Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Mesajlar - azizhayri

Sayfa: 1 ... 9 10 [11] 12 13 ... 39
151
Güncel / Ynt: Mutlu Yıllar
« : 31 Aralık 2015, 11:24:23 »
Tam bir yıl önce son mesajı ben atmışım ve aradan geçen bir yıl sonra Rıhtım Tayfasının yeni yılını kutlamak gene bana düşecek gibi...
Hepinizin yeni yılını can ve içten kutlarım. Bol okumalı ve bol yazmalı bir yıl dilerim...

152
Kurgu İskelesi / Anchilea -Bölüm Yirmidokuz
« : 30 Aralık 2015, 08:02:59 »
B Ö L Ü M   O T U Z

      Turan, gazetedeki işlerini iyice boşlamıştı, varsa yoksa Mitolojiydi, Hekate'ydi onun için. Üstelik yalnızca Hekate'de değildi. Konunun üzerine düştükçe kelime dağarcığı zenginleşmişti. Empusa’yı, Mormo’yu ve Lamia’yı öğrenmişti. Uzak zamanlardan kalma isimler günlerini dolduruyordu. Kah kütüphanede kah müzelerde, harabelerde vaktinin çoğunu geçirir olmuştu. Vespası yağmurda olsa soğukta olsa onu her yere taşıyordu. Gazeteye ise ancak akşamları dönebiliyordu. Yakup ustada elemanının durumunu biliyor ona hak veriyordu. Yine de çoğu kere oklarını ona yöneltmeden duramıyordu. En son uyardığında
      “Usta bana ayın onbeşine kadar izin ver, son "E" nin kim olduğunu bulmaya çalışayım. Eğer başarırsam diğerleri olmasa bile bir çocuğun yaşamını kurtarmış oluruz. Hem bu "Ekspres" içinde iyi reklam olur değil mi?" demişti. Ustasının gülümseyen yüzünü görünce
     “Üstelik, eğer yazabilirsem romanımı sana ithaf edeceğim" diye eklemişti.

      Polisin durumu da pek farklı değildi. Bir çok zanlı yakalamışlardı, özelliklede iki Amerikalıyı. Bütün öykü onların üzerine yıkılıyor gibiydi ve bütün kanıtların aleyhinde olduğu bir zamanda onları serbest bırakamazdı. Bu neden tutuklamıştı onları hem de linç edilme pahasına. "Ya biri kasıtlı olarak iki genci suçlamaya kalkışıyorsa" kuşkusu kafasının içindeydi. Daha da kötüsü ya olaylar bir kere daha yinelenirse korkusuydu. Teyakkuzda beklemekten başka yapabilecekleri bir şey yoktu, sadece bekliyorlardı.

      “Bayram yaklaşıyor, düğünler başlar yakında, gelsin davetiyeler" Yaşlı adam eğildiği makineden kafasını hafifçe kaldırdı. Karşısındaki gence gözlüklerinin üzerinden baktı.
      “Oooo İşyerimiz için ne saadet, ne mutluluk... Beyimiz bizleri ziyarete gelmiş olmalı dedi.
      “Yapma be usta sende diğerleri gibi kaytardığımı düşünmüyorsun değil mi?" derken elleriyle öteki makinelerde çalışan arkadaşlarını gösteriyordu. Yakup usta alaycılığını daha da belli ederek
      “Bakın hele Meğer arkadaşınızın onuru da varmış" dedi. Sözlerin hedefi Turan olsa da söyleniş doğrudan Turanın arkadaşlarınaydı. Atölyedeki üç kişi elindeki işlerini bırakmış Yakup ustanın yanına gelmişti. Turan üzerindeki montu çıkardı. Kaçışın olmadığını anlamıştı.
      “Emrinizdeyim Lordum" dedi referans yaparak. Az sonra Turan üzerinde mavi önlüğü elinde iki ağız anahtarlar makinelerin ayarlarıyla uğraşıyordu. Yakup ustanın mutluluğu fazla uzun sürmedi. Turan öğleden sonra gelmişti matbaaya. Akşam üzeri olduğunda ise kapıda bej rengi araba parketti.
      “Geç bile kaldın" dedi sinirli bir şekilde. İşlerin sıkışık olduğu bu bayram öncesinde yardıma gerçekten ihtiyaç vardı. Doğan içeri girip selamını verdiğinde Turan’ı göremedi. Kapıda motosikletini gördüğü için yadırgadı. Çünkü ne Doğan nede bir başkası Turan ve Vespayı ayrı olarak düşünemezdi. Kısa bir hal hatır sormadan sonra genç gazeteciyi sordu. Yanıt içeriye atölyenin dip tarafını gösteren bir el olmuştu. Turan elin uzandığı yerdeki eski tezgahta uğraşıyordu. Yakup usta ile göz göze geldiklerinde yaşlı adamın ne demek istediğini anlamıştı. Yine de adam ne olur ne olmaz gibisine
        "Bayram üzeri işlerimiz biraz sıkışıkta" açıklamasında bulunmuştu. Doğana da   "Zaten bende geçerken uğramıştım. Siz sadece aradığımı söylersiniz" demek düşmüştü.

      O akşam uzun süre dolaştı Doğan. Akşamın karanlığıyla birlikte başlayan soğuğa aldırmıyordu. Bir ara açık olan pidecilerin birine girip akşam yemeğini de yemişti. Pidecinin yakınındaki birahanenin kapısından döndü. Ne kadar karşı koymaya çalışsa da ayakları Cephane sokağına doğru gidiyordu.
      Bir zaman kendinle mücadele etti gitmemek için. Son günlerde o kadar çok gitmişti ki o yöne, meraklı birinin dikkatini çekebilirdi. Mahalleden birisi, "Kardeşim sen buralarda ne arıyorsun" diyebilirdi. Daha kötüsü Yüksel hanımla yüz yüze gelebilirdi. Sonunda mantığının tüm itirazları sonuçsuz kalmıştı. Cephane sokağına gitmek isteyen ayaklarını dinlemek zorunda kalmıştı. Sokağın karşısındaki büfenin önünde mantığı bir kere daha sözünü geçirmişti ayaklarına.
      “Ne yapıyorum ben" dedi kendi kendine. Eğer duydukları doğruysa yani Besim genç kıza evlenme teklifinde bulunmuşsa kendisinin üzerine gitmesi uygun olmazdı, ters etki bile yaratabilirdi. Kaldırımda amaçsızca dikildiği müddetçe etrafından geçip kendisine bakanları görmemişti. "Hiç olmazsa yaklaşan bayramın geçmesini bekleyeyim" dediğinde farkına vardı, enikonu kendi kendine konuşuyordu. Çevresinde O'na bakarak gülümseyenleri görünce utandı. Hızlı adımlarla arabayı bıraktığı pide salonuna doğru yürümeye başladı. Akşamını annesine ayırmaya karar vermişti.

      Yüksel’in tüm öğleden sonrası berbat olmuştu. Besimin yersiz davranışı kafasına takılmıştı. Gerçi ondanda Doğandan da bu teklifi bekliyordu ama yine de o olasılığı kafasından uzak tutmaya çalışıyor olmalıydı ki adam akıllı hayal kırıklığı yaşamıştı. Akşam eve geldiğinde de kafasının dağınıklığı devam ediyordu. Ne yediği yemekten bir şey anlamıştı nede şu an içtiği çaydan yada izlediği televizyondan. Taa en başın da hata yapmışlardı. Yanlış kişi seçmişlerdi bu görev için. Bu yanlışlığın farkına vardığın da ise yapacak bir şey yoktu.
      Belki ortada bir hata vardı ama kendisi bu hatayı düzeltmeliydi. Bundan sonra ne Besim’le nede Doğan’la samimi olmayacaktı, aradaki resmiyeti koruyacaktı. Olayın en iyi tarafı ise Besim’in onurlu davranış sayılabilecek bir davranışta bulunup yıllık iznine ayrılmasıydı. Bu da en azından bir ay rahatsız etmeyeceği anlamına gelebilirdi. Kimbilir belki de bu bir ay içinde buralardaki işi biter kendi yurduna dönerdi.
      İçindeki can sıkıntısını atabilmek için bir ara televizyonu açtı. Her gece benzerlerini izlediği programları görünce tekrar kapatmıştı. Sonra müzik dinlemeye karar vermişti. Doğanın çok merak ettiği müzik sesini açmış pek bilinmeyen türde parçalar dinliyordu. Aslında dinlemede sayılmayabilirdi. Çünkü müzik setinin üzerindeki renkli ışıklar yanıp sönüyordu ama çalınan melodileri dikkat ederseniz duyabilirdiniz. Yine de müziği tüm bedeninizde hissederdiniz. Hoş zayıf sesle duyulan seslere müzik denilebilir miydi? Sanki doğal seslerin oluşturduğu bir senfoni çalınıyordu müzik setinde. Kuşlar dalga sesleri, çırçır böcekleri ancak bu kadar ahenkli sesler çıkarıyor olabilirlerdi. Kendini dinlediklerinin kollarına bıraktı.
      Birden odanın içinde bir ses duyuldu. Genç kız daldığı büyülü ortamdan uyandı. Elinde ki cihaz yardımıyla seti kapattı. O an az önce duyulan ses tekrar duyuldu hem de biraz daha güçlü olarak. Kapı zili çalınıyordu. Yerinden doğruldu. Balkon kapısını açıp aşağıya baktı. Kapıda tanımadığı bir genç delikanlı duruyor yukarı balkona bakıp gülümsüyordu. Aşağı inip kapıyı açtığında karşısındaki genç hala gülümsüyordu.
     “İyi akşamlar. Yüksel hanımefendi mi?" diye sorduğunda gencin elinde ona doğru uzattığı paketi fark etmişti. Kocaman ve parlak kağıtlarla kaplanmış paketten gözlerini alamıyordu. Dudaklarından  "Evet benim" kelimeleri zorla dökülmüştü.
      “Buyrun bu paket size" deyip tek eliyle uzattığında içindekinin hafifliği konusunda haklı olduğunu düşünüyordu. Dikkatini paketten getirene döndürmüştü ki delikanlının motosiklete binip “İyi akşamlar" dilediğini gördü. Sormak istediği “içindeki nedir?  yada kim gönderdi?" sorularını sormaya fırsat bulamadan delikanlı ana caddeye çıkmıştı bile.
      Çocuğa soramadığı soruları masanın üzerine koyduğu paketin karşısında kendi kendine soruyordu. "Kim gönderdi acaba?" içindekinin ne olabileceğinden ziyade kimin gönderdiği sorusu daha çok zihnini meşgul ediyordu. Böyle cicili bicili kağıtlara sarılıp üzerinde kocaman fiyonk olan paketin içinde güzel şeylerin olacağını düşünüyor olmalıydı.
      Aklına Besim geldi, gündüz olanlardan dolayı özür dilemeye mi çalışıyordu acaba. Bir zaman düşündükten sonra niyetinin ciddi olduğunu göstermek için, aradaki bağları koparmamak için bu armağanı göndermiş olmalıydı. Eğildi masanın üzerini işgal etmiş gibi duran kocaman paketin sağına soluna baktı, bir not, gönderenin kartvizitini aradı. Bulamadı. Kısa bir tereddütten sonra elini paketin kendi kadar renkli fiyonguna uzattı.
      Elini atar atmaz fiyonk çözülmüştü. Bir taraftan yalnızca fiyonga güvenmeden bantlarla tutturulmuş olan parlak renkli kağıtları açmaya diğer yandan da kafasının içinde biçim değiştiren soruyu yanıtlamaya çalışıyordu. "Acaba içinde ne vardı." Parlak kağıtları yırtar gibi açtı, altta kalın mukavvadan koli göründü. Kolinin kapaklarını aralayınca bir zamandır duyumsayıp önemsemediği koku iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Ağır ve kötü bir kokuydu. Kapakları tam olarak açtığında ise burnunu tutma gereği duyacak kadar ağırlaşmıştı koku. Evet, tam olarak tanımlayamıyordu ama iğrenç ve dayanılmaz bir koku olduğunu biliyordu artık.
      Kolinin içindekinin ne olduğunu anlamak için başını uzattı. Masanın üzerinde neredeyse göğsü hizasında olan kutunun içindekileri görmek için parmaklarının üzerinde yükseldi. Kutuyu açtığından beri bünyesini altüst eden koku dayanılmaz hal almıştı. Öğürtüler sanki olacakların haberci siydiler. Kutunun içindekileri görünce eli refleksle ağzına gitti. Öğürtüler kusmaya dönmüştü. Artık içinden gelenleri tutamıyordu, lavaboya zor yetişti.

        Gece ilerlememişti henüz. Eve geldiğinden beridir sakin bir akşam yaşıyordu Doğan. Akşam yemeğini annesiyle birlikte yemişti, sonra Emine Hanım ta rahmetli babasının sağlığından beri yaptığı gibi eline şişlerini almış bir köşeye çekilmişti. Hep bir şeyler bulurdu örecek, bir kazak yada bir yelek. Babası için, kardeşleri için kendi için defalarca çalışmıştı o parmaklar. Bir ara "şimdi ne örüyorsun" dediğinde "torunuma süveter" demişti annesi başını hiç kaldırmadan. Annesi şişleri çalıştırdıkça Doğan elindeki uzaktan kumandanın tuşlarına basıp duruyordu.
      “Gelinimle aran nasıl" demeyi düşündü yaşlı kadın bir ara. Elleri şişlerde mihaniki hareketlerle gidip geliyordu. Elleri gibi zihnide boş durmuyordu kadının. Yıllar önce oğlunun çektiği acıları bildiği için üzerine varmak istemiyordu. Yine uzun yıllardan beridir gurbette gezen oğlunun mürüvvetini görmek son arzusuydu.
      “Doğanım dönsene az önceki Türk filmine" deyince Doğan annesinin varlığını anımsadı. Televizyonda beliren tanıdık yüzlere boş boş bakmaya devam ediyordu. Telefon çalınca Emine Kadın "hayırdır inşallah" diyerek yerinden doğruldu. Televizyon kabininin alt gözünde duran eski model telefonun ahizesini kaldırdı ve kısa bir görüşmeden sonra telefonu oğluna uzattı. Yaşlı kadın, uzaktan kumandayı kullanmasını hala öğrenememişti. Az önce istediği sinema yıldızlarının konuşmaları şimdi oğlunun kiminle konuş tuğunu anlamasına engel oluyordu. Oturduğu yerden sorduğu
      “O kız kimdi oğlum sorusuna bir yanıt alamamıştı. Bu kez alışkanlığını bırakıp sorduğu soruyu ikiledi. Telefonu yerine bırakan Doğan annesinin yanına varıp yanaklarını öperken yanıtladı sorusunu
      “Yüksel hanımdı anne" dedi. Belli etmemeğe çalışsa da telaşı ele veriyordu kendini. Dışarı hole astığı montunu giyerken “Gitmem gerekiyor" demişti. Başı dertte olmalı Yaşlı kadın ne olup bittiğini anlamamıştı.
      “Ne gitmesi, ne derdi" dediğinde dış kapının çarpma sesini duyulmuştu. Emine hanım yıllardır olduğu gibi evde yalnız kalmıştı. Yine de telefonu açtığında evlerine kadar gelen kızın kendisinin hatırını sormamasına içerlemişti doğrusu.

      Boydere’den Yüksel’in evine varması çok sürmedi. Gece vakti caddeler boş olduğu için çabucak varmıştı Cephane sokağa. Zaten Boydere köyü ilçenin bir mahallesi sayılıyordu. Zili çalıp içeri merdivenlere girdiğinde kokuyu fark etmişti. İkinci kattaki daire kapısı açıldığında ise koku dayanılmaz bir hal almıştı. Kapının ağzında Doğanı bekleyen Yüksel, genç adamı görür görmez hıçkırıklara boğuldu. Elinden geldiğince kızı sakinleştirmeye çalışıyordu. Salona girdiklerinde kokunun kaynağını masanın üzerindeki koliyi görünce anlamıştı. Camları açtı, genç kızı pencere önündeki koltuğa oturttu.
      Masaya yaklaştı. Kutunun içindekileri gördüğünde her ne kadar kendini frenlemeye çalışsa da yediklerinin ağzına geldiğini hissetti. Bir kaç saniye sonra kendini iyice toparlayıp tekrar kutunun üzerine eğildi. O güzelim paketin içerisinde yanmış yakılmış kemik parçaları vardı. Üstelik uzun zamandır beklemiş olmalıydı ki bu kadar ağır kokuyordu. Birden aklına bir kaç gün önce kaybolan çocuk geldi. O yaştaki çocuktan bu kadar kemik mi kalmıştı, ürperdi.
      Dikkatli bakınca kutuda başka bir nesne olduğunu fark etti, elini uzattı. Elinde kutuya sonradan konduğu anlaşılan bir tasma geldi. Tasma eline gelince içinden bir "oh" çekti. Kemikler bir köpekten kalmış olmalıydı ama deri tasma yepyeni duruyordu. Tasmanın üzerinde küçük pirinç bir plakette adı yazıyordu hayvanın. Tasmanın süslü olmasına bakılırsa ölen sevimli küçük köpek türlerinden biri olmalıydı. "ELVİS" Zengin bir ailenin köpeği olmalıydı.
      “Tanıdık birinin köpeği miydi yoksa." Doğan, pakete ve içindekilere vermişken kendini yanına yaklaşan genç kızı fark etmemişti. Onlar paketi ve içindekileri, kimin getirdiğini konuşurlarken zilin sesi duyuldu.
      “Senin peşinden komiser beyi de aramıştım" dedi genç kız ağlamaklı sesle. Yüksel kapı çalınmadan az önce Doğanın sorduğu soruya Komiser Ali beyin şahsında yanıt veriyordu.
      “Tam olarak göremedim ama genç bir delikanlıydı, hatta çocuk bile sayılırdı" dedi. Doğan kutunun içerisinden çıkardığı tasmayı Komiserin eline verdiğinde Rüzgar Ali neredeyse kekeleyecekti.
      “Fakat bu... Bu..."Elindeki tasmayla biraz daha oynadı. Olana bitene inanamıyor gibiydi. "Kaymakam Beyin köpeğinin tasması." Koliye bir kere daha eğildi baktı.  "Elvis onun köpeğinin adıydı."
      “Kayıp mıydı peki" bu defa soruyu ev sahibi soruyordu.
      “Bilmiyorum. Daha doğrusu kaybolduğunu duymadım" dedi. Komiserin kafasından "eğer doğruysa bu Ayşegül Hanıma nasıl anlatacağım" düşüncesi vardı. Sonra kolundaki saate baktı vakit henüz geç sayılmazdı. Eli cep telefonuna gitti.

      Doğan Yükseli teselliye çalışıyordu. Sapık yada sapıklar korkusuzca hareket etmeye başlamışlardı. Kız korkmakta tamamen haklıydı. Doğansa kıza bir şeyler demesi gerektiğini biliyordu ama yanlış anlaşılırım endişesiyle elini omzuna bile koyamıyordu. Bu duygular kendisine yabancıda sayılmazdı. Yıllar önce benzerini yaşamıştı. Koca bir öğleden sonra birlikte olmuş ama samimi bir arkadaş gibi yada sevgili gibi elini tutamamıştı Necla’nın. Yüksel’de eve ilk geldiği gibi değildi, biraz sakinleşmişti. Komiserin içeriye girmesiyle rahatladı.
      “Evet, Kaymakam beyin köpeği öğleden sonra kaybolmuş dedi yan yana oturan iki gence bakarak. Dakikalarca süren sessizlikten sonra Yüksel ilk konuşan kişiydi.
      “Sizce aynı kişi yada kişiler mi?" dedi.
      “Evet" dedi Rüzgar Ali. Dahası bizlere meydan okuyor Odada olan diğer ikisi kafalarını sallamakla yetindi. Komiserle aynı kanaatteydiler. Yine sessizlik kaplamıştı odayı. Bir kaç saniye süren sessizlikten sonra Rüzgar Ali ayağa kalktı.
      “Ben izninizi almak istiyorum" dedi. Kısa bir rahatsızlık özründen sonra Komiser merdivenlerden iniyordu. Aniden aklına bir şey gelmiş gibi birden durdu.
      “Yüksel Hanım" dedi ilgisiz olmaya çalışan bir ses tonuyla "Paketi getiren kişiyi tekrar görürseniz tanıyabilir misiniz?" Genç kız Komiserin gözlerinin içine bakarak gülümsedi
      “Ne önemi var" dedi.”İşi yapan kişi kendi getirecek kadar saf değildir değil mi?" Rüzgar Ali Komiser Kolombo havasında kafasını kaşıdı.
       “Haklısınız" dedi. Merdivenlerin alt başında hala kafasını kaşıyorken "İyi akşamlar" diyerek gözden kayboldu.

      Polis ertesi gün paketi getiren kişiyi bulmuştu. Üniversiteye hazırlanan lise son sınıf öğrencisiydi. Hiç itiraz etmeden kabul etmişti. “Yaşlı bir kadın verdi" dedi Merkez karakoluna getirildiğinde karşısındaki Komisere.
      “Kızıma doğum günü için bir sürpriz hazırladım" dediğini söylemişti. Çevresindeki polislerin tüm bunaltıcı sorularına aynı yanıtı veriyordu. İki saatte çıkamamıştı karakoldan. Çocuğun ailesi ve okul çevresi kefil olunca salıverilmişti “Eğer sözlerinde yalan varsa biz nasıl olsa seni buluruz" tehdidiyle. Delikanlı kendini almaya gelen müdür yardımcısıyla dışarı çıktıktan bir zaman sonra geri dönüp öykünün eksik kalan bölümünü tamamlamayı düşündü. Anında vazgeçti. Nasıl diyebilirdi ki   "Paketi bana veren yaşlı, çirkin kadının bir ayağı metaldendi". "İnandıramazdı ne komiseri nede bir başkasını. Sırrını kendine saklayacaktı. Ya da akşam ailesinden gizli gideceği birahanede arkadaşlarına anlatacaktı.  Nefesi iğrenç kokan yürüdüğünde "Tak...Tak sesler çıkaran birine kim inanırdı ki...

153
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Yirmidokuz
« : 29 Aralık 2015, 12:27:11 »
                 B Ö L Ü M    Y İ R M İ  D O K U Z

        Cumartesi günü ilçede konuşulan tek konu linç denemesiydi. Evlerde işyerlerinde, kahvehanelerde birahanelerde hep bu konu konuşuluyordu. Kimi “Ben de aralarındaydım en az beş bin kişi vardık" derken kimi de daha alçak gönüllü konuşuyordu
      “Tesadüfen oradan geçiyordum bir kaç yüz kişi kadar toplanmışlardı" diyordu. Bir ara
      “Askerlerin ateş açmasıyla şu kadar kişi ölmüş" gibisinden şeyler de söylenmişti ama bunları kimse ciddiye almamıştı. Kaymakam Enver Palazlı ilçenin özel televizyonunda bir açıklama yayınlama gereği duymuştu. Biraz bu konuşmanın etkisiyle biraz da suçluların yakalanmış olması insanları rahatlatmıştı. Hoş onlar için yakalananların gerçek suçlu olup olmadıkları önemli değildi. Belki de toplumun bilinçaltı yaptığının bir suç olduğunu kabul etmişti. O nedenle İlçede bir durgunluk yaşanıyordu. Serkan Beyin dediği gibi "halk nice zamandır içinde biriktirdiği baskıyı dışa vurmuştu. Eh nede olsa onlar kendi dininden ve kendi milletinden değillerdi. Buharın fazlası dışarı atılmış kazan basıncı normale düşmüştü.
      Ekspres gazetesi olaya sağduyu ile yaklaşmış “Kayıp çocuklar olayının faili olarak aranan kişiler teslim oldu" diye başlık yapmıştı. Haber gazetesi ise "Sapıklar Yakalandı" diye başlık atmıştı. Başlığın üzerindeyse "Türk polisinin elinden bir şey kurtulamaz" diyordu. Turanın kalfası Kamil üst üste birkaç gün Ulusal televizyonlara canlı yayınlara çıkınca havasından yanına varılmaz olmuştu.
      Son gelişmelere en çok sevinen ise gizli patron büyük ortak Lütfü Yurttaştı. Gazetesinin satışları neredeyse ikiye katlamıştı. Yeni aboneler kaydediyorlardı. Reklam verenlerde artmıştı. Üstelik bütün bu gelişmeler kendi hesaplarının ötesinde oluyordu. Olay yargıya intikal ettiği için daha fazla yazamazlardı. Bir kaç gün ön sayfada vermeye devam ederler sonra iç sayfalara kaydırırlardı bu konudaki haberleri.

      Doğan cumartesi günü ilk iş olarak annesinin çağrısını iletti Yüksele. Kafasında kuşku kırıntıları olsa da kahvaltı daveti kabul edilince belli etmemeye çalışıyordu ama yüzü gülücükler saçıyordu. Akşamüzeri tekrar anımsatınca “O zaman sabah beni siz alırsınız" demişti Yüksel.
      Pazar sabahı çok iyi bir kahvaltı sofrası bekliyordu onları. Doğanın annesi gelin adayını çok güzel buldu. Oğlunun yıllar önce tanıdığı ve sevdiğini tahmin ettiği kızı -Necla'yı- hiç görmemişti. Bir kere çok merak ettiğinden çalıştığı hastaneye bir mazeret bulup gitmek nasip olabilmişti. O günde sadece uzaktan görebilmişti. Eğer yakından tanıma fırsatı bulabilseydi Yüksel’in rahmetli Necla’ya çok benzediğini söylerdi oğluna.
      Kahvaltı esnasında ne kayıp çocuklardan nede Amerikalılardan söz açılmadı. Her anne gibi Emine Hanım da çocuklarını hep övdü. Özellikle de en küçüklerini. Doğan’ını. O sabah öğrenmişti Yüksel Hanım beraber çalıştığı arkadaşının lisans üstü eğitim gördüğünü. Bu bir sevgili olarak yaklaştığı erkek arkadaşı hakkında öğrendiği ilk özel bilgiydi. Bir kaç gün sonra ise Doğan hakkında öğrendiklerine daha çok şaşıracaktı. Anlattıklarıyla ise Doğanı şaşırtacaktı.

