendine kızdı bahçenin ışıkları gene yanmıyordu.
      Yolun öbür ucunda siyah bir gölge gördü. Farlarını bir daha açtı. Uzun huzmelerin aydınlattığı yol boyunca hiç bir varlık yoktu. Farlarını kapattı, yüz metre ileride kocaman bir Chevrolet duruyordu. O an, istemediği karısını ne kadar çok sevdiğini anlamıştı. Şimdi o bütün yaptıklarına karşı sevgi dolu olan kollarda olmak için servetinin yarısını vermeye hazırdı. Diğer yarısını da şu kilometrelerce uzunluktaymış gibi görünen bahçeyi geçmek için verebilirdi. Kararını verdi dışarı çıkmayacaktı.
      Kendisi dışarı çıkmayacaktı ama karanlıkta beliren o büyük siyah arabadaki gölge çıktı. Hem de bir ayağı takmaymış gibi sakin adımlarla yürüyerek yaklaşmaya başladı. Lütfü bey, can havliyle bütün kapıları kilitledi. Kontağı çevirdi, son model arabasının marşı basmıyordu. Bir daha denedi, bir daha... Bir daha...O anahtarı çevirdikçe gölge yaklaşıyordu. Taşa vuran metalin sesi beyninin içinde ötüyordu. Birden pencereden bakan o iğrenç yüzü gördü. Kalın otomobil camının ardında ki varlık ağzını açtı. Kanlı dişlerinin arasındaki kızıl et parçası oynadı.
      “Hekate, hırsla beslenir" dedi. Adam kalın cama rağmen gölgenin tiksindirici ağız kokusunu duyuyordu. Bunlar gördüğü son yüz, duyduğu son ses, hissettiği son koku oldu. Bu defa kazanan Hekate olmuştu.

     İlçeye varır varmaz yaptıkları ilk iş diğer iki polis memurunu kontrol etmek olmuştu. Gerek Başparmak dağından inerken gerek ovaya indiklerinde defalarca aradıkları halde parazit seslerinden başka bir yanıt alamamışlardı. Ancak ilçeyi boydan boya geçen ışıklı ana caddeye vardıklarında telefonları çalışabilmişti. Aynı sokakta daha öncesi kerelerce kullandıkları far ışıkları yöntemiyle ve cep telefonlarıyla yaptıkları görüşmelerde asayişin tamam olduğunu öğrenmişlerdi. Yukarıda Başparmak dağında yaşanan hareketliliğin esamesi bile yoktu.
      Rüzgar Ali ve Doğan hükümet Binasına Teğmen ise Land-Roveri bırakmak için Alay Komutanlığına gitti. Daha sonra üçü Emniyet Müdürlüğünün dinlenme odasında istirahata çekildiler. Sabah olmasına az bir süre kalmasına rağmen bir kaç saat dahi olsa uyumalıydılar.

146
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuz Beş
« : 08 Ocak 2016, 08:11:23 »
       B Ö L Ü M   O T U Z  B E Ş

       Akşam saat sekizi geçiyordu ama onlar anca toplanabilmişlerdi. Hükümet binasının o kattaki yanan tek elektrik ışığı Komiser beyin odasının ışığıydı. Odadaki bütün sandalyelerde oturan vardı. Üç genç polis memuru yan yana oturmuşlar, uslu çocuklar gibi amirlerinden gelecek emirleri bekliyorlardı. Hemen yanlarında da yaş olarak onlardan farklı olmayan ve sadece kıyafeti farklı Turan oturuyordu.
     Rüzgar Alinin tüm ısrarlarına rağmen Doğan makam koltuğuna oturmayı kabul etmemişti. Dolayısıyla toplantıyı yöneten yine Rüzgar Aliydi. Dakikalar sonra ilk konuşan sıranın en başında duran ve diğerlerine göre uzun sayılabilecek saçlı olan memur memurdu.
      “Adreste bulamadım adı geçen kişileri" dedi. Odada bulunanların kendisini dinlediklerine emin olunca devam etti. "Geçen yıl evlerini satıp babasının evine göçtüğünü söylediler. Emriniz olduğu üzere araştırmamı olabildiği kadar sessizlikle yürüttüm. Kız anaokuluna gidiyormuş, bir kardeşi daha varmış. Baba ise şu ara işsiz ve çoğunlukla evde ailesinin yanında bulunuyor. O nedenle "aday A" güvende sayılabilir." dedi. Aday A dediği listenin ilk sırasında var olan "Leyla Askıcı" adındaki çocuktu. Anaokuluna gidiyor olması ve babasının işsiz olup ailesinin yanında evde oturması artı puan olarak kabul edilebilirdi.
      Sıranın kendisinde olduğunu anlayan çocukların adreslerini araştırmakla görevli memurlardan ikincisi arkadaşının sözünün bittiğini anlayınca kendisi anlatmaya başladı.
      “Aday B aynı adresinde oturmaya devam ediyor." diye söze başladı Polis memuru Kenan Özgül. “Babası bakkal, kızının doğumundan sonra işlerini ilerletmiş. Daha merkezi bir yerde süper market açmış; Dilek Süper market. Tahmin ettiğiniz gibi kızının adını işyerine vermiş. Aday B içinde rahat olabiliriz. Büyük aile olarak oturuyorlar. Yani bahçe içinde müstakil evde dede ve nine ile oturuyorlar. Bu nedenle Aday B’yi de güvende kabul edebiliriz. Günün hemen her saatinde yanında birileri oluyor." dedi.
      Bir kaç saniyelik sessizlikten sonra devam etti. Bugün evlerinde boya ve badana işleri başladı. Boyacı tanıdık olduğu için yanına yardımcı olarak işe alındım" dedi. Doğan araya girmek zorunda hissetmişti kendini.
      “Umarım olay deşifre olmadı" dedi. Polis Kenan gülümsedi. “Bu benim için ilk defa olmuyor sayın..." Sözünü bir an nasıl bağlayacağını bilemedi. Rüzgar Ali hatasını anlamıştı.
      “Arkadaşlar Doğan Bey Ankara’dan bu konuda bize yardımcı olmak üzere geldi" dedi. Genç polis kaldığı yerden devam edebilirdi artık.
“O boyacı benim kayınbabam oluyor, bazen ona yardıma gittiğim oluyor efendim" dedi. Doğan konuşan genç memura bir kere daha bu defa alıcı gözüyle baktı. Kendisinin evlenmekte çok geç kaldığını düşünüyordu.
      İki arkadaşından daha kısa olan üçüncü memur; Memur Hasan Tırpan odada bir sessizlik olunca sıranın kendisin de olduğunu anlamıştı. Arkadaşlarına bakarak.
      “Sanıyorum aranızda ki en sanşsız kişi ben olmalıyım" dedi. Benim eleman Aday C taa dağ başında oturuyormuş. Esin Dayıoğlu hanımefendi hazretleri Muradiye köyünde oturuyormuş" dedi. Rüzgar Ali anlamamıştı ama Doğan az önce kullanılan "taa" uzatmasının yerinde olduğunu biliyordu. Yolun olmadığı Başparmak dağlarının başında bir köydü Muradiye köyü.
      “Peki, nasıl olmuş da İlçede doğmuş" dedi Komiser en son konuşan memuruna.  "Tam olarak bilmiyorum ama sanıyorum erken doğum olayı. Konukluğa geldiklerinde anne sancılanınca hastaneye kaldırmışlar. Bu da Esin adının menşeini açıklıyor sanıyorum" dedi. Diğerleri de köyde kullanılan adlardan daha farklı olan Esin adının ebenin ya da hemşirenin adı olabileceğini tahmin etmişlerdi.
     Polis memurları aldıkları görevlere sevinmişlerdi. Genç, kanı kaynayan kişilerin küçük bir İlçede basit büro görevleriyle yada devriyelerle vakit geçirmeleri zor oluyordu. Bu nedenle aldıkları görevler hoşlarına gitmişti. Özelliklede Hasan Tırpan’nın.

     Bir köylü çocuğuydu Hasan Tırpan. Liseden sonra sağda solda çalışmış bir dikiş tutturamayınca polis okuluna yazılmıştı. Okul için yaptığı başvuru dilekçesinde gerekçe olarak
      “İdealim polislik olduğu için" demişti. Demişti ama ataması yapıldığı günden bu yana geçen üç yıl boyunca aradığı heyecanı ideali bulamamıştı. İlçenin kimseyi rahatsız etmeyen huzurlu ortamı onu rahatsız etmeye başlamıştı. Yaşanan en heyecanlı olay ya düğün kavgaları yada basit sayılabilecek hırsızlık vakalarıydı. Bu yüzden üç yıl dayanabilmiş bu yaz İstanbul'a veya İzmir'e atanmasını istemişti. Kaybolan çocuk olaylarını ilk duyduğu zamanlarda ilgilenmiş, görev istemişti. Ama Onun bu ilgisini dikkate alan olmamıştı. İşte bu gerekçelerden dolayı verilen görevi sevinerek kabul etmişti. Hele araştırması gereken çocuğun İlçeden kilometrelerce uzakta bir dağ köyünde ikamet ettiğini öğrenince sevincinden havalara uçmuştu.
       Baba adamdı Komiseri. Köyün yolu uzak olduğu için bir araç teminine çalışmış, bulamayınca istemeyerek de olsa kendi arabasını vermişti. 1983 model taksiden bozma bir dizel Renaulttu. Broadway’lerden önce ithal edilmiş bir Renault 9, eski ama sağlam ve ekonomik bir arabaydı. Sağından solundan rüzgar üflese de, her tarafından ses gelse de Rüzgar Ali'nin işini görüyordu. En azından yazları akaryakıt masrafını düşünmeden rahatlıkla Karadeniz'e -baba ocağına-götürüp getirebiliyordu.
     Kenan Özgül, çok istediği halde Muradiye köyündeki görevi alamamıştı. Ona şans olarak minibüs son duraklarındaki marketin üzeri düşmüştü. Bir zaman Ailenin haberi olmadan nasıl ilgilenebilirim diye düşünmüştü. İlçenin en işlek yerinde okul yakınlarında bekleyebilirdiniz. En azından gündüzleri göze batmazdınız ama ya gece ne yapacaktınız. Uzun süren düşüncelerden sonra İlçeye yakın İllerden gelip giden pazar esnafını örnek alarak bir pazar arabası temin ettirmişti. Arkası camlı bir minibüs bozması arabaydı. Yanına da arkadaş olarak Rızayı almıştı.
      Rıza sabahtan öğleye kadar simitçi yada başka herhangi bir seyyar satıcı kılığında minibüs son durağında takılacaktı. Öğleden sonra kendi nöbeti devir alacaktı. Bu sayede sabahçı olan çocuğu anaokulunda da kontrol edebilmiş olacaklardı. Akşam ise gerekli hazırlıkları tamamlayıp pazarcı minibüsünün içinde sabahlayacaklardı.
      İşi en rahat olan üçlü gurubun en yaşlısı Uğur Tamsun’du. Kenan'dan ve Hasan’dan bir kaç yaş büyüktü yalnızca. Evli olması üstelik bir kızının olması kendisine diğer arkadaşlarından daha yaşlı havası veriyordu. Uğur Tamsun idareden izin almış görünüyordu. Çünkü operasyon varsayımlar üzerine kurulduğu için görev alanların ve amir konumundaki Emniyet müdürünün ve Kaymakam beyin dışında kalan kişiler tarafından bilinmiyordu. İzin almış kayın babasına yardıma gitmişti. Bütün gün Aday A çevresinde dönüp durmuştu. Gece olduğunda ise O' da camları koyulaştırılmış -terkedilmiş havasındaki- bir arabanın içerisinde muhtemelen yakın bir arkadaşı ile bekleyecekti.
      İşte Memur Hasanın diğer iki arkadaşından daha avantajlı durumda olmasının nedeni buydu. Geceyi hurda bir arabanın içinde geyik muhabbeti ile geçirmek yerine havadar bir köyde geçirecekti.

      Genç polis memurları yanlarından ayrıldıktan sonra odada baş başa kalan üç kişi bir zaman sessiz kaldılar. Neden sonra Komiser; “Sizce doğru yolda mıyız?" diye sordu. Soru sorulan kişi açıkça belli olmasa da sorunun muhatabının Doğan olduğu anlaşılıyordu.
      “Ben doğru olduğuna inanıyorum ama yine de bir kumar oynadığımızı düşünebilirsiniz" dedi Doğan. Turan’da başıyla Doğan ağabeyinin sözlerini onayladı. Söylediği yanlış değildi, bir kumar oynuyorlardı. Kazanırlarsa en az bir en çok altı kız çocuğu hakkında bilgi sahibi olacaklardı. Kaybederlerse boşuna uğraştıklarıyla kalacaklardı.

      Üç genç memurda gece mi yoksa sabah mı? göreve başlamaları gerektiği konusunda ikircikli kalmışlardı. Hükümet binasının girişinde bir araya gelmişler ne yapacaklarsa ortak olarak hareket etmeleri gerektiği kararına varmışlardı. Ne de olsa aynı planın parçası sayılırlardı. Üçünün de anladığı operasyonun -operasyon kelimesini Kenan Özgül özellikle kullanmaya çalışıyordu- yarın başlayacağıydı. Sabah gün doğarken gene aynı yerde buluşmaya karar vererek ayrıldılar.

      Sabah hepsinin kullanacağı materyaller temin edilmişti. Erken sayılabilecek saatlerde görevlerinin başındaydılar. Biri hiç olmadık zaman olmasına rağmen izin almış kayınbabasının yanında boya işlerine başlamıştı. Uğur Tamsun, kurban olabilir dedikleri Leyla'nın anaokulu önünde simit satıyordu. Bir tanıyan olmasın diye gerekli değişiklikleri yapmayı unutmamıştı tabii. Komiser bey pazar arabasını işini de ayarlamıştı, ilden yada İzmir den gelecek diyordu. Memur Hasan ise Komiserinin arabasının bakımını üstün körü yaptırdıktan sonra depoyu doldurtmuştu. Kaymakam beyin temin ettiği bir cep telefonuyla öğleye doğru yola çıkmıştı.
      Yola çıkalı bir saate yakın olmuştu. Yarım saat kadar ana yolda gittikten sonra sola, köy yoluna sapmıştı. Komiserinin talimatı üzerine köy yolunda bir kaç yüz metre gittikten sonra İlçeyi aramış rahatlıkla konuşmuştu. Ova köylerini geçtikten sonra Sarı kavak beldesine gelmişti. Burada yol ikiye ayrılıyordu. Eğer sağa dönerseniz Serpil gölüne oradan da komşu İle varırdınız. Hasan Tırpan sola dönmüş Başparmak dağına tırmanmaya başlamıştı.
      Şimdi, asfaltın bitip şosenin başladığı noktadaydı. İlçeyi bir kere daha aradı. Bu araması yarım saat kadar önceki görüşmesi gibi rahat değildi. Telefonundan cırıltılar gelmeye başlamıştı. Yine de telefonu kendisine veren ve  “Dünyanın her yerinden istediğin yeri arayabilirsin" diyen teknisyen arkadaşıyla görüşebilmişti.
      "Komiserim yolların bu kadar kötü ve virajlı olduğunu bilseydi arabasını dünyada vermezdi" diye aklından geçirdi genç memur. Gerçekten yollar çok kötü durumdaydı. Hem zemini kötüydü hem de yokuş tırmandığı için sık virajlıydı. Genç memur kafasında bir senaryo hazırlamıştı. Özel bir okulun araştırmacı öğretmeniyim diye tanıtacaktı kendisini. Sivil toplum kuruluşlarından birinin adını verip okulun bu kuruluşa bağlı olduğunu bu nedenle gerçekten zeki olan ama ekonomik olanakları zayıf olan çocuklara yardım amacıyla dolaştığını söyleyecekti.
      “Bende benzer koşullar altında büyüdüğüm için bu işi parasından çok ideal uğruna yapıyorum" diyecekti. Hani sözünün bu bölümü yalanda sayılmazdı yani. Ailenin ekonomik durumuna göre ya burs önerecekti yada okulun yatılı bölümünde okuyabileceğini söyleyecekti.
      Uzun süredir ikinci, üçüncü viteste tırmandığı için aracının hararet göstergesi bir hayli yükselmişti hem de serin sayılabilecek mart ayında. Yolun iyice sağına çekti, daha ne kadar yolunun kaldığını da bilmiyordu. Bir sigara yaktı, kuzeye geldiği yollara bakınca ovanın öbür yakasında İlçenin öğle güneşi altında parıldayan siluetini gördü. O zaman bir hayli tırmanmış olduğunu anlamıştı. Okulda kendisine öğretilen mesafe tayin usullerini anımsadı. İlçe ile bulunduğu yer arasını ölçmeye çalıştı.
      Teoriyle pratiğin çok farklı şeyler olduğunu bir kere daha anlamıştı. Yaptığı ölçüme göre kırk yada elli kilometre vardı. Kendi, varyant toprak yolda döne döne geldiği için saatlerdir yollardaydı. Döndü gitmesi gereken yöne baktı. Uzaklardan tüm heybetiyle görünen Başparmak dağı şimdi elini uzatsa yakalayabilecek gibi yakınındaydı. Yola devam etmeden önce İlçeye bir kere daha telefon açtı. Bu defa telefona memure arkadaşı çıkmıştı. Gülay hanıma hala yolda olduğunu binbir güçlükle anlatabilmişti Bir önceki görüşmede var olan parazitler, cırıltılar iyice artmıştı.
      Gideceği köyden daha ileri de başka bir yerleşim merkezi olacağını sanmıyordu genç polis. Arazi yapısı iyice kayalık bir hal almıştı. Kayaların arasında zeytin ağaçları görünüyordu ama onların kayaların arasından kendiliğinden fışkırdığını düşünürdünüz. İlk evlerini görmeğe başladığı köy ahalisinin ne ile geçindiğini merak etmeye de başlamıştı. Kafasını daha da kaldırıp yukarılara doğru bakınca kayalar vardı yalnızca.
      Köyün girişin de yıllar öncesinden yerine yerleştirilmiş olduğu anlaşılan "Muradiye" yazısının altında bir daha durdu, İlçeyi göremiyordu. Çünkü yukarı tırmandıkça Başparmak dağının güneyine yamacına doğru dönmüştü. Güneş tepedeydi ama sağına doğru inmeye başlayacaktı. Ayaklarının altında aşağılarda İlçenin adını taşıyan o muazzam ova yerine mart güneşiyle ışıldayan Serpil gölü vardı. Merkezi aramayı denedi ama kulağına yalnızca parazit sesleri geliyordu. Cep telefonunu sanki elektronik aletlerle dolu bir ortamda kullanıyordu, çaresiz telefonu kapattı. Kendini bekleyen kaderine doğru direksiyon sallamaya devam etti.

      Komiser bey diğer işlerini bırakmış yalnızca bu olaya vermişti kendisini. Sabah Kaymakam beyin makamına çıkıp durumun gizliliğini ve önemini anlatmıştı. İşin en güzel tarafı ise Kaymakam Enver Palazlı kendisini anlıyor ve destekliyor olmasıydı. Daha sonra Leyla Askıcı’nın okuduğu okul olan Karagözoğlu ilkokulunda simit satan Uğur Tamsun’u dolaşmıştı. Genç memur sabah tıraşını olmamış birde bıyık bulmuştu kendisine, kafasındaki kasket önündeki beyaz önlüğü tanınmasını iyice güçleştiriyordu.
      Sonra bir vatandaş gibi şehir içi minibüslerinin son durağındaki "Dilek Bakkaliyesi" ne gitmiş alışveriş etmişti. Yılların alışkanlığıyla müşterilerini etkilemek için çok konuşan market sahibinden istediğini öğrenmişti. Her iki ziyaretinde de akşam ki gözetleme yerlerini de belirlemişti. Anlaşılan bu gece bir hayli hareketli geçecekti.

      Yaşlı adam, yirmi dakikadır duyduklarına inanamıyordu. Evinde gayet iyi bir şekilde otururken telefonları çalmış kendini merhum kızının eski bir arkadaşı olarak tanıtan biri özel görüşme talebinde bulunmuştu. Sesinden bu eski arkadaşı tanımamıştı ama buluştukları kahvede görünce hemen tanımıştı Eğer eşi görseydi kızının defalarca anlattığı kişiyi hemen tanırdı.
      Yirmi dakikadır bu büyük ve gürültülü kafe de konuşuyorlardı. Sözleştikleri yere geldiğinde kendisini bekleyen iki genç bulmuştu. Kısa bir hal hatır sorma işleminden sonra Doğan Bey hemen yaşlı adama torununu sormuştu. Önce yapılan bu direk girişe anlam verememişti ama öyküyü dinleyince şaşırıp kalmıştı. Bu gençlerin anlattıklarına bakılırsa Yıllarca görev yaptığı ve kızının başına gelen o talihsiz olaydan sonra ayrıldığı İlçede akıl almayacak şeyler oluyordu. Aylardır küçük kız çocukları kayboluyor, çocuklardan bir iz bulunamıyordu. Çocukları kaçıran sapık yada sapıklar yakalanamıyordu. Karşısında oturan ve oldukça aklı başında görünen iki genç, yıllarca oturdukları İlçede hayaletlerin dolaştığını söyleyenlerin çoğaldığını iddia ediyorlardı. Yine onların söylemesine bakılırsa pek çok kişi bu hayaletlere tanık olmuşmuş.
      “Bir ara -geçen aydı galiba- televizyonda izlemiştik, haberlerde olmalı. İlgimizi çekmişti. Yıllardır İzmir'de oturuyor olsak da bir ayağımız hala İlçede. Ne de olsa hanım köylü sayılırız." dedi. Masadaki diğer iki kişi birbirlerine bakıştılar. Geçen ay ana haber kuşağında yayınlanan haberden bahsettiğini anlamışlardı. Yaşlı adam sözlerine devam etti
      “Haber 'Ben Kamil Aksu  5.kanal ' diye haberi bitirmişti." Turan başından beri olayı sessizce izliyordu, sonunda konuşabileceği bir konu gelmişti.
     “İşte o adam benim kalfamdı. Hırs yüzünden işten ayrıldı Kendi gibi hırslı bir ortak bularak "Haber" gazetesini çıkarmaya başladılar. İlçede ki cadı ve hayalet masallarını da onlar düzenledi." Cümlesini Doğan düzeltti, yani biz öyle olabileceğini düşünüyoruz."
       Adam yaşlıydı ama kafası çalışıyordu hala. Bu iki genç açıktan açığa söylemeseler de torununu kastediyorlardı. Doğan, yaşlı adamın halinde ki rahatsızlığı fark etmişti. Konuyu fazla uzatmak istemiyordu.
      “Sonuç olarak efendim, sizden torununuza biraz daha dikkat etmenizi isteyeceğim" dedi. Turan “İsterseniz ben sizlerle birlikte kalabilirim" demeye niyetlendiği anda yaşlılığın dinçliğiyle Abidin Bey araya girdi.
      “Evlat" dedi. "Yaşlandık ama torunumuzu koruyamayacak kadar yaşlanmadık daha" dedi ve ekledi “Evimde kale gibidir yani" üçü de gülümsüyordu. Doğanın içi biraz olsun rahatlamıştı.