      Hafta başında yani pazartesi günü çalışmaya başlamak zor gelmişti Doğan’a. Çırçır atölyesi işlenecek pamuk geldikçe ve makinelerin açılmasına değecek kadar çoğalınca çalıştırılıyordu. Normal zamanlarda ise tohum ilaç gübre satışları yapılıyordu. Çalışanlar yıllık izinlerini kullanmaya başlamışlardı. Ogün İşletmede gayri resmi bir toplantı yapıldı ve izin programı kararlaştırıldı. Ardından izin dilekçeleri verildi. İlk sıraya ise Birol Bey kendi adını yazdırmıştı. İznini yaklaşan bayramla birleştirmek istiyordu. Bu nedenle izin dilekçesini hemen işleme koydurttu.
      Mevsim, ilkbaharın tüm özelliklerini gösteriyordu. Tarlasını sürüp kirizma yaptıranlar için bereket demek olan yağmurlar başlamıştı. Özellikle denize daha yakın olan toprak sahipleri bu yağmurları çok seviyorlardı. Çünkü yağmur suyu topraktaki tuzu derinlere süzüyordu. Toprağın çoraklığı azalıyor verimi artıyordu.
      Yağmurlu havayı seven sadece çiftçiler değildi. Kahvehane sahipleri de yağmuru çok seviyordu, birahane sahipleri de. Yağmur nedeniyle tarlaya gidemeyen çiftçi soluğu ya kahvede yada birahanede alıyordu. Bu da onların kazancı demekti. Serbest meslek erbabının yağmurla ilgisi en alt düzeydeydi. Onlar için havanın güneşli veya yağmurlu olması o kadar önemli değildi. Avukatlar, doktorlar, eczacılar ve gazeteciler için. Yalnızca bazı gazeteciler yağmurlu havalarda motosikletini güçlükle kullanıyordu. Bu yüzden araştırmalarına kendi motosikletleriyle değil de minibüsle devam etmek zorunda kalıyorlardı.

      Turan, yağan yağmurlara aldırmadan araştırmalarına devam ediyordu. Yakın demiyor uzak demiyor iz, işaret yada ipucu bulabileceği her yere gidiyordu. En son Yenikale’ye gitmiş Chevrolet sahibiyle görüşmüştü. Yaşlı adamın yanıtı olumsuzdu tabii.
      Adam zamanının en iyisi olan bu arabaları öve öve bitirememişti. Yıllar öncesinden kalma birçok Chevrolet sahibi kişi saydı. Hemen hepsi de kendi yaşıtıydı saydıklarının. Pek çoğu ebediyete intikal etmiş olan birçok isim. Arabaları ise ya satılmış yada çürümüştür diyordu. “Ben" diyerek söze başlayıp devam ettirdiği cümle unutulacak gibi değildi zaten
   “Bir daire sattım da aldım bu Sarı yılanı. Ama şimdi bedava versem pek çok kimse dönüp bakmaz bile" demişti. En son olayın belleği taze olan tanığıyla -Benzinciyle- görüşmüştü. Adam yemin billah ederek bütün bildiklerini polislere anlattığını söylemişti. Olayın geçtiği gün Tülay’la birlikte oynayan çocukları bulmuş hepsiyle konuşmuştu. Çocuklar Noel baba fikrinde ısrar ediyorlardı.
      Araştırmalarının bir kısır döngüde dönüp durduğuna inandığı bir gün masasında oturmuş düşünüyordu. Az önce Yakup usta kızmış söylenmişti. Kurt gazeteciye hak vermiyor da değildi hani. Bu işin peşine düştüğünden beri gerçek görevlerini unutmuştu. Spor karşılaşmalarına bile gidemez, ilçe futbol takımının üçüncü kümedeki maçlarını izleyemez olmuştu. Gazetedeki kendi adıyla çıkan yazıları ustası yazıyordu. Masasında oturup elindeki kalemi parmakları arasında çevirdiği bir gün
      “Sen elindeki kalemle oyna ben bu yaşımla makinelerin arasında boğuşayım" demişti. Yazıhaneyi matbaa bölümünden ayıran camekan sesi kesiyor olsa bile Yakup ustanın mimikleri ne demek istediğini gayet iyi anlatıyordu. Turan yerinden doğrulup kafasını içeriye doğru uzatıp
      “Anlamadım usta "deyince sunturlu bir argo kelime gelmişti. "Kazma"  Uzun zamandan beridir ilk kez ustası küfürle hitap ediyordu Turan’a. Yıllar önce öğrenciyken çok duyardı benzer sözleri. Öyle ciddiye alınacak küfürler yada argolar değildi ama yine argoydu, küfürdü. Yakup usta eğer kızdıysa "Eşek" derdi. "Eşşoğlu eşşek" derdi daha da kızdıysa. Lugatı iki kelimeyle sınırlı değildi tabii. Günün modası olan kelimeleri iyi yakalıyordu. Şimdileri "Kazma" kelimesine iyi alışmıştı. Turan işi şakaya vurmaya ustasının gönlünü almaya çalışıyordu.
      “Ne dediğini anlamadım usta" dedi. Yakup usta başını kaldırdı, alnında terler boncuk boncuk birikmişti.
     “Eşşoğlu eşşek diyeceğim ama babanı çok severdim." Sesinde öfke vardı
     “ -Kazma- dedim anladın mı Kazma." Bir an yaptığı işe döndü aniden aklına gelmiş gibi elindeki iki ağızlı anahtarı yere bıraktı.
“Amerikalılarla gezmekten dilini unutmuş gibisin sana harflerle kodlamalıydım. "Başladı az önce kullandığı kelimeyi kodlamaya  "Konya, Adana, Zonguldak, Manisa, Afyon." Turanın gözleri birden parladı, aradığı zihin kıvılcımı kafasında çakmıştı.
      “Ne olursun ustacığım bir daha tekrar et" dedi. Dedi ama yaşlı adamın elinde duran yağdanlık bir anda ayaklarının dibine düştü. "Bak birde dalga geçiyor yezit. Defol gözüm görmesin seni." Turan ustasını öpmemek için kendini zor tutuyordu.

      Gündelik olarak karaladığı üzerinde onlarca karalanmış figür olan beyaz kağıdı önüne çekti. Kaybolan kızların isimlerini alt alta yazdı. Emine, Kadriye, Tülay, Ayla. E.K.A.T. Anlamı olmayan bir kelimeydi. En azından Türkçe kelimelerden biri olarak bir anlam veremiyordu. Harflerin yerlerini değiştirdi. "K.A.T.E" Olmadı. Tekrar değiştirdi. "T.E.K.A" Yine olmadı. Olabilecek değişik şekildeki yazılışları denedi ama bir sonuca varamıyordu. Aklına aylar önce Müze Müdürünün söyledikleri geldi.
      “Eskiden var olan ve geçen yıllar içinde varlıklarını sürdürmeyi başarmış gizli bir örgütün yada tarikatın işine benziyor" demişti. Yerinden sevinçle doğruldu. Doğru iz üzerin de olduğunu hissediyordu. Bu fikri verdiği için ustasını öpmeye tekrar niyetlendi. Camekanın arkasında makineyle yaptığı karşılaşmayı hala bitirememiş ustasına baktı. Savurduğu argolar, küfürler duyuluyordu. Öpmek eyleminden yine vazgeçti
      “Usta ben kütüphaneye gidebilir miyim?" dedi. Sesi korkusunu yansıtıyordu. Yakup usta sesin geldiği yöne baktı. Yazıhanede oturan kalfasının söylediğini anlamamıştı. Elindeki anahtarı yere bıraktı. Yağlı ellerini üstüpüye silerek içeri yazıhaneye girdi
      “Hangi cehenneme gideceksen git" dedi. ”Zaten sabahtan beri bir b.ka yaramıyorsun bari gözümün önünde durma da beni sinirlendirme" kapıyı göstererek sözlerini tamamladı. Turan şaka yapılacak durum olmadığını anlamıştı.

      Beş dakika sonrasında ilçenin tek kütüphanesindeydi. Ödevlerini hazırlamak için gelmiş birçok öğrencinin arasında tek yetişkin olarak kendisi vardı. Kendisi öğrencilik yıllarından beridir kütüphaneye sıkça gidip geldiği için durumunu yadırgamıyordu. Zaten kütüphane görevlileri de kendisini iyi tanıyorlardı.
      Ne aradığını tam olarak bilmediği için "hangi konuyu araştırıyorsunuz" sorusuna tam olarak yanıt verememişti. Bu yüzden "030 Genel Ansiklopedik" raflarına yakın bir masaya oturmuştu. Kayıp çocukların baş harfleriyle oluşturabildiği dört harfli bütün kelimeleri tarıyordu.
      Bir saatten daha fazla bir süre raflardaki ansiklopedileri taradı. En yeni Laourusse'lardan yıllar öncesine ait ansiklopedilere kadar bütün ciltler elinden geçmişti. Sonuç ise olumsuzdu. Düşündüğü yada olabilir diyebileceği bir sözcük bulamamıştı. Konak yavrusundan bozma kütüphane binasının okuma salonunu dolduran lise ve ortaokullu öğrenciler kendi çalışmalarını bırakmış gazeteciyi izliyorlardı. Bir şey bulamamanın sıkıntısıyla dışarı bahçeye çıktı.
      İlçenin en zengin ve köklü ailelerinden birinin Kütüphane olması koşuluyla bağışladığı iki katlı yüksek tavanlı kocaman köşkün çok güzel bir bahçesi vardı. Sokağa bakan bölümü yüksek duvarla çevrildiği için dışarıdan yalnızca ağaçların üst dalları görülebiliyordu. Binanın içinden geçilebilen bahçedeki bankların birine oturdu Turan. Bir yerlerde yanlış yapıyor olmalıydı. Eksik olan bir nokta vardı, var olmalıydı. Yoksa bir yöntem hatası işliyor demekti ki bu işi daha da çıkmaza sokacak demekti. Bu nedenle oturduğu çam ağaçlarının altında her şeyi en başından toparlamaya, düşüncelerini düzene sokmaya çalışıyordu.
      "Ben böyle bir işe kalkışacak olsaydım sırasıyla yapardım" diye düşündü. O zaman ilk çocuk Polat köylü Emine den daha önce bir çocuğun kaybolduğunu duymuş olduğu aklına geldi. Uzun süren bir düşünme sürecinden sonra kızın adının Halime olduğunu anımsadı. Eksik parçayı bulmuş olabilirdi. Kapının girişinde ki memurun şaşkın bakışlarına aldırmadan içeri girdi. İlk açtığı ciltteki sayfaların arasında aradığını bulmuştu.

      "Hekate ; cehennem ve büyü tanrıçası." Okumaya devam etti.  "Ay Dolun halindeyken mezarlıklarda, ıssız yollarda dolaşan ürkünç Tanrı. Zeus'un Tanrıça Demeter’den olan kızı. Turan neredeyse Arşimet gibi "buldum, buldum" diye bağıracaktı. Okudukları yakılan, külleşen hayvanları açıklıyordu. Dayısının köpeği Lindayı, Mehmet çavuşun bulduğu daha sonra domuz olduğu anlaşılan kalıntıları açıklıyordu. Yerinden kalktı, salon görevlisi hanıma yaklaşıp bir şeyler söyledi. İkisi birlikte hole çıkıp her biri kitaplarla dolu olan odaların birine girdiler.
      Girdiği odadan ancak bir saat sonra çıkabilmişti. Mitolojiye, Yunan mitolojisine girdiğine pişman olmuştu. Hekate'ye ulaşabilmek, onu tanıyabilmek için Zeus’u, Demeter’i, Kybele’yi tanıması gerekiyordu. Onun girdiği odadan çıkmasını sağlayan bir saat önce neyi nerede bulması gerektiğini söyleyen memure olmuştu.
      “Turan bey artık kitapları yerine yerleştirmemiz lazım" dediğinde ortalığı ne kadar dağıttığını farketmişti.

      “Yerini tutabilecek bir kaynak var mı?"diye sorduğunda
      “Evet öyle bir kitabımız vardı ama uzun zaman önce bir üye tarafından götürülmüş olmalı" yanıtını almıştı. Kim olduğunu sorduğunda ise kadın anımsayamadığını söyledi. "Kendileriyle ilgilenmediğini, gazete olarak sorunlarına eğilmediklerini yıllardır iki personelle bütün bu işlerle boğuştuklarını" sitemkâr bir tavırla söylemişti. Turan biraz düşününce kadına hak vermek zorunda kalmıştı.  "Tamam, elimdeki işi sonlandırınca hemen bu konu ile ilgileneceğim" dedi. Yine de kitabı kimin aldığını öğrenememişti.

      Turan gazeteye döndüğünde Doğan beyi kendisini bekler bulmuştu. Sabahtan beri olan biteni, zamanını nerede geçirdiğini söyledi. Ustası hala kendisine kızıyordu ama bıraktığı şekilde değildi. Saatlerce kaldığı kütüphanede aklına gelmeyeni eksik noktayı Doğan bulmuştu.
      “Dediklerini doğru kabul edersek bu adam yada adamlar bir kurban daha alacaklar" deyince Doğan bir çığlık attı.
      “Evvet !!" “Bu nasıl oldu da benim aklıma gelmedi" dedi. Düşünüyor muydu? yoksa kendi kendine konuşuyor muydu? anlaşılmamıştı.
      “Bir Emel, bir Emine veya Esin sırada olmalı" dedi. Yakup usta yanlarına geldi. O da olayın çocukça bir oyun olmadığını yada birilerinin şaka yapmadığını düşünüyordu.  “Fanatik ve eski inançlara eski dinlere özlem duyan bir manyak var karşımızda" dedi.
      Üçü kafa kafaya verip saatlerce konuştular. Amerikalıların bu işte parmağı olup olmadığını tartıştılar. Eğer eskiye bir özlem bir takıntı varsa bunun bu topraklarda doğan birinin torunu tarafından olabilmesi mümkündü. Ama Doğan Yakup ustanın bu fikrini hoş karşılamadı. Tanıyorum o çocuklar olamaz diyordu. Bu konudaki son sözü ise  "Eğer bu iki yabancı bu işi yaptılarsa yeni kurban diye bir şey olmayacaktır. Ama onlar içerideyken tekrarlanırsa o iki gencin masum olduğu anlaşılır" dedi. Yakup usta coştu.
      “Ulan" diye söze başladı. “Sen bu olayı çözersen romanını yazmayı da hak etmişsin demektir dedi ve ekledi “Eğer yazarsan da ben bastıracağım" “Eğer yazarsan Bu konu ötekiler gibi hayal ürünü de olmaz" diye sözlerini tamamladı. Böylelikle Doğan, yıllar öncesinden anımsadığı sümüklü çocuğun bir yazar adayı olduğunu da öğrenmişti.

      İşi şansa bırakamazlardı. Eğer bir tarikattan söz ediliyorsa yeni kurbanlarda söz konusu demekti. Yeni kurbanın kim ya da kim olabileceği konusunda fikir yürütüyorlardı. Kim olabileceği aşağı yukarı belliydi. Altı yaşlarında bir kız çocuğu. Adı "E" harfi ile başlayan biri, dolunay gecelerinin kurban adayı. Daha zamanları vardı dolunaya kadar. Sistemli bir şekilde çalışırlarsa belki de kurban adaylarını tespit edebilirler velilerini uyarabilirlerdi. Düşüncelere daldıklarından zamanı unutmuşlardı. Artık konu Yakup ustanın da ilgisini çeker olmuştu. Vaktin geç olduğunu söyleyip ayrılmaya niyetlendiklerinde Yakup usta
     “Gelişmelerden benimde haberim olsun" demişti
      Doğan ve Turan gazeteden birlikte çıktıklarında gündüzün çoktan geceye döndüğünü anlamışlardı. Doğan Turan'a   
   "Yanlış anlamazsan senden bir şey rica edeceğim" dedi. Turanın  "Estağfurullah ne demek" demesinden sonra söylemek istediklerini ekledi.
     “Sen gazetecisin diye daha rahat hareket edersin. Bir araştır bakalım bu kaybolan çocukların ortak özellikleri neler. Aynı yerde mi yada aynı tarihte mi doğmuşlar." Bir an düşündü “Bir ara komşu olmuşlar mı? Yani bu çocukları bulanların izlediği metot ne onu öğrenebilirsek daha rahat hareket ederiz" dedi. "Yerine düşünmek" Evet Turan doğru söylüyordu, katil yada katillerin yerine düşünmeye çalışıyorlardı. Doğan çocukların doğum tarihlerinin aynı olabileceğini umut ediyordu. Madem bu adamların takıntıları "eski Yunan" üzerineydi o zaman "Astroloji" ilgilerini çekiyor olmalıydı. Eğer doğum tarihlerinin yada burçlarının aynı olduğunu öğrenirlerse arayacakları kurban adayları listesi bir hayli kısalmış olacaktı.

      Günler acımasızca geçiyordu. Halikarnas Balıkçısının dediği gibi "Zaman Tanrısı Kronos her şeyi yiyip yutuyordu". Turan, ulaşabildiği bütün polis kayıtlarını incelemiş kayıp çocuklarla ortak sayılabilecek yön bulamamıştı. Ne doğum tarihleri ne de burçları aynı değildi. Aileler bir zamanlar bir yerlerde komşu falanda olmamıştı. Hatta en son kaybolan çocuk Tülay ağustos doğumluydu. Ortak yönleri sadece altı yaşında ve kız çocuğu olmalarıydı.
      Araştırması sırasında Turanın eline geçen eski bir kitap çocukluğu üç devreye ayırmıştı. Birinci devre bebeklik devresiydi. Doğumdan süt dişleri çıkasıya kadar geçen süreydi. Bu devre ortalama iki buçuk yılı buluyordu. İkinci devre ise süt dişlerinin dökülüp yerine kalıcı dişlerin çıkasıya kadar süren devreydi. Bu devre ise yaklaşık altı yaşına kadar sürüyordu. En son devre ise kalıcı dişlerin çıkmasından ergenliğe kadar geçen devreydi.
      Turanın okuduğu kitaba kalırsa ikinci devre ile üçüncü devre arasında değişen sadece dişler değildi. Eski sayılabilecek kitap, "Bu konuda kesin yargıya varılmış olmamakla birlikte araştırmalar sürüyor" diyordu. O zaman bu adamların inançları bu yönde olmalıydı bir şey bildiklerinden falan değil. Yoksa niçin bu bebelerin peşine düşüyor olabilirlerdi ki.
      Doğan ve Turan defalarca tartışmışlardı "bildiklerimizi polisle paylaşalım mı" diye. Turan, olmaz diyordu. "Eğer polis bilirse diğerleri de bilirler" mantığını güdüyordu. Doğan "Diğerleri kim" diye sorduğunda ise "Haber Gazetesi" demişti. "Bu olay benim meslek kariyerimde bir dönüm noktası olacak" diyordu.

      Günler geçiyordu. Geçiyordu geçmesine de Doğan içinde Besim içinde iyi olmuyordu. Her ikisi de -bakan herkesin rahatlıkla anlayabileceği- açık bir rekabetin içersine girmişlerdi. Konuşulan, yarışılan duygular sevgi miydi? Aşk mıydı? Yoksa kıskançlık mıydı.? Herhalde Doğan da Besim de bunu farkedecek durumda değillerdi. Etraflarına ise daha çok "sahiplenme" duygusu olarak yansıyordu. En çokta Yüksel böyle anlıyordu. Besimi severdi, sayardı ama bu sevgi ve saygı Onun kendisine gösterdiği ilgi ve yaklaşımın yanıtı niteliğindeydi daha çok. Doğanı ise çekici ve uyumlu buluyordu. Her ikisinin ortak noktaları ise takıldıkları kişinin geçmişlerinde bir numara olan kıza benziyor olmasıydı. Bu yüzden Yüksel Pekcan yaptıkları tercihin çok isabetli olduğunu ve bir o kadar da yanlış olduğunu düşünüyordu. En kötüsü ise dertleşebileceği derdini anlatabileceği kimselerin olmayışıydı. Arkadaş ve dostları o kadar uzaktaydı ki.
 
     Şubatın son gününü yaşıyorlardı. Bir gün sonrası ise mart ayıydı. Mart ayı bahar ayı kabul edilse de havaya ve suya cemre düşse de kış gitmemekte inatla direniyordu. Kim bilir cemre kardeşlerin üçüncüsünün havaya düşmesini bekliyordu belki de. Muhasebe odasında Besim hiç ilgisi yokken
      “Yüksel Hanım bu akşam sizi yemeğe götürebilir miyim?" dedi. Yanıt hemen çekincesizce geldi.
      “Kusura bakmayın ama mümkün değil." Besim ısrarcıydı.
      “Hemen yanıt vermeyin. Tuzadası yolunda güzel bir kebapçı açıldığını duymuştum" dedi. Genç kız işine bakıyor görünüyordu. Uzun sayılabilecek sessizlikten sonra
        “Hadi akşam yemeğinden vazgeçelim. Bari öğle yemeği için bana söz verin" dedi. Yüksel, bakışlarını masasındaki dosyadan kaldırdı. Karşısındaki adamın yıllar öncesinden tanıdığı o gülümsemeyle karşısındaki adama baktı.
      “Zaten birlikte yemiyor muyuz?" dedi. Besimde ise ciddiyet devam ediyordu.
      “Bu defa itiraz kabul etmiyorum. Madem akşam yemeği için bana güvenmiyorsunuz o halde öyle yemeği isteğimi kırmayın." Sözlerinin bundan sonrası ise tamamen bir emrivakidi.
      “Öğlen saat tam on ikide gelir sizi alırım" dedi. Önerisi reddedilebilir diyerek olmalı ki genç kızın bir yanıt vermesine vakit bırakmadan odadan dışarı çıktı.
      Yüksel, ne yapmasını gerektiğini bilemez durumda arkasından bakakaldı. Besim dışarı çıkınca elindeki işi bıraktı. Beklediği gerçekleşiyordu. Allah biliyor ya yemek davetinin bugün olacağını Besim söze ilk başladığında anlamıştı. Belirtiler sabah işletmeye ilk geldiklerinde görülmeye başlamıştı. Besim -genç kız onu tanıdığından beri- şık giyiniyordu ama bu sabah daha bir şık gelmişti. Masasının üzerindeki meneviş rengindeki tek güllük vazoya çok güzel bir gül getirmişti. Yemekte olabilecekleri de tahmin edebiliyordu.  "Hadi hayırlısı" deyip yaptığı işe döndü.

      Restorantnın kapısına yanaşan beyaz opel otomobili görünce garsonlar kapıda karşılamıştı kendilerini. Hele içinde şık giyimli bir bayan ve bay inince şef garson bile gelmişti kapıya. Hoş o şekilde değil de daha sıradan bir giysi ve otomobille gelmiş olsalardı bile garsonlar benzer tepkiyi gösterirlerdi. Ne de olsa Besim Kalden İlçenin zengin ve köklü ailelerinden birinin oğluydu ve herkes tarafından seviliyor ve sayılıyordu. Yine herkes bilirdi ki Besim Kalden'in çalışmaya ihtiyacı yoktu. Serpil gölü kıyısındaki çiftlik ve dekarlarca arazi bile O'na ömrü boyunca yeterdi.
   İncecik porselen tabaklar, tertemiz masa, lezzetli yemekler ve kusursuz servis geceyi muhteşem hale getirmişti. Yine de masada oturan Besim’in konuya nasıl gireceğini bilmediği alnındaki terden belli oluyordu. Bir kaç defa niyetlendi. Karşı taraftan destekleyici bir söz bir davranış gelmeyince konuyu başka yerlere çekmişti. Dakikalar ilerliyor tabaklardaki yemekler yenilip yutuluyordu. Zaman ilerledikçe Besimin alnındaki terler çoğalıyordu. Olayı sezen Yüksel’se gereksiz konuları açıyor karşısındaki genç adama fırsat vermiyordu. Bunu o kadar ustalıkla ve masumane bir şekilde yapıyordu ki adam Onun sözünü kesmeye kıyamıyordu.
      Yemekleri bitmiş kahvelerini içerlerken Yüksel konuşuyordu ama Besim dışarı bakıyordu. Konuşmasını bağlayıp Daldınız Besim Bey" deyince aldığı yanıt damdan düşer gibi olmuştu.
   “Benimle evlenir misiniz" dedi adam pat diye. Yükselse söylediğine söyleyeceğine pişman olmuştu. Besim günlerdir kafasındaki soruyu dile getirdikten sonra derin bir "Ohh" çekmişti. Sırtından yük kalkmış gibi rahatlamış vereceği yanıtın stresi Yükseli sarmıştı.
      Saniyeler dakikalara dönüştükçe Besimin beklediği yanıt gelmiyordu. Sorusunu bitirdikten sonra genç kızın boynuna sarılıp sevinç gözyaşları için de;  “Evet, evet, binlerce kere evet" demesini bekliyordu. Süre uzadıkça beklediği sevinç sesleri gelmiyordu. Bir dakika sonrasında ise sevinçten vazgeçmiş sadece bir "evet" e razı hale gelmişti. Dakika üzerine saniyeler eklenmeye devam ediyordu. Besim suskunluğun "Düşünmem için bana izin verir misiniz" le bitmesine bile hazırlamıştı kendisini. Ve özlemle beklediği o dudaklar hafifçe aralandı. Besimin daha sonra "hiç başlamasaydı keşke" diyeceği kelimeler o dudaklardan dökülmeye başlamıştı
      “Kusura bakmayın" diye başlayınca devamını duymasına gerek bile yoktu ama yine de kibarlık gereği dinlemek zorundaydı. Dinledi de.
      “Siz çok iyi birisiniz ama..." diyerek başladı ve "Yanıtım hayır olacak" diye bitmişti. Besimin söyleyecek sözü kalmamıştı.
      “Yoksa başka biri mi?" diyecek oldu ama aldığı yanıt çok sertti. “Size olan saygı mı yitirmek istemiyorum. Lütfen beni İşletmeye bırakır mısınız?" Sonrasında ne restoran ta nede yolda aralarında konuşma geçmedi.

   Müdür vekili olan Ahmet beyin şiddetli muhalefetine rağmen Besim yıllık izne ayrıldı. Hem de o gün, öğleden sonra hemen. Ahmet Bey vekaleten de olsa geçtiği makamın havasında bilgiççe “Bir iki gün bekleyin Birol Bey dönecek" demişti ama Besim isteğinde ısrarlıydı.  “Eğer siz izin vermezseniz bende rapor almak zorunda kalacağım" deyince izin formunu doldurdu ve imzaladı. Biliyordu ki karşısındaki zengin adamın iyi bir çevresi vardı ve istediği zaman istediği kadar rapor alabilirdi."Erkeklik bende kalsın" mantığıyla formu imzaladı. Besim bey hiç beklemediği çok büyük hayal kırıklığına uğramıştı. Çalışma arkadaşlarıyla doğru dürüst vedalaşmadan ayrıldı Fabrikadan. Kapıda Bekçi Cavit dayı
      “Hayırdır Besim Bey demin geldiniz, şimdi gidiyorsunuz" deyince “Bana hayır denilen yerde kalmak istemem. Aldığım - Hayır- yanıtını içime sindirmem gerekiyor" demişti. Bu söz Cavit dayı tarafından İşletmeye yayılınca Besimin Yüksel hanıma evlenme teklif ettiği" anlaşılmıştı. Besim ayrıldıktan çok sonra ise Rıza baba Doğana “Hadi evlat meydan sana kaldı" demişti. Ama “Dikkatli ol benzer sözleri sende duyabilirsin" demeyi de unutmamıştı.

154
Kurgu İskelesi / Ynt: Hiçkimse - Udar Çarpışması
« : 28 Aralık 2015, 13:08:01 »
Sayın yöneticim, düzeltme yapayım derken alıntı yaptım. Lütfen bu mesajı siler misiniz

155
Kurgu İskelesi / Hiçkimse - Udar Çarpışması
« : 28 Aralık 2015, 12:58:19 »
UDAR ÇARPIŞMASI

     Hafif eğimli yol, önlerinde kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyordu. Yolcularını, yormadan döne döne yükselerek, ufukları kaplayan yüksek dağları aşmaya hazırlıyordu. Yolun iki yanında tek tük ağaçlar yolculara gölgelerini ve meyvelerini sunmaya hazır bir şekilde bekliyordu. Daha gerilerde inişli çıkışlı çayırlar bir oraya bir buraya serpiştirilmiş yeşilin çeşitli tonlarındaki ağaçlarla manzarayı tamamlıyordu. Güneş, tüm sıcaklığını vermeye çalışsa da mevsim gereği hava sıcak sayılmazdı. Yine de neşeli bir şekilde yol almaya çalışan kişiler hallerinden memnun gözüküyorlardı.

     İki tekerlekli bir arabada oturan iyi giyimli hanımefendiler bu neşenin kaynağıydı. Genç olanı kendisine yakın yol alan iki atlıyla sohbet etmeye çalışıyor yaşlıca olansa halinden memnun değilmiş gibi somurtuyordu. Toplamda sekiz kişiyi bulan bu kafilenin yolu önlerinde uzanan yolu boydan boya kesen Haanay dağlarını aşacaklardı. Ardından paralel yürüyecekleri Cina ırmağı vardı ve bu yol en az iki gün sürecekti.  Irmağın döküldüğü Cina gölüne vardıktan sonra yine kötü zemine sahip batı yoluna yöneleceklerdi. Göl artlarında kaybolmaya başladığında göreceklerdi iki adam boyundaki barış taşını. İşte o zaman dost İkta krallığının topraklarına girmiş olacaklardı. Bu uzun yolu kazasız bir şekilde geçmek istiyorlardı. Bir zaman önce varacakları yerde yaşanan ve kraliyet duvarında ilan edilen olaylar tedirgin olmalarına sebep olmuştu. Sarı Girdap adını taktıkları bir ejder dadanmıştı yöre halkına. Yavaş yavaş efsane olmaya başlayan ve kendisine Hiçkimse dedirten bir genç ve onun akıl hocası durumundaki yaşlı bir Şaman haklamıştı bu canavarı ama ejderhanın çevredeki tedirginliği sürüyordu.

      Dört koruma on at boyu ileriden gidiyordu, bir o kadar mesafede geriden gelen dört atlı daha vardı. Bir de komutanları olan genç yiğit vardı. Bunlar Alta krallığını az sayıdaki askerlerinden seçkin olanlardı. Arkadan bir ıslık duyuldu. Islık sesine dönen başlar uzaktan geldikleri yönden iki atlının geldiği görülünce kafilede bir telaş başladı. Önde ilerleyen atlılar geriye geriden gelenlerde ileriye yol aldılar ve küçük arabanın çevresinde savunma düzenine geçtiler. Hareketleri disiplinli olduğu için bu konuda eğitimli oldukları belli oluyordu.  Bu dokuz asker ancak iki kişiyi taşıyabilecek kadar küçük ve hafif bir arabanın çevresini sarmışlar ve elleri silahlarını kavrayacak şekilde gelenlerin kim olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Genç bir delikanlı dizleriyle yönlendirdiği hayvanını zor zapt ediyordu sanki. Askerlerin arasından koyu renk saçlı bir delikanlı ileri çıktı ve eli kılıcının kabzasında gelenleri karşıladı.
   “Asker, biz dostuz” dedi yaşlı olan adam. Diğeri yani genç olanı da elini avucu açık olarak kaldırmış selamlamıştı yolcuları. Biraz daha yaklaşınca “Ben Afsa köyünden Kıdara” dedi; diğeri devam etti “Ben de Hiçkimse, ejder savaşçısı” O zaman küçük arabanın içerisinden sevimli bir baş gözüktü. “Ejder savaşçısı Hiçkimse, seni bekliyordum” dedi. Kafilenin üyelerinde belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Asker ciddiyetiyle yeni esmeye başlayan kahramanlık rüzgarın adını duyunca hissedilen rahatlama arası bir gülümsemeydi ve Kıdara’nın, yaşlı kurdun gözünden kaçmamıştı. Arabadaki genç kızı yanında oturan yaşlı dadı tutmasa pencereden aşağı düşecekti. Kumral sarışın genç yiğit prensesi atının üzerinde eğilerek selamladı. Yol üzerinde duralayan yolcuların arasında bir kişinin hoşuna gitmemişti bu selamlaşma.
     “Siz, şu meşhur Hiçkimse olmalısınız” dedi. Sesin sahibi, üzerine bindiği besili doru atı dehledi ve arabanın diğer yanından ortaya çıktı.
     Ben, Kendo; Alta ülkesinin kralı KeTah’nın başdanışmanı Bilge Kang’ın oğluyum. Atının üzerindeki duruşu, kendini tanıtmasındaki hava, üzerindeki parlak giysiler kendisinin ne kadar önemli olduğu konusunda bir fikir veriyordu. Daha doğrusu karşısındakine ne kadar önemliyim ben havasını veriyordu. Bir dakika sonrasında yeni gelen iki atlı diğerleriyle kaynaşmıştı. Kafile bir şey olmamış gibi yola devam etmeye başladı.

   Aslında her şey genç adam akşamın karanlığa döndüğü saatlerde kulübesinde otururken başlamıştı. Güneş batmıştı ve dolunaya yakın bir ay gökyüzünde güneşin görevini yapmaya çalışıyordu. Kobe çölünden döndükten sonra yaşadıklarını kağıda dökmek gene Kıdara’nın işiydi. Soka’ya gitmişler ve kraliyet duvarına maceralarını asmışlardı. Yol yorgunu olan genç adam moralinin bozuk olduğunu söyleyerek hemen Afsa’ya dönmüştü. Giderken kendisini yolcu etmeye gelmeyen Neva hoş geldine de gelmemişti. Bir yandan kim olduğu ve nerede doğmuş olabileceğini bir yandan da köyün sevimli kızı Neva’yı düşünüyordu. Gökyüzünde yol alan ayı izlemişti uzun bir süre ve bol bol düşünmüştü. Belleği bu köyde bu kulübede uyandığı sabahın öncesini anımsamamakta inat ediyordu. Sanki bu ahşap duvarlı kargı tavanlı kulübede doğmuştu. Kobe çölünün kıyısındaki köyü düşündü. Bir sır söyler gibi kulağına fısıldanan iki kelimeyi düşündü. Ay, ışıktan yolunun sonuna yaklaştığında göz kapaklarına hücum eden uykuya daha fazla direnemeyeceğini anlayınca içeriye geçip sedirine uzanmıştı.

     Hızlı bir tırmanmayla patikadan on dakikada varıyordunuz ağaçların gizlediği kulübeye. Yıllarca boş kalmış ve kimin olduğu dahi unutulmuş bu ahşap yapı, köye gelen yabancı için onarılmış ve temizlenmişti. Geniş bir oda veya küçük bir salon diyebileceğiniz salonun ve dip tarafında uyku için ayrılmış bir yatağı vardı. Yatağın karşısındaki köşede de yüksek bacaya bağlanan güzel bir ocak vardı. Bu ocak soğuk kış günlerinde ortamı ısıtıyor ve yabancının yemeklerini pişirecek ateş yakılıyordu.  İşte genç ama yorgun beden uykudayken kapı tıklatılmış ve küçük kulübenin az sayıda ziyaretçilerinden biri olan Kıdara gelmişti. Bilge adam için saatin büyük bir önemi olmadığı için günün ve gecenin her saatinde gelebiliyordu. Ve o gece de sabaha karşı köyün horozları öterken kalın meşe kapıya kemikli uzun parmaklar vuruyordu.  Genç adam uykulu haliyle isteksiz görünse de Kıdara nereden vuracağını biliyordu. “Belki oralarda FeTa’yı veya Kebasa’yı duyanlar ne ya da kim olduğunu bilenler vardır”

     Kumral sarışın genç adamın kafası oldukça meşgul olsa da arkadaşı ve ustası olan yaşlı adamın sözünden çıkamamıştı, çıkamamıştı. Beni bırak kendi yoluma gideyim, kim olduğumu bulayım dediğinde henüz erken bir süre daha birlikte hareket etmeliyiz cevabını almıştı. Birkaç gün önce öğrendiği ve kim olduğu konusunda kendisine yardımcı olacak iki kelimenin peşine düşmüştü. Feta ve Kebasa ama bu iki kelimeyi bir çocuktan duymuşlardı ve ne kadar güvenebilecekleri belli değildi. İtiraz etme şansı olmasa da kendisine ağabeylik babalık eden yaşlı adamın “belki de oralarda bir yerlerde bulabilirsin sorunun cevabını “ demesi üzerine içini bir ümit kaplamıştı.

   Görev kendilerine verildiği zaman Kıdara itiraz etmiş, danışman Kang’ın zaten asker sayımızın ne kadar az olduğunu biliyorsun ama senin endişelerini göz önüne alarak yakın korumalarımın en iyilerini gözleri keskin iyi silah kullananları veriyorum demişti. Aslında bu sayı oldukça azdı ama yapabilecekleri fazlada bir şey yoktu.
Yolculukları planladıkları gibi yürüdü. Tek şikayet eden tekerlek her çukura girdiğinde yerinden sıçrayan dadı olmuştu. İki krallık arasında uzanan bu toprak yol oldukça bakımlı olmasına rağmen üzerinde çukurlar ve tümsekler vardı. Yaşlı kadın yükselen ve aniden beliren çukurlara rastladığında bir of veya ah diyordu. Bütün bunlara rağmen ikinci günün öğleden sonrasında sınır taşına gelmişlerdi. Hala parlaklığını kaybetmeyen kahverengi damarlı taşı geçince Pina ovasına varıyordunuz.

     Pina düzlüğü, Büyüksu’ya göre yüksekte kalan geniş bir araziydi. Ovayı güneyden kuzeye yetişkin bir yaya acele yürüyüşle bir günde aşabilirdi.  Dar bölümü ise yani doğudan batıya altı saatte mola vermeden aşabilirdi. Özellikle kuzeyi kaplayan ve yaylanın bitiminde aniden yükselen dağ sırası soğuk rüzgarları keserek Pina’nın ılıman bir iklime sahip olmasına yol açıyordu. Udar dağları, Pina’nın hem havasını koruyor hem de dağların ötesinde yaşayan barbarlara karşı doğal bir duvar oluşturuyordu. Akşamüzeri prensesin annesinin kasabası olan ve Pina düzlüğüne girdikleri yolun solunda yer alan bir tepenin üzerine kurulmuş İlta kasabasına varmışlardı. Varmalarına da en çok dadı sevinmişti.
Tüm konukseverliğiyle prenses Lanida’nın dayısı ve kasabanın Beyi olan Bayara karşılamıştı kendilerini kasabayı çepe çevre saran surların kapısında. Akşam yemeği için tüm cömertliğini sergilemiş konuklarını ve özellikle de danışman Kang’ın oğlu KenDo’ya göstermeye çalışmıştı. Her ne kadar iki krallık arasında uzun mesafe olsa da bazı dedikodular bu mesafeleri çok çabuk aşıyordu. Geleceğin danışmanı kibar Kendo’nun yeğenine kur yapmaya çalıştığını ve yaşlı Kang Son’un bu evliliği ısrarla istediğini biliyordu. Bu sayede kurnaz danışmanın oğlu iki komşu krallığın hakimi olacaktı. Bu nedenle kahvaltının da eksiksiz olduğunu söylemeye gerek yok.

      İkta, adını aldığı küçük krallığın başkentiydi, verimli bir ovanın bitimindeki tepenin Batı yamacına kurulmuştu. Doğudan batıya kadar uzanan ve aylarca süren bir yolculuğa ev sahipliği yapan yolun kenarında yer alan Ova kareye yakın bir dikdörtgeni andırıyordu. Ovanın doğu ucunda, yüksek bir tepenin üzerine kurulmuş İlta kasabası ve batı kenarında da kraliyet sarayının bulunduğu İkta hafif eğimli bir tepenin yamacına kurulmuştu. Yolcularımız uyandıkları sabahta pencerelerini açtıklarında geniş ve verimli Pina düzlüğünü, uzakta sisler içerisinde belli belirsiz İkta kentini ve yamacın yukarısına yapılmış olan İkta şatosunun yüksek kulelerini görmüşlerdi. Göz alabildiğine uzanan koca düzlük oldukça hareketliydi. Yeşilin her tonunu görebildiğiniz uzanan ovada insanlar ve hayvanlar durmaksızın çalışıyordu. Kimi hasat yapıyor kimi tarlasını sürüyordu. Hareketli lekeler gibi görünen hayvanlar bir kır manzarası üzerindeki hoş benekler gibiydi.

     İyi bir kahvaltıdan sonra tekrar yola koyulmuşlardı. Kafile bu defa hem dinlenmiş hem de varacakları menzile yaklaşmış olmalarının moraliyle neşelenmişlerdi. Prensesi babasına teslim ettiklerinde görevlerini tamamlamış olacaklardı.  Kıdara, yaşlı şamansa atının üzerinde durgundu. İki gündür konuşan Hiçkimse de sessizdi. Sessizliğinin nedeni tüm yemek boyunca konu birkaç defa açılmış olsa da çok duymak istediği iki kelimeyi kimsenin işitmemiş olmasıydı.
Güneşin her zerre ışığının işe yaradığı bu toprakları güven içinde geçiyorlardı. Kıdara, bir ara yanlarında yol alan İlta kentinin savunma birliği komutanına kuzey yönünü gösterdi ve Udar kalesinin durumunu sordu. Adam, kalenin dimdik ayakta olduğunu, her zamanki gibi kuzeyden gelebilecek tehlikelere karşı krallığın gözü ve kulağı olduğunu söyledi. Yirmi kişilik bir birliğin haftalık nöbetler halinde orada görev yaptığını ekledi.

      Kır atını durduran şaman gözlerini kısarak fersahlarca ötesine baktı. Gri dağların önünde yüksek bir tepeye kurulmuş sağlam kaleyi görmeye çalıştı. Komutan “şanslısınız ki nöbet değişimi yarın olacak isterseniz sizde katılın” dedi. Daha Kıdara’nın ağzından bir kelime dökülmeden Hiçkimse atıldı olur diyerek. Yaşlı adam kafasını sallamakla yetindi. Nedenini bilmese de bu delikanlıda çok iş olacağını seziyordu ve görgüsünün bilgisinin artması için bu gezinin iyi olacağını hissediyordu. Aslında diğerlerine söylemese de çöle yaptıkları yolculuktan beri gizli bir tehlikenin hemen yakınlarında olduğunu biliyordu. Atını üzerinde geçirdiği her dakika da aştıkları her tepede indikleri her vadide bu his kaybolmamıştı.
Yirmi kişilik atlı birlik kaleye varmak için hiç mola vermeden yol almışlardı. Başlarında genç ama zekasıyla ve cesaretiyle büyüklerinin takdirini kazanmış Faliza vardı. Gecenin sabaha döndüğü, tan kızıllığının yeni yeni atmaya başladığı saatlerde yola çıkmışlardı ve şimdi güneş sol yanlarındaydı alçalmaya devam ediyordu. Hala kuzey cephesinde Udar kalesini görememişlerdi. Sayısız kulübe öbeklerinde ve köylerden geçmişlerdi. Bir o kadarda tarlada çalışan, hayvan bakan, ağaçlarla uğraşan yurttaşla selamlaşmışlardı. Hiçkimse’ye kalsa atını durduracak, her birine soracaktı Feta’nın ve Kebasa’nın ne anlama geldiğini. Kıdara izin vermemişti. Bir ara birliğin gerisinde kalmalarını sağlamış ve bu konunun çok fazla dallanıp budaklanmaması gerektiğini söylemişti. Her hangi birinden alınacak dedikodu şeklindeki bilgiye değil güvenilir ve sözünün eri birinin bilgisine gereksinim duyduklarını söylemişti. Genç adam bir kere daha ustasının haklı olduğunu düşündü.  

     Bir saat daha geçmişti ki sislerin arasında birden bire ortaya çıkıvermişti Udar kalesi tüm heybetiyle. Kale, yalçın kayalığın üzerine kurulmuştu ve uzaktan bakıldığında zirveye ulaşabilecek hiçbir yol görünmüyordu. Yaklaştıkça gözlerinde büyüdü kalın duvarlar ve yüksek burçlar. Varacakları hedefi gören atlar hızlanmıştı sanki. Gölgeler uzamış ve çoğalmıştı, tam bir dolunay halini almış ay aydınlık gökyüzünde sarı bir hayalet gibi kendilerini izleyen bir tanrı havasındaydı. Son bir virajı alıp kalenin eteklerine vardıklarında tüm birliği şaşırtan bir manzarayla karşılaşmışlardı.

     Beş altı belki de daha fazla çadır kurulmuştu küçük alana. İster istemez yavaşladılar ve çevreyi inceleyerek geçtiler. Çoğunluğu gençlerden oluşan sessiz bir kalabalık öylece duruyorlardı. Oldukça zayıf ve ufak tefek bedenlere sahiptiler. Dünya ile ilgilerini kesmiş veya büyülenmiş gibi ortalıkta dolanıyorlardı yalnızca. O kadar dalgın duruyorlardı ki selamlarını bile alma gereği duymamışlardı. Birliğin komutanı atını çadırlardan birine sürdü yakılan ateşin başında toplaşan birkaç kişiyle konuşmaya çalıştı ama bir sonuç alamadı. Yabancılar bir kelime bile konuşmadan öylece atlıların yüzüne bakıyor dinliyorlardı. O zaman şaman daha da düşünceli hale geldi. Hiçkimse’ye yaklaştı ve “sana izlendiğimi hissettiğimi söylemiş miydim” dedi. Genç kahraman “Birkaç defa, özellikle de Kobe çölünde bunu senden duymuştum. Anlaşılan bu durum sende hastalık haline geldi” dedi. Yüzünde alaycı bir gülüş vardı.

      Kaleye çıkan dar patikaya girdiklerinde çadırlardaki adamlar dışarı çıkmış, toplaşmışlar merakla kendilerine bakıyorlardı. Uzun zamandır beklediklerine kavuşmuş ve aradıkları sorunun cevabını bulmuş gibiydiler. Atlarından inen savaşçılar, kendileri önde yularından tuttukları atları arkalarında olduğu halde tek sıra halinde dik yokuşu çıkmaya başladıklarında güneş uzaklarda kayboluyor yerini sarı ışıklarıyla gökyüzünde çakılı gibi duran mehtaba bırakıyordu. Kısa bir nöbet devrinden sonra bir haftadır nöbet tutanlar evlerine doğru yola çıktılar.

      Udar kalesi, geniş bir taş bina, ovaya doğru olan kenarın köşelerine dikilmiş iki yüksek kule ve binanın arkasında kalan ve duvarlarla çevrilmiş geniş bir avludan ibaretti. Avlunun içerisinde en temel ihtiyaçları karşılayacak kadar odası vardı ne bir eksik ne de bir fazla. Bir yemekhane, bir talimhane ve birde koğuş vardı o kadar. Asker tayınından ibaret yemeğin hazır olmasını beklerken önde bulunan iki kule arasındaki kalın duvarın üzerine çıktılar. İki askerin yürüyebileceği genişlikte ve otuz adımı aşmayacak uzunlukta olan duvar üzerinde bir o yana bir bu yana yürüdüler bir süre. Kuzey kulesinde bir nöbetçi karanlığın içerisinde kaybolmuş gibi beklemekteydi, ancak dikkatli bir göz kendisini farkedebilirdi.

      Ortalık sakin gözüküyordu, güneş kaybolduktan sonra geceye bir serinlik çökmüştü. Yemek hazır çağrısı gelesiye kadar surlarda kaldılar ve gecenin sesinin ovadaki tatlı yankısını dinlediler. Kıdara, duvara dayanmış düşüncelere dalmıştı. Kafasını kaldırdı tam daire şeklinde olan aya baktı. Yıllar yıllar önce gökyüzüne baktığında gördükleri diğer parlak nesneyi aradı umutsuzca. O uğursuz günden Kaos gününden sonra yüzlerce kere taramıştı bakışlarıyla karanlık gökyüzünü ama her defasında aynı iç burkan sonucu almıştı.  Kutsal disk, parlak ışık, tanrıların evi yoktu artık. Kara gözleri bir kere daha ayın yüzeyine kaydı. Birden ürperdi, sanki bir gölge geçmişti ışıl ışıl yanan gök cismiyle aralarından. Çevreyi taradı tüm dikkatini vererek ama hiçbir şey göremedi. Bu defa bakışlarını uzaklara göremediği güneye çevirdi. Fersahlarca uzaktaki İkta kentini görmeye çalıştı. İçi ürperdi tüyleri diken diken oldu. Boşlukta göremediği, su gibi duru, cam gibi şeffaf bir çift göz kendisini izliyordu sanki. Bir süredir yanında dikilen Hiçkimse’nin sesi kendisini bu düşüncelerden sıyırdı.

      “Usta, üşümeye başladım hadi içeri geçelim.” Kale komutanı Faliza, merdivenlerin başında elinde meşaleyle konuklarını bekliyordu. Ani bir soğuk yel esti, meşaleyi söndürdü ve bir kere daha ürpermelerine neden oldu. Yaşlı adam elini genç yoldaşının omuzuna koydu içeri yöneldiler.

      Kalın meşe ağaçlarından elde edilen keresteler usta dülgerlerin elinde kaba ama sağlam masa ve sandalyelere dönüşmüştü. Duvardaki meşalelerin ışığı yemekhaneye loş bir aydınlık veriyordu. Lezzetli olmasa da doyurucu bir yemek yediler. Servisi aynı zamanda yemekleri de hazırlayan iri yarı yaşlı bir adam yapıyordu.  Nereli olduğu tam olarak bilinmez ama uzun boyu, kemikli iri yapısı, kıvırcık saçları ve çok koyu derisi nedeniyle oralardan olmadığı bellidir. Üstelik laldır. Duyabilmektedir anlamaktadır ama konuşamamaktadır. Konuşmadan bir gölge gibi işini yapmaktadır.  Yemek esnasında kale ve çevre hakkında uzun uzun konuştular komutanla ve diğer askerlerle. İçlerinden biri uzun zamandır tehlike yaşamadıklarını bu nedenle burada beklemenin anlamsız olduğunu söyleyince komutan itiraz etti. Sarı girdap tehlikesini atlatalı uzun bir zaman olmadığını söyledi. İkta’lı komutan Faliza, aralarında dolanan adama dönerek

      “Burku, aşağıdakiler ne zamandır oradalar” dedi. İri yarı adam eliyle iki işareti yaptı. Gidenlerden de o kişilerin iki gün önce geldiklerini öğrenmişti zaten. Önceki sabah uyandıklarında yabancıları orada kamp yaparken bulmuşlardı. Önceleri tedirgin olsalar da düşmanca bir davranış görmedikleri için kalmalarına izin vermişlerdi. Yine de kale komutanı sabah yabancılarla konuşmayı ve kendilerini başka yere belki de İkta’ya göndermeyi düşünüyordu.

      Karnı iyice doyan ve aldığı iki kadehle çakırkeyf olan Hiçkimse, tam zamanı diyerek masanın başında oturan askere dönerek “Aranızda Feta ve Kebasa kelimelerini duyan, bilen var mı? dedi. Biraz ileride büyük bir gürültü koptu. Devi andıran cüssesiyle boş tabakları toplayan Burku elindekileri düşürmüştü. Kahkaha sesleri taş duvarlarda yankılandı. Komutan “Burku istersen git yat bu gün yorulmuşsun anlaşılan” dedi. Ama kelimelerin söylenmesiyle adamın elindekileri düşürmesi arasındaki bağıntı Kıdara’nın gözünden kaçmamıştı.