      Polis memuru köyde ilgi ile karşılanmıştı. Arabasının motor gürültüsünü duymuş yada arkasında bıraktığı toz bulutunu fark etmiş olmalıydılar. Anlaşılan uzun zamandan beridir köye ayak basan ilk yabancı kişi kendisiydi. Daha köyün ilk evlerine varmamıştı ki kendisini bir gurup köylü karşıladı. Başlarında kasketini elinde tutan biri vardı, halinden köy muhtarı olduğunu anlamıştı. Böyle içten karşılanacağını bilse çok önceden gelirdi bu köye. Onu doğrudan köy kahvesine götürdüler. Yaşlı, genç, çoluk çocuk bir anda çevresini sarmıştı. Şimdi iş rolünü iyi oynamaya kalıyordu.

      O gürültülü, kalabalık kafeden ayrıldılar. Doğan ve Turan bir yöne yaşlı adam öbür yöne doğru yürümeye başladı. İkisi de yaptıklarının boşuna olduğunu buralara boşu boşuna geldiklerini düşünerek yürüyorlardı. Henüz beş on adım atmışlardı ki Doğanın omzuna bir el dokundu. Yüzünde buruk bir gülümsemeyle Abidin Bey hemen arkalarındaydı
      “Kusura bakma evlat ama... Ben sana yalan söyledim" dedi İkisi de şaşırmışlardı. “Tam olarak tanımadığım, beni ne için aradığınızı bilmediğim için bazı şeyleri gizledim" dedi. Yılların izlerini taşıyan yüzdeki pişmanlık endişeye dönüşmüş gibiydi. "Eğer anlattıklarınız doğru ise torunum tehlikede olabilir." Birbirlerinin yüzlerine bakma sırası iki gençteydi. Adamın ağzından çıkacak sözcükleri merakla bekliyorlardı.
      “Dün torunumun babası geldi, elinde sevk kağıdı vardı. Emeli alıp götürdü, arasıra gelir kızıyla gezer. Bu sabah bir kere daha geldi ve baba kız gene hastaneye gittiler. Dün verdikleri tahlillerin sonuçlarını alacaklarmış" dedi. Doğan bir an ne diyeceğini bilemedi. Kız babasının yanındaydı ama önceki kurbanlar da ailelerinin gözleri önünde kaybolmamışlar mıydı? Turana baktı Genç gazeteci o bakışlarda "Bu gece sen küçük kızın yanında kal" anlamı olduğunu biliyordu. Abidin beyin koluna girdi.
      “Bu akşam benim yapacak bir işim yok kabul ederseniz konuğunuz olmak istiyorum" dedi. Abidin beyin kafasında bir an hayat arkadaşının tepkisi ne olacak sorusu belirdi. Münevver Hanım, bu türlü ani ve emrivaki konuklardan pek hoşlanmazdı. Ev her gün temizlense de, her akşam yemekler hazırlanıyor olsa da konuklara karşı mahcup olmaktan tedirgin hissederdi yaşlı kadın kendisini. Yine de bu genç adamı bir gece evlerinde ağırlayabilirlerdi, ne de olsa Tanrı misafiri sayılırdı.

      Masasında oturan memure Gülay Candan, belli bin defadır baktığı duvar saatine bir kere daha baktı. Ona duvarda duran tekerlek gibi saatin üç kolu zamanı taşıyorlarmış gibi gelirdi. Kısa kırmızı bir ibre vardı. Ona böyle vaktin geçmediği ve bolca hayal kurduğu dönemlerde bir ad takmıştı. "Küçük kız" Küçük kız yılmadan yorulmadan hep koşardı. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar döner dururdu. Birde babası vardı o küçük kızın. O biraz daha ağır başlıydı ama uzun süre baktığınızda hareket ettiğini görebilirdiniz. En ağırı ise zavallı dede idi. Bakışlarınızı dikip gözünüzü kırpmadan izlediğinizde hareket ettiğini göremezdiniz. Şimdi, Gülay Memure evine, çocuklarına kavuşabilmek için dedenin günde iki kez yanına vardığı "5" gelmesini bekliyordu. O duvardaki saate bakarken iç odanın kapısı açıldı.
      “Gülay Hanım, Hasan daha aramadı mı?" Gülay Hanım, duvardaki saate sanki saatlerdir bakmıyormuş gibi bir kere daha baktı.
      “Aramadı efendim" dedi. Son bir saat içinde beşinci defa bu olayı yaşıyordu. Komiser Rüzgar Ali bekleme salonu gibi döşenmiş odada bir tur attı Eli istem dışı cep telefonuna gitti. Arayan yoktu ve yüz defa aradığı memuruna ulaşamıyordu. Mecburen köyün kablolu telefonundan aramasını bekleyecekti. Masasında oturup onu izleyen memuresine daha önce dört beş kez duyduğu cümlesini söyledi içeri girdi.
     “Eğer arayacak olursa ben odamdayım." Gülay Hanım ne zaman asıldığını bile unuttuğu duvar saatine baktı. Küçük kız koşmaya devam ediyordu, tıpkı bu gün amirinin koştuğu gibi. Yavaşça toparlanmaya başladı. Dede günde iki kere geldiği 5 e iyice yaklaşmıştı.

      Hasan Tırpan yaşamından memnundu. Öğretmenlik numarası iyi tutmuştu. Manzarası çok güzel bir kahvede oturuyordu. Dağın bu amacına bahar oldukça yavaş geliyor olmalıydı. Çevresi yemyeşil otlarla çevriliydi ama ağaçlar hala kuru dallar gibiydi. Güneş ufka yaklaştıkça güzellikler artıyordu. Geldiği ilçeyi ve ovayı göremiyordu ama güneşin ışıkları altında elmas parçacıklarıymış gibi parıldayan Serpil gölünün muhteşemliği için söyleyecek bir söz bulamıyordu. Sadece o anı içine sindirmeye çalışıyordu. Bir an görevini ne için burada olduğunu unutacağını sandı ama kendisini toparladı.
      Kerelerce aradığı halde Merkeze ulaşamıyordu. Teknisyen arkadaşının özelliklerini ve öve bitiremediği cep telefonu burada çalışmıyordu. Sürekli cırıltılar parazitler vardı, çekmiyordu. Muhtara kullanabileceği bir telefon sorunca aldığı yanıt daha da ilginçti.
     “Çoktan beridir telefonlarımız çalışmıyor, ilçeye telefon idaresine haber verdiğimiz halde gelip bakmadılar" dedi. Sesindeki sitem hissediliyordu.
      Muhtar, neredeyse köyün tamamıyla tanıştırmıştı kendisini. İşinin en zor bölümü öğretmen hanımla tanıştığı bölümdü. Dağ başındaki bir köyde böyle bir kızla tanışacağına dünyada ihtimal vermezdi. Yaşamında ilk defa bekar olduğuna dua ediyordu. Kızı görür görmez
      “İşte beklediğim eş" demişti içinden. Gerçi o kadar güzel biri değildi köyün öğretmeni. Üstelik boyu bile kısa sayılırdı. Hasan Tırpan’ı o kıza çeken kızın çalışma azmi ve böyle dağ başlarında bile görev yapabilecek kadar idealist olmasıydı. Genç öğretmeni gördüğü anda bu görev biter bitmez tekrar gelmeyi ve bu kızla arkadaş olmayı düşünüyordu. Öyle liseli aşıklar gibi gönül eğlendirecek yaşı çoktan geçmişti bu yüzden evlenmek amacıyla arkadaş olacaktı. İşin zor bölümü ise kıza yalan söylemek zorunda kalmasıydı. Üstelik kızda durmadan sorular soruyordu.
      “Nereden mezun oldunuz, dönem arkadaşlarınız kimlerdi, nerelerde görev yaptınız, filancayı tanıyor musunuz?" Hasan Tırpan sorulara olabildiği kadar mantıklı yanıtlar vermeye çalışıyordu. İlk fırsatta gerçeği anlatmaya karar vermişti zaten. Bütün bu sorulardan polis memurunu muhtar kurtarmıştı
      “Öğretmen Bey, öğrencilerinizle tanışmak istiyor? Ne dersiniz bugün sizin çocuklarla tanışabilirler mi?" dedi. Ayşe öğretmen alışkın olmadığı belli olan kuru kahve sandalyesinde şöyle bir kıpırdandı.
      “Toplam yirmi yedi öğrencim var bir kısmıyla bu akşam bir kısmıyla." Birden aklına gelmişti. "Şey... Bu gece köyümüzde konuk olarak kalacaksınız değil mi?" dedi. Yaşı kemale eren muhtar bıyık altından gülümsedi.
      “Kalacak" dedi. Sonra genç adama döndü  "Kalacaksınız değil mi?" Hasan Tırpan’ın da Ayşe Zeyrek öğretmeninde başı mahcup bir şekilde önlerine eğildi  "İzniniz olursa" dedi mırıldanır gibi Polis memuru Hasan.

        Telefonun ikinci kere çalmasına meydan vermeden Rüzgar Ali ahizeyi kaldırmıştı. "Neredesin be aslanım" dedi ama karşıdan gelen sesi duyunca utandı. "Şey Yüksel Hanım ben başka bir telefon bekliyordum da dedi. Telefonla konuşan komiserini izleyen meraklı memur adamın yüzünün kızardığını fark etti.
      “Sağolun, bende çok iyiyim… Aramadı henüz... İzmir'e gittiğini zannediyorum...  Belki şarjı bitmiştir… Ararsa sizi aramasını söylerim... Size de iyi akşamlar diliyorum" dedi ve ahizeyi yerine koydu. Sokak ağzıyla
      “Kalıbımı basarım bu gacı Doğan Denizci’ye aşık" dedi. Yüz kızarma sırası masadaki memuredeydi. Ali Rüzgarlı içinden "Eh be kızım madem bu kadar narin birisisin o zaman neden karakolda görev yapıyorsun" diye içinden geçirdi. Yüksek sesle. “Tekrar Muradiye Köyünü arar mısınız?" dedi. Odada dolanıp duran amirinin gölgesinde Gülay hanım numarayı çevirdi  "Yanıt vermiyor efendim" dedi. Komiserinin peşinden neler söyleyeceğini bildiği için o daha konuşmadan.  "Civar köyleri de aramaya devam ediyorum ama hiç birine ulaşamıyorum efendim" dedi. Komiser iç kapının ağzında bir an durdu. "Yine de siz aramaya devam edin" dedi. Az önceki konuşmayı anımsayınca ekledi "Lütfen"

      Doğan, Turanı Abidin beylerle kalmaya ikna ettikten sonra yalnız olarak İlçeye dönüyordu. Yol boyu sürekli düşünmüştü, dünden beridir tempoları çok artmıştı. Hastane listesinde buldukları üç kişi Rüzgar Alinin görevlendirdiği seçme memurlar tarafından kontrol altına -en azından gözlemlemeye- alınmıştı. Dün sabah gördüğü ve listede olmadığı halde ne olur ne olmaz diye ailesinin yanlarına kadar gittikleri Besimin kızı -çok sevdiği Necla’sının kızı da Turan tarafından kontrol altına alınmıştı. Yol boyu "her şeyi unutup babasını uyarsa mıydım" diye düşünmüştü küçük Emel için. Abidin beyin söyledikleri aklına gelince Besime söylememekle iyi yaptıklarını düşünmüştü.
      “Kızım öldükten beridir o adam evime hiç gelmedi. Son zamanlarda sıklıkla gelmeye başladı. Gelmesin, Necla'dan kalan son anıyı alıp gitmesin" demişti. Bu hazırlıkların hepsi Turanın "Hekate Teorisi" doğrultusundaydı. Doğan bütün bunları düşünürken yolu çabucak kat etmişti. Düşüncelerinden sıyrıldığında kendini İşletmenin ana kapısında bulmuştu.

      Yüksel, kapıdan girer girmez, Doğanın boynuna sarılmıştı. Adamı bütün gün beklemiş, gündüzün geceye dönüşmesini pencerede an be an izlemişti.
     “O kadar aradım ama ulaşamadım, seni çok merak ettim sevgilim" dedi. Doğan, sarılmaya şaşırmıştı ama "sevgilim" kelimesine daha çok şaşırmıştı. Eli cep telefonuna gitti o zaman simsiyah ekranı gördü. Genç kız arkadaşını elleriyle odadaki en iyi koltuğa oturtmuştu Doğan bir kaç hal hatır cümlesinden sonra olan bitenleri anlattı. Kızı gerçekten endişeli görüyordu. Gülümseyerek “Korkma" dedi. “Acı patlıcanı kırağı çalmazmış. Yine de Yüksel Pekcan’ın kendisine bakışını daha girer girmez sarılışını hoş karşılamıştı.

      Güneş ortadan kaybolalı bir saate yakın süre geçmişti. Komiser, memurenin gözünü duvarda ki saatten ayırmamasından gitmek istediğini anlıyordu ama kendisinin de çıkıp bir dolaşması gerekiyordu. Odada boyuna bir kaç kere daha gidip geldikten sonra  "Gülay memure hadi sizi evinize bırakayım" dedi. Bu teklifin üzerine kadın ayağa kalktı. Çoktandır masanın üzerinde hazır tuttuğu çantasını boynuna astı.
      “Evim yakın kendim gidebilirim" dedi. Sesinde "hele şükür aklınıza gelebildik" havası vardı. Komiserin makamından birlikte çıktılar. Genç kadın daha merdivenleri inmeden kocasının
     “İyi akşamlar komiserim" diyen sesini duydu. Birlikte hızlı adımlarla kendi sokaklarına doğru yürüdüler. Rüzgar Ali merdivenlerde öylece durmuş ne yapması gerektiğini düşünüyordu.

      Doğan Yüksel hanımı evine bırakır bırakmaz Hükümet binasına koşmuştu. Genç kızdan ayrılması bir hayli zor olmuştu. Kendisinin de Yükselin yanından hiç ayrılası yoktu ama gitmek zorundaydı. Gitmek, durumu anlamak zorunda olduğuna önce kendisini sonra karşında neredeyse ağlayacakmış gibi duran genç kızı inandırmak zorunda kalmıştı. Binanın meydana bakan bölümüne akşam saati olduğundan dolayı arabasını rahatça bırakabilmişti. Karanlık parkı geçtikten sonra Hükümet binasının bahçesine girince merdivenlerin başında bulmuştu Komiseri.
      Rüzgar Ali avludan yanına doğru yaklaşan gölgenin Doğan Bey olduğunu fark edince sevinmişti. Onun daha merdivenlere varmasını beklemeden o aşağı indi. Kendinden hemen hemen on yaş genç olan adamın koluna girdi. Adeta sürüklercesine geldiği yöne götürmeye başladı. Doğanın sorularına  “Yolda anlatırım" diye yanıt veriyordu. İki samimi dost olmuşlardı artık.

      Muhtar, Hasan Tırpan’ı doğrudan evine götürdü. Masadan kalktıklarında "Ağalar hadi bize gidelim" deyince kahvenin önünde oturanların hepsi durumlarını düzelterek  "Size afiyet olsun" demişlerdi. Genç memur, gösterilen saygının muhtardan çok kendisine yapıldığını biliyordu. Yolda Muhtara yaklaşarak
      “Muhtar bey sizin köyde uydu kanalları çekmiyor mu? " dedi. Muhtar yanında yürüyen gence baktı.
     “Çekiyordu elbet ama geçen eylül ayından beridir köyümüze karabasanlar çöktü sanki" dedi. "Karabasanlar" sözcüğünün anlamını genç memur gecenin ilerleyen saatleri de daha iyi anlayacaktı.
      Doğan ve Rüzgar Ali önce Uğur Tamsun un olması gerektiği sokağa baktılar. Sokağın ilerisinde yetmişli yılların modeli kırmızı bir Ford minibüs duruyordu. Araba terk edilmiş uzun zamandır kimse ilgilenmemiş gibi dursa da ikisi de içerisinde görevlilerin olduğunu biliyorlardı. Sokağa girmeden geri döndüler. Minibüsün içindeki görevlilerin yanlarındaki cep telefonunu gerekmedikçe kullanmayacaklarını biliyorlardı.
      Şehir içi minibüslerinin son durağına gittiler orada da TM 25 BMC duruyordu.
      “Asayiş berkemal" dedi Rüzgar Ali. Söylemese de yönleri Hükümet binasıydı artık.
     Binaya girer girmez Rüzgar Ali telefona sarıldı. Önce Muradiye köyünü aramayı denedi, ulaşamadı. Peşinden nöbet bekleyen iki pazar aracını aradı. İkisinin de görev başında olduklarını ve nöbetlerinde vukuat olmadığını öğrendikten sonra tekrar üçüncü memurunu "Hasan Tırpan’ı" aradı. Yine ulaşamayınca sunturlu bir küfür salladı.
      “Öğlenden beridir bir türlü ulaşamıyorum" dedi. Doğanın aklına hemen Cephane sokaktaki parazitler geldi. Bir an düşündü, acaba Komisere bu konudan hiç bahsetmiş miydi? Aralarındaki bir kaç dakikalık sessizlikten sonra
      “Ben Yüksel hanımı bir dolaşayım. Siz bu arada köye ulaşmaya çalışın. Olmazsa bir mazeret uydurur birlikte gideriz" dedi. Bu cümlenin sarf edilmesindeki bir neden de oradaki kızın bir adının Esin olmasıydı. "Hatice Esin Dayıoğlu" Acaba Esin in "E" si ile "HEKATE" nin son "E" si aynı mıydı?

      Bir kaç dakika sonra Doğan arabasına doğru yürüyordu. Uğraması gereken birçok yer vardı. Turan'ın ailesine ve gazeteye haber verecekti ardından Yüksel’ine gidip bakacaktı. Her ne kadar olayların dışında kabul etmeye çalışsa da içinden gelen ses o genç kızın o güzel kızın bütün bu olan bitenin tam ortasında olduğunu söylüyordu.

147
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuz dört
« : 06 Ocak 2016, 08:09:15 »
B Ö L Ü M  O T U Z  D Ö R T


       O gece Doğan sayısız kabuslar gördü. Yıllar öncesinden gördüklerinin benzerlerini. Necla’yı, yüreğinde sakladığı çocukluk aşkını görüyordu. O gencecik bedenin çevresi tanımlayamadığı yaratıklarla dolu oluyordu rüyasında. Korkuyordu onları uzaktan gördüğünde. Bir de cadı vardı, hani o İlçede anlatılanlara benzeyen bir cadı. Zayıf kuru bir bedeni örten beyaz çuvalı ile boylu boyunca uzanmış yatan biricik aşkının çevresinde dönüp duruyordu Elinde uzun bir değnek çığlıklar, kahkahalar atıyordu. Sonra Necla’nın, Necla’sının elem dolu yüzü sakinleşiyordu. Yüzünde acının etkisiyle beliren çizgiler yerini huzura, mutluluğa bırakıyordu. Uyur gibi yattığı yerden gülümsemeye başlıyordu Platonik aşkı. Doğan sanki cam bir bölmenin arkasındaymış gibi olanları sadece izliyordu. Ne sesini duyurabiliyor ne de bir yardımı dokunuyordu. En zoru buydu, görmek ve hiç bir şey yapamamak. Önceleri her akşam bir önceki rüyanın sonunu bilemeden bu ızdırabı yaşıyordu. Zamanın her ölenin geride bıraktıklarına yaptığı gibi duyduğu hüzün azalmış, görülen rüyalar seyrelmiş, zamanla da unutulmuştu.
      Doğan, yıllardan sonra ilk defa aynı kabusu görmüştü. Ama bu diğerleri gibi mutlu bitmiyordu. Sevdiği kız acı içindeydi Yüzündeki ifade acısının fiziksel değil duygusal olduğunu anlatıyordu. O korkunç cadı yıllar önce olduğu gibi etrafında dönüp duruyordu. Yıllar öncesinde cadı ile aralarında var olan o garip yaratıklar şimdi yoktu. O yaratıkların yerine çocukluk aşkının çevresinde minik bedenler vardı. Cadı onların çevresinde gene dönüp duruyor bağırıyor, çığlıklar atıyordu. Kendisi ise aradaki cam duvara vuruyor vuruyordu. İşte o çaresizlik içinde cam duvarı yumruklarken uyandı. Daha doğrusu annesinin sarsmasıyla uyanmıştı. Uyandığında kan ter içindeydi.
      Zavallı anneciği ise oğlunun hala o kızı unutmamasına, unutamamasına hayıflanıyordu. O kız yüzünden, oğlunun, kendisini deliler gibi sevdiğini bile bile en yakın arkadaşıyla evlenen o kız yüzünden gözbebeğinin hala evlenmediğini biliyordu. Oğlunu bu hallere düşüren kızı takdir mi etmeliydi yoksa kınamalı mıydı? Bilmiyordu ama bildiği oğlunun o kızı hala unutmadığı ve asla unutmayacağıydı.