      “Sen, Feta’nın kim olduğunu biliyorsun galiba” dedi gülüşmelerin arasında kaybolan bir sesle. İri adam mahcup bir şekilde başını yere eğdi. Parmaklarını arasında deri bir çanta vardı. Neler olduğunu anlamayan Hiçkimse bir kere daha sorunca askerler arasında duymadık, bilmiyoruz şeklinde mırıldanmalar oldu. Son sözü birliğin komutanı söyler, “Bizim buralarda bu iki kelime hiç duyulmadı. Ne böyle birileri var ne de yer adı olarak kullanıldı.” Kıdara yerinden kalktı ve Burku’nun yanına yürüdü. Esmer tenli adam çakılmış gibi duruyordu hala salonun ortasında”

      Burku, senin bu konuda bildiğin bir şeyler var, ne dersin?” dedi. Adam elindeki çanta ile oynamaya devam ediyordu. “Feta’yı tanıyor musun?” kafa bir kere daha sallandı. “Peki nerede” dediğindeyse, sol elini kaldırdı ve ileriyi gösterdi  “Kuzeyde mi? Dedi yaşlı adam. Yer yer aklanmaya başlamış kıvırcık saçlı baş birkaç defa onaylar gibi sallandı. Şaman adamın elindeki deri parçasını aldı. İyi işlenmiş ince ama sağlam bir deriden dikilmiş erzak çantasıydı. Arkalarında sandalye sesleri duyulmaya başladı. Yemek sona ermişti ve askerler yerlerinden doğrulup koğuşlarına yönelmeye başlamışlardı ki ovadan sesler gelmeye başladı. Davula veya bir kütüğe vuruluyor gibi düzenli sesler geceyi dolduruyordu.
Askerler, merak içinde iki kule arasındaki otuz adımlık duvara doluştular. Bir kaçı daha iyi görebilmek için kulelerin üzerine çıkmıştı. Başlar, aşağıda toplaşan yabancılara doğru eğildi. Çadırların önünde alevleri insan boyunu aşan ateşler yakılmıştı. Gerilerde bir yerde biri boş bir kütüğe düzenli bir şekilde vuruyordu. Asıl ürkütücü olan ateşlerin önünde dans eden canavarlardı. İşte o zaman kendilerini bekleyen gece hakkında bir fikir sahibi olmuşlardı.

      Vücutları kıllı, kocaman gövdeli ve kurt başına sahip yaratıklar ateşlerin etrafında çılgınca dans ediyor bağrışıyorlardı. Kalenin önü bir anda vahşi ormana dönmüştü. Yaratıklar, büyülenmiş gibi gökyüzünde parıldayan dolunaya bakıyorlar ve gecenin tüm masumiyetini bozacak kadar iğrenç bir sesle uluyorlardı. Kale komutanı Faliza sol kulede sessizce bekleşen nöbetçiye döndü “Tehlike işareti ver” dedi. Tiz bir çan sesi yankılanmaya başladı karanlıkta. Tınısı kulakları rahatsız edecek kadar tiz olan çan her saniye vurdukça ateşlerin etrafında dönüp duran vahşi varlıklar deliriyorlardı. Bilmeseler ve kendileri gözleriyle görmeseler birkaç saat önce sessizce çadırlarında oturan dolanan o kişilerin bu yaratıklar olduğuna inanmazlardı. Askerlerden biri dayanamadı ve haykırdı. “Tanrım bunlar nedir böyle kurda dönüşmüş adamlar mı? Biraz geride duran Kıdara’nın neler olduğunu bilmişçesine kafasını salladığını kimse göremedi tabii. Yaşlı adam geriye avluya inen merdivenlere yöneldi.

      “Komutanım, şimdi ne yapacağız” dedi askerlerden biri. Yanıtı Hiçkimse verdi; Bekleyeceğiz…
      
      Beklemeleri çok uzun sürmedi. Bir dakika geçmemişti ki derinlerden korkunç bir uluma duyuldu. Ses diğer bütün gürültüleri bastıracak kadar güçlü ve surların üzerinde olabilecekleri izleyen askerlerin kanını donduracak kadar etkiliydi. Bağırışın yankıları daha duyuluyordu ki aşağıda dolanan yaratıklar hep beraber üzerine kalenin kurulduğu kıraç tepeye saldırmaya başladılar. Ellerinde nereden buldukları belli olmayan kılıçlar kamalar baltalar vardı. Aslında onca silaha gereksinimleri de yoktu, güçlü pençeler, keskin dişler en iyi silahlardan da iyiydi. Yılların savaşçılarıymış gibi insan üstü bir çabayla yukarı tırmanıyorlardı. Bazen dört ayak üzerinde bazen arka ayakları üzerinde düz yolda koşar gibi çıkıyorlardı dik yokuşu.

      İlk korkuyu atlatır atlatmaz askerler savunma pozisyonuna geçti. Eğitimli, güçlü kollar kalın yaylara asıldı ve gerilen yaylarda biriken enerjiler sağlam okların ucunda ileri fırladı. Karanlıkta havayı yaran sayısız oktan bazıları hedeflerini bulmuş çoğu gecenin koyuluğunda kaybolmuştu. Acı dolu birkaç hayvani bağırış askerlerin yüzlerinde gülümsemeye yol açsa da kalın duvarlara yaklaşan yaratıklar daha da korkutucu olmaya başlamışlardı. An be an vahşi çığlıklar yaklaşıyordu. Hiçkimse hemen yanında duran yedek yaylardan birini aldı, hırsla gerdi ve kirişinden fırlayan ok şimşek gibi ileri atıldı. Göz açıp kapayacak bir sürede sürünün önündeki yaratığın göğsüne saplanmıştı. Bu darbe vahşi hayvanı bir saniye duraklatsa da yaratık yarısına kadar batan okun kalan ucunu kırdı attı ve akan kana aldırmadan koşmaya devam etti. Arkasından ilk okun hemen altına karın boşluğuna doğru bir tane daha saplandı ama hayvan gene hız kesmeden ilerlemeye devam ediyordu. Şaşkın durumdaki Hiçkimse bakışlarını gökyüzüne kaldırdı, dost bildikleri dolunaydan yardım ister gibiydi. Ama sarı yuvarlak kendilerine değil kurda dönüşmüş adamlara yardım ediyordu.

      Kayaları ve toprak yolu aşan ilk yaratıklar kalenin duvarlarının dibinde durdular. Oklar yukarıdan yağmaya devam ediyordu ama pişmiş ete batan çöp kadar etkili olamıyordu. Sanki uzaklardan gelecek bir emir bekliyorlardı.

      Yukarıda bütün bu kargaşa devam ederken merdivenlerden aşağı inen Kıdara bütün garnizonu dolaşmıştı. Koğuşa girdi, yemekhanenin tüm bölümlerini dolaştı, talimhanenin her yerini aradı. Aradığı her neyse bir türlü bulamıyordu. Yaşlı adamın oradan oraya dolandığını gören iri yarı esmer tenli Burku neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. En son olarak birlik komutanının karagahına girdi. Daha kapıdan bakar bakmaz bakışları hedefe kilitlenmişti. Karşıda rafta hafif kararmış beyaz bir metal şamdan öylece duruyordu. Hızla kaptı iki gözlü şamdanı ve yemekhanenin bir yanında kurulmuş mutfak ocağına yöneldi. Burku, ne olduğunu bilmese de adamın peşindeydi. Bir dakika geçmemişti ki kalın bakır kapların biri kuvvetle yanan ocağın üzerine konulmuştu şamdan da içerisindeydi.

      Duvarın dibinde çığlıklar atan yaratıklar kuduz gibiydiler. Aynı uluma bir kere daha duyuldu ama bu defa hemen aşağıdan ağaçların arasından geliyordu. Sesin kaynağı bir abide gibi aşağıda kalenin önündeki düzlükteydi ama çığlık dolunaydan vahşiliğini alıyor gibi çoğalarak askerlerin kulaklarına eriyordu. Tüm gözler sesin geldiği yere dönünce diğerlerinden çok daha iri ve çok daha azametli bir yaratık görmüşlerdi. Kalın esnek bacaklarıyla diğerlerinin soluk soluğa aldığı yolu çok daha çabuk tırmandı. İki ayağının üzerinde doğrulduğunda bunu bir işaret sayan diğerleri hep beraber duvara tırmanmaya başladılar. Pençeleriyle taşların arasındaki kısa boşlukları kavrıyorlardı. Öyle ki sanki düz yolda ilerliyorlarmış gibi rahattılar.  

      Kurtadamlar, duvara tırmanmak için emir beklediği anda merdiven başında Kıdara ve Burku gözüktü. Ellerinde küçük bakır bir tencere vardı. Adam ıslık çaldı ve askerlerin kendisine bakmasını sağladı. “Yiğitler” dedi sakin ama etkili bir sesle;
“Oklarınızın uçlarını ve kılıçlarınızın keskin kenarlarını bu ay metaline batırın” Başta komutanları Faliza olmak üzere kimse bir şey anlamamıştı ama donmuş gibi duran yiğitlerin arasından Hiçkimse fırladı ve yıldız taşından üretilmiş kılıcını batırmak istedi.

      “Senin ihtiyacın yok kılıcın zaten yıldız taşından dövüldü” cevabını aldı. İlk vahşiler duvarın üzerine indiğinde askerlerin büyük bir kısmı silahlarını beyaz parlak ay metaline batırmayı başarmışlardı.

      Saniyeler sonra surların üzerinde göğüs gögüse bir kapışma başlamıştı. Bir tarafın açık üstünlüğü belli oluyordu. Bir tarafta doğal silah olan sivri dişler ve keskin pençeler ve bu pençelerin kavradığı ilkel silahlar diğer tarafta güçlü kaslar ve su verilmiş çelikler ve de ay metalinin efsanevi kudreti. Kıran kırana sürdü savaş dakikalarca. İnsan çığlıklarına vahşilerin böğürtüleri karışıyordu.  İyi dövülmüş çelikler batırıldığı metalin renginde bembeyaz parlıyordu her savruluşunda. Burku’nun ocakta erittiği metalin gücü tüm askerlerin yüreğine cesaret ve kuvvet salmıştı. Bir ara Hiçkimse ile Kurtadamların lideri olan dev yaratık karşı karşıya geldiler. Aralarında kurtadamlardan ve onlarla boğuşan askerlerden oluşan bir duvar vardı.
Hiçkimsenin Tanrıların hediyesi olan yıldız taşından dövülmüş ağır kılıcı havada her döndüğünde bir uzuv alıp götürüyordu vahşilerden. Kesilen kopan her beden parçasına bir vahşi çığlık ekleniyordu. Vücutlar kan içerisinde kalmıştı, ciğerler sürekli hareket eden kaslara oksijen götürebilmek için körük gibi çalışıyordu.  Faliza, çok sonra Şaman Kıdara’ya bu metali nereden bulduklarını sorunca “bu sizin odanızın rafında hep vardı” yanıtını almıştı.

      Kıdara’nın genç adama sürekli odun kırdırmasının faydası görülüyordu. Kasları kendisini utandırmamıştı. Bir yandan önüne çıkan vahşilerle dövüşüyor biryandan da yüzüne yapışmış saçlarının arasından kurtadamların liderini arıyordu. Bulması zor olmamıştı, birkaç asker ilerisinde iki ayağının üzerinde çevresine kan ve ölüm saçmaya devam ediyordu. Kafasını hafif sağa çevirince Burku’nun da ileri yaşına rağmen eline geçirdiği bir kılıçla savaştığını gördü. Soluna bakınca da Kıdara, herkes gibi kılıç sallamaya devam ediyordu. Özel dövülmüş kılıcı tam bir ölüm makinası gibiydi. Gözüne kestirdiği rakibine adım adım yaklaşıyordu. Birden sırtında bir acı hissetti.  Nereden geldiği belli olmayan bir pençe, sol omuzunda derin bir iz bırakmıştı. Ne olduğunu anlamak için hafif döndü ve gözleri kanlı uzun çeneli kocaman dişli ağzından kan ve salya akan bir yaratıkla karşılaştı. Şu ana kadar bir kenara savurduklarının hiç birinin yüzüne bakmamıştı. Bir an belki göz açıp kapamadan daha kısa bir an yaratığın gözlerinde masumiyet sezdi. Pis bir işe zorlanan insanların bakışlarındaki saflıktı bu, işte ne olduysa o bir anda oldu. Bu defa sağ yanına bir pençe aldı. Allahtan geri sıçramıştı da sadece iz bırakmıştı uzun keskin tırnaklar.

      Arkasından bir acı ses geldi. Bir çığlıktı ama ne insan ne kurtadam çığlığına benziyordu. Geri döndüğünde kendisiyle vahşilerin liderinin arasında kalan Burku’ vardı ve liderin, kendi kafasını hedef alan kılıcını gövdesiyle durdurmuştu. Kimseye üzülecek merhamet edecek zaman olmadığı için kalenin hizmetkarını hedef alan vahşiyi görmek istedi. Lider tam karşısında duruyor ve iğrenç kokusunu yüzünde hissettirecek kadar derin soluk alıp veriyordu. İlk darbe liderden geldi sağa kaçarak hamleyi savuşturdu. Ardından kılıcı şimşek gibi kalktı ve indi. Az önce zarif bir hareketle kurtulduğu darbeyi indiren el dirsekten koptu. Hiçkimse’nin içindeki öfke kocaman bir kütük gibi uzanan tüylü kolu biçmeğe yetmişti. Kale duvarlarında, acı dolu öfke cisim bulmuş, ses olmuş gibi yankılandı. Hiçkimse’nin kolu bir kere daha kalktı ama bu defa sadece havayı yardı. Lider kurtadam geriye sıçramıştı. Birkaç adımda yukarı nöbetçi kulesine çıktı. Bir nara daha attı. Kurt adamlar o nara ile kaçmaya başladılar. Gökyüzünde batıya doğru ilerlemiş olan dolunay hükmünü vermiş çarpışmayı insanoğlu kazanmıştı.

      İnsanlar galipti, düşmanlarını kaçırmışlardı ama kazanan taraf değillerdi. Yirmi asker ve iki kahraman yolcu ve bir hizmetkar kanlar içerisindeydi. Zor olan kaledeki yaralıların tedavileri oldu. Bulunan her bez ile yaralar sarılmaya çalışıldı. En sağlamlardan iki kişi “belki geri gelirler” diye nöbetçi bırakıldı. Hiçkimse kendi ile liderin pençesi arasına atarak yaşamını kurtaran Burku’yu aramaya başladı. Duvarın dibinde esmer tenli yaşlı adamı bulduğunda Şaman başındaydı ve kendince dualar ediyordu. Kıvırcık saçlı dev adam Hiçkimse’ye başıyla işaret etti. Genç adam ağır yaralının yüzüne eğildi. “Telek ve Larena” dedi. Sonra hala dudakları kıpır kıpır olan Şamana dönüp “beni affetmesini sağla” dedi. Kısa bir soluk almanın ardından başı yana düştü. Adam son nefesini vermişti.

      Genç adam bütün bunların ne demek olduğunu anlamamıştı. Ama bunları düşünecek zamanı da yoktu. Bir pençenin değmediği veya keskin dişin dokunmadığı kimse yoktu. En azından birkaç sıyrık iz olarak kalmıştı bedenlerde. Yaralılar daha sağlam ve iş görecek kadar gücü olanlar yardımıyla aşağıya koğuşlara indirildi. Şaman Kıdara sanki bir hekimmiş gibi çalışıyordu. Komutan Faliza avlunun bir kenarında kurulmuş olan ağaç kümese yöneldi. Kümesten bir kuş tuttu, üzerindeki kanlı elbisesinin küçük bir parçasını yırttı ve hayvanın bacağına bağladı. Çabuk adımlarla duvarların üzerine çıktı ve kuşun başını şefkatle öperek karanlığa bıraktı.

      Sabaha karşı İkta Kralının odasının kapısı hızla çalınıyordu. Önemli bir şey olmamış olsa kapısının bu kadar şiddetli çalınmayacağını bilen yaşlı kral yerinden kalktı. Karşısında askeri danışmanı ve alçak gönüllü ordusunun komutanı vardı. “Bir baskın daha yedik sanırım” dedi üzgün bir sesle. Hala uyanamamış olan kral neler olduğunu anlamaya çalışıyordu ki bıyıkları kırarmış ama hala dinç gözüken subayının iri ellerinde tuttuğu kuşu gördü. Komutan kuşu ters yüz etti ve ayaklarına bağlanan kanı kurumuş bez parçasını gösterdi. “Udar kalesinden geliyor” dedi. Durum anlaşılmıştı umarım geç kalmayız” dedi. Devamında Kralın emri birkaç sözcükten ibaret tek bir cümleydi. Hemen destek yollayın. Yarım saat sonrasında, halk arasında paniğe yol açmamak için destek kuvvetleri sessizce yola çıkmıştı.

      Gün ışımaya başladığında derin bir soluk aldı Kıdara. Bu tür yaratıkları daha önce görmüştü. Binlerce fersah batıda rastlamıştı. Yalnızca dolunayda çıktıklarını biliyordu ve en azından bir ay rahat olacaklardı. Kale kapısından çıktı ve aşağıya bir gün öncesi gördükleri çadırlar boştu. Tam da tahmin ettiği gibi çadırların çevresinde ve ağaçların arasında bir gün önce gördükleri adamlar cansız yatıyorlardı. “Zavallı kurbanlar” dedi mırıldanır gibi…

      İkta’da kahraman gibi karşılandı bu yirmi yiğit. Danışmanın oğlu KenDo içten miydi yoksa durumu kurtarmak için mi bilinmez ama bir hayli hayıflanmıştı orada olmadığı için. Krala ve kralın bilgeliğine güvenerek akıl danıştığı Kıdara’ya göre Prenses, yuvasına kavuşmuştu ama tam anlamıyla güvende değildi. Uygar krallıkların vahşileri hafife almamaları gerektiği konusunda üstü örtülü bir fikir birliği oluşmuştu. Bu nedenle acele bir toplantı yapılmalı ortak hareket edilmeliydi. Ve prenses Lanida’nın baba evine dönüşü kısa ziyaret olmuştu.

      Geri dönüşte Hiçkimse, yanında yol aldığı Ustasına “Bu defa maceramızı kraliyet duvarına yetiştiremeyeceğiz” dediğinde “Bazı durumlar kahramanlık maceralarından daha önemlidir” yanıtını almıştı. "Üstelik o çok merak ettiğin sorunun cevabına bir adım daha yaklaştın."

       Uzaklarda uygar insanların giremediği yerlerden birinde sol kolu dirseğinden kesik bir adam karşısındaki hırpani kılıklı birinde azar işitiyordu. Yine başarısızlık üstelik yapılan büyüye rağmen Ben bu durumu Kuzgun Krala nasıl açıklayacağım diyordu. Kolunun acısı taze olan Rasa, karşısındaki Gambaatara baktı. “Ben kolumdan oldum sense hala başarıdan söz ediyorsun. Üstelik yine de başarılı sayılırız. Büyü İyi bir büyüydü ve insanları vahşi kurtlara dönüştürüyordu. Tek kusuruysa sadece ayda bir kere işliyor olması. Dedi. Sanki her şey unutulmuş gibi sözlerine devam etti. Bir daha ki sefere daha güçlü insanlara Kurt büyüsü yapmalıyız” dedi.

156
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Yirmi Sekiz
« : 23 Aralık 2015, 12:43:28 »
B Ö L Ü M    Y İ R M İ  S E K İ Z

      Bütün erkekler cuma namazına gitmişti. Haftalardır mazereti olup kalan yoksa Yüksel Pekcan işletmede nöbetçi memur olarak kalıyordu. Besim bazen kalıyor olsa da oda cuma namazını kılmaya sıklıkla gidiyordu. Yüksel, herkesin cuma için camide olduğu bir anda yemek sonrası kahvesini içerken telefonu çaldı. Daha eli telefona gider gitmez numarayı tanıdı. Yanılmamıştı, arayanlar iki gündür haber alamadıkları, telefonları kapalı olan Amerikalı dostlarıydı. Ne olduğunu anlamadan telefon kesildi. Görüşme yapmaya çalıştıkları yer belli ki sapa bir yerdi. Sözü fazla uzatmadan yerlerini öğrendi. “Birazdan oradayız" deyip kendisi gelesiye kadar oradan ayrılmamalarını ve ortalıkta görünmemeleri gerektiğini sıkı sıkıya tembihledi.
İşlerin yoğun olduğu günlerde dışarıya yol kenarındaki park yerine bırakılan otomobiller artık rahatlıkla avluya bırakılabiliyordu. Koridorda cuma namazının dağılmasını bekleyen Yüksel sundurmanın altındaki araçları inceliyordu. Beyaz opel ile bej renkli Doğan yan yana gelmişti. Onlarında sağında ve solunda diğer personelin arabaları vardı. İçlerinde en iyi ve en yeni olan Besimin Opeliydi. Doğan beyin doğanından daha eski olan ise Bekçinin almış olduğu mavi Anadol kamyonetti. O koridorda durmuş araçlar ile sahipleri arasında benzerlikler kurmaya çalışırken dış kapıda Memur Mehmet göründü, peşinden diğerleri de dönmeye başlamıştı.
      Cuma öğleden sonralarının rutiniydi kısa selamlaşmalardan sonra ikinci müdürün odasında toplanmak. İşler yavaşladığından beridir çay içmeler ve muhabbetler artmıştı. İmamın vaazı ve hutbe konusunu tartışmaya başlamışlardı bile. Yüksel diğerleriyle birlikte gelen Doğan’a belli belirsiz bir işaret vermeye çalışmıştı. Diğerlerinin tepkilerini bilemeyeceği için açıkça söyleyemezdi. Önce işaretini anlamadığını zannetmişti ama bir iki dakika sonra yanına geldiğini görünce arkadaşının hakkında yanlış düşündüğünü anlamıştı. Beş dakika sonra ise boyasıyla aynı renklerde macun lekeleri olan bej renkli araç Tuzadası yolundaydı.
      Doğan önce Yüksel’i ikna etmişti teslim olma fikrine. Yükselin görüşü ise halkın kararını çoktan vermiş olduğu yargıçlarında etkilenerek bu yönde hareket edeceği şeklindeydi.
      “Nasıl olsa bunlar yabancı biz yardım edersek rahatlıkla ülkelerine dönerler. Bir zaman sonrada her şey unutulur gider" diyordu. Devletin bu işin peşini bırakmayacağını kaçmanın bir nevi suçu kabullenmek demek olduğunu söyledi Doğan’da
      “Tam bu nedenle onları kendi ellerimizle yasalara teslim etmeliyiz" demişti. Tuzadası’nda kuytu bir kafeden telefon etmişlerdi korku içindeki iki yabancı. Sokak arası sayılabilecek kafede dipte mutfak kapısının hemen yanındaki masada oturur buldular iki genci. İkisinin de sırtları kapıya dönüktü. İçeri girenleri karşılarındaki vitrinin camından izliyorlardı. Şaşkınlardı, korkmuşlardı. İlk söyledikleri de,
“Bizi havaalanına götürür müsünüz" olmuştu. Bir ara ilçeye dönmek istemişler bu nedenle İşletmeye telefon etmişlerdi. Karşılarına çıkan kişi -kim olduğunu anlayamamışlardı- "dönmemeleri gerektiğini polisin ve jandarmanın onları aradığını söylemiş miş. Doğan teslim olmaları gerektiğini söylediğinde George Nicolas "Midnight Ekspres" demişti. Yüksel, onlar konuşurken kafenin sahibini gözlüyordu. Konuşmalarının arasına girip artık dışarı çıkmaları gerektiğini söyledi. Hesabı ödeyip çıktılar.

      Arabalarını şehrin yazlıkçı mahallelerinin birine çıkmaz sokağın birinde yola az bir çıkıntılık yapan evin arkasına bırakmışlardı. Gizlenmesi zor olsa da koca araba ilk bakışta görünmeyecek yerdeydi. Bir kaç gün sonra toz toprak içinde tamamen anlaşılmaz bir hale gelecekti. bej lekeli araba İzmir’e değil de İlçeye doğru yönelince arkada oturan iki gençten itiraz sesleri yükseldi. Dönüş yolunda bir kaç yüz metre gittikten sonra sağa çekip durdu.
      Doğan bir taraftan, Yüksel bir taraftan Amerikalıları ikna etmeye çalışıyorlardı. Türk insanının "Gece Yarısı ekspresi"deki gibi olmadığını söylediler. Gerçek suçluların başkaları olduğuna inandıklarını, eğer giderlerse bu gidişin suçu kabul etmek anlamına geleceğini söylediler. Terletecek kadar zor konuşmalardan sonra iki genç teslim olmaya ikna olmuştu. O zaman biraz olsun ohh dediler.

      Amerikalılar önce fabrikaya gitmek istediler. Aylardır birlikte çalıştıkları arkadaşlarına meslektaşlarına suçsuz olduklarını anlattıktan sonra resmi bir karar olmasa da polise gidip teslim olacaklardı. Araç avluya girdi. İki gencin arabada olduklarını görenler dışarı çıkıyorlardı Yönetim binasının ana kapısında bekler buldukları Birol Bey onları içeriye almak istemedi. Yüzlerine karşı, “Bizim sapıklarla işimiz yok" diyordu. Sağında ve solunda duran Ahmet Oker ve Mustafa Ali Kırmaz bedenleriyle içeriye girmelerini engellemeye çalışıyordu.
      “Burası namuslu bir İşletme, çocuk katillerine yer yok" “Bizler onurlu insanlarız" diyorlardı. Nicolas yarım Türkçesiyle bir şeyler anlatmaya çalıştıysa da girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Zorunlu olarak gerisini geri Doğan’ın arabasına döndüler. Dört arkadaş ne yapabileceklerini konuşurlarken uzaktan polis sirenleri duyulmaya başlamıştı. Siren seslerini duyunca George ve Pietro bir an paniklediler. Yol boyu konuştukları boşunaydı. Onca rahatlatıcı sakinleştirici söz bir anda unutulmuştu.