      Doğan gün boyu unutamadı o rüyayı. Yıllar öncesinde olduğu gibi gene hiç kimselere söylemedi. Bir şeyler sezinleyen annesine bile. Yürüyüşünde konuşmalarında davranışlarında rüyanın etkisi vardı. Fabrikaya her zamankinden daha erken vardı. Gece gördüklerini unutabilmek için kapıdan başlayarak herkesle şakalaştı. Cavit dayı gece nöbetini bitirmiş yılların verdiği alışkanlıkla fabrikanın çevresinde tur atıyordu. Sezon bitmişti, depolar boşalmıştı ama yine de dolaşmakta kontrol etmekte yarar vardı. Cavit dayının "yaptığının gereksiz olduğunu" yada "aşırı kuşkucu davrandığını söyleyenlere söylediği bir söz vardı. "Eşeğini sağlam kazığa bağla, çözemezsen ağla."
      Kantar odasına vardığında Serkan Güler’i gördü. Uzattığı bayram izninden dönmüş olmalıydı. Kısa bir hoş beşten sonra Serkan Bey İlçede olan bitenleri sordu. Doğan bey kaybolan en son çocuğu ve yakalanan sapığı anlattı. Serkan Güler in tepkisi her mantıklı insanın yapacağı şekildeydi. Yalnızca olayları biraz farklı görüyordu.
     “Polis suçlamalardan kurtulabilmek için birini yakalamıştır" dedi. Kısa bir sessizlikten sonra  "Sende ki gelişmelerden ne haber" dedi. Doğan neyin kastedildiğini anlamıştı ama yine de anlamamazlıktan geldi.

     “Ne 'ne haberi', sevmeye başlamıştı Serkan beyi. İri ve şişman vücudunun her yanını oynatarak gülüyordu Serkan. Herkesle oturur kalkar, kimseye büyüklük taslamazdı. Yedi yaşındaki çocukla da yetmiş yaşındaki yaşlıyla da paylaşacak konuşacak bir şeyleri olurdu. Hem de öyle ayak üzeri değil. Saatlerce otursa konuşsa bıkmazdı, tam bir halk adamıydı Serkan bey.
      “Hadi hadi anlamamış gibi davranma" dedi gülümsemesini sürdürerek. Doğanın yüzü kızardı. Anlaşılan çevresine karşı çok açık veriyordu.
        “Sabah yanına uğradın da öyle geldin yanıma değil mi?" 
"Ne dediğini anlayamıyorum" dese de Doğan inandırıcı olmadığını biliyordu. Koca adam Doğanın koluna girdi. Adeta sürüklercesine götürmeye başladı genç adamı. Muhasebenin kapısına varınca kapıyı açtı. İtercesine içeri soktu. Peşinden de kendi girdi. Neler olup bittiğini anlamaya çalışan Yüksel hanıma
     “Bu sabah kırk yıllık bir hatır şansı verelim istedikte" dedi gülerek.  Ardında da  "Siz kahveleri söyleyin ben hemen geliyorum" dedi ve dışarı çıktı. Doğan odanın ortasında kalakalmıştı. Şaşkınlığı geçince Serkan beyin ısrarla istediği Günaydını dedi önce. Kızın gülümsemesini görünce yumuşadı. Tıpkı eski günler de olduğu gibi içi ısındı. Gece gördüğü rüyadan olsa gerek Yüksel’i Necla’ya benzetmişti masada onu gülerken gördüğünde. Yıllar öncesinin ortaokul öğrencisi geldi aklına.
   Soğuk yatakhaneden çıkıp okula gelesiye kadar üşürdü. Görünüşü bile buz gibi olan taş binanın koridorlarını geçip sınıfa girdiğinde o güleç yüzü görürdü. İşte o zaman bütün üşümesi geçer içi ısınırdı, tıpkı bu sabah olduğu gibi. Duvarın dibine vatandaş için dizilmiş olan sandalyelerden birine ilişiverdi
      O güleç yüzün sahibi onu orada oturtmadı. Yandaki Besimin masasına oturttu. Doğan bir gün önce olanları bildiği için oturmak istemiyordu ama genç kızın ısrarıyla oturmak zorunda kalmıştı. Bir dakika sonrasında ise ısrar sonucu da olsa oturduğuna pişman olacaktı.
     Henüz hal hatır sorma aşamasındaydılar ki kapı açıldı. Besim gelmişti. Doğan bir anda suçlu durumuna düşmüştü. Yerinden doğrularak açıklama yapmaya çalışıyordu ama Besim gülümseyerek sözünü kesti.
     “Otur arkadaş otur" dedi. Yumuşak ses tonu içtenliğini yansıtıyor gibiydi. Doğanda, Yükselde inanıp inanamayacaklarını bilemiyorlardı. Besimin davranışı içten miydi?. Bir saniye sonra Doğan masadan kalmış az önceki yerine sandalyeye geçmişti. Besim gülümsemesini sürdürerek konuşmaya başladı.
      “Sigorta bildirgelerinin " diyerek söze başladı. Dün olanlar hiç olmamış gibiydi. Teklifsizce Yükselin masasına yaklaştı. Doğan sandalyede oturmasının da hata olduğunu düşünmeye başlamıştı. Hazır ikisi masanın üzerinde konuşuyorlarken odayı sessizce terk etti. Böylesi daha iyi olacaktı. Hem dünden aklında kalan işi yapabilecekti hem de Besime ve Yüksele bir şans daha vermiş olacaktı. "Böylesi daha adil" diye mırıldandı. Eğer aralarında özel bir şeyler geçmezse kafasındakileri uygulamaya geçebilecekti.

      Müdür yardımcısının odasında rafları karıştıran Mehmet Bey üfleyip püflüyordu. Nasıl üflemesin ki bazı zamanlarda tartışsalar da hiç bir zaman Ahmet Bey kendisine karşı bu kadar sert olmamıştı. Hem de geldiğinden beri ne kendisinin ne de Ahmet beyin sevmediği biri için. Üstelik kural dışı hatta hatta bir başka bakış açısından suç sayılabilecek bir iş yüzünden. Gizli sayılan ve Müdür ve daha yüksek makamdaki kişilerin bakabileceği sicil dosyalarına bakmak için.
      “Adam pat diye içeri girmiş ve sadece anahtarı iki kişide olan çelik dolaptaki dosyalara bakmak istemişti. Kendisi doğru bildiğini yapmış anahtarı vermeyi reddetmişti. O zamana kadar masasında oturan telefonla konuşan Ahmet Bey bağırmış ve hiç itiraz edemeyeceği bir tonda anahtarları vermesini emretmişti. Evet "emretmişti." Ses tonu ve kullandığı kelimeler emredici nitelikteydi. Emirleri yazılı olarak veriniz demeye hazırlanmıştı bir ara ama Ahmet Oker
      “İsterseniz yazılı olarak da verebilirim bu emri" deyince anahtarları doğrudan Doğan beyin eline vermek zorunda kalmıştı.

Doğan, yıllardır İşletmede çalışan bütün personelin dosyalarını  incelemişti. Dakikalarca Çelik dolabın önünde dikilmiş dosyaların birini almış diğerini bırakmıştı. Sonra hiç bir şey demeden, bir teşekkür bile etmeden dolabı kapatmış, dışarı çıkmıştı. Oradan kantar odasına gitmiş daha sakin olan odadan delikanlının cebini aramıştı. Gazetecinincebi kapalı olmalıydı ulaşılamıyor diye mesaj geliyordu. Fabrikanın telefonundan gazeteyi aradı. Yakup usta "Turanın orada olmadığını, sabahtan beridir hiç gelmediğini" söyleyince akşamki telefon görüşmesi aklına gelmişti. Yakup ustaya  "Turan gazeteye gelir gelmez acele Fabrikayı arayabilir mi?" demişti.

   Turan o sabah ustasına haber vermeden İzmir'e gitmişti. Genç gazeteci rakiplerinin yalan söylediklerine, hatta düzmece haber yaptıklarına inanıyordu. Nasıl yapacağını bilemiyordu ama Haber Gazetesinin yalanını ortaya çıkarmaya gitmişti. Üstelik bütün bunlardan tabii ki Yakup ustanın haberi yoktu.
      Mehmet Bayram, Doğan odadan çıktıktan sonra Ahmet beyin masasına yanaştı. Ahmet Oker başı ellerinin arasında düşünüyordu. Aralarını yumuşatması gerektiğini düşündüğü için bir şeyler söylemesi alttan alması gerekiyordu. Sesine yumuşak bir ton vermeye çalışarak
     “Ahmet Bey" dedi. İlk yoklaması sonucu adam kafasını kaldırdı. Yüzü karmakarışıktı. "Şu an Kurumun en yetkilisi sizsiniz." Ahmet beyin yüzünde bir parçada olsa yumuşama görünce devam etti. "Yani diyorum ki İşletmede sizden daha yukarıda kimse yok. Neden daha dün gelen birine bu hakkı verdiniz." dedi. Yanlış anlaşılır düşüncesiyle toparladı.
      “Yani isteseydiniz O adamı odanızdan kovardınız demek istiyorum" dedi. Ahmet beyin dudakları aralandı. Acı bir gülümseme belirdi. Karşısında dikilip kendince özür dilemeye çalışan adamı süzdü. Her ne kadar sevmese de memurunun amirini savunması hoşuna gitmişti.
     “O dün gelen adam var ya" dedi ve sustu. Devamını getirmeli miydi acaba.  Mehmet Bey ikinci müdürün sözünün bir noktasında duraklayınca iyice meraklanmıştı.
      “Ayıp ediyorsunuz Ahmet bey" dedi. "Biz sır tutmasını biliriz." Sözün yarısı çıktıktan sonra devamını getirmek şart olmuştu.
      “Doğan Denizci Ankara’dan gönderilmiş bir sivil memur. Kimliğini gizleyen bir denetçi" ileri gittiğini düşünmüş olmalıydı. Sözlerini düzeltti, Gizli müfettiş. Karşısındaki geleneksel rakibinin şaşkınlığı hoşuna gitmişti, Mehmet Bayram ağzı açık kalmıştı.
      “Tam yetkili bir uzman, üzerinde doğrudan İçişleri bakanı tarafından imzalanmış bir izin yazısı var" diyerek sözlerini bağladı. Mehmet Bey içinse yapabilecek başka bir şey kalmamıştı. Odadan çıkarken "İnşallah geçmişte adama karşı kaba bir harekette bulunmamışımdır" diye düşünüyordu.

      Doğanı Fabrikadan çıkarken en son gören kişi giriş kulübesinde oturan Bekçi Cavit olmuştu. Arabasının sağ camını açmış, koltuğa uzandıktan sonra kulübenin camını açarak kendisini dinlemeye çalışan Cavit Pekal’a
      “Acele işim çıktı" dedi. "Eğer yeğenin beni arayacak olursa Komiser Rüzgar Alinin yanındayım" dedi. Açtığı camı bile kapatmadan fırladı gitti. Yol boyunca kendi kendine tekrarladığı cümleyi Rüzgar Alinin yanında Yüksek sesle söylemişti

      Ana kapıdan girişte bir problem çıkmamıştı. Ali Rüzgarlı’nın odasına girerken kapıdaki memurenin seslenmesine aldırmamıştı. Amirini seven memure hanım komiserinin odasına hışımla giren adamın peşinde içeri dalmıştı. Bir dakika geçmeden kapıda kat nöbetçisi görünmüştü. Doğan daha içeri girerken kadın çağırma ziline basmış olmalıydı. Zavallı kadın neler olup bittiğini anlayamadan iki adam kol kola dışarı çıktılar. Nöbetçinin bakışlarına Rüzgar Ali gülerek yanıt vermişti.
     “Korkmayın, bey bizden, aynı dosya üzerinde çalışıyoruz ve şimdi beraber çıkıyoruz" demişti. Merdivenlerden aşağı Hükümet binasının arka kapısına giderlerken belli belirsiz bir hareketle koltuk altındaki silahını kontrol etmişti Rüzgar Ali. Beş altı dakika sonrasında ise lekeli bej renkli Doğan İlçeden Sedirli ye giden dolambaçlı yolda ilerliyordu. Komiser
      “Nereye gidiyoruz" diye sorduğunda “Son kayıp çocuğun evine" dedi Doğan. Komiser Aracı yol gereği dikkatle kullanmaya çalışan adama baktı. Sağa sola fazla virajlı olan yolda hızlı gidiyorlardı. Otomobil bir o yana bir bu yana savruluyordu.
     “Sen daha orada mısın Doğan bey" dedi yarı alaylı bir sesle. Arabanın içersinde sıkı bir tartışma havası doğacak gibiydi.
     “Peki, siz yakaladığınız o adamın gerçekten suçlu olabileceğine mi inanıyorsunuz" dedi. Doğan bir ara göz ucuyla yanındaki kendinden yaşça büyük komisere baktı. Yolun sağında doğal bir girinti halini almış boşluğa girdi. Kontağı kapattı, uzun bir söyleve hazırlanıyordu.
     Konuşmaya başladığında aracı kenarı çekerken belli ettiği sinirlilik kaybolmuştu. Olayları en başından başlayarak ama sözü fazla uzatmadan anlattı. Kendi bulgularını, Turanın kişisel gayretlerini unutmamaya çalışıyordu. Turanın kendi geliştirdiği ve şu an en kuvvetli olasılık olan "Hekate"yi anlattı. En son kaçırılma olayının düzmece olduğunu, yakalanan kişinin ne olabileceğini söylemeyi unutmamıştı.
      Sözlerini bitirdiğinde Komiser derin düşüncelere dalmıştı. Dakikalarca hiç bir şey söylemeden oturdu Ali Rüzgarlı. Olaylara Doğan Bey ve genç gazeteci gibi bakınca haklı olabilecekleri kararına vardı. Kendileri yanılmış olabilirdi. Zaten yakalanan ve sorguladığı felsefe öğrencisinde bir yapaylık sezinlemişti ama birini bir zanlıyı yakalamanın huzuru ve başarı duygusu hoşuna gitmişti. Bu sayede topluma da biraz olsun güven verilebilmişti, ortalık sakinleşmişti. Acı da olsa gerçeği kabullendi. En azından Doğan beyin dediği gibi “kaybedecek bir şeyleri yoktu ama çok şeyler kazanabilirlerdi." Doğan beyin tezini doğru kabul edecek olursa tabii.


      Onbeş dakika sonra Sedirli Beldesine varmışlardı. Komiser bey daha önce bir kaç kere gidip geldiği için kayıp çocuğun ailesini bulmaları zor olmamıştı. Baba ile pansiyonun altında ki markette görüştüler. Rüzgar Aliyi görür görmez adamın gözleri parlamıştı. Bir haber bir müjde getirdiklerini zannetmiş olmalıydı. Doğan bu tepkiyi beklemiyordu ama Allah’tan Komiser bu konuda deneyim sahibiydi.
      “Suçlunun peşlerinde olduklarını yakalamalarının an meselesi olduğunu" falan söyledi. Nede olsa “Ümit fakirin ekmeği, ye Memet ye demişler" diye düşünüyordu. Komiserin geldiğini duyan anne İsminaz Hanımda sevinçle gelmişti dükkana. O zaman komiser -belki daha inandırıcı olur diye Doğan’ı gerçek kimliğiyle tanıttı.
      “Arkadaş bu tür kayıp olaylarının uzmanıdır" dedi Doğanın kaş göz oynatmalarına aldırmadan. Daha sonra
     “Niye böyle yaptın" diyen Doğan’a  "Artık gizlemenin bir anlamı yok. Nasıl olsa işin sonuna geldik" dedi.  Yanlışta değildi söyledikleri. Doğan babaya Çocuğun kimliği yanında mı? diye sorunca, çoktan gözyaşlarını koyuvermiş olan anne koynundan pembe bir kimlik çıkarmıştı.
      Doğum tarihini görünce Doğan bir anlık hayal kırıklığı yaşadı."03 Nisan 20.." vardı nüfus kağıdındaki doğum tarihi yazan boşluğun karşısında. Komiserin sorusu duruma açıklık getirmişti.
      “Peki, kızınızın gerçek doğum tarihi mi?" deyince adam
      “Kimliğini daha sonra çıkarttık." dedi. Kadın  "O zaman zor kurtulmuştum." dedi yüzü kızararak. O anda adamın gözleri parıldadı.  "Evet, ilçe hastanesine zor yetiştirmiştik. Tülay’ımız sezaryenle doğmuştu." dedi. Yaşı genç kabul edilebilecek kadın bir kere daha mahcup bir şekilde başını eğmişti.

      İlçe girişinde görev bölümünü teklif etti Ali Rüzgarlı. "Dostum sen hastaneye git istersen ben de merkeze bir uğrayayım" dediğinde Doğanın itirazıyla karşılaşmıştı.
     “Hastaneye beraber gidelim. Oradan ben seni merkeze bırakırım" dedi. Sonra gülümseyerek “Ne de olsa üniformalı olmanın havası daha bir başka" dedi.

      Doğrudan başhekime gittiler. Başhekimi odasında yalnız yakalamışlardı. Gizlilik konusunda bir giriş yaptıktan sonra durumu özetlediler. Doğal olarak Başhekim Tülay Çobanoğlu’nun doğum tarihini anımsayamıyordu. O yıllarda K.B.B. uzmanı olarak çalışıyordu hastanede ama yardımcı olması için çenesi kuvvetli bir hemşire vermişti yanlarına.

      Altı yıl öncesinin kayıtlarını bulmak için bodrumdaki tozlu odaya girerlerken Komiser hastanenin önündeki ekibin arabasıyla merkezin yolunu tutmuştu bile. Eğer güleç yüzlü hemşire yardım etmemiş olsaydı Doğan gece yarılarına kadar bu işin altından kalkamazdı. Çünkü zaman olmuş doğumhaneye bir akın olmuş zaman olmuş tek tük başvurular yaşanmıştı. Bir de sık memur değişimi olunca kayıtlar iyice düzensiz bir hal almıştı.  Arşivinde sorumlusu olmayınca defterler ve raflar karmakarışık duruyordu. Kocaman hasta kayıt defterleri arasından yıla ait olanı bulmaları zaman almıştı. İki saat sonra önündeki defterde Tülay Çobanoğlu’nun doğum tarihini okuyunca emeklerine değdiğini görmüştü.
      Uzun sayılabilecek bir listeydi. Günlük ortalamanın üzerinde bir doğum olmuştu o gece. Küçük Tülay’dan başka beş kız ismi daha vardı. Bu isimlerden ikisini tanıyorlardı. Ortak bir noktaları doğum tarihleriydi. O sayfadaki bütün çocuklar 21 / Mart 20... tarihinde doğmuşlardı. Tanımadıkları üç ismi aldı. Güzelce not etti. Hemşireye teşekkür ettikten sonra ayrıldı.
      Sapık yada sapıklar çocuklara ait adresleri hastane kayıtlarından alıyorlardı demek ki. Yalnız henüz doğrulanmayan bir şey daha vardı ki oda iki kurbanın nasıl seçildiği. Büyük bir olasılıkla Selçuklu ve Yeni kale hastanelerinden seçilmiş olmalıydılar. Bu nedenle o iki çocuğun ailelerinle görüşmek gerekiyordu. Bu işi de en iyi Komiser yaptırtabilirdi.

      Bej renkli Doğan yönünü çoktan Hükümet binasına çevirmişti. Yol boyu Doğanın zihnini meşgul eden bir nokta daha vardı. Acaba bu sapık yada sapıklar hastane personelinden olabilirler miydi? Eğer Doktor, hemşire veya hasta bakıcı değillerse kim yada kimlerdi. Bu soruya Komiserde yanıt bulamadı. Zaten yanıt bulunmuş olsa çocuklar da bulunacaktı. Bildiklerini, aklına gelenleri anlattı Rüzgar Aliye.
      Olay tamamen kurban etme olayı gibi görünüyordu. Bin yıllarca önce yaşamış antik çağ Tanrıçalarından biri için. Turanın son zamanlarda adını sıklıkla tekrarladığı Tanrıça Hekate için kurban kesilecekti. Belki çocuklar kaçırıldıktan hemen sonra kurban ediliyorlardı ama küçükte olsa sağ olma ve hep birlikte kurban edilme olasılıkları vardı. Bu yüzden ellerini çabuk tutmak zorundaydılar. Antik çağda yapılan törenlerin gününe az bir zaman kalmıştı. 21 Mart doğumlu çocuklar 21 Martta topluca kurban edilecek olabilirlerdi.
      Eleman yokluğundan dert yandı. Rüzgar Ali. Sözün nereye geleceğini tahmin ettiği için Doğan da konu ile bizzat ilgileneceğini söylemek zorunda kalmıştı. Aralarında görev bölümü yaptılar. Rüzgar Ali Doğandaki üç ismi aldı. Doğanın söylemesine gerek kalmadan
     “Büyük bir gizlilik içinde çocukların şimdiki adreslerini bulacağını söyledi. Doğanda Selçuklu yada Yenikale arasında bir tercih yapıp içlerinden birine gidecekti. Akşamüzeri fabrikada buluşmak için sözleşip ayrıldılar.