      Hem Yüksel hem de Doğan panik yapmamalarını söylerken polis arabası İşletmenin avlusuna girmişti bile. Beyaz renkli resmi arabadan Rüzgar Ali henüz inmişti ki ardından ikinci araba geldi. Peşinden de üçüncüsü. Amerikalıların endişelerini haklı çıkaracak şekilde kollarına yapışıvermişlerdi.
      “Hakların da tutuklama kararı var" diyerek iki genci birer bileklerinden birbirlerine kelepçelemişti Rüzgar Ali. Daha, ne oluyor" diyemeden soğuk polis arabalarına itilmişlerdi bile.
      Yol boyunca suçsuz olduklarını haykırmıştı iki genç. Özellikle daha iri yapılı olan Pietro zor zapt edilmişti. İki memur iki kolundan zor tutuyordu.  Yükselin ve Doğanın,    “Bir yanlışlık yapıyorsunuz, diplomatik bir skandala neden olacaksınız" şeklindeki uyarılarına “Derdinizi merkezde Baş komisere anlatırsınız" yanıtını almışlardı. Ama Hükümet binasının birinci katında bulunan merkez karakoluna varmak hiçte kolay olmayacaktı.

      Resmi törenlerin yapıldığı meydanlığın bir ucundaydı hükümet binası, betonarme ve dört katlıydı. İlden gelen ve Tuzadası’ndan gelen kent içi yollarının kesiştiği yerdeydi. Yurttaşlar işlerini görmek için ana kapıyı kullanırdı ama memurların ve diğer çalışanların ara sokağa açılan arka kapıyı kullanmaları gerekiyordu. Tuzadası yolu üzerinden girilen bu sokağın bir yanında sıra dükkanlar vardı. Diğer yanını ise Hükümet binasının duvarı ve Jandarma Merkez Karakolu boydan boya kaplıyordu. Bu duvarın büyük bir bölümü ise atermitlerle kaplanarak otopark haline getirilmişti. Özelliklede makam araçları ve resmi araçlar buraya park edilirdi. İşte kayıp çocukların katil zanlıları denilen dört kişiyi getiren araçlar doğrudan bu otoparka geleceklerdi.

      Ara sokağa dönmeleri gereken küçük döner kavşağı döndüklerinde karşılaştıkları manzara hepsini hayrete düşürmüştü. Daha döner kavşağa yaklaşırken bir olağanüstülük olduğunu anlamaları gerekiyordu. Herhangi bir resmi yada özel tören olmadığı halde insanlar sokak girişinde toplanmışlardı. Öndeki polis arabasının sürücüsü olayı ilk anladığında geri dönmeyi denedi ama dönemedi Kalabalık bir an açılmış kendilerini aralarına aldıktan sonra kapanmıştı. Nereden çıktığı ve ne zaman haber alıp toplandığı belli olmayan sayısız insan sokağı doldurmuştu. Arabanın plakasının yazılı olduğu park yerine varması imkansız hale gelmişti. Bir ara sürücünün hemen yanında oturan komiser Ali Rüzgarlı arkada oturan iki gençle göz göze geldi. Çok geç olsa da hatasını anlamıştı.

      Hükümet Binasıyla aynı parkı paylaşan Jandarma Merkez Karakolunda görev yapan genç Teğmen duyduğu uğultuyu pek önemsememişti. Peşinden gelen araç kornasının ısrarla çalması ve korna ile birlikte uğultu sesinin bağırışlara sloganlara dönüşmesi cama koşmasına neden olmuştu. Yalnızca o değil binada bütün personel pencerelere koşmuşlardı. Kalabalığın arasında sıkışıp kalan üç polis aracını görünce olayı kavradı. Beklemeğe yada olanı biteni anlamaya çalışacak zamanı yoktu. Koşar adımlarla koridordan geçti. Aşağı inerken aklına hazır kıta geldi. Ön kapı nöbetçisi ne "hazır kıtayı arka sokağa hemen göndermesini" söyledi. Kendisi bir kaç saniye sonra olay yerindeydi.
      Polis araçlarının hemen arkasından yola çıkmalarına rağmen bej yamalı otomobil geride kalmıştı, ne de olsa onların geçiş üstünlükleri vardı. Bir ara dikiz aynasında beyaz opeli görür gibi olmuştu. Anlaşılan Besim’de arkalarından geliyordu Hükümet binasının arkasındaki  dar  sokağa vardıklarında kalabalığı gördü. Sokağa arabasıyla giremeyeceğini anlayınca sağa çekti. Arkasında "dur gitme, bir şey yapamazsın" diyen Yüksel’e aldırış etmeden kalabalığın arasına daldı.

      En öndeki araçta bulunan Komiser Ali ne yapacağını bilemez haldeydi. Arka koltukta bekleyen ve birer elleriyle birbirine kelepçelenmiş durumda olan iki genç korkuyla büzülmüşler, koltukların arasına sinmişlerdi.
      Dışarıdaki kudurmuş kalabalık tartakladıkları aracın resmi araç içindekilerin Polis memuru olduklarına aldırış etmiyorlardı bile. Kimi kaportayı yumrukluyor kimi tekmeler atıyordu. Otomobillere uzanamayacak kadar uzakta olanlar ise bağırıp çağırıyor, ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı. Komiser Ali bir ara çıkmayı denedi ama ne mümkün. Etrafını saranların baskısı inanılmazdı, araçları adeta bir beşikmiş gibi sallanıyordu.
      “Bas gaza" dedi öfkeyle, yanında oturan ve en az Amerikalılar kadar korkmuş olan genç polis memuru şaşkınlıkla yüzüne baktı. Rüzgar Ali bir anda fikir değiştirdi, genci kendisine doğru hızla çekti. Birbirinin üzerinden geçerek yer değiştirmeye çalışıyorlardı. O an dışarıdan gelen silah seslerini duydular.

      Jandarma binasındaki genç teğmen koşarak arka kapıya varmıştı. Sokağı dolduran insan yığınlarını gördüğünde bir an ürperdi. Okul yıllarında ders konusu olarak gördükleri bazen televizyondan izlediği "Linç" olaylarından biriyle karşı karşıyaydı. Elinde nereden eline geçtiğini bilmediği bir düdük vardı. Nefesinin yettiği kadar üfledi. Düdüğün keskin sesi kulaklarında uğuldamıştı ama kalabalık zerre kadar etkilenmemişti. Tekrar ön kapıya koştu. Nizamiye nöbetçisinin elindeki G-3 makineli tüfeğini kaptı. Nöbetçinin itirazları fayda etmemişti. Sürgülü kapının arkasında durup namluyu havaya dikti, bir kere çekti tetiği. Kalabalık bir an durdu, başlar sesin geldiği yöne döndü. Sonra kalabalığın hareketliliği ve uğultusu daha da çoğaldı. Teğmen öfke ile şarjördeki tüm mermileri havaya boşalttı.

      Bütün gücüyle kalabalığı yarmaya çalışan Doğan bir el silah sesini duyunca aklına Komiserin beylik silahını ateşlediği geldi. İnsanların bir anlık durgunluğundan yararlanıp kendine daha fazla yol açmaya çalıştı. Kimine omuz atıyor kimini itiyordu. Kafası ise halkın nefretinin nasıl bu noktaya gelmiş olabileceğini düşünüyordu. Bir anda haberin yayılması ve bunca insanın toplanması kendiliğinden olabilecek bir şey değildi. İşin en garip yönüyse bir taraftan kendine yol açmaya çalışırken diğer taraftan bütün bunları düşünmesiydi.
      Bir el silah sesinin peşinden gelen bir seri mermi sesi kala balığın paniklemesine yol açmıştı. İnsanlar ya sağa sola kaçışıyor yada kendini yere atıyordu. Bağırışlar çığırışlar korkuyu korku da paniği arttırıyordu. Komiser Ali silah seslerini duyunca birilerinin kendisine yardım etmeye çalıştığını anlamıştı. Aracın kapısını yıldırım hızıyla açtı. Hemen arka kapıyı da açıp iki Amerikalıyı sürüklercesine dışarı çıkardı, şimdi mantık değil hız önemliydi.
      Silah sesleriyle bir an çalkalandıktan sonra durulmaya ve dağılmaya başlayan insan denizinin arasından Hükümet Binasının kapısına doğru yürümeye başladı. Kendine yakın olan zencinin elini yakaladı. Sürüklercesine kalabalığı yarmaya başladılar.

      Yurttaşının sol bileğinden kendi sağ bileğine kelepçelenmiş durumda olan George önünde yürüyenleri izlemeye çalışıyordu. Bir an birinin sol elini yakaladığını farketti. Korktu. Silah seslerinin oluşturduğu panik dağılmış insanlar neden orada olduğunu yeniden anımsamış gibiydi. Refleks hareketiyle elini silkeledi, kurtulmaya çalıştı. Elini yakalayan el daha sıkı kavramıştı. Kurtulmak istedikçe elini tutan el daha sıkı kavrıyordu. Kim olduğunu anlayabilmek için başını çevirince Doğanı gördü. Tanıdık birini yanında görmek içini bir an olsun rahatlatmıştı.
      Üzerinde iki yıldızlı üniforması olduğu halde Rüzgar Ali dayak yemekten kurtulamıyordu. Karşısındakileri boşta kalan eliyle bertaraf ediyordu ama yanlardan gelen yumruklara ve tekmelere karşı bir şey yapamıyordu. Geriden gelenlerse adam akıllı dayak yiyorlardı. Binada görevli bir kaç memur yardım için yanlarına geldiler. Onların sayesinde giriş kapısına varmaları biraz daha rahat olmuştu. Onlar içeri girer girmez bir gurup polis kapının önüne dizildi. Etten duvar kalabalığın taşkın dalgasını kesmeye yetmişti. Jandarma karakolundan gelen bir manga askerin de yardımıyla kalabalıktaki dalgalanmalar azaldı. Uğultular bir an olsun durulunca kalabalığın arasından yükselen davudi bir ses.
      “İki Amerikan piçini bize verin" diye bağırdı. Bir başkası “verinde kaybolan yavrularımızın hesaplarını soralım" diye diğerinin cümlesini tamamladı. Az önce havaya ateş açan teğmenin sesi megafonla çoğalmış halde duyuldu.
      “Çapraz tutuş." Kalabalık arasında duyulan kışkırtıcı seslerle megafonda duyulan ses arasında bir rekabet başlamıştı sanki. Bazen artık tanıdık sayılabilecek ama kendini göstermeyen o davudi ses bazen de ona uyan kişilerin sesi meydanda yankılanıyordu. Megafondan gelen ses ise askeri otoritenin tüm ağırlığını hissettiriyordu.

      Uğultuyu daha henüz anlamamıştı kaymakam bey peşinden silah sesleri duymuştu. Şimdi megafonla kalabalığın seslerini duyuyordu. Neler olup bittiğini anlamak için dışarı çıktığında oda dehşete kapılmıştı. Ali Rüzgarlı olan biteni kısaca anlatmıştı kendisine. Bir Şoför Zeynel’i bulmalarını emretti. Zeynel’in kulağına bir şeyler söyledikten sonra Teğmenin elindeki megafonu aldı, insanlarla konuşmayı denedi. Genç teğmenin otoriter sesinin yerine ricacı tarzda konuşan birini gördüklerinde kalabalık bir an dalgalandı. Kapının önünde dizilen polis ve jandarmalara doğru bir defa daha yüklendiler Megafondan yükselen  "Doldur! -kapa! -emniyete al!!" komutunu duyunca bir an duruldular. On G-3 hafif makineli tüfeğinin mekanizmasının şakırtısı duyulunca kalabalıkta bir durulma oldu. Bu işin şakasının olmadığı anlaşılmıştı sanki.
      “Üç adım ileri marş" komutuyla da gerilemek zorunda kalmışlardı. Ardından bir kere daha   "Üç adım ileri marş" denildi aynı sert ve otoriter tonda. Bir kere daha tabii...

      Hükümet binasının zemin katındaki danışma odasında bir bayan memur elinde ecza çantası dışarıdan gelenlerin sıyrıklarına yaralarına bakmaya çalışıyordu. Eğer Teğmen yetişmemiş olsaydı çok daha ağır yaralar alabileceklerdi. En ciddi darbeleriyse en geriden gelen Doğan ve George yemişti. Pietro ise hemen önündeki komiser Ali’nin şemsiyesi sayesinde az hırpalanmıştı. Onlar içeride durum değerlendirmesi yapmaya çalışıyorlarken dışarıdaki kalabalık sloganlar atmaya başlamıştı.
     “Katillere ölüm"      “Gerçek adalet halk adaletidir." diyorlardı. Arada Atatürk ün vecizelerini de söylemeyi ihmal etmiyorlardı. "Ne Mutlu Türküm Diyene." "Bir Türk Dünyaya Bedeldir."
      Biraz dikkatli dinleyince kalabalığın içersinde gür sesli ama yaşlı bir kadının titrek sesi duyuluyordu. Ardından yığınlar tekrarlıyordu söylenen sloganı. Komiser Ali biraz soluklandıktan sonra kalabalığı dağıtmaya çalışan Teğmenin ve Kaymakam beyin yanına çıktı. Binanın bütün çalışanları pencerelere toplanmış aşağıda olan biteni seyrediyordu. Kaymakam bey elinde megafon kalabalığa dağılmalarını dağılmadıkları takdirde alaydan gelen takviye kuvvetlerle sokağı dolduran herkesin tutuklanacağını söylüyordu.

      Rüzgar Ali bir ara biraz ötesindeki polis memurunu yanına çağırdı. Kalabalığın arasındaki sesi duyulan yaşlı bir kadını işaret etti. İkisi birden insan denizine girmeyi denediler. Rüzgar Ali’nin kışkırtıcılardan biri olduğunu tahmin ettiği o kişiyi getireceklerdi. Kalabalıksa ortak bir bilinçle hareket eder gibi onların ne yapmak istediğini anlamıştı. Polislerin ve jandarma erlerinin kesmekte zorlandığı bir dalga ile karşılık vermişlerdi.

      Bir saate yakın bir süre kalabalık sokakta slogan atarak bekledi. Kaymakam beyin Şoförü Zeynel’e söylemesiyle Zeynel Alaya telefon etmiş Albaydan takviye kuvvetleri istemişti. İşte  "İçi asker dolu üç kamyon geliyor" ve "İlden Panzerler de geliyormuş" söylentileri ile kalabalık dağılmaya başlamıştı. Haki renkli üç askeri araç göründüğünde ise sokakta kimseler kalmamıştı. Sadece kalabalığın dağılmaya başladığını anlamalarıyla kapı önündeki polislerin yakaladığı beş on kişi nezarete alınabilmişti. Ali Komiserin yanına memur çağırıp kışkırtıcı olabilir diyerek yakalamaya birlikte gitmelerini teklif ettikleri adamı boşuna aradı. Adam kalabalığın arasında çoktan kaybolmuştu.
      Doğan “Geçmiş olsun" diyen Albay Emin Işık'a teşekkür ederken az önce Pietro’nun kendisine sorduğu soruyu sordu.
    “Tekrar gelirler mi?" Albayın yanıtı ise yuvarlak laflardan oluşuyordu. “Sanmıyorum ama yine de biz gerekli tedbirleri alacağız. Zanlıları daha güvenli bir yere nakledeceğiz" dedi. O arada Yüksel koşarak geldi Doğan’ın boynuna sarıldı. Boynuna sarılan bir çift kol ile buralara Yüksel’le birlikte geldikleri Doğan’ın aklına gelmişti.
      “Bu güzel kız beni deli gibi seviyor" diye aklından geçirdi. Odada bulunanlarda aynı kanaatteydiler zaten.

      Doğan ve Yüksel işler yoluna giresiye kadar beklediler. Genç adam ara sıra dışarı çıkıyor meydanı ve arka sokağı inceliyordu. Bir saat öncesinin aksine meydanda kimseler yoktu. Komiser Ali ise Kaymakam beyle görüşmüş haklarında gözaltına alınmalarına dair yazı olan iki gencin askeriye ye ait nezarette kalmalarını sağlamaya çalışıyordu. Bir ara Albay Emin, Komiser Ali ve Doğan içeri girdiler bir on onbeş dakika özel kalem müdürünün odasında baş başa kaldılar. Dışarı çıktıklarında Rüzgar Alinin Amerikalılara karşı olan tavrı yumuşamış gibiydi. Yüksel
      “O kadar süre içeride ne konuştunuz" diye sorduğunda Doğan “Albayı ve Komiseri dostlarımızın masumiyeti konusunda inandırmak zor oldu" demişti Doğan. Yüksel’in yanına gelip "İsterseniz gidelim artık" dediğinde hava kararmak üzereydi. Ali Rüzgarlı’yla vedalaşıp ayrıldılar.

      Yol boyunca hiç konuşmadılar. Doğan oturduğu sürücü koltuğunda zorunlu olarak yaptığı her harekette vücudunun ağrıdığını hissediyordu. Yanındaki genç kıza belli etmese de bir hayli tartaklanmıştı. Hatta buna "adam akıllı dayak" bile denilebilirdi. Gidiş yönü genç kızın evine doğruydu ve arkalarından gelen araçlardan birinin beyaz opel olduğunu bir çift far ışığından anlayamazdı. Beş dakika sonra arabaları sağa, Cephane sokağa doğru dönünce arkalarından gelen beyaz araba yoluna devam etti.
      Yüksel ve Doğan arabadan indiler. Böylesine yoğun geçen bir günün ardından ayaküzeri vedalaşamazlardı. “Hadi gelin dün akşamdan ne kaldıysa birlikte yiyelim" dedi genç kız. Genç adamın o eve girmek o dalgalı ışıkların nedenini anlamak için can attığını bilemezdi tabii. Yine de nazikçe reddetti daveti.
      “Teşekkür ederim. Gelmeyeyim" dedi isteksizce. Önlerinde ve arkalarında sıralanmış evlerin camlarında meraklı bakışların olabileceğini biliyordu. Nede olsa burası bir ilçeydi ve böyle bir ilçede bu tür davranışlar hoş karşılanmazdı.

      “Hadi hadi beni ikinci defa reddetmeyin." Adamın anlamadığını fark edince ekledi. “Anımsarsanız bir akşam benim yemek davetime de gelmemiştiniz" dedi.  Gülümseyerek  “Merak etmeyin yemeklerimden zehirlenmezsiniz. Meraklı bakışlara da gidişinizi duyururuz" dedi. Doğan için dedikleri o kadar önemli değildi, yüzüne gülümsemişti ya o yeterliydi.
      “Sadece bir yemek ama" dedi. Onlar içeri girmenin pazarlığını sokak ortasında yaparlarken cadde ağzında bir beyaz araba durmuş alacakaranlıkta onları seyrediyordu. Sürücü   "Yine aynı şeyi yapıyorsun Doğan" dedi mırıltılı bir sesle. “Yıllar önce karımı elimden almaya çalışmıştın şimdi de bu kızı almaya çalışıyorsun." Sokak ortasında konuşan iki kişi içeriye yönelince arabasının camını kapattı. Sinirli hareketlerle kontağı açtı, güçlü motoruna direnemeyen araç hızla fırladı yerinden.
       Akşam bir garip geçmişti. Yiyecek yemek yoktu evde."Benim mutfakla pek aram yoktur" dedi genç kız durumu açıklayabilmek için.  "Haftada bir yardımcı geliyor" diye ekledi. Yemekten vazgeçtiler. Çay ve çayın yanındaki aperatiflerle bir şeyler atıştırmış oldular. Bir zaman sonra izin isteyip kalktı. Bu kere kız "biraz daha kal" falan da demedi.

      Dönüş için arabaya bindiğinde dayak yemişliğinin verdiği acıları bir kere daha hissetti. Arabasının o yumuşak koltuğunda bile oturmakta zorlanıyordu. Bir ara annesine verdiği söz aklına geldi. "Keşke kızı bu hafta sonu davet etseydim diye hayıflandı. Ama bu keşke geç kalmış bir keşkeydi. Bütün olan bitenlere rağmen günü iyi geçmişti. Tahmin ettiği gibi annesinden beklediği soru geldi, beyaz yalanlardan birini söyledi.
      “Tamam ama bu hafta değil önümüzdeki hafta sonu geliyor" dedi. Bu sözü verirken kafasından geçen "gelecek hafta sonuna kadar nasıl olsa söylerim" düşüncesiydi. Annesi yüzünde gözünde olan morlukları görüp de çok soru sormaması için erkenden yattı.
      Eğer Doğan erkenden yatmayıp biraz televizyon izlemiş olsaydı gece haberlerinde İlçede olanların verildiğini öğrenecekti. Haber kaynağı olarak Kamil Aksu adının geçtiğini bilecekti. Televizyonu izleseydi bile "Haber" gazetesinin büyük patronu Lütfü Yurttaş’ın  gece haberlerini izlerken keyifle gülümsediğini ve "Haber bulamıyorsan sen yarat" diye mırıldandığını bilmeyecekti.

157
A'mak-ı Hayal.Bugün bitirdim.Ve şunu söyleyebilirim,hayatımı değiştirecek olan ilk ve şimdilik tek kitap. Hikayede oldukça fantastik ögelerde var. Herkese kesinlikle tavsiye ederim.
Günaydın:
Bu kitabın eski bir bilimkurgu denemesi olduğunu duymuştum, aradım, bulamadım, siz nereden bulmuştunuz yani yeni baskısı yapıldı mı bilmiyorum. Okumak isterdim doğrusu

158
Kurgu İskelesi / Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« : 21 Aralık 2015, 13:05:17 »
       B Ö L Ü M   Y İ R M İ   Y E D İ

     Kaymakamlık binasında her olaydan sonra yapılması alışkanlık haline gelen toplantılardan biri daha yapılmıştı. Tek fark her olaydan sonra katılanların sayısında ve makamlarında bir artış oluyordu. O sabahta bir gün önce olan olay tüm detaylarınla gözden geçirilmişti. Olayın hemen peşinden -bir refleks gibi- yapılan denetimlerin artırılarak sürdürülmesi söz konusuydu. Yine de başta İlçe Kaymakamı olmak üzere toplantıya katılan herkes zeki bir suçluyla karşı karşıya olduklarını biliyorlardı. Ne olaylar nede olayların faili diğerlerine benzemiyordu. Daha kötüsü ülkemizde bu tür olaylara sık rastlanmadığı için bu konuları bilen deneyimli birilerini bulamıyordunuz. Bu nedenle yapılan denetimlerde yasadışı siyasi hareketlere ve bölücü örgütlere üye yada sempatizan kişiler ele geçiriliyordu. Birde sıranın ne zaman kendilerine geleceğini bilerek bekleyen adi suçlular vardı. Yani hırsızlar, adam yaralamadan, olay çıkarmadan vb. nedenlerle aranan kişiler ele geçiriliyorlardı. Durumu bu yönden değerlendirirseniz bu aramaların yararlı olduğunu bile söyleyebilirdiniz.
      Toplantıdan çıkan tek somut karar ise Komiser Ali Rüzgarlı’nın araştırma ve soruşturmada tam yetkili olmasıydı. Var olan gayri resmi yetkileri bir kere daha onanmış olmuştu. Toplantı sonunda yapılan basın açıklamasını çok istediği halde İlçe Emniyet müdürü yapamamıştı. Bu görev doğal olarak toplantıya başkanlık yapan Kaymakam Beyin olmuştu. Kendini ülke çapında tanıtma fırsatı baş komiser Abdullah Beye değil Kaymakam Enver Palazlı beye nasip olmuştu. Akşam haberlerinde kocasını izlemek zevki Ayşegül hanımındı. Emniyet Müdürünün züğürt tesellisi ise yaklaşık bir dakika süren haber boyunca Kaymakam beyin yanında bir manken gibi boy göstermek olmuştu. Uzun bir açıklama diye nitelendiriyordu Enver Bey açıklamasını. Kendi başına verilen bir demeçmiş gibi görünse de olaydan Müsteşar beyinde haberi vardı.
      “Lütfen paniğe neden olabilecek söz ve davranışlara girmeyin ve bu olayı bir an önce aydınlatın" uyarısını almıştı. Aslında Kaymakam beyin söyledikleri özetle  "Devletin bütün olanaklarının bu işin çözümü için seferber edildiği kahraman polisimizin bu kişilerin ensesinde olduğu ve gece gündüz demeden uğraşıldığı, suçlu yada suçluların yakalanmasının an meselesi" olduğuydu.
      Özel kanallarda ise ilginç ama sıradan bir haber olarak geçmişti. Olaya magazin boyutu da katılınca sanki bir gurup suçlu ile bir kaç çocuk saklambaç oynuyorlarmış gibi verilmişti. En çok vakit ayıran "Kanal N" ise tanınmış spiker Mehpare Hanım’ın ağzından yüz seksen saniye vermişti olayı. Mehpare Üçgül o güzel Türkçesiyle "Dileğimiz kayıp çocukların sağ ve esen olarak bir an önce bulunmasıdır" diyerek Çin’deki nesli tükenmeye yüz tutan Pandaların yavrulamasıyla ilgili haber bandına geçmişlerdi.
      Kamil Aksu başka bir kanalda haberi, İlçenin kendi çektiği görüntüleri arasında telefon kaydıyla vermişti. Mutluydu çünkü haberi pek çok ulusal kanalda geçmişti. Bir tanesinde ise kendi sesiyle aktarmıştı. Üstelik ekranda adı geçiyordu. Lütfü Yurttaş izlediğinde bu olaya sinirlenmiş "kendi adını vereceğine -Haber Gazetesi- adını verseydin daha iyi olurdu" demişti.

      İşletmede ise öğleye doğru çalışanlar toplantıya çağrılmışlardı. En geniş odada yani Ahmet Oker'in odasında toplanmışlardı. Toplantının nedeni ise Komiser Ali Beyin resmi toplantı isteğiydi. Kapıda duran Cavit dayı bile toplantıya katılmıştı. Yerine genç bir polis memuru bakıyordu.
      Ali Rüzgarlı bir kaç nezaket sözcüğünden sonra basit bir yoklama yaptı. Amerikalıların dışında herkesin orada olduğu tespit edildi. Nerede olabileceklerini sorusunu da İkinci Müdür;  “Dünden beridir yoklar" diye yanıtladı. Komiser Ali sözü fazla dağıtmadan “Olayı az çok biliyorsunuz" diye konuya girdi. "Yaklaşık beş aydır kız çocukları kayboluyor. Eğer Selçuklu’daki olayı da bu parantezde değerlendirirsek beş kız çocuğunun kaybolduğunu biliyoruz." Komiser ses tonunun etkileyici olduğunu biliyordu. Buna dinleyenlerle arasındaki göz temasını da eklerseniz odadan bulunanlara doğrudan ulaştığını anlardınız. Hemen herkesin gözlerine bakarak konuşmasını bir gün önce vuku bulan olaya getirdi. Mustafa Ali söze girdi
      “Sedirli ve olayların geçtiği diğer yerlerin çoğu bu ilçeye ait değil" dedi. Aklına aniden gelmiş gibi ekledi. "Üstelik Selçuklu’da İzmir'de"
      “Evet arkadaşım İyi bir noktaya değindin. Olaylar civarda ama özellikle antik kalıntıların olduğu yerlerde oluyor. Ephesos, Miletos, Prien, Dydima ve Panionion; İlçemizde bu antik yerleşmelerin merkezi konumunda." Komiser antik kentlerin adını söylemekte zorlanmamıştı. Bu da onun dersini iyi çalıştığını gösteriyordu.
      “Bunca yıllık meslek deneyimime dayanarak söylüyorum ki o kişi ya da kişiler bu ilçeden. Bu nedenle kurum ve kuruluşları dolaşarak araştırmalar yapıyorum" dedi. Odadakileri rahatlıkla görebileceği şekilde oturmuş olduğu sandalyeden kalktı. Bir zaman odada dolaştıktan sonra, “Herkesin, bu konuda bilgisi olan herkesi görüşlerine ihtiyacım var" diyerek sözlerini bağladı.
      Başta müdür bey olmak üzere toplantıya katılan herkes suskunluk içindeydi. Kimi elindeki anahtarlarla, tespihle oynuyor kimi de elindeki kalemle bir şeyler karalıyordu. Bir kaç dakikalık sessizlikten sonra Ahmet Bey söz aldı.
      “Bu ahlaki çöküşün ifadesidir Komiser Bey" dedi. "İnsanlarda var olan Allah korkusunun kalplerden silinmesiyle başlamış, günümüzde yaşanan hayasızlığın ve..." Mustafa Ali bey araya girmeseydi vaaz uzayıp gidecek gibiydi.
      “Ahmet Bey, komiser bey daha somut bilgilerden söz ediyor" dedi Mehmet Bayram ise normal zamanlarda karşı çıktığı müdür yardımcısına destek olma gereği duymuştu.
      “Mustafa Ali bey, sizce on onbeş yıl önce bu tür olaylar oluyor muydu?  Ahir zaman alametleri bunlar, ahir zaman alametleri." Rüzgar Ali "tamda yerine düşmüş olmalıyım" diye aklından geçiriyorken anlamlı bir öksürük sesi duyuldu.
      Besim’di öksüren. Geldiğinden bu yana az bir zaman geçmiş olmasına rağmen disipliniyle davranışlarıyla kendini çok iyi tanıtmıştı Komiser Ali Rüzgarlı. Zaten bu tür insanların söylentileri kendisinde çok önce varırdı gideceği yere Bu nedenle herkes Rüzgar Aliyi tanıyordu ama Rüzgar Ali henüz herkesi tanıyacak zaman bulamamıştı.
      “Buyurun" diyerek sözü öksürüğün sahibine verdi.
      “Farkında mısınız bilmiyorum ama bütün bunlar İlçemize yabancıların gelmesiyle başladı." dedi. Konuşurken önüne bakıyordu. “Kimseyi suçlamak istemiyorum ama -şimdi kafasını kaldırmış iki kişi solunda oturan Yüksel hanıma bakıyordu- olaylar yabancıların gelmesiyle başladı." Evet, Rüzgar Ali başka yerlerde kulağına gelen dedikoduları ilk kez birinden duyuyordu, hem de aleni bir şekilde. Odadan söylediklerini teyit edercesine mırıldanmalar yükseldi. Mırıldanmaları kendi sözlerine verilen destek sayıyor olmalıydı ki Besim daha yüksek sesle konuşmasına devam etti.
      “Önce iki Amerikalı geldi, neymiş efendim uluslararası anlaşmalar gereğiymiş. Sonra Genç ve güzel bir hanım. En son olarak ta yıllardır ilçesinin yolunu unutmuş biri çıkıp geldi. Sözleri maksadını aşmış suçlar biçime girmişti. Sözlerini odadakilere teyit ettirmek ister gibi; Öyle değil mi arkadaşlar? deyince kafalar belli belirsiz şekilde sözleri onaylarcasına sallanıyordu. İlk itiraz Yüksel hanımdan geldi
      “Ne demek istiyorsunuz Besim Bey, daha açık konuşur musunuz?" Yanıtı ise Besim beyin yerine Doğan verdi.
      “Sizi kastettiğini sanmıyorum. Sözlerin muhatabı ben olmalıyım." Besime döndü
      “Yanılıyor muyum?" dedi. Bir zaman önce toplum baskısıyla gömülen savaş baltaları tekrar çıkarılmıştı. Kaşlar çatılmış, yumruklar sıkılmıştı, dövüşmeye hazır iki horoz gibiydiler.
      “Bu adam geçmişinde yaşadığı bazı olayların nedeni olarak beni görüyor." deyince Besim oturduğu sandalyeden kalktı. Doğrudan Doğanın üzerine yürüyordu.
      “Geçmişteki kişileri bu işe karıştırma." Araya diğerleri girmeseydi iki yetişkin çocuklar gibi kavga edeceklerdi. Serkan, Doğan’ın koluna girip odadan çıkardı. İçerdekilerde Besimi yatıştırmaya çalışıyorlardı.
      Ali Rüzgarlı, yılların komiseri olabilecekleri tahmin ediyordu ama bu kadar tepki beklemiyordu, toplantıyı yaptığına pişman olmuştu. Yine de sezgileri olayın merkezinde bu Fabrikanın olduğunu söylüyordu. Selçuklu’da ilk kaybolan kızdan sonra depoda bulunan kemik kalıntılarının bulunduğunu öğreneli bir saat olmamıştı ama bu son gelişmeyle sezgilerinde yanılmadığını anlamıştı. Bu nedenlerle bu toplantıyı verimli geçmiş sayılabilirdi. En azından personeli daha yakından tanımıştı. Tanık oldukları ise doğru iz üzerinde olduğunu söylüyordu kendi diliyle. Yumuşak ses tonuyla tekrar söze başladı.
      “Lütfen arkadaşlar, bir kanıt olmadan kimse kimseyi suçlayamaz. Olayın ne olduğunu ve gerçek boyutlarını bilmiyoruz. Belki bir cinsi sapıkla uğraşıyoruz. Belki de uluslararası bir şebekenin peşindeyiz. Önemli olan o yavrucukların sağ salim evlerine dönmesidir. Aklıma getirmek istemiyorum ama ..."  komiser durdu, üzüntüsü sesinden okunuyordu. Öldülerse yada öldürdülerse cesetlerinin huzura kavuşması." Başını pencereden dışarı çevirdi. Hissettirmemeye çalışsa da göz pınarlarındaki yaş damlacıklarını yakınında olanlar gördü.
      Bir kaç dakika sonra Doğan, Serkan’la içeri girmişti. Belki Serkan Beyin etkisiyle belki de başka nedenlerden Besim’den özür dilemişti. Besim bey de özrünü karşılıksız bırakmamıştı. Ali Rüzgarlı kaldığı yerden devam etti. "Bir kaç zamandır göze batan siyah arabadan söz etti. Dün benzincinin anlattığı araba yıkama olayını ve kılık değiştiren Noel babayı anlattı. Olayların merkezine ister istemez Amerikalıların oturduğunu söyledi. Sözlerini  "O iki arkadaş için düşünceleriniz nedir, öğrenmek istiyorum" diye sona erdirdi.
      Birol Bey meselenin özünü anlattı. Bu kişilerin Uluslararası Kooperatifler Birliğinin değişim programı sonucu geldiklerini söyledi. Yüksel hanım iki arkadaşının iyi birer insan olduklarını onların böyle bir şey yapacaklarına ihtimal vermediğini söyledi. Komiserin kafasında uyanan şüpheler yatışmaya başlamıştı ki Mehmet Bayram söze girdi.
     “Biliyor musunuz Komiserim Amerikalılardan biri Rum asıllı. Dedesi civar köylerden birinde doğmuşmuş." dedi. Besim sözlerini tamamladı Memurun
      “George Nicolas Smart." Özellikle vurgulama gereği duydu “Nicolas. Yani Niko" Bütün ilçe bu dedikoduyla çalkalanıyordu zaten. "Sözde dedesinin hazinelerini arıyormuş". Hatta Ajan diyenler olmuştu. "Gezdikleri yıkıntıların yakınındaki askeri tesislerin fotoğraflarını çekiyorlarmış gizlice" diyenler olmuştu. Rüzgar Alinin daha önceden duyduklarını odada bulunanlar birbirinin sözlerini tamamlarcasına söylüyorlardı. Amerikalıları savunmak gene Yüksele kalmıştı.
      “Birahanelerde kahvehanelerde vakit öldürmek suç değil de eski eserleri tarihi kalıntıları gezip dolaşmak suç öyle mi?" dedi. Mehmet Bayram araya girdi.
      “Peki Yüksel Hanım ne ile geziyorlarmış" dedi. Mustafa Ali Kırmaz sözün ucunun kendisine geleceğini anlamıştı. Araya girdi “Ben onlara bir araba alıverdim diye suç ortağı olmam değil mi?  Komiser bey" dedi. Komiser karşısında tedirgin duran adama bakıp gülümsüyordu
      “Hiç olur mu öyle şey?" dedi. Sonraki sözleri toplantıyı bağlar nitelikteydi. "Bu olayın çözümlenmesi konusunda sizlerin yardımına ihtiyacımın olduğunu bilmenizi istiyorum" dedi. Artık toplantının sonuna gelindiği anlaşılıyordu. Müdür bey
      “Bu konuda içiniz rahat olsun" dedi. "Ben ve arkadaşlarımın bu konuda sizlere yardımcı olacağımıza emin olmanızı isteriz" dedi. Kurduğu diplomatik cümle hoşuna gitmişti İşletme müdürünün. Belli olan bir kibirle gülümsedi. Müdür beyin sözleri o konudaki son sözler olmuştu. Odayı bir anda sessizlik kapladı. Bu sessizlik toplantının fiilen bittiğini gösteriyordu.
      “Komiserim başka konuşmak istediğiniz bir şeyler yoksa işimize bakabilir miyiz?" Birol bey toplantıyı kendi bitirmek istiyordu anlaşılan. Rüzgar Ali, İki Amerikalı arkadaşı görürseniz Merkeze kadar gelip beni görmeleri gerektiğini söyler misiniz." dedi. Sonraki kelimeler ise teşekkür içindi.

      Yüksel toplantıdan çıktıktan sonra Komiser Ali’yle görüşmeye çalıştı. Müdür beyin kapısında yakalamasına ve çıkışta görüşme sözü almasına rağmen görüşemedi. Ali Rüzgarlı ya unutmuştu yada Birol beyin telkinleriyle Yüksel’le görüşmeden gitmişti. O gün akşamı zor etti Yüksel. Neredeyse her saat başı müdür beyin odasına gidip durumda gelişme olup olmadığını, Amerikalıların arayıp aramadığını soruyordu. Aklına komiser beyin Amerikalılardan gerçekten kuşkulanıyor olması geldi. Acaba iki yabancı bu işleri yapmış olabilirler miydi?

      İki arkadaşın telefonları kapalıydı, o gün akşama kadar haber bekledi. Gelmeye cesaret edemeyeceklerini biliyordu ama hiç olmazsa bir telefon ederler diye ümit ediyordu. Vakit ilerledikçe umutsuzluk içini kaplıyordu. Bir kaç telefon görüşmesi yaptı. “Bu gün hiç aramadılar" yada "çoktandır buralara gelmiyorlar" şeklinde yanıtlar aldı. Bir ara Doğanın ağzını yokladı. Onun diğerleriyle aynı düşüncede olmadığını bilmek içini biraz olsun rahatlattı.

    Akşam üzeri Besim, genç muhasebeciye "eve bırakmayı" teklif ettiğinde aldığı yanıt olumsuzdu. "Ne yüzle bana böyle bir öneriyle gelebiliyorsunuz. Ortak dostlarımız olan kişilerle yaşadığımız güzel günleri bir günde silip onları potansiyel katil ilan ettiniz. Hatta beni bile örtülüde olsa suçladınız ve şimdi yüzsüzce karşıma geçmiş "isterseniz sizi evinize bırakabilirim" diyorsunuz" demedi. Dilinin ucuna geldiği halde diyemedi. Sadece “Teşekkür ederim, ben daha sonra çıkacağım" dedi. Besimin kızgınlığını dışarı vuran tavırlarla gitmesinden on onbeş dakika sonra Doğan beyle birlikte çıktılar.

      Önce gazeteye gittiler. Eğer onlar İşletmede iken olaylarda bir gelişme olduysa gazetedekilerin mutlaka bilgileri olurdu. Turan’ı enderde olsa matbaa tezgahlarının başında yakaladılar. Üzerinde lacivert önlüğü bizzat çalışıyordu. Onların geldiklerini görünce önlüğü çıkardığı gibi soluğu yazıhanede aldı. Gündüz Kaymakam beyin sekreteriyle görüştüğünü, en son olayın resmi tutanaklarına bir göz atma fırsatı bulduğunu söyledi. Dahası uzun bir araştırma sonucu ilçedeki aynı marka ve modeldeki olabilecek diğer araçları trafikten araştırdığını anlattı.
      “Aynı modelde iki Chevrolet var. İkisi de taksi olarak çalışıyor" dedi Turan. "Biri Alpi amcada." Alpi amcanın kim olduğunu anımsadı Doğan. “Ziraat odasının önündeki durakta çalışan babacan bir ihtiyar" diye açıkladı Yüksele. Tekrar Turana dönüp “Ya diğeri" dedi. “Diğeri de Şoförler odası başkanının özel arabası. Taksi olarak tescilli ama adam özel arabası olarak kullanıyormuş" dedi. Evet yine başa dönmüşlerdi. Koca ilçede dört Chevrolet İmpala vardı. İkisi bilenen ve tanınan kişilerde, biri Amerikalıların kullandığı siyah araba, birde görgü tanıklarının tanımladığı siyah arabaydı.
Turan son gelişmeleri aktarabilmek için fırsat yaratmaya çalıştı. “Yeni denediğim baskı yöntemini göstereyim" diyerek Doğanı içeriye Atölyeye götürdü. Orada Gümüşlü dağlarındaki kulübeye gittiğini ve adamlarının oraya varmış olabileceğine dair bir kanıt bulamadığını söyledi.
      “Tıpkı James Bond gibi kapının pencerenin belli noktalarına belirsiz işaretler bırakmıştım. İşaretler bıraktığım gibi duruyordu. Demek ki adamımız kulübeye henüz gitmedi" dedi. Doğanın söyledikleri ise o ana kadar taşıdığı kendinden emin olma duygusunu bir anda kuşkuya dönüştürmüştü.
      “Ya adam senin koyduğun gizli işaretleri gördüyse ve işini bitirdikten sonra işaretleri aynı şekilde bıraktıysa." Acaba kapı eşiğiyle kapı arasına konulan o küçücük kibrit çöpünü adam farketmiş olabilir miydi?  Beklemekten başka yapacakları bir şey kalmamıştı. Gazetede fazla kalmayıp çıktılar. Doğanın "Adada bir akşam yemeği yiyelim" önerisini çok istediği halde “Bakarsın akşam bir telefon gelir evde beklemeliyim" diyerek geri çevirdi. "Olaylar yatıştıktan sonra aynı öneriyle gelirseniz tekrar düşünürüm" demeyi de unutmamıştı.

      Cephane Sokağının tam girişinde bırakmıştı genç kızı. Sonra geniş bir yay çizip aynı sokağa döndü. Cephane sokağın üst başındaki girişe vardı. Kafasındaki hesaba göre genç kız eve varmış olmalıydı. Arabayı bir arka sokak ta bırakıp yürüyerek aşağı inmeye başladı.
      Ev yine karanlıktı. Çekilmiş kalın perdelerin arkasında ışık dalgalanmaları yine oluyordu. Tatsız bir sürpriz olmaması için hızlı adımlarla sokaktan geçip caddeye çıktı. Karşı köşedeki markete girdi, yanılmamıştı. Market sahibi yine televizyonundaki parazitlerle boğuşuyordu, eli istem dışı cep telefonuna gitti, çekmiyordu. Bir paket sigara alıp geri döndü. Tekrar hızlı adımlarla bu defa sokağın yukarısına doğru yürümeye başladı. Evin önünde sanki sigarasını yakacakmış gibi durdu. Bir sigara yakımı kadar sürede evi incelemeye çalıştı. Göz ucuyla gördüğü kadarıyla ışık gölgeleri devam ediyordu.
      Geldiği yoldan geri döndü. Bir kaç dakika sonra bej renkli Doğan marka otomobil cephane sokağının köşesindeki markette durduğunda televizyonun görüntüsü düzelmişti. Koşar adımlarla karşıya geçip iki katlı o eve tekrar baktığında evin salon ışıklarının yandığını görmüştü. Saatine baktı Doğan, henüz sekiz olmuştu, vakit erkendi. Direksiyonu hafif sağa kırıp önündeki sokağa girdi. Geniş bir "U" dönüşü yapıp laflamak için Cumhuriyet taksi durağına gidiyordu.

   Taksi durağının hemen arka sokağında bıraktı arabasını. Durağa vardığında ise ilkokuldan arkadaşı olan Kerimi bulamamıştı. "İşe çıktı birazdan gelir" dediler. Uzun süre gurbette kaldığı için kendisini tanıyan olmasa da kapı önü muhabbetine katılmıştı bir kaç dakika içinde. İlçe futbol takımının son maçının durumundan sonra bir küçük laf oyunuyla konuyu "kayıp çocuklar" konusuna getirmişti. O zaman bir kere daha anladı halkın iki yabancıya karşı olan nefretini.
      “Yapmayın arkadaşlar" dedi. "Bizim yurttaşlarımız da oralarda. Yıllardır yapılan bir uygulama" dese de inandıramamıştı duraktakileri. Kim olduğunu bilmediği biri,
      “Yapar o Yunan tohumu" dedi sanki Nicolas Smart'ı yıllardır tanıyormuş gibi. Bir başkası, “Siyah arabalarıyla aylarca oradan oraya dolaştılar. Hiç bir gizlimiz saklımız kalmadı." dedi. Hatta akşam çayı getiren çaycı bile “Organ mafyasının ajanlarıymış, yakalanacaklarını anlayınca memleketlerine dönmüşler" diyordu. Doğanın “Ya adamlar masumsa, ya birisi kendi sapıklığının suçunu iki garibana yüklemeye çalışıyorsa" dediyse de dinletememişti. Yunan tohumu benzetmesi yapan orta yaşlı Şoför
   “Ya hoca "dedi ukalaca. "Her olayda onların parmağı var. Üstelik geçen ki olayda benzinci bile adamı tanımış. Zenci demiş ya."
      “Suçlu değillerse neden kaçtılar peki" dedi bir başkası. Doğan samimi olmadığı bu kişilerle tartışmayı gereksiz buluyordu.  “Kerim geldiğinde aradığımı söylersiniz" dedi ve "İyi akşamlar" deyip çıktı.
      Eve dönerken yol boyu hep düşündü. Acaba halk doğru mu? düşünüyordu. Bu adamlar tarihi yerleri geziyoruz diye sapıkça planlar mı yapıyorlardı. George’un Yunan asıllı olması onda da bizimkiler gibi bilinçaltı düşmanlıklar mı yaratmıştı. O da tüm Türkleri düşman olarak mı görüyordu? "Umarım öyle değildir" dedi kendi kendine.

      Eve vardığında annesini bekler buldu. Yaşlı kadın yıllarca kocasının denizden dönmesini beklemişti. Şimdi beklenilme sırası babasından kendisine geçmiş olmalıydı. "Oğlumla karşılıklı çay içmek istiyorum" ısrarına dayanamadı. Konunun "yaşının ilerlediği, artık evlenip bir yuva kurmasının zamanının geldiği" konusuna geleceğini biliyordu. Yanılmamıştı. Daha ikinci bardak çay dolduruluyorken yengesinin uzak akrabası gündeme gelmişti bile. O anda gelen kurtuluş çaresini üzerinde fazla düşünmeden uyguladı.     
   “Allah nasip ederse pazar günü kahvaltıya çok özel konuk getirebilirim" dedi. Kimbilir belki de annesinin bu ısrarı sayesinde Yüksel’le yakınlığının artmasına neden olabilirdi.

      İşletmede ortalık sakindi. Çırçır atölyesinin uğuldayan gürültüsü kesilmişti. Kamyonların homurtuları da yoktu artık, yükleme yapan vincin cırıltısı da. Yalnızca mekanik atölyeden çekiç sesleri geliyordu. Bir gurup işçi ellerinde tohum çuvalları ilaçlanmış çekirdek çuvallarını depoya taşıyorlardı. Gelecek sene için tohumluklar hazırlanıyordu. Eee nede olsa ekim zamanı yaklaşıyordu. Doğan sağa sola selam vererek bazen de bir iki laflayarak yönetim binasına girdi.

      Doğrudan Müdür beyin yanına çıktı. Müdür bey yardımcısı Ahmet Oker’i masa başında buldu. Ellerinde dosyalar durum değerlendirmesi yapıyor gibiydiler. Gelişmeler konusunda bir kaç soru sorunca Birol Bey; “Kusura bakmayın ama şu an meşgulüz. İsterseniz az önce aynı soruları sormuş olan Muhasebeci Hanımdan ayrıntılı bilgileri alabilirsiniz" demişti. Bir an fırçalandığını düşündü Doğan ama Müdürünün yüzünde gülümseme görünce rahatladı.

      Yüksel, odasında yalnız değildi. Çoğu zaman Muhasebe odasına girdiğinizde karşınıza çıkan genel manzara Besimin boş oturup Yüksel hanımın kağıtlarla evraklarla boğuşuyor olmasıydı. Bu defa tam tersiydi. Besim masasının üzerindeki dosyalara gömülmüş bir haldeydi. Kah dosyadaki evraklara açık olan defterler bakıyor kah hesap makinesiyle hesaplamalar yapıyordu. Yükselse ellerini ensesinde kenetlemiş gözlerini tavana dikmiş düşünüyordu.
      İşler ters gidiyor olmalıydı. Çünkü Doğan içeri girer girmez Besim ayağa kalkmış arkadaşından özür dilemişti. Bir gün öncesini anımsayan Doğan çok daha sert bir tavır en azından bakış beklerken gülümseme hatta kucaklaşma bulmuştu. Şaşırmıştı ama şaşkınlığı kısa sürmüş aynı şekilde karşılık vermeyi akıl etmişti. Bu kucaklaşma yapay bile olsa havadaki elektriği deşarj etmişti.
      “Gece aradılar mı?" diye sordu Doğan kısa bir hal hatırdan sonra. Yanıt olumsuzdu. Yüksel “Gece onların birer kız arkadaşları olduğu aklıma geldi ama arayabileceğim bir telefon numarası olmadığı için arayamadım" dedi.
      “Evet anımsadım galiba İzmir de Nato tesislerinde çalışıyorlardı." Söze giren masasında oturan Besim’di. Yaptığı işi bırakıp ayağa kalktı.
      “Cumhuriyet Balosunda tanışmıştık değil mi?" Besim doğru anımsıyordu Yanlarına geldiğinde “İsterseniz bir ara İzmir’e gider araştırırız" dedi. Bir anlık sessizlikten sonra
      “İzmir’de tanıdıklarım var" diye ekledi. Yükselin ağzından yanıt olarak yalnızca bir "olabilir" çıkmıştı. Doğan ise yine geç kaldığını düşünüyordu. Bir kaç gün öncede benzer çıkışını yapmıştı Besim. Amerikalıların evlerine Yüksel’i yine o götürmüştü. O gün öğleden sonra herkes cuma namazındayken gelen telefona kadar önemli bir şey olmamıştı.   

159
Kurgu İskelesi / Ynt: Anchilea - Kutsal Kalkan
« : 21 Aralık 2015, 13:04:43 »
Üstat, hikaye tıkandımı yoksa yazacak vakitmi bulamıyorsun :)
10 gün oldu son bölümü paylaştığından bu yana..
Merhaba:
Uzun zamandır gönderiyordum ve kendim çalıyor kendim oynuyor gibi oluyordu. Bu nedenle yazınız hoşuma gitti. Teşekkür ederim.