     Doğan, önce Gazeteye vardı. Vardığı da iyi olmuştu hani. Turan İzmir’den dönmüştü. Kendi anlatmaya başlamadan önce delikanlının anlattıklarını dinlemeye karar verdi.
     “Nerelerdesin" deyince
     “İzmir’e o sahtekarları bulmaya gittim" demişti Turan yorgun bir sesle. Doğanın sormasına gerek kalmadan anlatmaya devam etti. “Gittim ama bulamadım" yarı pişmanlık dolu sesi birden gürleşti sunturlu bir küfür salladıktan sonra
     “İğnenin deliğinde olsalar bile bulup çıkaracağım onları" dedi. Sözleri bittikten sonra ustası araya girdi.
      “Boş ver be aslanım" dedi. Elemanının hareketi hoşuna gitmiş olmalıydı ki öğüt verir gibi devam etti. "Böyle alevere dalevere ile bu iş yapılmaz. Gazetecilik güven işidir. Onların iplikleri bir gün pazara çıkacaktır" dedi. Doğan göz ucuyla Turana baktı. Ustasından iltifat alan Turanın gözlerinin içi gülüyordu.
      “Biliyor musunuz Lütfü Yurttaş hayalet gördüğü için kalp krizi geçirmiş diye duydum" dedi doğan yazıhanede oluşan duygusal havayı dağıtmayı düşünerek.
      “Oh olsun kerataya" dedi gülümseyerek Yakup usta. "Desenize kendi kazdığı çukura düştü." Doğan’da Yakup ustada gülmeye başlamışlardı. Turansa hiç gülmüyordu, bir kaç gece önce yaşadıkları aklına gelmişti. Bu neşeli ortam bir kaç dakika daha sürdü sonra Doğan Turana gizli bir işaret gönderirken Yakup ustaya yakalandı. Son zamanlardaki durumu bilen yaşlı adam Doğana
      “Öyle gizli saklı işaretler yapmadan da benden izin alabilirdiniz" dedi yarı şaka yarı sitem dolu sesle.

      Komiser elinde az önce Doğan beyden aldığı kağıt düşünüp duruyordu. Bu iş için kimlere güvenebilir, kimleri görevlendirebilir kafasından ölçüp biçiyordu. Üç isim vardı listede Soğanlı köyünden Leyla Askıcı, Muradiyeli Esin Dayıoğlu ve Atatürk mahallesinden Mürüvvet Dilek Ceylan. İş bitirici üç polis memuru gerekiyordu. Üstelik bu isimlerin ailelerine bile bir şey hissettirmeyecek kadar ağzı sıkı üç memur gerekiyordu. Masasında uzun süre düşündükten sonra dışarı çıktı. Aklına bir iki isim geliyordu. Memure hanıma
      “Bana işini seven istekli birinin adını verebilir misin" deyince gençlik yıllarını geride bırakmaya başlayan bayan hiç düşünmeden
     “Memur Hasan" dedi. Evet, Ali Rüzgarlı kafasındaki ekibi tamamlamıştı. Masada oturmaya devam eden memuresinin gözlerinin içine bakarak
     “Teşekkür ederim" dedi. ”İkinci ve daha iyi bir teşekkürü alabilmek içinde lütfen bana Memur Hasan Tırpan ile birlikte Uğur Tamsun ve Kenan Özgül ü bulur musun". Tam kapıdan içeri girecekti ki birden aklına gelmiş gibi geri dönerek “Her nerede olurlarsa ve ne işle uğraşıyorlarsa da hemen bırakıp odama gelsinler" dedi.

      Yarım saat sonra üç genç polis memuru Komiser Ali Rüzgarlı’nın odasında hazırdılar. Rüzgar Ali karşısında duran üç genç memura elinde tuttuğu dörde katlanmış yarım dosya kağıtlarını uzatıyordu. Gençler sırayla aldılar. Bir taraftan da hem birbirlerine hem de karşılarında duran ve hiç konuşmayan komiserlerine sorular soruyorlardı.
      “Garcia’nın hikayesini bilirsiniz" diye söze başladı Rüzgar Ali. Elinizde ki kağıtlarda adları ve altı yıl önceki adresleri yazılı isimleri bulmanızı istiyorum" dedi. Söyledikleri kısa ve özdü.
     “Bu çok gizli bir görevdir. Sivil giyineceksiniz ve ne yaptığınızı kimseye belli etmeyeceksiniz" dedi. Bir anlık sessizlikten sonra da  "Özellikle de çocukların ailelerinin haberleri olmayacak" diye sözlerini bağladı.
      Gençler ellerindeki kağıtları açtılar. Gerçekten de kağıtlar da çok az bilgi vardı. Safça birbirlerine bakarlarken Komiser sözlerine son noktayı koydu “Akşam saat tam yedide sizlerden bu odada ayrıntılı bilgi alacağım" dedi. Sözleşmişler gibi üç genç birden sol kollarını sıyırıp saatlerine baktı. Üç buçuk saatten biraz fazla süreleri vardı Komiserlerini selamlayıp dışarı çıktılar.

      Selçukludan geri dönerlerken hiç konuşmamışlardı. Yol boyu işleri ters gitmişti, sürekli kırmızı ışığa yakalanmışlardı. Aceleleri yüzünden kazanın eşiğine gelmişlerdi. Hastaneye varınca da aksilikler devam etmişti. Önce başhekimi bulamamışlardı. Muayenehanesinde olduğunu duydukları için adamı görmeye muayenehaneye kadar gitmişlerdi. Yaşlı ve aksi olan adam onlara inanmamış, değil yardımcı olmak aksine olabildiğince işlerini zora sokmaya çalışmıştı. Doğan, Turanı bir nedenle dışarı yolladıktan sonra adamı ikna etmişti. Turan içeri girdiğinde yaşlı başhekim hastaneye telefon ediyordu. Telefonun üzerine tek katlı prefabrik hastaneye vardıklarında istedikleri tüm bilgileri almışlardı. Maalesef aradıklarını bulamamışlardı. Bunun üzerine Turan, Doğanı kaçırılan çocuğun abisine götürmüştü. Simitçilik yapan ağabey baştan aksi gibi davransa da sonradan istedikleri bilgileri vermişti.
      Hamarat ailesi Selçukludan önce İzmir de oturmuşlarmış. En küçük kardeş Halime Konak doğumhanesinde dünyaya gelmişmiş. Bu da teorilerinin haklılığını gösteren bir kanıttı, sonuçta ilk kurban da hastane doğumluydu.

      Dönüş yolunda Doğan, tüm dikkatini otomobiline vermiş gibi görünse de kafasının içi karmakarışıktı. Gözleri yolda olsa da beyni bilgisayar gibi geri planda çalışıyordu, birden irkildi. Sabah gördüğü sonradan unuttuğu Besimin kızı aklına gelmişti. Besimin dosyasında takılı duran bir gün önce aldığı vizite kağıdını görmüştü.  “Emel Kalden 21 Mart 20... doğumlu diyordu.
      Besimin kızının yani yıllar öncesinden belleğinin bir kenarında kalan Platonik aşkı Necla’sının kızı da aynı tarihte doğmuştu. Kayıtlarda yoktu ama. Niçin. Nasıl öğrenebilirdi acaba. Dahası bütün bu olan bitenlerden Besimin haberi var mıydı? Aylardır ilçede yaşananlardan haberdar mıydı? Televizyon seyrediyor gazete okuyor muydu?  Olaylar arasında ve olaylarla kendi kızı arasında bir bağıntı kuruyor muydu? Turan, hiç konuşmadan duran Doğana baktı. Aklından geçenleri tahmin etmeye çalıştı. Dışarıya bakmayı, başka şeylerle ilgilenmeyi denedi. Beceremedi. Konuşmak zorunda kaldı.
      “Besim Beyi mi düşünüyorsun? Dedi. Doğan, Turanın sesiyle kendine geldi.” Yok" dedi “öylesine düşünüyorum." Bir an "Yoksa Turan zihinden geçenleri okuyabiliyor mu? diye düşündü. Kendini suçüstü yakalanmış gibi hissetti. Birden ilgisiz bir soru sordu. En azından konuştuklarıyla karşılaştırıldığında ilgisizmiş gibi görünen bir soruydu bu
      “Yarın ayın kaçı?" dedi Turan hemen yanıtladı.
      “Martın yirmisi
      “Dananın kuyruğu yarın ya da öbür gün kopacak gibi" dedi Bu duruma sen ne diyorsun" diye eklemeyi unutmadı. Cevap coğrafya kokan tek kelimeden ibaretti.
Ekinoks

148
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuz üç
« : 05 Ocak 2016, 08:38:12 »
B Ö L Ü M   O T U Z Ü Ç

      Bir kaç sokak ötede Haber gazetesinde de benzer bir toplantı yapılıyordu. Gazetenin resmi sahibi, gerçek sahibi ve genel yayın müdürü konforlu sayılabilecek yazıhanede oturmuşlar kutlama yapıyorlardı. Aylardan beri ilk kez atlatma bir haber yakalamışlardı. Dahası bu haberi Ulusal yazılı ve görsel basına satmışlardı.
    “Teşekkür ederim arkadaşlar" dedi odadaki en geniş masada oturan gerçek patron. "Bu gazetemiz için gerçek bir devrim demektir" dedi. Elindeki kristal kadehi kaldırarak  "Haber Gazetesinin şerefine" dedi Odadaki diğer iki kişide patronlarını izledi.

    Gecenin ilerleyen saatlerinde İlçenin dışı sayılabilecek sitelerden birine büyük bir araba giriyordu. Bu site, zengin kişilerin yaşadığı, yüksek duvarlarla çevrili, kapısında görevli güvenliği bulunan, süper lüks dubleks binaların oluşturduğu modern siteydi. Elit sitesi, yüzme havuzundan tenis kortuna kadar her bir ayrıntının düşünüldüğü, her binaya en az iki otoluk park yerinin ayrıldığı üyelerinin bile seçilerek alındığı siteydi. Lütfü Yurttaş’ta bu sitenin kurulacağını duyunca başvurmuş, ilk üyelerden biri olmuştu. Üstelik bitişik iki daireyi birden satın almıştı. Birini kendine diğerini de oğluna almıştı, sonra dairelerin içinde değişiklikler yaptırarak tek daire durumuna getirmişlerdi.         
     Aracını kapıdaki bekçinin bakışları arasında içeri aldı. Bekçi dikkat ediyordu çünkü Lütfü Beyin bahşişinin bol olduğunu biliyordu. Evi bekçi kulübesine yakın olduğu için koşarak arabayı izledi. Kocaman kırmızı araba yerinde henüz park etmişti ki bekçi kapının kolunu yakalamıştı. Ne kadar yalakalık diye nitelendirilse de hoşuna gidiyordu. Her zaman olduğu gibi kasketi elinde bekleyen bekçinin eline kağıt parayı tutuşturdu. Eh ne de olsa kendi özel bekçim dediği adama bakmak zorundaydı. İki eli önünde birbirine kenetli bekleyen adama dönüp “Ben biraz geceyi dinleyeceğim" dedi. Bu "hadi sen git demekti.
      Her blok için ayrı düşünülmüş geniş yeşil alana, karısının modern sanat diyerek bir avuç para dökerek satın alıp yerleştirdiği banka çöker gibi oturdu. Bankın soğukluğu ile bir an ürperse de keyfini bozmak istemediği için aldırmamaya çalıştı. Cebinden gümüş sigara tablasını çıkardı. Havada hafif bir sis vardı, bir sigara yakıp hava yıldızlara doğru üfledi. Yorgun olduğunu hissediyordu ama en azından sigarası bitesiye kadar bu keyfi bozmamaya kararlıydı.

     Uzun yıllar önce -dokuz on yaşlarında olmalıydı- bu ilçeye ilk kez gelmişti. Çalışkanlığı disiplini ama özellikle kurnazlığı sayesinde bu duruma yükselmişti. Gerçi bu duruma gelesiye -yani Irgat Rıfkı’nın oğlu sümüklü Lütfü’nün Lütfü Beyefendi olmasına kadar yani- çok çileler çekmişti. Bir an kafasını çevirdi. Geriye evine doğru baktı. Yukarıda yatak odasında yanan ışıkları görünce derin bir nefes daha çekti sigarasından. Keyfi biraz bozulmuştu ama o derin bir nefes daha aldı sigarasından çünkü içeri girince başlayacaktı gene çilesi.
    Her işe, her boyaya girip çıkmıştı; ırgatlık, hamallık, şoförlük, kahyalık, simsarlık. Bir gün yanında çalıştığı patronun kızının kendisine farklı baktığını görünce kurtuluş reçetesini görür gibi olmuştu. Aralarında bir aşktan veya sevgiden söz edilmemesine rağmen mutlu bir evlilik yapmıştı. Mantık evliliği diye başlayan evlilikten zamanla hoşlanmaya bile başlamıştı, kayınbabası ölünceye, kaynanası yanlarına taşınıncaya kadar yani. Sonrasında Allah yürü ya kulum demişti. Kayın babasından bir evin bir kızına kalan malı beşe ona katlamıştı. Şimdi ise oturduğu bu bilmem kaç yüz metre karelik lüks daire başta olmak üzere en az on daire sahibiydi. Ayrıca dükkanları, yazlıkları, dekarlarca tarlaları, zeytin, incir bahçeleri vardı. En çok hoşuna giden mülkü -yada son oyuncağı- gazetesiydi.
      Lütfü Yurttaş, Amerikan tarzı bir hayat yaşıyordu. Geniş bahçe içersinde bir evi, kocaman bir arabası vardı. Kendini Dallas'ın "JR" ına benzetirdi sık sık. Dallas’ı elinde tutan gözünü budaktan sakınmayan Jr Ewing hayranlık duyduğu kahramanıydı. En son yaptığı numarayı Jr bile düşünemez diye düşünüyordu. En güzel oyuncağı olan Haber Gazetesini yerel gazete olmanın dışına çıkarıp önce bölgesel sonra ulusal gazete yapmayı hedefliyordu. İşte bu yüzden cin fikrine bayılmıştı, bulamadıkları haberi kendileri yaratmışlardı. Böyle bir işle bizzat kendisi ilgilenmiş, taa İzmir'e kadar gitmişti. Ağzı sıkı iki adam bulmuştu. "Bir şaka, bir oyun demişti adamları inandırabilmek için. İkna oldukları an ise Lütfü beyin yazdığı bol sıfırlı çeki ellerine aldıkları andı
     “Eğer yakalanacak olursanız beni kesinlikle tanımıyorsunuz" demeyi de unutmamıştı Doğrusu işsiz iki aktörün rollerinin hakkını fazlasıyla vermişti. Bir hafta içinde kimse görmediği halde hayaletlerin varlığına herkes inanmıştı. Gerçi kendisi hiç bir zaman onları görmedi ama gazetede şehir kulübünde kahvede duydukları adamların işlerini çok iyi yaptığını gösteriyordu. Kimi yaşlı bir kadın -bir cadı- gördüğünü iddia ediyordu. Kimi de tiz kahkahalardan ve yere vurulduğu tahmin edilen metal sesten söz ediyordu. Yaşlı adam yerinden doğrulurken
      “Adamlar işlerini çok iyi yaptılar aldıkları paraya helal olsun" demişti.
       Ayağa kalkınca poposunun üşüdüğünü fark etmişti. O an havadaki garip kokuyu duyumsadı. "İçtiğim sigaradan olmalı" diye düşündü. Bir sigara içimi sürede ne çok şeyler düşünmüştü. Ağır adımlarla geniş çim alanı ikiye bölüp giriş kapısına uzanan yolu yürümeye başladı. Mutluydu ve dudaklarında rahmetli kayın babasının çok sevdiği zeybek türküsü vardı. Bir iki dakika sonra başlayacak olan “Damat nerede kaldın, gül gibi kızımı ve beni bu süslü hapishaneye mahkum ettin" teranesine kadar mutluluğu uzasın istiyordu. Bir an durdu. Sol kolunu hafifçe sıyırarak saati okumaya çalıştı. Dikkatini saate verince arkasında bir ses duyduğunu sandı, aklına bekçi geldi. Bazen yağcılığını ilerletir gecenin bir yarısında
      “Bir ihtiyacınız var mı? Sorem dediydim" diye kapılarını çalardı. Özelliklede kırmızı Amerikan arabası kapıdaysa yapardı. Aniden döndü, geride kimse yoktu. Az önce yanan şatafatlı bahçe lambaları sönmüştü. İştahı kaçtığı için türkü söylemeyi bıraktı, aynı sesleri tekrar duydu. Metalik bir cisim yere vuruyordu sanki. Adımlarını sıklaştırdı. O yürüdükçe evinin önündeki bahçe uzuyor ev uzaklaşıyor gibiydi. Cesaretini topladı, geriye tekrar baktı. Az önce oturduğu bankın yakınlarında bir gölge duruyordu, seslendi.
      “Sen misin Yusuf Efendi" Gölgeden bir yanıt gelmedi. Aksine orada dikilip duran kara gölge o seslendikten sonra yaklaşmaya başladı. İşte o zaman metalik sesin nereden geldiğini anlamıştı. Donup kalmış, yaklaşan gölgeyi izliyordu.
      Gecenin karanlığında yaklaşan gölgenin bir ayağı belirgin bir şekilde takmaydı. Karanlıkta ışıldayan sarı metaldendi ve her adım atışında tınlıyordu. Kiraladığı iki gencin adını anımsamaya çalıştı. Hiçte önemsememişti isimlerini, ne de olsa onlar kendisi için kiralık iki adamdan başka bir şey değildi.
     “Beyler” dedi korku dolu bir sesle “İşiniz bitti, anlaşma sona erdi hakkınızı da fazlasıyla aldınız." Üzerinde yırtık giysileri olan hayal yaklaşmaya devam ediyordu. Üstelik ayak seslerine arkasında hayvanlardan bir ordu varmış gibi baykuş sesleri, köpek ulumaları destek veriyor gibiydi.
      “Beyefendi" dedi sesini biraz daha kibarlaştırarak. "Şaka bitti artık, üstelik burası benim evim." Tüyleri diken diken edebilecek tizlikte bir kahkaha duyuldu artık iyice seçilebilecek kadar yaklaşan gölgeden. Lütfü Bey karşısındakinin bir kadın olduğunu üstelik yaşlı ve çirkin bir kadın olduğunu anladığında aklı başına geldi. Geri geri yürüyen adımlarını sıklaştırdı. Bir yandan da elleri cebinde anahtarını bulmaya çalışıyordu, lanet olası anahtarlar yanında yoktu.
      Acele ettikçe eli ayağı daha çok karışıyordu. Döndü, gördüklerinin bir hayal olduğunu düşünmeyeçalıştı. Büroda viskiyi fazla kaçırmış olmalıydı ama ensesinde soğuk nefes bütün bunları yalanlıyordu. Bin yıllık bir mezar açılmış gibi ağır bir rutubet kokusu duyuyordu.  Şimdi tam olarak kapının önündeydi, zili çalmaya çalıştı. Bu kere zili bulamıyordu, yakası açılmadık küfürlerinden birini savurdu modern desenli çlık kapıya karşı. Ne karısı nede kaynanası dışarıdan gelen sesleri, bağırışları duymuyorlar mıydı? Titreyen elleri zilin yerini güç bela buldu. Dokunduğu anda içeriden “ding-dong" sesi geldi. Ama o muhteşem kaynanası buraya da yetişmiş zil sesinden rahatsız olmasınlar diye en düşük sesli ve en pahalı zili taktırtmışlardı. Hemen arkasında bir kahkaha daha duydu. Parmakları zilin üzerinde sürekli duruyor ev sanki o kibar “Ding-Dong" sesleriyle yıkılıyordu.
      Birden yanı başında üzerinde yalnızca deri bulunan kuru kemik gibi bir yüz belirdi. Başında kukuletası ağzındaki seyrek dişleri gösterircesine gülüyordu. Nefesi kusmuk kokuyordu bu defa cadının, ağzını bir kere daha açtı ve Lütfü beyin bilinç altına yer edecek o cümleyi söyledi.  “Empusa' ile dalga geçme." O saniye kapı açıldı, Lütfü Yurttaş kapıyı açanın kim olduğunu göremeden yere yığıldı.

      Israrla çalınan kapıyı sözleşmelere aykırı olduğu halde evin hizmetçisi açmıştı. Akşam yemeğinin bitmesinden sonra görevi bitiyordu. Dakikalarca çalınan kapıyı açan olmayınca mecburen kendisi gitmişti. Açmadan önce kapı üzerindeki mercekten Beyefendi’yi görmüştü. Kapıyı açtığında ise adam yığılıp kalmıştı. Orta yaştaki hizmetçi bir an korkuyla çevreye bakınmıştı. Yaşlı adamı tutmaya çalıştı olmadı, içeri çekmeye çalıştı, beceremedi. Korkuyla bağırmaya hanımına seslenmeye başladı. O an büyük hanımın merdivenlerde olduğunu fark etmişti.