160
Eğlence & Mizah / Ynt: Anlamlı Tashih (Kitaplar)
« : 10 Aralık 2015, 08:49:16 »
Notre Dame'nin Tamburu: Çingeneler tarafından katedrale bırakılan genç, güzel çingene kızı Esmeralda'ya aşık tamburi Quasimodo Efendinin hayat hikayesi

161
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Yirmi altı
« : 10 Aralık 2015, 08:26:06 »
B Ö L Ü M   Y İ R M İ  A L T I

      Yıkıntıların hemen yanı başında, yeni yapılan boş sahada top oynayan çocuklar vardı. Köy, belediye olduktan sonra aşağı sahile doğru inmeye başlamıştı. Yeni evler, pansiyonlar, küçük aile otelleri turistlere yakın olabilmek için denize yakın yerlere yapılıyorlardı. Terk edilen köy evlerinin yukarısındaki yıkıntılarla bitişik sayılabilecek boş alan gençler için düzeltilmiş futbol oynanabilir hale getirilmişti. Bir gurup okul çocuğu bu boş alanda top oynuyorlardı. Guruptaki çocukları sayacak olursanız beş yada altıya kadar sayabilirdiniz. Çıkardığı sesleri dinlerseniz koca bir stadyumu dolduracak kadar çok çocuk var zannederdiniz. Hemen hepsi ilkokul çocuğuydu. Güneşin tepeyi henüz geçip batıya doğru yol aldığı saatlerdi. Sabah eğitiminden çıkmışlar yemeklerini yedikten sonra soluğu yukarı arsada almışlardı. Havanın diğer günlere göre yumuşak olması aldıkları izin için bir fırsat olmuştu. İçlerinde yalnızca biri o yaş gurubundan değildi. Oda saha kenarında ortalarda yuvarlanan plastik topun çarpamayacağı bir yerdeydi. Saha ile biraz daha aşağıdan geçen eski yol arasında gölgede tahta bir bank üzerinde oturuyordu. Yanında bir kafes vardı.
       Ne o Tahsin Tülay’ı gene sana mı verdiler? Çocuklardan biri ayağındaki topu sürüklemeye çalışan akranı bir çocuğa sesleniyordu. Çocuk peşinde koştuğu topun üzerine bastı durdurdu. Nefes nefese arkadaşına yanıt verdi.
      “Ne o oğlum, beni adam gibi durduramayınca lafla mı durdurmaya çalışıyorsunuz" dedi. Arkadaşına yanıt verme amacıyla durmuştu ama konuşacağım diye daha çok enerji harcıyordu. Bir başkası atıldı, oyna Tahsin. Onlar hep böyle yaparlar biliyorsun." Çocukların neşesini uzaktan izliyordu kenarı da olan küçük. Ayağında en çok topu tutan abisiydi, en çok gol atanda abisiydi. Abisinin her topu tutuşunu her gol atışını yanında duran kafesteki kuşa anlatıyordu. Hemen her akşam üzeri buraya top oynamaya gelirlerdi. Annesi baştan izin vermeyecekmiş gibi davransa da ev işlerini daha rahat yapabilmesi için oğlunun top sahasına gitmesine izin veriyordu. Tek koşul ise, Tülay’ı da götüreceksen" oluyordu. Biraz fazla itiraz ettiğindeyse, Kardeşine de yazık,  oda biraz hava alsın diyordu. Küçük Tülay’sa her ne kadar istemiyormuş gibi davransa da abisinin kendisini çok sevdiğini biliyordu. Kız kardeşi tarafından izleniyor olmak Tahsin’e kıvanç veriyordu. Koca sahada taraftarı olan bir tek o vardı.
      Yıkıntıların bir kaç metre aşağısından yol geçiyordu adına yol denilirse tabii. Köy belde olmadan, şimdiki kadar kalabalık nüfusa sahip olmadan kullanılan ana yoldu. Sedirli köyünü şimdi milli park olan Kavaklıya bağlıyordu. Zamanında kocaman gözüken yol şimdileri yetersiz kalmıştı. Yerine köyün altından geçen sahile yakın geniş bir yol yapılınca da önemini tamamen yitirmişti. Bugün ise görünen asfalttan çok yağmurların getirdiği çamurlu toprakta yeşeren otlardı.
      Bu eski, tozlu yolun Kavaklı yönünde kocaman kırmızı bir araba belirdi. Sanki üzerinde motor yokmuş gibi sessizce yaklaşıyordu. Top sahasının hemen altında durdu. İçinden başında kocaman tüylü kırmızı şapkası olan kırmızı kaftanlı, neredeyse göbeğine kadar uzun beyaz sakallı bir dede indi. Sahanın kenarında oturup abisi ve arkadaşlarını izleyen çocuk arabayı görünce tüm ilgisini arabaya yöneltmişti. Hele arabadan aksakallı bir dede inince yüzünü tamamen yola çevirmişti. Aksakallı dede yoldan yukarı top sahasına çıkan eğimli patikada durmuş tüm dikkatini kendine yönelten küçük kızla konuşmaya başlamıştı.
      Tülay kuşun çok güzelmiş. Adı ne?" Küçük kız adının bir yabancı tarafından bilinmesine şaşırmıştı. Adımı nereden biliyorsun dede. Sen beni filmlerden tanırsın" dedi ihtiyar. "Ben başkalarının bilmediği çok şeyi bilirim." Kızın gözleri parladı.
      Tanıdım. Noel babasın sen. Tahsin abimin kitabında da resmin var senin" dedi. Adam küçük kızın güldüğünü görünce bir kaç adım daha yaklaştı. Eğimli patikanın ortalarında durdu. Top oynayan çocukları görebiliyordu artık. Eğer o çocukları görebiliyorsa çocuklarda onu görebilirlerdi. Bu yüzden çömeldi, dili daha da tatlılaşmıştı sanki.
      “Bildin, ben Noel Babayım ve dünyayı dolaşır çocuklara armağanlar veririm. Senin kuşları çok sevdiğini duydum. Bu yüzden sana çok güzel bir kuş armağan edeceğim" Bir taraftan da kırmızı cübbesinin cebinden çıkardığı horoz şekerini uzatıyordu. Kıpkırmızı bir horoz şeker adamın elinde ışıldıyordu.
      Kalede duran uzun boylu çocuk elindeki topu sert bir vuruşla karşı kaleye doğru attı. Şimdi top kendisine gelesiye kadar bir zaman boş kalacaktı. Oyundan kopmak istemiyordu ama yine de sağa sola bakınmadan da olmuyordu. O zaman kenarda duran Tahsin’in kardeşinin göremediği biriyle konuştuğunu farketti.
      “Tahsin !! Tahsin " karşı kale önündeki arkadaşına sesini duyurabilmek için bağırıyordu. Tahsin... Tülay yabancı birileriyle konuşuyor galiba." Bütün kafalar o yöne döndü. Sakallı dede patikanın aşağısında olduğu için göremediler. Gördükleri patika eğimine dönük duran çocuktu. Belli belirsiz bir omuz silkti Tahsin. Arkadaşına pas vermesi için bağırmaya başladı. "Ver pasını oğlum... Baksana adamlar farkı kapatmaya başladılar."

      Yaşlı adam anlatmasını bitirince elindeki kafesi çocuğa gösterdi “Bak benim kuşum seninkinden güzel." Tülay adamın elindeki kafese hayran hayran bakmaya başlamıştı. Kendi kuşunun -mıstık'ın- içinde öttüğü kafesten hem çok daha büyüktü hem de daha güzeldi. Küçük kız bir an kafesi tutmak istemişti. Canlı yeşiller, sımsıcak kırmızılar, parlak sarılar, kafesteki papağanın renkleri büyülemişti sanki kendisini. O zaman yaşlı adam balığın oltaya geldiğini anlamıştı.
     “Senin olmasını ister misin" dedi çömeldiği yerde bir adım geri attığında. Küçük Tülay yutkunarak başını sallamıştı
      “Bunun adı Dilber, Bunun bir de eşi var o bundan daha da güzel, hadi gel de onu sana vereyim." Ayağa kalktı, kendisine ve kafesteki mavi kuşa doğru gelen çocuğun elini tuttu. "Hem bunlardan daha güzelleri var" adımlar yavaşça atılıyordu.  "Kırmızı gözlü, masmavi  tüylü olanları var, gülenleri, konuşanları var, takla atanları var" Adam konuştukça minik kız kendisini izliyordu.
      Kaleci dikkatini tamamen saha kenarına vermiş oyundan kopmuştu. Patikanın eğimini mırıldanarak inen Tülay’daydı gözü. Kafasını bir anda toparladı, annesinin ve babasının sözleri, tembihleri aklına gelmişti. Koşarak diğer kaleye arkadaşının yanına gitti. O an dünyanın en önemli işini yapan çocukları uyarması baya zor olmuştu. Tahsin’in ve diğerlerinin patika yönüne bakmalarını sağladığında ise patikanın başında sadece "Mıstık"ın kafesi duruyordu.


      Tülay örgülü saçlarıyla arka kapının önünde duruyordu. Kapıyı açan dede ise arabanın içini gösterip, nasıl güzel mi?" diyordu. Evet dede, kuşların çok güzel" arabanın arkasında ki kafeslerde göz alıcı renklerde sayısız kuş vardı. Yaşlı adam bütün tontonluğuyla “Hadi yavrum seç bakalım birini" dedi. Çocuk birden durdu. Bir kerede Mıstık a soralım" dedi. O zaman kafesinin yanında olmadığını anladı. Ağlamaya başladı. Aksakallı adam arabanın ön kapısını açtı
      “Hadi binde seni Mıstık’a götüreyim." Mızıldayan çocuğu kucakladığı gibi arabanın ön tarafına oturttu.

      Az önce top oynayan çocuklar patikanın başına geldiklerinde Noel Baba sağ ön kapıdan sürücü mahalline giriyordu. Sakin bir şekilde çocuklara el salladı. Bütün çocuklar her şeyi unutmuş bir anda sevinçle bağırmaya başlamışlardı.
      Noel baba! Noel baba!" Televizyonlarda izledikleri yabancı filmlerde gördükleri tonton Noel baba kendi köylerine gelmişti. Olayı ilk toparlayan kaleci çocuk olmuştu. Kırmızı arabanın ön koltuğunda ilgisizce oturan Tülay’ı gördü.
      Noel baba Tülay’ı kaçırıyor" diye bağırdı. Az önce sessizce çalışan motor, adamın gaza basmasıyla gök gürültüsü gibi ses çıkarmaya başladı. Çocuklar bağıra çağıra patikadan yola indiklerinde ise kocaman kırmızı araba ok gibi fırlamıştı.

      Sonraki gelişmeler diğer olaylardan farkı değildi. Çocuklar Tahsinlerin evlerine koşmuşlardı hemen. Evde yaygara kopsa bile daha aklı başında hareket eden Tülay’ın babası Jandarmaya haber vermişti. İlçeye pazara giden dede beklenilmemişti. Belde halkı panik havasına girmişti. Anne defalarca ayılmış bayılmıştı. Komşular ve kahvede oturanlar koşup gelmiş olay mahalline baskına gitmişlerdi. Ama bütün bu çabalar bir sonuç getirmemişti.

      Jandarma komutanı önceden "Gizli" adıyla gelen ve bütün civar köy ve belde komutanlıklarına dağıtımı yapılan olayın kendi mıntıkasında olmasına küfürler ediyordu. Emrindeki bütün personeli arama çalışmaları için görevlendirdikten hemen sonra İlçe Jandarma komutanlığına telefon edip bilgi vermişti. Önce sözlü sonra yazılı olarak verilen raporda büyük bir otomobilden söz ediliyordu ama Otomobil ilk kez "kırmızı" renkle anılıyordu. Taa ki yol üzerindeki benzinciden telefon ihbarı gelesiye kadar.

     Ölü sezondu bu aylar turizm yöreleri için. Belki bir ay sonra doğramacılar, tesisatçılar, boyacılar işbaşı yaparlardı, otellerin ve yazlıkların bakımı ve onarımı için. Gerçek sezonun açılıp ortalığın hareketlenmesi ise mayıs ayı ortalarını bulurdu.
      “Bu yüzden yıkama-yağlama bölümünü pek kullanmıyorduk" dedi benzinci. Kendisini dinleyen kalabalığı görünce tüm becerisini ekleyerek anlatmaya başlamıştı.
      “Pırıl pırıl bir Chevrolet geldi. Kan kırmızı metalik boyanmış bir 59 model İmpala" Tamponlar yeni nikelajdan çıkmış gibi ışıl ışıldı. Sürücüsü indiğin de çevrede bir film çekimi var zannetmiştim." Konuyu biraz daha ilginçleştirmek istermiş gibi sordu. “İçinden kim indi biliyor musunuz? Hevesi kursağında kalmıştı. Jandarma komutanı azarlar gibi
      “Sadede gel be adam" deyince durumu toparladı.
      “Tamam, kızma Hamdi Başçavuşum. Anlatıyorum..." "Karşımda Noel baba etiyle kanıyla capcanlı duruyordu. Sözleri kanaatimi doğrular nitelikteydi.
“Tuzadası'nda film çeviriyoruz. Bende bir kaçamak yapıp yazlığıma bakmaya geldim" dedi. Deposunu "ful" etmeye çalışırken kim olduğunu çıkarmaya çalışıyordum. Elimdeki bezle ön camı silmeye yeltenince köşedeki yıkama istasyonunu işaret ederek
      Bebeğimi yıkamaya almayı düşünüyorum" demişti. Bol bahşiş gözlerimin ferini canlandırmıştı. Biliyorsunuz son zamanlarda işler kesat..." Elinde fotoğraf makinesi olan genç biri
      “Hadi beyim çatlatma bizi de asıl olayı anlat" deyince kalabalıktan başka biri araya girdi.
      “Turan Bey, adamı rahat bırak da bildiklerinin tümünü anlatsın." Turan haberi kendinden önce alan ve ondan önce koşup gelen Kamil kalfasına dik dik baktı. "Yine ukalalığını yaptı" dedi kendi kendine. Kalfası söylediğini duymuştu ama duymazlıktan geldi. Benzinci sözlerine devam ediyordu.  
      “Daha sonra Noel baba...Şey yani adam tuvalete gitti. Deposu epey boş olmalıydı ki pompa çalışıyor sayacın sıfırları artıyordu ama depo bir türlü dolmak bilmiyordu. Döndüğünde ise üzerinde blucin pantolon ve kareli oduncu gömleği vardı. Bu defa araya giren şişman gazeteciydi.
      “Herhalde cübbesinin içine giymişti" dedi. Adam sözlerine devam ediyordu. “Daha da ilgincini söylemedim" dedi. Kırk yılda bir yakalanacak fırsatı sonuna kadar değerlendirmeye kararlıydı. Birkaç saniye sustu, yutkundu. Sonra ilginin kendinde olduğuna emin olunca anlatmaya devam etti.
      “Tuvaletten dışarı çıkan kişi kıvırcık saçlı, gülümsediğinde bembeyaz dişleri ile gülen bir zenciydi."
      “Nasıl yani" dinleyenlerin hepsi bir anda sormuştu.
      “Nasıl olduğunu bilmiyorum" bir an düşündükten sonra devam etti. Kırmızı cübbenin beyaz sakalların altındaki yüze dikkat etmemiş olmalıyım. Noel baba zencilerin Noel babası olmalıydı." Turan alaycı bir şekilde gülümseyerek “Suç gene bizim Pietro’da kalacak gibi" deyince o ana kadar hiç konuşmadan dinleyen Ali Rüzgarlı, Basın toplantısı bitmiştir beyler dedi. Blöfü tutmuştu. Sessizlik sağlanınca benzin pompacısı kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
      “Adam tuvaletteyken yani daha Noel babayken ön koltukta uyuyan kız çocuğunu fark etmiştim. İlk anda yani adam tuvaletteyken şüphelenmek aklımın ucundan geçmiyordu. Hatta "artist çocuğu olmak ne zormuş" diye düşünmüştüm. "Zavallı çocuk ön koltukta uyuya kalmış" demiştim kendi kendime. Yine her şey normal -olabilir- gözüküyordu gözüme. Hortumu yerine koyunca adam elini cebine attı.
      “Hesap zamanı geldi" dedim. Çıkardı bir yüz dolar verdi elime. Şaşırdığımı görünce "Al, üstü için arabayı yıkarsın" dedi. Koşarak gidip otomatik yıkama makinesini açtım. Bir dakika sonra büyük tüylü merdaneler dönmeye sular fışkırmaya başlamıştı." Adam Komisere yaklaştı. Ali Rüzgarlı’nın yüzüne hohladı. Kendisinin niye böyle davrandığını anlamamış olabileceklerini düşünerek
      “Komiserim ben çalışırken içki içmem. Şu an alkollü olduğumu düşünmenizi de istemem. Ama bunlar olurken kendime "bir otuzbeşlik içmiş olmalıyım" demiştim.
      “O güzelim kırmızı İmpala merdanelerin arasına kırmızı olarak girdi ama öbür yandan simsiyah çıktı. Benzinliğin yazıhanesinde kendisini dinleyenler aptallaşmışlardı.
      “Ben bir elimdeki yüz dolara bir ızgaraya akan kan kırmızı sulara bakarken siyah Chevrolet basıp gitmişti. İşte o zaman İlçede konuşulanlar aklıma geldi. Hemen sizi aradım." Turan, önce Ali Komisere dönüp
      “Bir şey sorabilir miyim" dedi. Komiserin olumlu bir şekilde kafasını salladığını görünce “Sizce çocuk sağ mıydı? Kaçırılmış gibi mi? duruyordu." Benzinci artık sıkılmış gibiydi. Kendi çapında ünlü olmanın verdiği heyecandan sıyrılmıştı. Anlattıklarına inanmayan gözlerle bakanlara dönüp Genç gazetecinin sorusunu yanıtladı. Benzini doldururken camı silmek istediğimi söylemiştim. İşte o zaman daha dikkatle bakmıştım çocuğa. Mışıl mışıl uyuyordu." Komiser anında cebindeki fotoğrafı çıkarmıştı.
      O çocuk, bu çocuk mu? Adam olayın öneminin yeni farkına varmıştı.
      Evet, diyebildi. Benzincinin anlattıklarını dinledikten sonra tekrar olay mahalline gitmeye karar vermişlerdi. Yalnız gitmeyi daha sakin kafayla iyice incelemeyi hayal ediyordu olay yerini Ali Rüzgarlı. Ama kokuyu alan diğerleri çoktan kendi araçlarına doluşmuşlardı bile. İstasyondan en son çıkan Komiser Ali olmuştu Tam hareket etmek üzereyken benzinci koşup geldi.
      “Komiserim bir noktayı söylemeyi unuttum" dedi. Penceresini açıp kendisini dinleyen Komisere, Adam üzerini değişip geldikten sonra "kızınız ne kadar güzel uyuyor maşşallah" demiştim. Müşterilere karşı iyi davranmamız gerekir; Malum bahşiş meselesi. Sözlerim üzerine adamın gözlerinde soğuk bir gülümseme belirmişti, ürperten bir tonda “O artık hep uyuyacak" dediydi.
      Yazlık sitelerin arasında yol alırken Ali Rüzgarlı hep bu cümleyi düşündü. Ne demek istemişti olabilirdi "O artık hep uyuyacak" demekle. Yoksa o ve diğer kızlar yaşıyorlar mıydı? Komiserin yüzü bir anda ümidin ışığıyla aydınlandı


      Zihninde yaşayan istediği zaman beynine girip kendisine köle eden amirinin verdiği beşinci görevde yerine getirilmişti Adam artık alışkanlık haline gelmiş hareketlerle mekanizmayı harekete geçiren yeri bulmuştu. Kurbanını yerine yatırmış gerekli bağlantıları yapmıştı. Köleliği bir yaşam biçimi olarak seçmiş bir uşağın bütün bir gün efendisine hizmet ettikten sonra yatağına uzandığında duyduğu hazzı duyuyordu. Kalbi ve yüreği görevini tamamlamış olmanın huzuruyla doluydu. Çocuksa daha araba da uyuklamaya başlamıştı. Bir ara belki de bir saniye yattığı kabinde gözlerini açmış sorgulayan bakışlarıyla adamın gözlerine bakmıştı. Sonra ağzına dayanan ağızlığın etkisiyle tekrar uykuya dalmıştı. Dalma sırası ise kendisindeydi.
      Sırtını koyu yeşil yüzeye dayamış gözlerini alçak tavana dikmişti. İçinde bulunduğu hücre sırtını dayadığı yüzeyden yayılan fosforlu ışıkla iyice aydınlanmıştı. İşin en güzel tarafıysa kafasının içinde hiç bir yönlendirici yada uyarıcı ses duymamıştı. Soğuk nesnenin içindeki Varlık, "Efendisi" bu defa kendisinden memnun olmalıydı.
      Gözlerini tavana dikmişti. Uzun süren bir yalnızlık döneminden sonra yaşanan güzel bir birleşmenin sonunda yaşanan orgazmın verdiği tat ancak bu kadar güzel olabilirdi. Kerelerce okuduğu yazarını bilmediği defter aklına geldi. "Anchilie" Sırtını dayadığı ve gerçek boyutlarını bilmediği bu nesne el yazması defterde adı geçen kutsal kalkan olabilir miydi? Tanımlayamadığı haz duygusu an be an tüm bedenine yayılıyordu. Onca korkunun onca tehlikenin semeresini en güzel şekilde almış oluyordu. Kalbinin her atışında o haz tüm hücrelerine yayılıyordu damarlarındaki kanla.

      Günlerdir uykuyla dargın olan gözleri yavaşça kapanır olmuştu. Bir ara mantığı baskın çıktı ve metal duvar arkasındaki minik bedenler için bir an sadece bir an yüreği sızladı. Onların da kendi gibi büyük ve doyumsuz bir haz duygusuyla yatıyor olabilecekleri aklına gelince yaşadığı anın keyfine bıraktı kendini.

      Gözlerini dikmiş olduğu tavan yerinde yoktu artık. Yukarıda, pırıldayan bir güneş vardı. Bulunduğu yerse unutulmuş bir mahzen değildi artık. Aydınlık bir yerdi, ağaçların altında tatlı bir rüzgarın serinliğinde oturuyordu. Hemen yanın da ise küçük bir çocuk vardı; küçük sevimli bir çocuk. Tanıdığını hissediyordu, hissediyordu ama çocuğun kim olduğunu çıkaramıyordu. Sevdiğini biliyordu çocuğu ama kim olduğunu bilmediği birini nasıl sevebilirdi ki.
      O bunları düşünürken gökyüzünde parıldayan güneş birden uzaklaşmaya başladı. Küçüldü, küçüldü. Öyle bir an geldi ki gece ışıklı minicik bir nokta haline geldi ve diğer ışıltılı noktaların arasında kayboldu. Ne o sevimli çocuk nede bir başkası yanında yoktu artık. Yapayalnızdı koca evrende. Sonra uzaklarda başka bir pırıltılı nokta belirdi karanlığın içinden. Dakikalar geçtikçe büyüdü, rengi değişti. Beyaz rengi önce sarıya sonra turuncuya dönüştü.
      Turuncu güneşin etrafında bir nokta daha gördü. Geçen kere gördüğünden daha büyük daha belirgin noktaydı. Yarı uykulu yarı uyanık halde turuncu güneşin yanındaki noktanın da bir başka yıldız bir başka güneş olduğunu farketti. Gümüş renkli yıldızın çevresinde dönen başka noktalar gördü. Gördüğü irili ufaklı noktaları saydı. Birbirine yakın büyüklükte dört tane vardı. Bir tanesi ise diğerlerinden büyüktü. Farklı olduğunu ilk anda belli ediyordu. Adam yaşadığı dünya ile öteki dünya arasında gidip gelirken kendinden geçti.


      İlçenin her iki yerel gazetesinde de hummalı çalışmalar vardı. Bir çocuğun daha kaybolduğunu duydukları anda iki gazetenin de baskısı durdurulmuştu. Gazetede Turan Yakup ustaya durumu anlatınca yılların ustası
      “Biri işlediği cürümleri zavallı Amerikalılara yüklemeye çalışıyor" demişti. Turan duyduklarını tekrar sıraladı.
      “Çocuğu 'Noel baba' kaçırıyor, benzinci kaçıran kişinin zenci olduğunu söylüyor, kırmızı rengin altından siyah boya çıkıyor, hesap dolar olarak veriliyor ve benim ustam hala - Amerikalılar masum olabilir- diyor." Ses tonunun yüksek olduğunu farketmişti. Bir an yüzü kızardı ama daha yavaş sesle devam etti sözlerine
      “İyi ama usta hırsızın hiç mi kabahati yok." dedi. Kullandığı deyimin yerine oturmadığını da fark etmişti ama sesini çıkarmadı. Yakup usta ise ön sayfayı tasarlamaya devam ediyordu.

   Telefon çaldığında Doğan, yattığı yerde neredeyse uyumak üzereydi. Sanki kilometrelerce yol koşmuş gibi terlemişti. Terleme nedeni de varmak kararın zorluğundan olmalıydı. Günlerden beridir kafasının içinde dönüp duran "Acaba duyguları mı aşkı mı açıklasam mı?" sorusu "Evet vakti geldi artık"a varmak üzereydi. Besimin -ezeli rakibinin- böyle bir girişiminin olmadığını öğrenmişti, en azından şimdilik. "Kendini kerelerce dinledim" diye düşünüyordu

      “Gerçek bir aşk mıydı, yoksa kıskançlık duygularının beslediği heves miydi?. İntikam almak mıydı "Necla" için. Hayır Belki ilk gördüğü zamanlarda olabilirdi ama kızı tanıdıkça "Necla"dan daha çok sevdiği kanaatine varmıştı. Evet, Necla’yı da çok sevmişti ama Necla gideli yıllar oluyordu. Bir sabah evinde ölü bulunmuştu. O halde bugüne dönmeli bu günü yaşamalıydı. İlk fırsatta da uygun koşulları hazırlayıp aşkını ilan edecekti. İşte çalan telefon onu bu düşüncelerde sıyırıp gerçek dünyaya döndürmüştü.

      Akşamın ilerleyen saatlerine aldırmadan arabasına atladı. Beş bilemedin on dakika sürmemişti gazeteye varması. Turan, heyecanlı bir sesle olan biteni anlatıyordu. Doğansa onun tamamen zıttı bir ruh haliyle dinliyordu. Genç adamın anlattıkları sanki olağan şeylermiş gibi. Turan her şeyi söylediğini düşünüp sustuğunda Doğanın vereceği yanıtı bekliyordu.
      “Eğer anlattıkların doğruysa Kaymakamlık binası hareketli olmalı" dedi Doğan. Peşinden ekledi  "Hadi gidelim. Belk yeni gelişmeler vardır." İkisi birden oranın bir gazete olduğunu ve geç kalmış, yarına baskıya yetişmesi gerektiğini unutmuş gibiydiler.
      Hükümet binasına vardıklarında ise tam bir hayal kırıklığı yaşıyorlardı. Hükümet binasında olağan dışı hiç bir hareket hatta kıpırdanma bile yoktu. O zaman Turan'ın kafası dank etti. Kendi kendine mi yoksa yanında duran Doğan a mı olduğu belli olmayan bir sesle
      “Öyle ya Sedirli Tuzadası kaymakamlığına bağlı." Doğan genç gazeteciye dönerek “Seni Gazeteye bırakayım. Yapılacak pek bir şey yok" dedi.