      Bir telefon ile oğlu koşup gelmişti. Babası, oğlunun gecenin geç vakitlerine kadar çalıştığını zannediyordu. Aslında genç adam babasının kendisine taktığı unvana göre veliaht prens çoğu akşam babasının sayısını bilmediği dairelerden birine gidiyordu. Yanında ise muhtemelen küçük ortak Kamil Aksu’nun bulduğu bir hanım arkadaş oluyordu. İşte "Anneciği aradığında o babasının unuttuğu dairedeydi. Yanındaki bir kaç keredir beraber olduğu arkadaşı vardı. Her şeyi olduğu gibi bırakıp koşmuştu.
      Yarım saat sonra Lütfü Yurttaş salondaki üçlü koltuğun üzerinde kendine geliyordu. Büyükhanımın peşinden eşi de uyanmıştı. Son zamanlarda araları soğuk olsa da seviyordu kocasını. Hizmetçi ile birlikte adamı yarı taşıyarak yarı sürükleyerek içeri koltuğa yatırabilmişlerdi. Rukiye Hanım hemen oğlunu arayarak acele gelmesini sağlamıştı. Sonrada aile doktorlarını çağırmışlardı.

      Lütfü bey kendine geldikten sonra olanlar hakkında hiç bir şey söylememişti. Doktorun tüm ısrarlarına rağmen kalkmış ön kapıya gitmişti. Eve geldiğinden beri kafasının içerisinde hissettiği eksikliğin ne olduğunu anlamıştı. Sendeleyerek dışarı çıktı.
     Dışarıya çok sevdiği hep kendi gibi olmasını istediği oğluyla çıkmıştı. Bu arada kaynana, her zaman olduğu gibi belli bir saatten sonra bahçe ışıklarını söndürttüğünü söylemişti. Evin bütün ışıkları yakıldı. Bahçe aydınlatmaları -evde bir davet varmışçasına- yakılmıştı. Doktoru istirahat önerisini kabul etmediği için zorunlu olarak yanlarındaydı. Birlikte çıktıkları iyide olmuştu. Yoksa kalbi ikinci bir şoka dayanamazdı.

      Lütfü Yurttaş’ın ev halkından saydığı ama eşinin ve kayın validesinin bir türlü kabullenemediği bir köpeği vardı. İçinde oturdukları kooperatife taşındıkları ilk günlerde Sivas'tan getirtmişti. Sevimli bir yavru iken bile sevmemişti ne eşi nede kaynanası. O nedenle şık bir kulübe yaptırarak Ceyar ının tüm rahatlığını düşünmüştü. Kapısının üzerine pirinç plakaya adını yazdırmıştı."Ceyar" Eşinin, Görgüsüzlük demesine aldırmamış okunduğu gibi yazdırtmıştı. Lütfü Yurttaş gözlerini açıp yaşadıklarını anımsamaya başlamasından sonra aklına ilk Ceyar’ı gelmişti. Beyninin içindeki eksikliğin ne olduğunu anlamıştı, bütün o olayları yaşarken Ceyar'ının sesini duymamıştı. Nerede olduklarını bilemeyeceği birçok köpek havlamış, ulumuştu ama Kendi köpeğinden bir inilti dahi gelmemişti.

      Bir iki dakika sonra üç kişi ellerinde fenerler olduğu halde arka bahçeye doğru yürüyorlardı. Lütfü Yurttaşın zihni az önce yaşadıkları ile meşguldü. Yaşadıklarının aşırı yorgunluktan kaynaklanan kabus olduğunu düşünmeye başlamıştı ki köpeğinin halini gördü. O an bir kere daha olduğu yere yığıldı. O çok sevdiği iri yarı köpek et yığını olarak kulübesinin içinde yatıyordu. Hemen yanında tüten dumanlarsa siteye ilk geldiğinde fark ettiği - "içtiğim sigaradandır" diye düşündüğü kokunun gerçek nedenini açıklıyordu.

      Olay polise intikal etmedi.  Yalnızca Haber gazetesi olayı ilk sayfadan verdi.   "İlçemizin tanınmış ve sevilen simalarından Lütfü Yurttaş evinde geçirdiği kalp krizinden dolayı Özel sağlık hastanesine kaldırıldı..." şeklinde devam ediyordu. Aslında olay polise intikal etmemişti ama ertesi gün İlçede Lütfü Yurttaş’ın yaşadıkları konuşuluyordu. Hem de tüm dedikodularda aksamadan yürüyen kurallarla; bire bin katarak. Cadı, İlçenin dedikodu gündeminin ana konusu olmuştu. Pırasa saçlı, kırmızı gözlü, uzun burunlu, seyrek dişli ve lime lime elbise giyen bir cadı yediden yetmişe herkesin dilindeydi. Doğal olarak İşletmede de.
   Doğan, Yükselin odasına girip de "Günaydın" deyince aldığı yanıt  “Lütfü Yurttaş Empusa' yı görmüş" olmuştu. Doğan olaya nasıl bakması gerektiğini şaşırmıştı. Onu bu odaya getiren duygularıydı ama mantığı doğru yolda olduğunu söylüyordu. Günden güne yakınlaştıkları bu kız olayların içindeymiş gibiydi. Hatta belki de olayların merkezindeydi. Yine de gizini korumasını çok biliyordu. Koca bir gece birlikte olmuşlardı ama kızın ağzından bir kelime bile öğrenememişti. Salonda duran, markasını ve modelini hiç görmediği Google dan yaptığı araştırmalardan bile bir sonuca ulaşamadığı müzik setinin gerçek işlevini bile.

      Birde yakalanan adam vardı. Olay açıkça düzmece kokuyordu, bir masum kız çocuğu kaçırılıyor ve ertesi sabah sağ salim bulunuyordu. Sanki eliyle konulmuş gibi. Üstelik bu olayı polise bildirende doğrudan baskına katılan gazetecinin ta kendisiydi. Turanın gelip kendisini bulmasından ve Yakup Ustanın kararını öğrenmesinden sonra Gazeteye birlikte gitmişler olan biteni Yakup ustaya anlatmışlardı. Adam belli etmemeye çalışsa da ikna olmuştu. Yüzünün yumuşamasını gören Turan "karşı atağa geçmeyi" önermişti. Yılların gazetecisi böyle bir girişimin basın ahlakıyla bağdaşamayacağını söyleyerek konuyu daha başında reddetmişti.

     Konu hakkında biraz görüştükten sonra Doğan ikinci müdürün gelip gelmediğini sordu.

     “Anlamıyorum" dedi Yüksel yanıt olarak. "Son zamanlarda herkes benden kaçıyor gibi. Ahmet beyde izin almak için çabalayıp duruyor." Biraz düşündü.  “Müdür vekili olduğu için izin almakta zorlandığını duydum" dedi. "Hem de bir kaç aylık izin peşindeymiş dediler." Birden aklına gelmiş gibi ekledi
      “Sahi neden sordunuz. Bir adam durduk yerden izine ayrılmayı neden düşünsün. Hem de altı aylık -gerekirse ücretsiz izin istesin." Doğan dağdaki kulübede verdiği söz aklında olduğu için bu soruyu yanlış kişiye sorduğunu düşünüyordu. Sesine umursamaz bir hava vererek  “Kimbilir..." dedi.
      Yüksel Hanım yanılmıyordu. Bir martta pamuk sezonu resmen kapanınca çalışanlar izin yarışına girmişlerdi. Birol Bey ve Besim yıllık izinlerini kullanıyorlardı. Serkan Güler’se bayram tatilini fırsat bilmiş Ankara'ya ailesinin yanına gitmişti. Yasal iznine bir kaç günde “Beni idare ediverin" türünden ekleme yapmıştı. Amerikalılar hakkında ise kesinleşen bir bilgi yoktu. Kimi Ülkelerine döndüler diyordu. Kimi ise İzmir'de Natonun tesislerinde zorunlu oturma görevi verildiğini söylüyordu. Yönetim personelinden geriye az kişi kalmıştı. İşletme yıllık bakıma girecekti ama Müdür beyin gelmesini bekliyorlardı. Muhasebe odasındaki sessizliği Doğan bozdu.
      “Biliyor musunuz kayıp çakmak Ahmet Oker’de de yokmuş" dedi. Kız üzerinde çalıştığı belgelerden başını kaldırdı.
      “Gerçekten mi?" dedi hayretle. Ardından ikinci soru geldi “Nereden biliyorsunuz."
      “Dün kendisi söyledi. Kıskançlıktan dolayı almış ama bir iki gün ancak koruyabilmiş. Sonra ondan da almışlar."
      “Siz de inandınız öyle mi?" Doğan bir an "çok mu iyimser davranıyoruz acaba" diye düşündü. Ya adam gerçekten yalan söylüyorsa. Ya hesaplarını yanlış yapıyorlarsa" Doğanın kafası karışmıştı. O anda kapı çalındı, Besim kapıda gülümsüyordu. Gülümsemesi Doğanı göresiye kadar sürdü.
      “Merhaba" dedi dudaklarındaki donuk gülümsemeyle. Ardından alaycı bir cümle daha geldi.
      “Umarım rahatsız etmiyorumdur." Genç kız Doğandan önce tepkisini vermişti.
“Ne demek istiyorsunuz Besim Bey" dedi. Alaycı ses devam ediyordu. “Yo, yo gene yanlış anladınız çalışmalarınızı kastediyorum. Kızım için bir sevk kağıdı alacaktım da size de bir uğrayayım dedim" dedi. Odaya girmiş sayılmazdı. Geriye iki adım attı, kapıya ulaşmıştı. Tam kapı aralığında "İyi çalışmalar" dedi ve kayboldu.

       İlçede yaşayanlar yakalanan zanlı ile olayların son bulduğuna inanıyorlardı. Ya da en azından böyle olmasını temenni ediyorlardı. Bir sapık yakalanmıştı. Polise ifade veriyordu. Siyah büyük arabalarıyla çevreden dolaşan Amerikalılarda yakalanmıştı. Bu iki neden onlar için yeterli olmalıydı. Diğer çocuklar hakkında ise fikir yürüten yoktu. İfadeyi başkasına bırakmadan kendi alan Rüzgar Ali dışında.
      Sabah ihbar yapılıp adam yakalandığından beri vaktinin tamamını adamın yanında geçirmişti. Üzerinde çıkan kimlikte adının "Tuncer Özler" olduğu yazılıydı. Yine aynı kimliğe göre ilçe doğumluydu. Kendisini tanıyan kimse çıkmamıştı, garajda görüp konuşan zabıtalardan başka.
      Yirmi yedi yaşında Üniversitenin felsefe bölümünden terk biriydi. İleri sayılabilecek yaşına rağmen bekardı. Yani bunları adamın kendisi söylüyordu. Suçunu inkar ediyordu hatta  ortada bir suç olmadığını söylüyordu.
      “Köşede ağlayan bir çocuk gördüm, alıp otele götürdüm. Sabah da size getirecektim" diyordu. Ne üzerinde ne de kaldığı otel odasında ne delici ne kesici ne de başka bir silah yada benzeri bir nesne bulunmamıştı. Adamın üzerinde tırnak çakısı bile yoktu. Yalnızca çanta dolusu kitap vardı. Adamın aradıkları adam olmadığı açıkça belliydi. Yine de ortada bir suç vardı. O nedenle adamı bir kaç gün içeride tutabilirlerdi, öyle de yapacaktı zaten.

      Yüksel ve Doğan birlikte çıktılar fabrikadan. Çoğu akşam yaptığı gibi Doğan, arabasıyla genç kızı sokağının başına kadar bırakmıştı Bir davet beklemiş ama beklediği davet gelmeyince kendi akşam yemeği önerisinde" bulunmuştu. Yanıt olumsuz olunca da evlenme teklifi planlarının bir kere daha erteleneceğini anlamıştı. Söylediği önemli işin ne olduğunu merak ediyordu doğrusu. Yanıp sönen renkli ışıklarla salonda duran müzik seti benzeri cihazla bir ilgisinin olduğuna da emindi. Emin olması da gerekiyordu. Bu da bahçesi dev kaktüslerle dolu evi ve Cephane sokağını bu gece sık sık kontrol edeceği anlamına geliyordu.
      Çarşı içinde akşam yemeğini yedikten sonra geniş bir tur attı. Kahvehanelerin birine girip bir iki çay içti. Zamanın yeterince geçmiş olduğuna inanınca arabasıyla yukarı girişten Cephane sokağa girdi. Otomobilini park ettiği yerden Yüksel’in evini görebiliyordu. Beklediğine erişmek için fazla beklememişti, salonun ışıkları söndü.
     Yine o garip ışık dalgaları başladı. Doğan torpido gözünden bir gösterge çıkardı. Eski pilli radyoların büyüklüğündeki aletin yarısı ekrandı. Doğanın elindeki cihazın ekranında sinüs eğrileri belirdi. Havadaki dalgaları ekrana yansıtmak için geliştirilmiş osilaskop benzeri bir cihazdı. Yalnız şu an sinüs eğrileri belli yada bilinen bir düzende değil de karmaşık bir şekilde hareket ediyorlardı. Arada bir salon camına bakıyor elindeki cihazın küçük ekranında görünen ile salonun perdesine yansıyanlar arasında benzerlik kurmaya çalışıyordu. Elektronik bilgisinin bu kadar az olmasından dolayı kendine kızıyordu. Emin olduğu bir tek şey vardı ki içeride olanlar bir televizyonun renkli ışıklarının yansıması değildi.

      Bir saat sonra Doğan yine yollardaydı. O evde olanlar her zamankinden daha uzun sürmüştü bu defa. Sokağın aşağısına varınca son günlerde sıkça uğradığı büfeye gitti. Bu kere adam kendisini tanımıştı. Havadan sudan konuştukları bir kaç cümleden sonra televizyonunun görüntüsünü sordu şişman büfeciye. Adam gayet iyi olduğunu söyledi. Beş dakika öncesini ısrarla sormuş olsa da aldığı yanıt hep aynıydı. Üstelik adam ne televizyonunda nede anten düzeneğinde bir değişiklik yapmadığını söylüyordu. Bundan iki sonuç çıkarılabilirdi. Ya başından beri parazitlerin kaynağını yanlış yerde aramıştı. Yada genç kız cihazının etkilerini farketmiş gerekli ayarları ve düzenlemeleri yapmıştı. O salonda duran nesnenin ne olduğunu anlaması gerekiyordu.

149
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuziki
« : 04 Ocak 2016, 08:57:10 »
B Ö L Ü M    O T U Z İ K İ

      İzmir üzerinden İlçeye gidiyorsanız geçeceğiniz son belde "Nazlı" olacaktır. Yada İlçeden İle, İzmir'e gidecekseniz içinden geçmekte zorunda kalacağınız ilk belde de Nazlı olacaktır. Eskiden kendi halinde bir köy olan Nazlıköy son yıllarda kurulan fabrikaları ile bir sanayi merkezi olmaya başlamıştı. Beldenin arazisi tarıma uygun olmadığı için halkı önceleri hayvancılık yapıyorken orantısal olarak daha ucuz ve yol üzeri olan Nazlıköy'de büyük imalathaneler kurulmaya başlamıştı. Büyük imalathaneler zamanla fabrikalar dönüştü. Köy halkı bir işe yaramadığını düşündüğü topraklarını girişimcilere satmaya başlayınca da kurulan işyerlerinde işçilik yapmaya başlamışlardı.
      Gelişmeler artarak sürünce Nazlıköy on onbeş yıl önce belde olmuştu. Yeni adıyla "Nazlı Beldesi" büyümeye İlçeye doğru olduğu için zamanla İlçenin sanayi mahallesi durumuna düşmüştü. Kurulan işletmelerin sağladığı iş olanaklarına iklimin yumuşaklığını da ekleyince beldenin bir göç cenneti olduğunu söylemeye gerek yoktu tabii. Bu nedenlerden dolayı İlçenin kentler arası garajında bu yüzden her saat elinde çuvala tıkılmış battaniyesiyle, yıllar öncesinden kaldığı her halinden belli olan bavuluyla iş arayan birilerini görebilirdiniz.

      İlçe Garajının giriş kulübesinde oturan iki zabıta memurunda daha yaşlı olanı genç arkadaşına bilmişçesine  "Bak görüyor musun, bir tane daha" dedi Eliyle garaj bekleme salonunda plastik sandalyede oturup şaşkınca etrafına bakınan bir genci gösteriyordu. Sözlerine bilmem kaçıncı defa kendi Başkanını överek devam etti.
      “Daha ne İstanbul ne de İzmir belediye başkanların aklına "vize" gelmezken Beyefendi "İç göç için vize koyalım demişti' dedi. Doğruydu söylediği zabıta memurunun Beyefendi diye hitap ettiği belediye başkanları "İç göçü önleyebilmek için Vize koymalıyız" demişti.  Hem de Bütün kentlerin belediye başkanlarından çok önce. Genç zabıta memuru sözün devamında ne geleceğini bildiği için "yiğitlik bende kalsın" mantığıyla olsa gerek
      “Hadi o zaman amirim gereğini yapalım" dedi. İkisi birden yerlerinden doğruldular. Onlar ağır adımlarla kulübelerinden çıkıp bekleme salonuna yürürlerken salonun terminale bakan yönde dışarıda oturan adam kalkmış garajın öte tarafına köy minibüslerinin kalktığı yere doğru yürümeye başlamıştı. Yaşlı olan genç yardımcısına
      “Malik beni oralara kadar yorma, sen ilgileniver " demişti. Genç adam bozulmuştu ama hiç bir yanıt vermeden köy minibüslerine doğru adımlarını sıklaştırdı. Amiri arkasından seslendi, “Biliyorsun en tehlikeli insan işsiz insandır" dedi. Oracıkta konuşacak birilerini bulmakta zorlanmamıştı garaj Amiri.
      Beş yada on dakika sonra yine sıcacık bekçi kulübesindeydiler. Zabıta Memuru Malik bu olayı da vukuatsız atlatmıştı Karşısında ki vatandaşa “Kimsin, nereden geliyorsun, çok kalacak mısın?" diye sorular sormak zoruna gidiyordu. Belediyeye babasının zoruyla girdiği için derdini bir kaç kere babasına anlatmış babası da ona
      “Oralarda biraz piş sonra seni daha iyi bir yerlere aldırırım" diye oğlunu teselli etmişti. Çok şükür ki bu kere de yumuşak huylu misafire rastlamıştı. Gençlik yıllarından orta yaşa yönelen yabancı kibar sayılabilecek bir dille sorularını yanıtlamıştı.
      “İzmir'den bir akrabasının düğünü için gelmiş iki gün sonra dönecekmiş dedi. Karşısında ki amirinin soru sormak için hazırlandığını görünce “Adama dikkatlice baktım bir kere daha görsem tanıyabilirim" dedi. Aslında Amirinin huyunu bilmese ve alıcı gözüyle bakmasa bile az önce konuştuğu deri montlu adamı kolay unutmazdı. Genç memur Malik adamın yanından hemen ayrılmayıp adamını bir iki dakika gözle izleseydi karşısında kişinin yalan söylediğini anlayabilirdi Yabancı zabıta memuru yanından ayrıldıktan sonra garajın yüz metre ilerisindeki otele girmişti.
      Gün ve gecenin devir teslim yaptığı dakikalardı. Hava kararmaya başlayınca sokak lambaları görevlerini yapıyorlardı. İnsanlar evlerine gitmek için olabildiğince acele eder gibiydiler. Ne de olsa koca bir gün çalışmışlar dinlenmeyi hak etmişlerdi, üstelik bu haftanın son günüydü.

      Kalabalığın arasında genç bir kadın bir elinden tuttuğu çocuğu sürüklercesine yürüyordu. Belli ki onunda diğer hemşehrileri gibi acelesi vardı. Bir taraftan acele ediyor hızlıca yürüyordu ama bir yandan da konuşuyordu. Kendi kendine mi, yoksa yanında sürüklediği çocukla mı konuştuğu anlaşılmıyordu. Çevresindeki kendi gibi onlarca insanı hiç görmüyor gibiydi.

      “Babacığın eve gelmeden varalım bari" dedi. Aslında ne kendiyle ne de yanında taşıdığı çocukla konuşmuyordu. Yüzünde ki acemice yapılmış abartılı makyajla gizlemeye çalıştığı morlukların sahibiyle konuşuyordu. Kurduğu cümleler kafasından geçen düşüncelerin dışa vurumu olmalıydı.
      “Ananem hasta dersin" dedi yanındaki çocuğuna. Belli ki kendi de inanmamıştı söylediğine “Yoksa teyzen çağırdı mı desen" dedi. Yine hoşuna gitmemiş olmalıydı. “En iyisi elektrik faturasının son günüymüş. Onu yatırmaya gittim diyelim" dedi. Bu son fikir hoşuna gitmişti.
      Minibüs durağına varmıştı. İlk gelen minibüse biner evine daha çabuk varırdı. Evleri yüksek blokların arkasında ki gecekondulardan biriydi. Aniden aklına gelen bir fikirle gülümsedi, alacağı bir küçük rakı izin belgesi yerine geçebilirdi. Bütün gününü geçirdiği annesinin yaşlı gözlerle kızına uzattığı banknotu aldığı için mutluydu. Yanında ki çocuğu köşedeki elektrik direğinin dibine oturttu. Elindeki pazar çantasını andıran naylon çantayı yanına bıraktı.
      “Nazife, sen burada otur. Anne babaya rakı alsın gelsin." dedi. Küçük çocuk bu türlü davranışlara alışkın olmalıydı ki annesinin gösterdiği yere çömeldi. Genç kadın kavşağın sarı ışıklarının altında arabaların arasında kayboldu. Yolun ilk bölümünü kazasız geçmişti. Geriye dönüp kocaman direğin dibine bıraktığı kızını görmeye çalıştı. Çocuk mahzun çevresine bakınıyordu. Göremeyeceğini bilerek kızına el salladı. Sonra ikinci hamleyi yapıp karşıya vardı. İlk girdiği dükkanda rakı bulamadı. Biraz ilerisindeki ikinci büfeye yürürken kendisinde var olan değişiklikleri düşünüyordu.
      İlk zamanlar ne kadar zor geliyordu marketlerden büfelerden rakı almak. İçmesini bilen ama almaya gelince tutucu kesilen çevresinden çekinen kocasının rakısını almak kendisine düşüyordu. İlk günler kendisine ne kadar zor geliyordu bu istek. Market sahibinin hakkında ne düşüneceğini hissedince üzülüyordu. Zamanla işi yüzsüzlüğe vurmuş ekmek veya makarna alır gibi rahatlıkla “bir ufak rakı” demeye alışmıştı. Kağıda sarılmış şişeyi koltuğunun altına sıkıştırdı. Direğin dibinde kendisini bekleyen kızına sakız almayı unutmamıştı. Az sonra minibüse binecek evlerine varacaktı. Eğer kocası eve henüz varmamışsa şişeyi uygun bir yere saklar ileride sıkışık olduğu bir gün kullanırdı. Eğer kocası evde akşam ezanlarına kadar gezinen " karısını bekliyorsa kullanacaktı.
      Tekrar karşıya geçmek için azgın bir ırmak gibi akan yola baktı. Karşıya varmak, kızına kavuşmak için acele ediyordu. Karşıya vardığında direğin dibinde kendisini beklemesi gereken çocuğunu Nazife’sini göremedi. İçini bir korku kaplamıştı. Kalabalık yüzündendir diye düşünmeye çalışıyordu, direğe yaklaştıkça yüreğinin atışı hızlanıyordu.
      “Allah’ım yok" diye mırıldandı önce.”Nazife yavrum" dedi. Direğin dibinde çantası bıraktığı gibi duruyordu. Sayıklar gibi, "Nazife yavrum...  Nazife yavrum" diyor durakta döneliyordu ama küçük kızını göremiyordu.  Durağı oluşturan kaldırım boyunca deli gibi bir sağa bir sola koşturmamaya başlamıştı. “Nazife!!!" Bağırış akşamın tüm gürültüsünü bastırdı. Geniş ve uzun bekleşenler öylece kaldırıma yığılan bir kadın görebilmişlerdi sadece.

        Haber Turana ulaştığında saat dokuza geliyordu. Annesinin ısrarını kıramamış, eşofmanlarını giymişti. Minik kuşlarım dediği haber kaynaklarından biri aradığında televizyon izliyordu. Apar topar giyindi. Vespasını çıkardı. Cep telefonunu kapatalı üç dakika olmamıştı ki Turan motosiklet üzerinde Merkez karakoluna doğru yol alıyordu.
      Hükümet binasının ilk katındaki Merkez karakoluna vardığında olay hakkındaki ilk bilgileri kapıdaki nöbetçi polis memurundan alıyordu. "İlginç" dedi olayı dinlediğinde. Nöbetçi polis anlamamıştı.
      “Anlayamadım" dediğinde ise “Diğer olaylara pek benzemiyor" dedi ve içeri doğru yürümeye başladı. İçerisi pek kalabalık sayılmazdı. Girişte parklardan sökülüp getirilmiş gibi duran bankların birinde oturan yaşlı bir çift vardı. Kapıyı tıklatıp içeri Baş komiserin odasına girdi.
      “Merhaba Ali Komiserim" derken bir an içeridekileri süzdü. Komiserin masasının önünde  anne ve baba olduklarını tahmin ettiği iki genç duruyordu. Biri uzun boylu zayıf bir erkek, diğeri ise saçı başı karmakarışık bir genç kadındı. Erkeğin üzerindeki takım elbise ne kadar özenli duruyorsa anne olduğunu tahmin ettiği genç kadında da pazen elbisesi o kadar eğreti bir şekilde duruyordu. Erkeğin saçları briyantinliymiş gibi taralıydı ama kadının saçları darmadağınıktı. Ağlamaktan gözleri şişmiş bir halde başı önünde yığılmış gibi koltukta oturuyordu.
      “Ooo" dedi masada oturan Rüzgar Ali. "Ben sen daha önce bekliyordum." Sesindeki alaycı ton odadaki gerginliği yumuşatmak içindi.
      “Kızımı bulacaksınız değil mi?" genç kadın kafasını kaldırınca yüzündeki çürükler ortaya çıkmıştı.
      “Yüzünü bu hale bu adam mı getirdi?" diye sordu Baş komiser. Kadın göz ucuyla karşısında oturan adama korku dolu gözlerle baktı. Adamın bakışları kin ve nefret doluydu.
      “Yok komiser abi" dedi ağlamaklı bir sesle. ”Evden aceleyle çıkarken kapıya çarptım." Aynen kocasının öğrettiği gibi söylemişti. Turan bir ara ne yapacağına karar verememiş gibi ortada kaldı.
      “Ben sonra geleyim" diyebildi. Komiser eliyle duvar dibindeki sandalyeyi işaret etti. Karşısında oturan kadına teselli olsun diye sesini olabildiğince şefkat perdesine sararak konuşmaya başladı.
      “Biz kızınızı mutlaka bulacağız. Siz evinize gidin." dedi. Adam ayağa kalktı. Karısının koluna girdi. Ağır adımlarla dışarı çıktılar.
      “Dövmüş değil mi?" Doğan asıl olayı unutmuş önünde az önce odada gördüklerini soruyordu. “Maalesef" Komiser başını sallamakla yetinmişti. Bir ara dahili zili çalıp nöbetçi memura kocayı geri çağırtmayı ona iyi bir fırça atmayı düşündü. Yapamazdı, eğer yapacak olursa evde acısı misliyle çıkarırdı karısının üzerinden.
      “Adamın taktik değiştirdi galiba." Uzun süren bir sessizlikten sonra ilk konuşan Ali Rüzgarlı olmuştu. Turan, karşısında ki orta yaşların sonuna yaklaşan komisere baktı. Karadeniz insanının karakteristik yapısı vardı yüzünde.
      “Niçin benim adamım oluyormuş ki" dedi sitemle. Rüzgar Ali az önce çıkanlardan utanmayacak olsa kahkaha atacaktı bu tepkiye.
    “Yok yok " diye düzeltti sözlerini. "Senin bu olayın peşinde koştuğunu bildiğim için öyle dedim" dedi. Komiser karşısında yanıt vermeye hazırlanan genç adama baktı "Sözün gelişi yani" dedi.
      Komiser karşısında oturan delikanlıya baktı. Sevimli sayılabilecek bir yüzü vardı. İşine bağlıydı ve ciddiye alıyordu.  "Ben senin bu olayı çözmeyi çok istediğini düşünüyorum" dedi. Gülümseyerek  "Hatta bu olayın çözümünde Uğur Dündar veya Savaş Ay olma isteği ve çabası görüyorum" dedi. Yanılmadığını bir kere daha anlamıştı. Turanın yüzü kıpkırmızıydı, bu da Onu öbür yalaka heriften ayırıyordu.
      “Ters olan bir şeyler var" dedi Turan duyduğu örtülü övgüleri sindirdikten sonra. Yanıt ise bir kelimeden ibaretti. Evet. Komiser masasından kalktı, odada bir tur attı. "Kaçırılan kızın yaşı bir hayli küçük.
"Annesinin dediğine göre dört yaşına yeni girmiş." Turan Komiserin sözlerini tamamladı. 
“Üstelik ilk defa İlçe merkezinde böyle bir işe kalkışıyorlar" dedi. Birden aklına gelmiş gibi sordu.
”Hiç görgü tanığı var mı?" Odayı adımlayan adamın dudakları büzüştü.
        “Akşamın alaca karanlığında İlçenin en kalabalık merkezinde olay meydana geliyor ve kimse ne olduğunu bilmiyor" dedi. Sayıklar gibi devam etti. "Paran yoksa kefil ol, işin yoksa tanık ol" Komiser duvar kenarında sandalyede oturan gazeteciye yaklaştı.

      “İlçede gene arama ve taramalar yapılıyor. Jandarma gene bize yardımcı oluyor ama ben yine de umutsuzum" dedi. Dokunsalar ağlayacakmış gibiydi. "Geceleri uykularım kaçıyor. Kim yada kimler yapıyor, bu yaştaki çocuklardan ne istiyorlar. Daha da önemli bu işler daha ne kadar sürecek. Daha kaç ana baba ağlayacak. Toplumumuz bir acayip oldu, biz farketmedik ama küçük Amerika olduk galiba" dedi. Turan karşısında ki adamın içtenliğinden etkilenmişti. Sandalyeden kalktı.
      “Bende biraz araştırayım" dedi. Tam kapıdan çıkarken  “Bir haber alırsam sizi mutlaka arayacağım" dedi.

      Turan olayı Doğan’a haber vermeyi düşünüyordu. Haber vermesi ve Doğanın yanına varması onikiyi bulmuştu. Önce karı koca ile konuşmuştu, girişte görememişti kayıp çocuğun ebeveynini. Merdivenlerden bahçeye inince kuytuda bir bankta oturduklarını farketmişti. Yanlarına yaklaştıkça konuşmalarından -özelliklede kadının yüzünden- mutlu bir çift olmadıklarını anlamıştı. Onlardan bir şey öğrenemeyince olay yerine gitmişti. Çevre dükkanlardan kadını yada çocuğu anımsayan yoktu. Kadının rakıyı aldığı büfeci bile anımsamıyordu müşterisinin yüzünü. Yalnızca meydanlığın karşısındaki taksi durağından bir Şoförünün olayı gördüğünü duymuştu. Adamı izbe kahvelerin birinde bulmuş ağzından söz alabilmek için akla karayı seçmişti.
      “Bir elin de eski bir çanta öbür elinde sürekli ağlayan bir çocuk olduğu halde yanlarından yürüyüp giden birini anımsıyordu.  “Adamı arkasından gördüm. İstediği alınmamış bir çocuktur" diye önemsemedim" dedi. Turan   "Olsun siz anlatın" deyince taksi Şoförü argo zengini Türkçesiyle anlatmaya devam etti.
      “Adamın kahverengi montu vardı" bir an durdu. Peşinden “Eski kürk yakalı montlardan." diye ekledi. Turan yaşlı şoförün anlattıklarına ne kadar güveneceğini bilemiyordu. Çocuk annenin tanımına uyuyordu. Zaman da olayın geçtiği zamandı. Yine de adamla konuştuğu yer ve adamın tavırları güven vermiyordu. Şoförün tanımı kendi kuşkulandığı kişiye uyuyordu Özellikle de tanımladığı montu daha önce kimin sırtında gördüğünü biliyordu. Bir an polise gidip gitmeme tereddüdü yaşadı.

      Kapıdan çıkarken Rüzgar Ali'ye verdiği söz aklına gelince istikametini Hükümet binasına çevirmişti. Olayı anlatmış haberi kimden aldığını söylememişti. Ne de olsa düşman kazanmak istemiyordu. Doğanı bulması içinde motosikletinin çok kilometre yapması gerekiyordu.
      Önce evlerine gitmişti. Ev karanlıklar içinde olunca yönünü Hasan abilerine çevirmişti. Allah’tan Hasan abisinin evi Doğanın evine uzak değildi. Sokağa girince lekeli bej arabayı gördü. Yüzüne bir gülümseme yayıldı. Ayaküzeri olan biteni anlattı.
      Doğanda kendisi yada Rüzgar Alinin düşündüğü gibi düşünüyordu. Ya taktiksel bir değişme vardı olay yeni bir boyut kazanıyordu. Ya da bu olayın diğer olaylarla bir bağlantısı yoktu. Turan ayrılmak üzereyken içindeki kuşkulardan söz etti. Taksi Şoförünün tanımladığı kişi ile kendi listesinin başındaki kişi uyuyordu.
      “Yarın orayı bir kere daha ziyaret edeceğim" deyince Doğan birlikte gitmeyi önermişti.
      “Beraber gidersek sürpriz olur" demişti. Evet, Turan Doğandan sürpriz kelimesini duymuştu ama bunun "suçüstü" anlamına geldiğini biliyordu. Sabah buluşmak üzere sözleşerek ayrıldılar.

      Sabah Doğan uyandığında duvardaki fosforlu saat beşi gösteriyordu. Yatağından doğrulup giyinmeye başlamıştı ki dışarıda kulağına artık tanıdık gelen motor sesini duydu. Annesi ağabeylerinde kalmıştı. Abisinin ve yengesinin bütün ısrarlarına rağmen onlarda kalmamıştı. "Sabah erkenden Turan’la tavşana gideceğiz" demişti.


      Hava aydınlanmaya başladığında onlar çoktan Gümüşlü çayının köprüsünü geçmişlerdi. Bu yol geçen hafta Turanın vespasıyla tırmandığı Gümüşlü dağının patikasından daha genişti. Gene patika gibiydi ama bu yolu keçilerden başka traktörlerde kullandığı için biraz daha genişlemişti. Genişti ama bir o kadar da bozuktu. Çoğu odunla yada zeytin çuvallarıyla dolu traktörler yolu bozmuşlardı. Geniş çukurlar su doluydu.
      Asfalt yoldan içeriye doğru dört beş kilometre gittiler. Önceleri sıkça bağ evlerine rastlıyorlardı. Sonra aradaki yüksek düzlüğü geçip Gümüşlü dağına yaklaştılar. Karşılarındaki kulübeyi görünce arkada oturan Turan sol eliyle işaret ederek “Şu görünen mi?" dedi. Turan başını olumsuzca salladı. İki dakika sonra ise motosikletini kenara çekip,
      “Buradan sonrasını yayan gideceğiz" dedi. Vespayı geçen hafta bıraktığının benzeri bir yere bıraktılar. Aceleyle yapılabilecek gizliliği sağlamayı unutmamışlardı. Beş yüz metre kadar yürüdükten sonra Turan yukarı tırmanacaklarını söyledi. Doğan hiç itiraz etmedi Nede olsa Turan bu işi iyi biliyordu. Zeytin ağaçlarının arasından yürümeye beş on dakika daha devam ettikten sonra Turan ileride bulundukları yerden kolay seçilemeyen ağaçların arasında kaybolmuş kulübeyi gösterdi. Kulübe yüz metre kadar ileride aşağıdaydı.
      “Mavi Mobileti görebiliyor musun?" Turan havaya girmiş fısıltıyla konuşuyordu. Doğan tüm dikkatini vererek baktı.
      “Yok" dedi. O da havaya girmiş gibiydi. ”Henüz gelmemiş olmalı." Dikkatli bir şekilde yürüyerek kulübeye yaklaştılar. Yoldan değil de yamaçtan yürümeye devam ediyorlardı. Yeterince yaklaştıklarına kani olunca Doğan,
      “Ben çevreyi kontrol edeceğim. Sen burada bekle" dedi. Genç gazetecinin itiraz etmeye niyetlendiğini görünce
      “Birinin burada kalması iyi olur" dedi. Doğan önündeki ağaca tutunarak inmeye başlamıştı ki uzaktan duyulan motor sesi onu duraklattı, hemen geri tırmandı. "Adamımız geliyor galiba" dedi. Bulundukları yerden onları kimsenin göremeyeceklerini bildikleri halde toprağa biraz daha yapıştılar. Sessizliği yalnızca yaklaştıkça artan motor sesi bozuyordu. Bekledikleri kişi tahminlerinden daha uzun bir süre gözükmedi. Dakikalar sonra geldikleri yön belirdi. Evet, bekledikleri konuktu motosikletin üzerindeki. Gelmekte gecikmesinin nedeni ise bacaklarının arasında sıkıştırarak taşıdığı çuval olmalıydı. Adam bacaklarının arasında kocaman bir çuval taşıyordu. İki genç tam siper yattıkları ağaçta birbirlerine baktılar. Hiç bir şey söylemeseler de aralarında ki iletişim sağlamdı, Turan haklıydı galiba.
      Güçlükle içeri aldı motosikletini aşağıdaki adam. Önce taşıdığı çuvalı güçlükle yere bıraktı. O zaman kendisini izleyen iki çift göz gördükleri karşısında ürperdi. Çuvalda taşınan her ne ise kıpırdıyordu, canlıydı. Adamın üzerinde ki kahverengi yakası kürklü mont taksicinin tanımladığı mont olmalıydı. Turan Doğana baktı.
      “Ne zaman harekete geçeceğiz" deyince
      “Biraz daha" dedi Doğan. ”Olacaksa tam bir suç üstü olsun" diye sözlerini tamamladı. Yine de boş durmuyorlar, yattıkları yerden kayar gibi kulübeye yaklaşıyorlardı.
      Adam mobiletini bıraktıktan sonra çuvalı kucakladı. Kulübenin kapısına yöneldi. Yukarıda bekleyenler onu göremez olmuşlardı. Bir dakika geçmemişti ki adam tekrar bahçede göründü. Ortalıkta bıraktığı mobileti aldı. İçeri sundurmanın altına çekti.

     Yamaçtaki iki adamın hareketleri hızlanmıştı. Doğan, kendisinden umulmayacak çeviklikte yamaçtan aşağı iniyordu. Turan, yetişmekte zorlanıyordu. Doğan ne kadar sessiz hareket ediyorsa Turan o kadar taş yuvarlıyor, dal kırıyordu. Durdular, kulübenin arka duvarı tam aşağılarındaydı. Doğan geri dönüp bakınca Turanın elinde küçücük bir makine farketti.
      “Daha ne bekliyoruz, ben hazırım" demişti. Doğan konuşmadan sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürdü.  "Adam biraz soluk alsın ne yapmayı düşünüyorsa hazırlan sın hele" dedi. Dedi ama Turan dengesini bir an kaybetmiş düşmemek için uzandığı dal büyük bir çıtırtıyla kırılmıştı. Ovada yankılanan çıtırtı harekete geçmelerine neden olmuştu. Ok yaydan çıkmıştı artık. Yuvarlanır gibi aşağı gürültüyle indiler. Sessizlik kuralı çiğnendikten sonra çabukluk gerekiyordu.

      Bir iki saniye sonra ağır ağaç kapının önündeydiler. Adamları kendi hapishanesinde gibiydi. O dar pencereden, kalın demirlerden yapılmış parmaklıklardan çıkması mümkün değildi. Tek sorun ise çuvalda duran çocuktu. Çocuğu sağ salim geri almaktan başka bir düşünceleri yoktu. Diğer çocukların gömüldükleri yerleri nasıl olsa öğrenirlerdi. Doğan bu düşüncelerle kapıda dikilirken nefes nefese Turan yanına geldi.
      Elindeki profesyonel fotoğraf makinesini hazırlamıştı. Gazeteci olduğuna göre bu fotoğraflar onun hakkıydı. Bu olay için çok emek vermişti, aralarındaki sessiz işaretleşmeden sonra Doğan kapıya bastı tekmeyi ve o an Turanın elindeki makinenin flaşı peş peşe patlamaya başladı.
      Yüzü ilk kızaran Doğan mıydı yoksa fotoğraf makinesinin objektifi ile gören Turan mıydı? Eğer birbirlerinin yüzlerine bakıyor olsalardı gördüklerinden dolayı yüzlerinin kıpkırmızı olduğunu fark edeceklerdi. İçeride çırılçıplak bir adam vardı. Bir de olan bitenden habersiz keçi. Doğanın kafasında uzun yıllar önce öğrendiği bir kavram belirdi. Zoofili

      Sonrası tam bir dramdı. İsterseniz olayı özetlemek için kara mizah kavramını da kullanabilirdiniz. Müdür Yardımcısı Ahmet Oker, bir anlık şaşkınlığı geçince odanın bir yanındaki bıçağa seğirtmiş intihara kalkışmıştı. Sonra kahkahalarla gülmeye başlamıştı, ardından de hüngür hüngür ağlıyordu. Geçici bir cinnet, delilik yaşıyordu. Olayı, kayıp çocuğu unutmuşlar Ahmet Oker'i yatıştırmaya çalışıyorlardı.

      Doğan bu suçun insanlık tarihi kadar eski olduğunu söyledi. Olayın burada bu kulübede kalacağını söylediler. Samimiyetlerinin kanıtı olarak makinedeki filmi çekip çıkarmışlardı. Biraz sakinleştikten sonra Ahmet Bey ağlayarak anlatmaya başladı.
      “Bu alışkanlık doğrudan bu şekilde başlamadı. O zamanlar gazeteler bu kadar cüretkâr değildi. Bir çift bacak için yada mayolu bir resim için gazete aldığımı biliyorum. Sonra porno dergileri ve porno filmleri tanıdım. Düzenli olarak dergiler alıyordum" dedi. Odanın köşesindeki masaya yöneldi. Yavaş hareketlerle masanın altından bir tahta sandık çıkardı. Ne olur ne olmaz diye Doğan ileri atıldı.
      “Merak etmeyin" dedi Ahmet Bey. ”Ben kendi halinde bir sapığım cani yada katil değilim" dedi. Yüzünde acı bir gülümseme vardı. "Pek çok şeyden fedakarlık edip bütün bunları alıyordum" dedi ve sandıktan çıkardığı dergileri odanın ortasına fırlatmaya başladı. Bir anda odanın ortası renkli büyüklü küçüklü dergilerle dolmuştu. Onlarca çıplak kızla kadınla dolu dergi odanın ortasındaydı. Turanın oturduğu divanın altına elini uzattı. Oradan da bir karton kutu çıkardı. Onda da dergiler kitaplar vardı. Duvarda ki rafa el attı. Büyük kocaman bir sarı zarf vardı rafta. Zarfın içinden de benzer resimler çıkmıştı.
      Adam, gençliğinde yasaklardan kurtulmak için rahatlamak için pornoyu seçmişti. İleri yaşlarda kurtulamamıştı alışkanlıklarından. Belki de bu yüzden yuvası dağılmıştı. Zamanla dergiler kesmez olmuştu ama karşı cinsle sağlıklı ilişkiler kuramamış geneleve gitme cesareti gösterememişti. Bir gün zoofili dergisi eline geçince bu yol daha kolay gelmişti.  Ahmet Bey “Benim ki kimseye zarar vermeyen bir alışkanlık" diye sözünü bağlamak istedi. Doğan odanın bir kenarında duran masum keçiyi gösterdi. Adam başını öne eğmek zorunda kalmıştı.
      Doğan, bir süre odanın ortasına saçılan dergileri süzdü. Adamdan iğrendi.İçinde korkunç bir kusma isteğini zorlukla bastırdı. Bakışlarını dergilerin üzerinden çekip karşısında duran olduğundan çok yaşlı görünen adama çevirdi. 
“Çakmak nerede peki?" Ahmet bey utangaç bakışlarını Doğana çevirdi. Bakışlar ayaklarından başlayıp yukarılara çıktı ama yüzün alt bölümüne takıldı kaldı. Göz göze gelebilecek cesaret yoktu.
       “Anlamadım... Ne çakmağından söz ediyorsunuz." Yanıt sertti.
“Bir yüzünde "I.C.A." diğer yüzünde "20. YIL" yazan çakmak" dedi. Ahmet beyin bakışları tekrar yere döndü. Fısıldar gibi
“Onu da duydunuz demek" dedi. Bir anlık suskunluktan sonra  "O fabrikada emeğim çok benim, aylarımı yıllarımı verdim. Ama teşekkür belgesini, ödülü alan başkalarıydı. Beğenmiştim o çakmağı ve hakkım olduğunu düşünerek almıştım." Bir iki saniye durduktan sonra devamında gelebilecek soruyu tahmin ediyor olmalıydı ki anlatmaya devam etti.
     “Ben aldıktan bir kaç gün sonra benden de aldılar" dedi. Doğan cebinden çakmağı çıkardı. İki parmağının arasında yazılar okunacak şekilde adama uzattı. "Bu O çakmak mı?" Kafa belli belirsiz sallandı. "Sanırım" dedi yalnızca. Bu yanıtın evet olduğu belliydi.
     “Ne zaman" Doğan sorunun eksik olduğunu fark etmişti. “Yani ne zaman kayboldu" diye düzeltti.
     “Bende fazla durmadı. Bir iki gün sonra benden de aldılar " dedi. Bu konuda ki en son soru ise yanıtsız kalmıştı. "Sizce kim almış olabilir." Yanıt utanan boş bakışlar ve suskunluktu.

    Bir saat sonra hayal kırıklığı içindeki iki kişi ilçeye dönüyorlardı. Bu defa vespayı Doğan kullanıyordu. Geride yanan bir kulübe kalmıştı. Doğanın ve Turanın bütün itirazlarına rağmen Ahmet Oker, günah yuvası diye adlandırdığı kulübeyi ateşe vermişti. Turan arkasında oturduğu Doğana bağırarak
    “Doğru mu yaptık?" dedi. Doğan yanıtını veresiye kadar araç bir hayli yol almıştı. "Emin değilim ama üzerine biraz daha gitseydik intihara kalkışırdı" dedi sesini duyurmak için bağırarak. Turanda öyle düşünüyordu. Birlik İşletmesinin ikinci müdürü Ahmet Oker bir sapıktı. Kendi deyimiyle "kimseye zararı olmayan bir sapıktı." Yine de hem Doğanın hem de Turanın kafasında soru işareti kalmıştı. Acaba söylediklerinde içten miydi? Acaba bastırılmış duygular hep böyle yavaş mı ortaya çıkardı. Uzaktan asfaltta motor sesleri duyulmaya başlamıştı.

      İlçeye vardıklarında ikisi de Şoke olmuşlardı. Sapık yakalanmıştı. Hem de kaldığı yerde, otel odasında. Otel sahibi sabah geldiğinde gece gelen konukların listesine bakmış kuşkulu gördüğü ismi polise bildirmişti. Polis sessizce gelmiş tüm kurallarıyla bir baskın düzenleyerek adamı kıskıvrak ele geçirmişlerdi. Baskını düzenleyen Rüzgar Aliydi. İki polis otelin kapılarını tutmuş Rüzgar Ali ve güvendiği üç-dört genç polis baskını düzenlemişti.
      Baskına katılıp görevli olmayan bir kişi vardı. "Haber Gazetesi" muhabiri Kamil Aksu. Kapıyı vurmuşlar içeriden gelen soruyu -tıpkı Amerikan filmlerindeki gibi- "oda servisi" diye yanıtlamışlardı. Bütün bu olan bitenleri daha sonra otel sahibinden öğrenmişti Turan.

       Gazeteye döndüğünde Yakup usta burnundan soluyordu. Nereden getirildiği bilinmeyen küçük ekran bir televizyonu izliyordu. Üstelik hiç yapmadığı bir şeyi yapıyordu. Elinde bir uzaktan kumanda kanaldan kanala dolaşıp duruyordu. Belli ki aradığı özel bir şey vardı. Star Tv. ve Show Tv. haberi ikinci yada üçüncü haber olarak vermişlerdi. A Tv ise bültenin sonlarına doğru yayınlamıştı. Ne onlar ne de haberi paket olarak onlara verenler basit ayrıntıları düşünmüyorlardı.
      “Eğer sapık yakalanan kişi ise linç edilmeye çalışılan Amerikalı iki genç masum muydu? Diğer çocuklardan olumlu veya olumsuz hiç bir haber yoktu Haber kuşağı geçtikten Yakup Usta televizyonu kapattı. Televizyonun sesi kesilince gazetenin yazıhanesine bir sessizlik çöktü. Kimsenin dili bir şey söylemeye varmıyordu. Bir kaç dakika sonra



     “Hadi bakalım herkes evine" dedi. Başka bir gün olsa çalışanlar sevinçle hareket ederlerdi ama bu akşam kimsenin gitmeye gönlü yoktu. Turan ustasına bir şey diyecek oldu ama daha kelimeler ağzından çıkmadan yaşlı ustanın sert sözleri sadece yutkunmasını sağladı.
      “Evet Turan bey bu iş bitmiştir." Masasına oturdu. “Adam haber hazırlıyor ve hazırladığı haberi ana akım televizyonlara, ulusal basına satıyor." Sesi kendi kendine konuşuyormuş gibiydi. "Bizim hızlı gazetecimiz ise dağlarda geziyor." Bu şartlar altında Turanın söyleyebileceği hiç bir söz yoktu. Tam kalkıp gitmek üzereyken öldürücü cümle geldi.
     “Yarın sabah Sigortaya emeklilik dilekçemi göndereceğim dedi. Durum gerçekten umutsuz olmalıydı, elini yavaşça kapıya attı. Kapı hafif aralandığında Yakup ustanın son cümlesi geldi. "Aklında olsun, gazetemiz satılık" dedi. Ustası şaka yapıyor olamazdı. Söylenilenlerin şakaya benzer yönü de yoktu.

150
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Otuz Bir
« : 31 Aralık 2015, 13:34:33 »
                        B Ö L Ü M   O T U Z  B İ R

      Yüksel, etrafına bakındı, hava kararıyordu. Hükümet meydanın da iki kişiydiler; kendisi ve Turan. Meydanın tam ortasında duran ve diğerlerinden daha uzun iki direğin ışıkları iyice seçilmeye başlamıştı. Kuru soğuk kendini hissettiriyordu, genç kız ellerini birbirine sürtüp kabanının ceplerine soktu
      “Bizi buradan alacağına emin misin" dedi yanında dikilen gazeteciye. Turanda durduğu yerde durmuyordu soğuktan Ayaklarını sıkça yere vuruyordu. Eğer yanındaki uzun boylu genç kız sorsaydı "ısınmak için derdi ama gerçek neden tedirginliğiydi.
      “Kesinlikle" dedi kararlı bir sesle. “Gecikecek olursam merak etmeyin" de demişti aniden aklına gelmiş gibi. Aslında Turan’da merak ediyordu. Telefonda “Yüksel Hanımı fabrikadan al, Hükümet meydanında buluşuruz" demişti. Demişti ama telefonla görüştüklerinden beri bir saatten fazla süre geçtiği halde ortalıklarda yoktu. Bu sürenin yarım saati de meydanda Yüksel Hanımın sorularına kaçamak yanıtlar vermekle geçmişti. Dahası artık uydurabileceği mazereti de kalmamıştı.
      “Arabası arızalanmış olmalı" dedi. Genç kız gerçekten zor durumdaydı. Havanın soğukluğu bir yana sokak lambalarının aydınlattığı bir meydanda -yanında bir erkek olsa da- bir genç kızın beklemesi çevre tarafından hoş karşılanmazdı. Kendine bir iki dakika daha verdi Turan. Eğer bu iki dakika içerisinde Doğan gelmezse kızdan özür dileyecek ve Onu evine bırakacaktı. Birden bir "dıt...dıt..." sesi duyuldu. Sanki kurulmuş bir saat çalıyordu. Doğan etrafına bakındı. Ses nereden gelmiş olabilirdi. "dıt... dıt... dıt..."Evet ses tekrar duyuluyordu. Bu defa sürekli çalıyordu ve çok yakından geliyordu. Sesin sahibini uzaklarda aramasına gerek kalmamıştı.
      Ses, ilk duyulduğu anda Yüksel Hanım elini kaldırmış saatine belli belirsiz bakmıştı. İkinci kez duyulduğunda ise belirgin bir şekilde kolunu kaldırmış kolundaki saate bakmıştı. Sporcuların kullandıklarını hatırlatan bir saatti bu. Bir düğmesine basıp hızla meydanın karşısına doğru yürümeye başladı. Turan bir an genç kızın arkasından baktıktan sonra hızla meydanın karşısına doğru yürüyen kıza yetişmek için koştu. Yanına vardığında nefes nefeseydi.
      “Nereye gidiyorsunuz, ya Doğan abi gelirse" dedi. O zaman Yükselin aklına yanındaki arkadaşı gelmişti. “Kusura bakma, acil gitmem gerekiyor" dedi ve aynı hızla yürümeye devam etti. Yanı başında kendisine yetişmeye çalışan Turana baktı bir an. Genç adam bu bakışı fırsat bilip tekrar sordu.
      “Bu hızın çalan saatinizle ilgisi var mı?" deyince Yüksel belli belirsiz kafasını salladı.
      “Bir çeşit uyarı" dedi.”Sanıyorum evimde hırsız var" Turan seslerin anlamını çözmüştü.

      Cephane sokak Hükümet Meydanına fazla uzak değildi. Hele Yüksel hanımın telaşlı yürüyüşüyle üç dakikalarını almamıştı evlerine varmaları. Gidecekleri yönü öğrendikten sonra Turan, Yüksel Hanımın hemen yanında yürüyordu. Bahçe kapısını açması için yol verdi. Yükselin elindeki bir acayip nesne görmüştü. Nesnenin ne olduğunu anlayabilmesi için bir kaç saniye daha geçmesi gerekiyordu.
      Binanın ana girişini yavaşça açtı Yüksel sol eliyle. El feneri görevini gören aletin aydınlattığı karanlık koridora girdiler. Turanın tüm dikkati şimdi Yükselin elindeki nesnedeydi. Bir tabancayı andırıyordu. Daha doğrusu bilim kurgu filmlerinde kullanılan aksesuarlara benziyordu. Işığı ise bazen dağınık bazen de belli bir noktaya odaklanıyordu sanki. Fenerin ışığı söndüğünde karanlık koridorda kala kalmışlardı. Turan gözleri alışasıya kadar merdivenlerde bir kaç kere tökezlediği halde önünde yürüyen Yüksel’e yetişemiyordu.
      “Lütfen daha yavaş" dedi. Sesi düşük tondaydı ama karanlık merdiven boşluğunda yankılanınca önünde yürüyen Yükselin uyarıcı sesi duyuldu.
      “Şisshh" İkinci kattaki tek dairenin önüne geldiklerinde kapının altından sızan zayıf ışığı fark ettiler, içeride biri vardı. Genç kız kendinden umulmayacak cesarette davranışlar gösteriyordu. Başka biri olsa ya polis çağırır yada bağırıp çağırmaya başlardı. Bağırırdı ki içerideki hırsız kaçsın diye. Yüksel ise elini yavaşça cebine soktu anahtarını çıkardı. Sağ elindeki el fenerini sol eline aldı ve yavaşça kapıyı açmaya başladı. Kapı henüz beş on santim aralanmıştı ki holün ortasında dikilen kişi duyduğu sese döndü. O andan sonra Yükselin hareketleri hızlanmıştı.
   Yavaşça araladığı dış kapıyı aniden ardına kadar açtı. Elindeki nesneyi odadaki adama doğrultmasıyla ani bir ışık dalgasının adama çarpması bir oldu. Turan içeri girdiğinde ise adam holün ortasında yatıyordu.
      “Ne... Ne oldu. Adama ne yaptın" dedi Turan şaşkınlık içinde. İkisi birden odanın ortasında yatan bedene yaklaşıyorlardı.
      “Korkma sadece bayıldı" Yükselin sesinde garip bir sakinlik vardı. Yüzü üzeri baygın yatan badeni çevirdiklerinde ikisi birden çığlık atmıştı. Üç beş dakika sonra içeride buldukları kişi ayılıyordu, gözlerini zorla aralayınca başucunda duranları gördü. Elini başına götürüp şakaklarına masaj yapmaya başladı. Bu az önce bedenine çarpan kısa ışığın verdiği ızdırabı dindirmeye yetmemişti. Daha önemlisi nasıl bir açıklama yapacağını bilemiyor gibiydi. Eller önce şakaklarda sonra saçlarda gezindi. Belli ki ilk konuşanların Onu yakalayanlar olmasını bekliyordu. Gözlerini kapadı.
      “Doğrusu karşımda hırsız olarak görmek dünyada aklıma gelmezdi Doğan Bey" dedi. Üçlü koltukta boylu boyunca uzanan Doğan gözlerini açtı.
      “Geçiyordum uğradım dersem" bir an başında duran iki kişiye baktı. Yüz hatlarında her hangi bir değişiklik olmadığını görünce esprinin yavan kaldığını anlamıştı.
      “İnanmayacağınızı biliyorum" dedi. Doğan gerçekten bir bataktaydı sanki. Yerinden doğrulmaya niyetlendi ama hareketi yarım kalmıştı. Yüksel elleriyle omuzlarını bastırmış
      “Biraz daha uzanın" dedi. Yüzünde muzip bir gülümseme belirdi.”Evimde ne aradığınızın açıklamasını daha sonra yaparsınız" dedi. Bu gülümseme affedilmiş olduğunu mu belirtiyordu. Yüksel içeri mutfağa doğru gidince Turan “Eh be Doğan abi madem böyle bir niyetin vardı neden bana çıtlatmadın" dedi. Doğan yattığı yerden yavaşça doğruldu
      “Bir şey anlatmadın değil mi?" dedi yanıt olarak. Bir iki dakika sonra Yüksel mutfağa giden koridorda tekrar gördüğünde elinde bir tepsi ve tepsiye dizilmiş bardaklar vardı. Doğan dişlerinin arasından yalnızca yanı başındaki Turanın duyabileceği bir sesle
      “Çayını içince bizi yalnız bırakırsın değil mi?" dedi.

      Yarım saat sonra Turan, gecenin karanlığında yürüyordu. Olan bitene bir anlam veremiyordu. Tadı damağında kalan sıcak çayı bırakmış soğuk sokaklarda amaçsızca yürüyordu. Doğan ağabeyi aradığını bulmuş gibiydi. Kendisi dışarı çıktıktan sonra ne yapacaklarını kestirebiliyordu. Yüksek sayılabilecek bir sesle "Ahh Behiye" dedi. Kendi yalnızlığına lanet etti bir kere daha. Cephane sokaktan ilk çıktığında niyeti eve gitmekti ama şimdi ayakları Onu birahaneye doğru taşıyordu. Her zaman gittiği yeri gözüne kestiremediği için yakın bulduğu bir yere girdi.

      Turanın çıkmasından sonra Doğan ve Yüksel uzun bir süre konuşmadılar. Biri tavana, evdeki eşyalara bakıyordu. Diğeri ise bardakları toplamakla meşgul görünüyordu. Doğan yıllar öncesini düşünüyor olmalıydı, yıllar öncesinde kendisine gelen Necla'sını. Yükseli ilk zamanlar ne kadar da çok benzetmişti. Kendisi de diğer arkadaşları da benzetiyorlardı. Şimdilerde ise Yüksel, Necla’nın etkisinden kurtulmuştu sanki. Mutfaktan döner dönmez rasgele bir giriş yapıp duygularını anlatmayı düşünüyordu. Düşünüyordu ama Yüksel Hanım mutfaktan döner dönmez az önceki konuya girivermişti.
      “Evet Doğan Bey" dedi yarı alaycı bir tonda.-Açıklamalarınızı bekliyorum"

      Turanın adımları üzerinde kocaman bir ışıklı Yunus resmi olan bir yerde son bulmuştu. Burası İlçenin en son açılan ve en lüks birahanesiydi. Böyle lüks yerlerde içmek alışkanlığı yoktu. Hoş alışkanlık denilebilecek kadar da içiyor sayılmazdı. Bazen arkadaşlarla gelir otururdu bazen de bu gece olduğu gibi canı çok sıkkın olduğunda. Kapıdan içeri adımını atar atmaz kesif bir sigara dumanı ve malt kokusu karşılamıştı kendisini. Tanıdık birilerini görebilir miyim diye etrafa bakındı. Evet, solda üç masa ileride üç kişilik bir gurup vardı tanıdığı, uzaktan seslenerek yanlarına yaklaştı.

      Çaylar çoktan içilmiş bardaklar bile soğumuştu. Doğan uzandığı koltuktan doğrulmuş kaçamak bakışlarla genç kızı süzüyordu. Yükselse, odanın diğer ucunda elinde uzaktan kumandası televizyon izler gibiydi. Televizyon ekranında sürekli program değişmeleri vardı. Odada televizyondan gelen farklı seslerden başka bir ses duyulmuyordu. Uzun zamandır süren suskunluğu ilk bozan Doğan olmuştu. Aniden ayağa kalktı kararlı adımlarla odayı geçti. Genç kızın elinde ki sürekli oynadığı uzaktan kumanda aletini yanındaki sehpaya bıraktı.

      “Sizi sorgulamam lazım ama ben size ancak aşkımı ilan edecek durumdayım şu anda." Bir an durdu. Bakışlarını başka yöne çevirerek
      “Sizi seviyorum" dedi. Yanına yaklaşması elin deki uzaktan kumandayı kenara koyması olacakların habercisiydi ama yinede söyleyişi damdan düşer gibi olmuştu. Genç kız sadece
     “Anlamadım" diyebilmişti.  "Anlamadım ne sorgusu ne sevmesi" Doğan bakışlarını karşısındaki genç kıza çevirmişti şimdi.
      “Turanın anlattığını sanıyordum" dedi. Yüksel, Doğan gibi bakışlarını kaçırmaya çalışmadan doğrudan karşısındaki adamın yüzüne bakıyordu. Bakışlarından acilen bir yanıt beklediği anlaşılıyordu. Doğanınsa kaçacak yeri kalmamıştı. Küçük bir araştırma yapmak istemiş, kızın evinde adi bir hırsız gibi yakalanmıştı. Hem de herhangi bir hata yapmadığını bildiği halde. Deşifre olmak üzereydi. Gerçi bu noktadan sonra kimliğinin yada görevinin bilinmesinin de bir önemi yoktu. Elini cebine attı, bir sigara çıkardı. İçmediğini bildiği halde bir tanede genç kıza uzattı. Sigarasından bir nefes çekti.
      “En iyisi size her şeyi kısaca anlatmak galiba" dedi. "Sosyoloji eğitimi aldım. Kriminoloji üzerine uzmanlaştım. Bir gün benim doğduğum yerlerde garip olayların olduğunu söylediler. Görev teklif edildiğinde ise kabul ettim." Gülümseyerek  “Az önce gördüğünüz gibi araştırma esnasında bir hırsız gibi yakalandım" sözlerini tamamladı.
      “Öncelikle beni de kuşkulular listesine aldığınız için teessüf ederim dedi sitemkâr bir sesle. “Ne bulmayı ümit ediyordunuz bilemiyorum ama aradığınızı bulabildiniz mi bari" Yükselin sesinde bu defa alaycılık vardı
      “Evet, hayatımın gerçeğini bir kere daha buldum" dedi Doğan. Tekrar başa dönmek istemiyordu bu yüzden konuşmayı doğrudan doğruya romantizme kaydırmıştı.  “İlk zamanlar çok özel birine benzediğin için sana ilgi duyuyordum.  Sırf anıların hatırı için yaklaşmaya çalışıyordum ama..."
      “Ama..." Yüksel kendini biraz daha yaklaştırdı.
      “Evet ama..."
   “Ama artık mazide kalmış birine benzediğin için değil seni sen olarak sevdiğim için sana yaklaşmaya çalışıyorum." dedi. Yanıt çok içten gelmişti
    “İnanabilir miyim?" Bir yanıt vermesi gerekiyordu Doğanın. Söyleyeceği kelimeler neredeyse dudaktan dudağa temas yoluyla gidecekti. Bir saniye sonra diğer soru fısıldandı odada.
      “Doğan" Sesi de ılık nefesi de yakıyordu genç adamın tüm benliğini.
   “Beni tam olarak tanımıyorsun bile. Kim olduğu mu nereden geldiğimi biliyor musun? Ya ailemi tanıyor musun? Evli miyim? Eşim var mı? Çocuklarım var mı? Hiç sordun mu? Senin gibi biri tanımadan bilmeden birini sever mi? Peki bir insan tanımadığı birini sevebilir mi? Ve sen bütün bunlara rağmen senin "beni sevdiğine" inanmamı bekliyorsun öyle mi?"
      Aslında bunlar Doğanın en başından beri merak ettiği yanıt bulmakta zorlandığı sorulardı. Ankara'ya defalarca sorduğu halde bir yanıt alamamıştı. Üniversitede okuyan bir Yüksel Pekcan vardı ama İlkokulda ortaokulda lisede okumamıştı. Doğrudan üniversiteye başlamıştı, daha önceki yıllara ait hiç bir kayıt görünmüyordu. Türkiye Cumhuriyetinin böyle bir vatandaşı hiç doğmamıştı, sanki doğrudan doğruya Üniversiteye kayıt olmuştu.
      Yine de şu an duyguları mantığından ağır basıyordu. Yükselin eski arkadaşı Necla'ya benziyor olması yeterliydi onun için. Sonrasında olaylar kendiliğinden gelişmişti. Bütün bunların kafasının içinden geçmesi bir kaç saniye sürmüştü. Vermeyi düşündüğü yanıt yalan da sayılmazdı. Kimbilir böylece görevini daha rahat yapabilirdi. Dudaklarına uzanan dudaklara bir küçük öpücük kondurdu.
      “Eğer duygularımı dinleyecek olursam seni geçmişimden geçmişimi de senden ayıramıyorum" dedi. Bir küçük öpücük daha kondurdu kendisini dinleyen dudaklara. "Seni Seviyorum" cümlesi iki çift dudağın birbirlerine kenetlenmeden önce konuştuğu son cümle olmuştu.

      Gece, vakit iyice ilerlemişti, ana cadde üzerinde bile insan görünmüyordu. Gece ve soğuk ilçe sakinlerini çoktan evlerine göndertmişti. Başköprü’den başlayıp uzayıp giden cadde boyunca seçilen bir iki kişi ya meyhaneden çıkan sarhoşlar yada bizzat meyhane çalışanlarıydı. Sokak lambalarının ışıkları ve dükkanların vitrin ışıkları İlçenin en önemli caddelerinden birini karma karışık aydınlatıyordu. Genç adam sokak lambasının altında bir an durdu. Kolundaki saate baktı, kendi kendine
      “Bu kadar geçe kalmamalıydım" dedi. Önünde durduğu galerinin yan sokağına saptı. Alkollü olduğu yürüyüşünden belli oluyordu. Yan sokak ana caddeden daha karanlıktı. Ne cadde üzerindeki gibi sık sokak lambası vardı ne de sokağın aydınlanmasına yardımcı olacak dükkanlar ve dükkanların aydınlık vitrinleri. Yüz metre kadar yürüdükten sonra yine sağa saptı. Evlerine varabilmesi için bu dar ve uzun sokaktan da geçmesi gerekiyordu tüm karanlığına rağmen. Sokağa döndüğü anda kendi kendine kızmıştı. Daha uzun olsa da aydınlık olan öbür yolu -caddeyi- kullanmalıydı. Söylenerek karanlık sokakta yürümeye başladı.
      Alkolün ve karanlığın verdiği tedirginlikle zor yürüyordu. Bu olumsuzluklara bozuk zemini de eklerseniz yürümenin ne kadar zor olduğunu tahmin edebilirdiniz. Sokağa gireli bir kaç saniye olmuştu ki Turan birden durdu. Çevresini dinledi, peşinden gelen ayak sesleri duyar gibiydi. Uzakta uluyan köpek sesleri vardı, bir de gecenin doğal sesleri. Bunların dışında herhangi bir ses seda yoktu. Yürümeye devam etti, bir kaç adım sonra tekrar durmak zorunda kaldı. Sarhoş kafası bir sigara yakıyor numarasını akıl edebilmişti. Ayakta sallnıyor, sigarasını çakmağını sessizce çıkarmaya çalışıyordu, tüm dikkatini kulaklarına vermesine rağmen herhangi bir ses duymamıştı.
      Çaresiz tekrar yürüdü, ilk adımlarını atar atmaz ayak seslerini tekrar duydu. Gecenin bu kadar ileri saati olmasa arkadaşlarının şaka yaptıklarını düşünebilirdi. Sokağın ortalarına varmıştı ama ardından gelen ayak sesleri iyice belirginleşmişti. Dahası duyulan iki sesten biri metalik bir sesti. Bir demir yada pirinç boru yere vuruyormuş gibi. Aklına az önce masa arkadaşı Rüstem’in anlattıkları geldi. Çocukluk arkadaşı Rüstem, berber kalfası olarak çalıştığı için kulağı delikti.
      “İlçede bir takım esrarengiz olaylar yaşanıyor " demişti. Turan konunun kayıp çocuklara geleceğini tahmin ediyordu ama öyle olmamıştı.
      “Herkes geceleri garip ayak sesleri duyduğunu söylüyor" demişti. "İlçeyi hayaletler bastı" demişti. O ve masada oturup eğlenen diğerleri dalga geçmişlerdi. Berber Rüstem’le ama Turan arkasından gelen ayak seslerini belirgin bir şekilde duymaya başlayınca
      Acaba demeye başlamıştı, Rüstem’in söyledikleri doğru muydu yoksa." Adımlarını olabildiğince hızlandırdı. Ardından gelen metalik seslerde hızlanmıştı. Bir filimden anımsadığı numarayı tekrarlamaya karar vermişti. Tüm cesaretini topladı, adımlarını daha da sıklaştırdı. Bir yada iki ev sonra bu dar ara sokaktan çıkıp kendi sokaklarına gelecekti. Neredeyse koşmak üzereyken birden durdu, durduğu gibi ardına baktı. Gene boşunaydı tabii. O halde arkadaşları değildi peşinden gelen, onların hazırladıkları soğuk şakalardan biri olamazdı. Arkasında uzanan dar uzun sokak boyunca kendinden başka bir canlı yoktu. Ne kadar usta olurlarsa olsunlar bu kadar çabuk saklanamazlardı. Karanlık gölgeler ve zihni kendi ne bir oyun oynuyor olmalıydı. İçtiği biraların bu oyunda önemli bir rolü olduğu da yadsınamazdı.
      Pencere yada perde arkasından bir gören var mıydı acaba diye bir an çevresine bakındı. Camlar karanlıkta parıldıyordu ama hiç birinde bir hareket yoktu. Eğer kazara uyku tutmayan biri perdenin arkasından sokağa bakıyorsa Zeynep’in küçük oğlunun delirdiğini düşünebilirdi. Yürümeye bu lanetli sokaktan bir an önce kurtulmaya çalıştı.
      Zihni, gece boyunca anlatılanlara isyan ediyordu. Rüstem, Ali, İhsan, Talat hep bu tür korku hikayeleri anlatmışlardı. Üç harflilerden, perilerden, hayaletlerden bahsedip durmuşlardı Rüstem’in konuyu açmasından hemen sonra. Çoğu hayal ürünü olan bu hikayelerden kendi de anlatmıştı korktu dedirtmemek için, şimdi ise yaşıyordu. Ayak seslerinin yanında hemen ensesinde nefes hırıltısı duyar mıydı? Birden irkildi, arkasında hemen ensesinde biri soluk alıp veriyordu. Değil soluğunun hırıltılı sesini neredeyse iğrenç ağız kokusunu duyuyordu. Bir daha geriye dönüp bakmaya cesareti yoktu, bütün kuvvetiyle koşmaya başladı.
      Babasının evini bu kadar özleyeceği dünyada aklına gelmezdi. Üç adım sonra, iki adım sonra derken o dünyanın en güzel sığınağı olan kapı aralığını gördü. Kalbi, dayanılmaz bir tempoda atıyordu. Birden kapının kilitli olabileceği olasılığı aklına geldi. Annesinin alışkanlıkla kilitlememiş olması için Tanrıya yakarıyordu. Sokaktan bir kaç metre içeride olan minik boşluğun rahmetli dedesinin traktörünü koyabilmek için yaptırdığını biliyordu. Boşluğa girdi, kapıyı yokladı açamadı. Korkuyla etrafına bakındı, çöp varili olarak kullanılan karpit bidonunun arkasına saklandı. Nefesini tutmaya çalıştı. Kendi ayak seslerinin susmasıyla birlikte sokak sessizliğe bürünmüştü. Yüreğinin gümbürtüsünden başka evrende duyulan tek bir ses yoktu.
      Bir saniye, beş saniye on saniye, yeri belli olmasın diye soluğunu düzenlemek zorunda hissetti kendini. Elinden gelse yüreğinin atışlarını bile durduracaktı varlığı anlaşılmasın diye. Az önceki sessizlik yerini uzaklardan gelen köpek ulumaları ve baykuş seslerine bırakmıştı. İleride sokağın girişindeki lamba ışığının kırıntıları Turanın gizlendiği yere anca ulaştırabiliyordu. Zayıf ışık önce uzun bir gölge ile bölündü. Kara, kara kapkara bir gölge kendisine yaklaşıyordu. Adımlarını duyuyordu yaklaşan kara gölgenin. Bir belirgin sert vuruş peşinden yumuşak vuruş. Topal yada takma ayaklı biri gibi. Köpekler ve baykuşlar bağırışlarını arttırmışlardı. Onu kendisine an be an yaklaşan Kara gölgeyi –efendilerini- selamlıyorlardı.
       Adımlar yaklaştıkça terliyordu Turan. Gecenin ayazında bir bidonunun arkasında değil de bir saunadaymış gibi çalışıyordu ter bezleri. Yüreğinin gümbürtüsü sokakta yankılanır gibiydi. Beyninin tüm hücreleri ise diğerlerinden çok daha fazla çalışıyor bir kurtuluş yolu bulmak için çabalıyordu.
      Arkasına çevirdi kafasını yaklaşan gölgeye baktı, yerinden usulca doğruldu. Duvardan atlayıp içeri girecekti. Elini uzatınca anca yakalayabileceği yükseklikteki duvara uzandı. Yıllar önce ağabeyiyle birlikte döşedikleri duvarın üzerindeki cam kırıklarına aldırmıyordu. Duvarı aştı, merak duygusu arkada ne olduğunu öğrenmek istiyordu. Gözünü kapının kalın tahtalarının aralıklarına yapıştırdı. Tam karşısında sokağın orta yerinde dinelen gölgeyi gördü. Bir an kıpkırmızı gözler parıldadı gecenin karanlığında. Gözlerin yedi sekiz santimetre altında açılan kocaman kanlı boşluktan inanılmayacak tizlikte bir kahkaha koptu. Dişlerin arasından kan damlıyordu sanki.
      “Empusa" dedi kara bir çuvalı elbise diye üzerine geçiren gölge. Sesi bir yılan gibi tıslıyordu. "Ben Empusayım, Senin için gene geleceğim" dedi. Turan Kara gölgenin kapının ardında saklanıyor olduğunu bildiğini düşünüyordu. Hava buz gibi soğumuştu. Kapının ardındaki gölge kahkahalar içinde
      “O zaman kaçabilecek kapı arkası bulamayacaksın" dedi. Birkaç adım daha yaklaştı tahta kapıya. Turan oyunda yakalanmış çocuk gibiydi. Birkaç adım geri gitti. Gölge içi karanlıkla doldurulmuş bir çuval gibi yaklaşan bölge kapının bir metre önünde durdu.Bir kahkaha daha attı. Ardından geldiği gibi ayaklarını vurarak kayboldu. İğrenç kahkahaları köpeklerin ulumalarına karışıyordu. Turan kapının arkasına yığılıp kalmıştı.

      Sabah güneş doğduktan bir hayli sonra uyandı. Bir an nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Çevreyi dinledi, içeriden sesler geliyordu. Nerede olduğu ve kiminle olduğunu anımsamıştı. Yüksel, kendinden daha önce kalkmış kahvaltıyı hazırlıyor olmalıydı. Vakit bir hayli ilerlediği için acıkmıştı. Yorganı başının üzerine çekti, geceyi anımsadı. O güzellikleri tekrar yaşamaya çalışıyordu. Duygularında yanılmamıştı, yüksel hissettiklerine kayıtsız kalmamış aynen yanıt vermişti. Sayısız geçici ilişkileri olmuştu, bazen bir gecelik bazen de bir kaç aylık süren. Bunlara arayış da diyebilirdiniz ama hiç birinden bu akşam yaşadıkları doyumu alamamıştı. Birlikte karlı dağların zirvelerine çıkmış, okyanusların derinliklerine inmişlerdi. Bir ara uzayın başka bir bölgesinde, bambaşka güneşlerin altında olduklarını bile düşünmüştü. Yorganın dışından gelen sesle uyandı.
      “Hadi bakalım tembel adam uyan artık." Acaba bu bir rüya mıydı? Cesaret edip gözlerini açamıyordu.
      “Bu gün iş günü unuttun mu?" Yorganı açtığında her şeyin bıraktığı gibi devam ettiğini mi? görecekti. Kafasını çıkarınca karşısında gülümseyen bir yüz gördü. “Allahım yoksa ben öldüm mü? "Hanımefendi siz cennetimin en güzel hurisi olmalısınız" diye ekledi yataktan kalkarken.

      Yarım saat kadar sonra mutfakta masanın başında çaylarını içiyorlardı Doğan birden sordu. “Kimsin sen ?" Okulda görmüşlerdi. Birine sorulan ilgisiz gibi görünen ani sorulara verilen yanıtlar karşıdaki kişinin gerçek düşüncelerini ele verirdi. Şaşırması gerekiyordu ama Yüksel Pekcan hiç şaşırmamış gibi duruyordu. Saniyeler geçti, Doğan tekrar sordu
      “Nereden geliyorsun. Buralarda işin ne?" Yine saniyeler geçti. Olumlu yada olumsuz bir yanıt alamadığı halde Doğan sorularına devam ediyordu.
      “Salonda duran bana müzik seti dediğin cihaz nedir?" Yüksel bambaşka biri olmuştu. Yüzünde ki az önce var olan gülümseme donmuş öylece bakıyordu Gözlerini diktiği yerde kocaman bir duvar olduğu halde O duvarın ötesine boşluğa bakıyor gibiydi. Can alıcı son soru gelesiye kadar boş bakışlar devam etti.
      “Kayıp çocuklarla ilgin nedir?" Dalgın bakışlar birden canlandı. Gözler doğrudan doğruya soruları soran yüze bakıyordu. Bir saniye sonra iki çift göz birbirine bakıyordu. Yüksel, Doğanın sorularına bir soruyla karşılık verdi.
      “Beni seviyor musun?" Doğan beklediğinden çok farklı bir yanıt almasına rağmen kafasını salladı.
      “Yanıtlamanı istediğim sorularla bir ilgisi var mı? bilmiyorum ama Seni seviyorum" dedi yarı fısıldar bir sesle. Kız gülümsedi.
      “O halde lütfen bana güven, zamanı geldiğinde kim olduğumu, nereden geldiğimi öğreneceksin." Genç adamın bakışlarındaki durgunluğu görmüştü. "İnan bana ben O kast ettiğin kişi değilim" dedi. Sanki aralarında bir gerginlik ya da soğukluk yaşanmamış gibi sıcacık bir sesle “Çayını tazeliyeyim mi?" dedi.


      Turan uyandığında ise vakit neredeyse öğle olacaktı. Gece yarısı gürültüyle eve girdiğinde zaten uyumamış olan annesi yattığı yerden doğrulmuştu. Yanın da horuldamakta olan kocasını dürtüp “Tevfik bir bak istersen" dediğinde alenen terslenmişti.
      “Oğlun kazık kadar oldu, bazı şeyleri görmememiz lazım" demişti. Ana yüreği dayanamamış kapısına kadar gitmeyi düşünmüştü. Kocasının söyledikleri aklına gelince vazgeçmişti. Bir zaman oğlunun nefes alıp verişini yattığı yerden dinledi. Sanki koridorun öte ucunda ki küçük odada değil de hemen yanı başlarında nefes alıyormuş gibiydi. Tekrar başını yastığa koymuştu yaşlı kadın

      Oğlunun içeriden gelen seslerini duyan Zeynep kadın geceden beridir sormayı düşündüğü soruyu sormanın zamanının geldiğini düşünüyordu. Mutfakta bir şeyler atıştıran oğlunun yanına gitti.
      “Neydi o geceki halin A oğul" dedi. Turan, annesinin uyanık olmasına bir an şaşırdı. “Siz uyumuyor muydunuz yoksa" dedi. Annesi ise sadece gülümsedi yanıt olarak. Turanın sarf edeceği sözleri bekliyordu. Bir kaç saniye süren sessizlikten sonra annesinin huyunu iyi bilen Turan

      “Arkadaşlar bir eşek şakası yaptılar da ondan" dedi. Eğer bir yanıt vermezse annesinin o yanıtı alasıya kadar bekleyeceğini iyi biliyordu. Annesinin suskunluğu geçmeyince sözü biraz daha açması gerektiğini anlamıştı.”Yeni açılan birahanede muhabbete daldık, zamanı unuttuk. Dönüşte de bizim Rüstem’in şaka yapacağı tuttu." dedi. İçinden de "İnşallah öyledir" diyordu. Yaşlı kadın oğlunun anlattıklarından ikna olmuştu, Rüstem’i yıllardır tanıyordu, aklı bir karış havada olsa da iyi çocuktu. Belirgin bir "Ohh" çektikten sonra
      “Bir an Firdevs teyzenin anlattıkların anlatacaksın sandım" dedi. Turan ağzındaki lokmayı yutmakta zorlanmıştı.
   "Ne anlattı Firdevs teyzem" dedi sesine ilgisiz bir ton vermeye çalışarak .
   "Bir akşam, namazdan sonra sokakta bir cadı gördüğünü söylemişti" dedi. Oğlunun meraklandığını biliyordu yaşlı kadın. Merakla beklenmenin hazzını duyarak anlatmaya başladı.
      “Sözde namazdan sonra tespih çekmek için balkona çıkmış. Bir gören olmasın diye balkon lambasının da ışığını açmamışmış. Sokağın karanlığında süpürge saçlı pırasa gibi zayıf kuru bir kadın sokağın köşesinde duruyormuş. Bir müddet Firdevs teyzenin balkonuna baktıktan sonra parmağını ona doğru uzatarak
       “Seni görüyorum yaşlı bunak" demiş. Sonra tiz bir kahkaha atarak karanlıkta kaybolmuş." Annesi anlattıkça Turan renkten renge giriyordu. Zeynep kadın “Firdevs hanım iyice yaşlandı. Artık hayaller görmeye başladı diyerek konuyu bağlamıştı.

      Gazeteye vardığında konuşulan konuları duyduğunda iyice aptallaşmıştı Konuşulan konu aynıydı. Anlaşılan kendi yaşadıkları tek değildi. Rüstem’in anlattıkları, Firdevs teyzenin gördüğünü iddia ettikleri, burada konuşulanlar. İlçesinde neler oluyordu. Eğer biraz zayıf iradeli olsa duyduklarına ve dün gece yaşadıklarına inanırdı. Bütün bu olan bitenler alkollü beyinlerin yada yaşlı zihinlerin işi olduğunu söylemek kolaycılık olurdu.   Hortlaklar, cadılar, büyücüler, cinler periler. Yüzyıllar öncesinin inanılanları masal kahramanları bu çağda nasıl var olabilirdi. Bu soruların yanıtını bulması gerekiyordu. Yakup ustanın ertesi günkü ön sayfa taslağını görünce şaşkınlığı iyice artmıştı.
 
                 “İLÇEMİZDE NELER OLUYOR"     

Çok ciddi biçimde aynı soruyu ustasına sorduğunda aldığı yanıt ters olmuştu. “Ulan gazeteci olan sensin, gitte araştır" demişti Yakup usta. Gideceği yeri iyi biliyordu. Turan tam kapıdan çıkmak üzereyken “Bir soru sorabilir miyim?" dedi. Küfürü duymamak içinde atölyeden dışarı fırladı. Büro masasındaki telefonu aldı ve elektrik arızasının numarasını çevirdi.
      Elektrik işletmesi verdiği adresteki hatta bütün semtteki sokak lambalarının değiştirildiğini, tek tek kontrol edildiğini söylemişti.  “İki gündür bu konuda o kadar çok şikayet aldıklarını, İlçenin pek çok sokağının karanlıkta kaldığını, bu yüzden ellerindeki ampul stoklarının tükendiğini" eklemişti telefonda görüştüğü yetkili. “Sanki birisi bütün lambaların ampullerini kırmış gibiydi" dedi. "İlden beklediğimiz yedekler gelir gelmez tekrar ilgileneceğiz" demeyi de unutmamıştı.
      Telefondan sonra Yakup ustayı güçlükle ikna etmişti ön sayfanın yeniden düzenlenmesi konusunda. Ekspres'in sayfası değişmişti ama ya Haber gazetesi.                 

Sayfa: 1 ... 8 9 [10] 11 12 ... 39