      Hüsnü Yurttaşın büyük, saray yavrusu evinde olağan dışı bir hareketlilik vardı. Babanın geniş ve oğlunun spor modeli ve evin hanımının küçük arabasının yanında diğer üçüne pek yakışmayan bir yerli araba duruyordu. Haber gazetesinin yazı işleri müdürü Kamil Aksu akşam yemeğine davetliydi. Yemekten sonra ise durum değerlendirmesi yapacakları gayri resmi bir genel kurul toplantısı yapıyorlardı. Evin zenginliğini yalnız başına bile kanıtlayacak avizenin parlak ışıkları altında üç adam konuşuyorlardı.

      İlçe ise baskıya hazırlanan iki gazetesinin çok öncesin de "Fısıltı" gazetesinden olan biteni öğrenmişti. Olay her yerde konuşuluyordu. Kimi vampir diyordu, kimi de kurt adam. Çoğu ise hayal kahramanlarına suç atmak yerine iki genç Amerikalının bu işi yaptığını düşünüyordu. Çocukları olan anneler babalar tedirgindi, Polis ve jandarma tedirgindi. Umutsuz olsalar da daha önce yaptıkları operasyonun çok daha kapsamlısını yapıyorlardı; İlçede, beldelerde ve köylerde. Hem de Terör denilebilecek kadar sert tutumla.

      Kaybolan son çocuk olan "İlyas Çobanoğlu"nun evinde ise yas ve gözyaşı vardı, diğer kayıp çocukların evleri gibi...

162
Tartışma Platformu / Ynt: Eski Çağlarda Ateş
« : 08 Aralık 2015, 12:45:58 »
Peki eski Roma'da veya kadim Yunanistan'da, Mısır'da, Çin'de hatta orta ve güney amerika uygarlıklarında nasıl yakılıyordu ateş. Yemek, ısınma, aydınlanma gibi konuları ele aldığımızda ateş hayatımızın önemli bir parçası. Bu nedenlerle önemli bir konu. Okuduğu kitaplarda böyle bir bölüm anımsayan var mı?

163
Bu ara biraz ağır takılmak istiyorum. Kemal Tahir'in Esir şehir üçlemesine başladım, ilk kitap Esir Şehrin İnsanları bu sabah elimdeydi. Gerçi uzun süre Conn İggulden'le Kemal Tahir arasında gittim geldim ama kazanan Kemal Hoca oldu. Bir önce okuduğum kitapta ağırdı. Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Ne zaman ekonomik olarak Yüzüklerin Efendisi serisini alacağım o zaman Tolkien'e geri dönmeyi düşünüyorum...

164
Bu başlığın kapanmaması için ısrarcı olanlardan biri olarak hem de Saatleri Ayarlama Enstitüsü seçiminde oy veren biri olarak ben sizlere kocaman bir özür borçlu olduğumu düşünüyorum. En azından birkaç kelime ile de olsa yazmalıydım. Bu nedenle geciken bu yazı için özür diliyorum sizlerden.
Muhafazakar bir yapıya sahip olduğunu düşünüyorum Üstadın. Üstad kelimesiyle iligili bir açıklama yapmak istiyorum. Ahmet Tabakoğlu Türk İktisat Tarihi adlı eserinde çıraklık eğitim sistemine temel olan Lonca ve bunun bize uyarlaması durumundaki Ahilik sisteminde mesleğin öğrenme aşamalarını ve ünvanları beşe ayırıyor; Yamak, çırak, kalfa, usta ve üstat. Ahmet Hamdi Tanpınar’ı sanatın veya mesleğin en üst basamağındakilere bahşedilen Üstat ünvanıyla anmamız çok normaldir sanırım. Gerçi hayatına şöyle bir göz attığımızda Üstadın çok üretken olmadığını veya diğer yazarlara göre çok üretken olmadığını görüyoruz. Örneğin bir Aziz Nesin’e göre veya Yaşar Kemal’e veya çok daha az sayıda eseri vardır. Ama yine de nitelik olarak ele alındığında az ve öz kitap yazmıştır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü de bunlardan biri.

Eleştirilerimin ilki ve belki de bu başlık altında tartışmamız gereken ana konulardan biri eserin dili. Zamanına göre bile ağır sayılabileceğini düşünüyorum. Bir kere bu eser belli bir birikimi olanlara yazılmış. Temel Türkçe bilginizin yanısıra iyi bir Osmanlıca eğitimi almış olmalısınız. İyi bir Osmanlıca derken eski yazı rap alfabesini kast etmediğimi söyleyeyim. Eski kelimelerin yoğunlukta olduğu metinleri okumaya aşina olmalısınız demek istiyorum. Bu okumayı zorlaştıran temel konuydu.  Çok ağır bir dili var ve anlamadığım kelimeler o kadar çok ki. O zaman ilk tartışma konusu bu olmalıydı Bu tür eserler günümüz Türkçesine uyarlanmalı mı? Yoksa olduğu gibi orijinal haliyle kalmalı mı? Kanaatim günümüz Türkçesiyle tekrar iyi bir elden ya da komisyondan geçirilerek yayınlanmasıdır. Aslını okumak isteyenler için özel baskılar yapılabilir.

Okumayı zorlaştıran nedenlerden biri de romanda çok fazla karakter var olması. İlk aklıma gelenler Hayri İrdal ki kendisi anlatıcı rolünde -bu arada birinci tekil kişinin anlatısıyla gerçekleşen en güzel eserlerden biri diyebilirim. Hatırladığım Hayri İrdalı saymazsak eşler, çocuklar, Halalar ve arkadaşlar o kadar fazla ki. Zaman zaman takip etmekte zorlandım. Geriye dönüp şu kişi kimdi dediğim çok oldu. Ve kişilerin yüklendiği görevlerde çok fazlaydı. Klasik anlamda iyi kötü yoktu ama eski ve yeni tartışması vardı. Öyle bakınca da eski iyi oluyordu yeni ise kötü. Açık bir şekilde yeni ile dalga geçildiği de belli oldu. Yeri geldiği için söyleyeyim, en sevdiğim kahraman ise Hayri İrdal’ın oğlu. Kahramanımız oğlunu tüm bu olanların dışında tutuyor. İyi de yapıyor bence. Ne batılılaşacağım diye yozlaşanlardan ne de eskiye sahip çıkacağım diye yerinde çakılı kalanlardan biri değil. En üzüldüğüm kişiyse Hayri beyin ilk eşi Emine hanım. Hele bazı bölümleri var ki taşlamanın en güzel örneklerinden sayılır.  

Bir sınıfa sokmak gerekirse siz bu eseri hangi sınıfa sokardınız. Alegorik Roman mı yoksa dönemsel roman mı Ya da Duygusal Roman mı demeliyiz. Bana kalsa Hiciv romanı diye bir bölüm var mı bilmiyorum ama iyi bir hiciv romanı demeliyiz diyorum.

Üstümde bir yük kalktı, teşekkür ederim...

165
Kurgu İskelesi / Anchilea - Bölüm Yirmi Beş
« : 07 Aralık 2015, 08:39:25 »
B Ö L Ü M    Y İ R M İ B E Ş

     İlçede her şey normal gözüküyordu. Mevsim gereği en çok kazanan işyerleri gündüzleri kahvehaneler geceleri birahanelerdi. Halkın büyük bir bölümü geçimini çiftçilikten sağladığı için esnafta, tarıma dayalı küçük sanayide çiftçiyi gözlemekteydi. Eğer pamuk veya diğer tarım ürünleri iyi para ederde çiftçi bol para kazanırsa ilçede herkesin yüzü gülerdi. Yok eğer hava şartlarından veya başka nedenlerden dolayı işler kesat giderse esnafta diğerleri de hazırdan yemek zorunda kalırlardı. Mevsim gereği çiftçi henüz tarlaya inmediğinden gününü kahvelerde geçirmeye devam ediyordu. Bir kaç kişi erken hazırlıklara başlamış olsa da yağan yada yağabilecek yağmurların azalmasını bekleyenler çoğunluktaydı.
     Doğal olarak kahvecilerin ve birahanecilerin dışındaki esnafta kendisini çiftçilere göre ayarlıyordu. İlçenin nüfusunun büyük bir bölümünü oluşturan çiftçi o yıl iyi kazandıysa piyasa kıpır kıpırdı. Özellikle pamukların toplanıp işletmelere teslim edildiği günlerde alınan paralar yaz boyu çiftçi müşterisine veresiye satış yapan esnafın yüzünü güldürüyordu. Kabaran hesaplar ödenmeye başlanıyordu. Düzenli maaş alan memurların ve iki üç büyük fabrikada çalışan işçilerin yıl boyu yaptığı alışverişler ise yalnızca günü kurtarıyordu. Bu hizmet sektörünün çok yaygın olduğu ilçede en küçük berber dükkanından tarım makinesi üreten işletmelere kadar tüm işyerleri için geçerliydi. O nedenle esnaf, çiftçi kardeşinin bir an önce tarlasını ekmeye başlamasını bekliyordu. Tarlasını eksin ki masraflar için kenarıya koyduğu paraları kullanmaya başlasın.

      Masada oturan büyük ortakla, ayakta gezinen küçük ortağında amacı bu pastadan dolaylıda olsa pay almaktı. Esnafın aboneliklerini yeniletebilmek istiyorlardı. Beşinci yaşına basmıştı gazetedeki patronlukları. Uzun yıllar yaşayabilmesi, Haber Gazetesinin diğer sahiplerine benzememeleri için süresi biten abonelerin aboneliklerini yeniletmelerine ve yeni aboneler bulmalarına bağlıydı. Doğrudan satış yapamıyorlardı, Gazeteleri rakibiyle birlikte yalnızca Başköprüdeki Kültür adlı bayide satılıyordu. Sonuçta gazete satışları düşmesi reklam gelirlerinin de düşmesi demekti.
      “Satışı olmayan gazeteye kim reklam vermek ister ki" Kapı girişindeki küçük camlı odada döner koltukta oturan genç böyle demişti. Gazetenin büyük ortağı "Gürsel Yurttaş" oturduğu koltukta duramıyordu. Sanki ayakta küçücük oda boyuna volta atan Kamil abisi değil de kendisiydi. Hayatı boyunca etkilendiği babasının sözünü kendi sözüymüş gibi söylemişti. Ayakta dolaşan şişman beden bunun böyle olduğunu biliyordu ama nede olsa ortağıydı ve saygı duyması gerekiyordu. Koskoca Yurttaşların büyük oğluydu, "Yurttaşlar" mağazalarının sahibi Lütfü Yurttaş’ın oğlu.
      Karşısında oturan genç adamın babası "Haber" gazetesinin de gizli sahibiydi. Ortalıkta görünmeden gazeteyi oğlu aracılığıyla yönetiyordu. Kendi düşüncelerini ve direktiflerini oğlunun ağzıyla söylüyordu. Yılların kurdu Kamil Aksu bütün bunları bilmiyor muydu? Biliyordu ve velinimetine duyduğu saygıdan bilmiyormuş gibi davranıyordu.
      Beş yıl önce Haber Gazetesini aldıklarında yakaladıkları satışı düzgün bir azalışla kaybediyorlardı. Arkalarındaki duvara asamadıkları satış grafikleri sürekli negatif eğriydi. Böyle devam ederse en iyimser görüşle bir yada iki yıl anca dayanabilirlerdi. Kapanan "Haber" ise işsiz kalması ve kavga dövüş ayrıldığı "Ekspres"e dönüş demekti ki bu hayatta en son isteyebileceği şeylerden biriydi. İşte bu nedenle oğlunun ağzından babasının dediklerine kulak vermeliydi. Karşısında oturan şımarık zengin çocuğunun ağzındaki baklayı çıkartmalıydı.
      Kurt gazeteci Kamil, pazar öğleden sonrasını rapor vermekle geçirmişti. Sözde çay içmek için davet ediyorlardı kendisini evlerine. Konuşulan konu genelde iş konuları olurdu. Kendi sermayesini toplayasıya kadar yada başka bir sermayedar bulasıya kadar bu kaprislere katlanmak zorundaydı. Sonradan görmelerin pek çoğunda olan ihtişam ve bu ihtişamı sergileme arzusunu aşırı bir şekilde yansıtan salonda konuşmuşlardı. Maun kaplamalı kocaman masasında kah telefonla kah masadaki ıvır zıvırla oynayan büyük ortak aradaki aracıyı - oğlunu- kaldırmış direktifleri bizzat kendi vermişti. Şimdi ise oğlu yine babasının verdiği akılla ortağı olmaktan çok bir müdürü, bir elemanı olarak gördüğü Kamil Aksu'ya ne yapmaları gerektiğini söylüyordu.
      Masada oturup babasının pozlarını takınan büyük ortak konuşuyordu. Kamil ise büronun içeri atölyeye bakan camın önünde asılı olan jaluzilerin arasından makinelere ve işçilere baktı. "Bu moron doğru söylüyor" diye düşündü. Yaptığı görüşmelerde hayır cevabını aldığı reklam verenler aklına geldi.
      Lütfü Yurttaş’ın çevresi sayesinde önceleri iyi satış yapmışlar kayda değer reklam geliri elde etmişlerdi. Ya şimdi Aşağıdaki makinelerin anca yarısı çalışıyordu. Onlarda ya davetiye , el ilanı yada kartvizit basıyorlardı. Bunlar gazeteyle ve gazetecilikle bir ilgisi olmayan işlerdi. Geri döndü. Koca masanın gerisinde döner koltuğunda sağa sola dönüp duran genç adama baktı. Şimdi "babam diyor ki" diye söze başlar diye aklından geçirirken Gürsel Yurttaş bürodaki sesliğin daha fazla uzamasına izin vermedi.
      “Kamil abi, biliyorsun dün babamlardaydık; 'Niçin bu sapık olayının üzerine düşmüyorsunuz' demişti." Kamil Aksu "aptal herif orada olduğumu unuttu galiba" diye aklında geçirdi. Sesini çıkarmadı çünkü kendisi evden ayrıldıktan sonra neler konuşulmuştu onu duymak istiyordu. Babasının sözünden çıkmayan bir ortak bulduğu için kendine bir kere daha lanet ettikten sonra "Nasıl yani" dedi.
      “Hani kaybolan çocuklar var ya işte o konu üzerine haber yapalım" dedi. Sözünü bitirince belli belirsiz bir "Ohh" çekti. Kamil Aksu deminden beri beklediği cümlenin bu olmasına hem şaşırdı hem sevindi. Bir iltümatom yada ortaklığın feshi konusunda bir cümlede duyabilirdi. Ayakta dolanmayı bırakıp yerine geçti. Maalesef koltuğunu karşısındaki şımarık çocuk gibi sallayamadı. Nede olsa odayı dekore eden de Lütfü Yurttaştı. Herkesin iyi tanıdığı Lütfü Ağa, kendinin yada oğlunun olduğu bir mekanda daha iyi bir koltuğa bir başkasının oturmasına izin vermezdi.
      “Biliyorsunuz ki bu işin üzerindeyiz, Yenikale' de yakalanan adamı haber yapalı daha ne kadar oldu ki" diye sözlerini sürdürdü. Oda bir kere daha sessizliğe bürünmüştü. Yılların gazetecisi kendini siyasi olarak yetiştirmeye çalışan Kamil Aksu"dan polis muhabirliği yapması isteniliyordu. Dakikalarca elindeki mektup açacağıyla oynadıktan sonra;
     “Devam et ortak, seni dinliyorum" deyince Gürsel konuşmasına devam etti.
     “Biliyoruz... Yani biliyorum. Bize daha fazlası gerekiyor. Babam... şey yani ben bu ilçede bir sapık olduğuna inanmıyorum." dedi. Kamil Aksu'dan beklediği ilgi gelmişti. Elindeki mektup açacağını masanın üzerine bırakmış doğrudan karşısındaki gencin yüzüne bakmaya başlamıştı.
      “Ekspres bir kaç rastlantıdan bir haber yapmaya çalışıyor ama onun hazırladığı yemeği biz yiyebiliriz" dedi. Evet, Lütfü Yurttaş kafası çalışan biriydi. Bir an koltukta pos bıyıklı ihtiyarı görür gibi olmuştu. “Devam et" dedi. Arkadan gelecek cümleleri tahmin edebiliyordu ama bir tür itiraf gibi duymak istediği için delikanlının anlatmasını destekliyordu. Yerinden doğruldu. Gürsel Yurttaşın yanına bir sandalye çekip oturdu. Anlattıklarını yakından duymak istemekten çok "anlattıkların ilgimi çekti" demek ister gibiydi.
      “Sen hele anlat bildiklerini daha sonra benimde Adaya yeni gelen revü gurubuyla ilgili anlatacaklarım var" dedi. Delikanlıyı zayıf yerinden vurmaya kararlıydı anlaşılan.

      Ayın ondördünde Turan gazeteye her zamankinden biraz daha geç geldi. İçeri girdiğinde Yakup usta elemanının selamını almadan elindeki gazeteyi gözüne sokarcasına uzattı.
     "UZUN SÜREDİR SESİ SEDASI ÇIKMAYAN SAPIK YENİ TEZGAHLAR PEŞİNDE Mİ?"
      Manşet üzerindeki bu sorunun hemen altında kocaman puntolarla  "Anneler Babalar Dikkat" uyarısı vardı. Haber iri harflerle devam ediyordu.
      “Polisimizin ve Jandarmamızın başarılı çalışmaları sonucu korkup sinen sapık’ın yeni kurbanları konusunda halkımızı uyarmayı bir görev biliyoruz..."diye devam ediyordu. Turan verilmek istenilen mesajı almıştı. Ama Yakup ustanın sessiz hücumu devam ediyordu. Yazıhaneden çıkıp dağıtılmayı bekleyen kendi gazetelerinden birini alıp Turan'a uzattı. Ekspreste ise Son yağmurlarla ilgili haber vardı. Turan ustasının ne demek istediğini anlamıştı. Yakup usta ise devam ediyordu.
      “Az önce "Kültür"e telefon ettim. Vatandaş peynir ekmek gibi "Haber" alıyormuş" dedi. Turan da istediği etkiyi yapıp yapamadığını anlayabilmek için bir kaç saniye sustuktan sonra devam etti. “Bana 'ellerindeki Haber gazetelerinin tükendiğini tekrar istemek zorunda kaldıklarını' söylediler" dedi Yakup usta. Turan saatine baktı. Dokuz buçuğa geliyordu.
      “Biliyorsun bu işin peşindeyim ama bizim pişirdiğimiz aşı onlar yiyecek gibiler" diyerek kendini savunmaya çalıştı. İnandırıcı olmadığını biliyordu. Kalfası Kamil Aksu'nun bu konuya yönelmesi daha bu konunun "Haber" tarafından işleneceğini belirtiyordu. Elini çabuk, ağzını sıkı tutması gerekiyordu. Bir an kaybolan "çakmak"tan söz etmeyi düşündü ama hemen vazgeçti. Çamurda bulduğu çakmak yalnız başına bir anlam ifade etmezdi. Çakmak tezini güçlendirecek kanıtlar gerekiyordu.
      Ustası matbaa makinelerinin başına dönünce Turan en yakın koltuğa oturdu. Durum gerçekten önemliydi. Bu adamlar bu olaya el attılarsa bir bildikleri olmalıydı. Ama ne? O zaman "Haber" kayıp çocukların kaybolma tarihleri arasındaki eşit süreleri farketmiş olmalıydılar. İçeri seslendi
      “Usta. Yakup usta." Yaşlı usta içeri girdiğinde yüzünde sahte olduğu iyi tanıyan biri tarafından hemen anlaşılabilecek kızgın bir ifade vardı.
      “Gene ne var" dedi.
      “Kızma be usta bak ne diyeceğim." Kaşlar hafifçe düzelmiş gibiydi. "Gel hele otur" Turan hemen yanındaki koltuğu işaret ediyordu. Bir kaç gün önce Doğan Beyin uyarısıyla farketmiş olduğu periyodu anlattı. Çocukların kaybolma tarihlerinin rastlantısal olmadığını belli zaman dilimleri arasında bu işin tekrarlandığını düşündüklerini söyledi. Bekledikleri tehlikeli günün yarın olduğunu ama böyle bir uyarıyı yapıp yapmama arasında ikircikli kaldığını anlattı. Dahası "Eski kalfası Kamil Aksu'nun bunu fark etmiş olabileceğini" düşündüğünü söyledi.
      Yakup usta derin düşüncelere daldı.  Eline tekrar "Haber" Gazetesini aldı. Tekrar ama bu defa alıcı gözüyle okudu. Uzun süren bir düşünmenin ardından “Sanmıyorum" dedi. "Sen uyarmasan benim bile haberim olmazdı. Bunlar orman taşlayıp çakal çıkarmaya çalışıyorlar. Yalnız şuna emin olabilirsin ki onlarda bu işin peşindeler artık."
     “Sence, böyle bir uyarı yapmalı mıyız?" deyince de "hayır" yanıtını almıştı.  "Kesin bir şey olmadan bu tür başlıklar atmak çok sakıncalı olur." Bir zaman düşündükten sonra
      “Sen izin verirsen bir başyazı yazabilirim" dedi. Turan gülümsedi. Yakup usta uzun zamandır ilk defa yazı yazmaktan söz ediyordu. Demek ki belli etmese de bir "sapık" olabileceğine ihtimal veriyor olmalıydı. Turan aniden duraladı
      “Pazartesi günü sana anlattıklarımdan söz etmeyeceksin değil mi?" dedi. Yaşlı adam gülümseyerek
      “Ben bu işe dün başlamadım evlat" dedi. Nedense Turan ustasının bu tavrını Amerikan filmlerinde sık rastlanan sahnelere benzetti.

      Sedirli Ege denizinin sahilinde sessiz bir beldeydi. Daha doğrusu beş on yıl öncesine kadar sessiz, sakin bir kıyı köyüydü. Bölgede turizm çalışmaları hareketlenince çevresin deki diğer yerleşim birimleri gibi Sedirli' de turizmden nasibini almıştı. Adını sayıları iyice azalmış olan "Sedir" ağaçlarından alan bu köy turizm ile tanışınca önce o güzelim Sedir ağaçlarını vermişti bedel olarak. Köyün üst bölgelerindeki sedir ağaçları yazlık sitelere dönüşmüştü. Allah’tan altı kilometre ilerisi Milli Park ilan edilmişti de ağaçların bir kısmı kurtulmuştu.
      Köy binlerce yıllık bir geçmişle iç içe yaşıyordu. Güney rüzgarlarına açık bir körfezin dağ eteklerine kendilerinden yüzyıllarca önce kurulan yıkıntıların birkaç yüz metre aşağısına kurulmuştu. Bu sayede ev yapanlar yıllar yılı malzeme sıkıntısı çekmeden yıkıntılardaki taşları, mermerleri rahatlıkla kullanmışlardı. Bütün bunlar tarihin turizm, turizmin para demek olduğunu bilmedikleri yıllarda olmuştu. Ne zaman o yıkıntıları görmeye gezmeye gelenler olduğunu anlamışlardı o zaman ellerindeki arazilerin kıymetini öğrenmişlerdi. Dışarıdan gelip evlerini, bahçelerini, arazilerini yüksek paralarla almaya gelenleri gördüklerinde de İlyas Çobanoğlu gibi ellerindekilerin bir bölümünü satıp çok daha rahat bir hayat yaşamaya başlamışlardı.

      Çoban İlyas kayın babasının vefatından sonra kendi hanımına bıraktıkları portakal bahçesi için bir hayli kızmıştı. Kayınçoları arazilerin iyi ve havadar olanlarını kendilerine alıkoymuş deniz kenarındaki beş dönüm bahçeyi eniştelerine bırakmışlardı. O zaman çok kızdığını anımsıyordu. Yıllar sonra köy kasaba olduğunda arazilerin kıymetleri artmıştı. Özelliklede denize yakın olanların. Şimdi rahmet okuduğu kayınpederi portakal bahçesi sayesinde oğlunu evlendirmiş şirin köy evinin yerine cadde üzerinde köşe başında arsa almıştı. Arsaya saray yavrusu gibi dört katlı bina yapmıştı. Çoban İlyas. "İlyas Bey" olmuştu artık. Zemine kocaman bir süper market" açmışlardı. Marketin üzerindeki katı kendine, bir katı oğluna bir katını da torununa ayırmıştı. En küçük torun Tülay ise kendilerinin -bir köroğlu bir ayvaz- oturdukları dairede otururlar diye düşünüyordu.
      İlyas Bey bakmış etrafta o beğenmedikleri yıkıntıları görmeye gelenler için pansiyonlar açılıyor, oğlunu yanına almış son iki katı pansiyona çevirmişti. Bu sayede hem işsiz oğlu ve gelini pansiyonda çalışır olmuş hem de cepleri daha fazla para görür olmuş. Adını da o çok sevdiği torununun adıyla aynı adı koymuştu. "Tülay Pansiyon". Yakup ustanın "Uyarı" adı altında başyazı yazdığı günün sabahında Tülay Pansiyonun sahibi İlyas Çobanoğlu İlçeye pazara gitmeye hazırlanıyordu. Yaşlı kadın süpermarketin içersine doğru seslendi
      “Hadi bey pazara geç kalıyorsun. Bir an önce git bir an önce gel." İçeriden marketi eve bağlayan kapının olduğu yönden "tamam" der gibi bir homurtu geldi. Az sonrada homurtunun sahibi İlyas Bey göründü. Elinde ucuz pazar çantalarından iki tane vardı.
      “Bir araba şart bize" dedi homurtuyu andıran sesiyle. Turistler gelmeden oğlan bir araba alsın" dedi. Karısı "evet" anlamında kafasını salladı “Hadi koca dükkanı akşama kadar başıma yıkma" demeyi de unutmadı. Kadın iyice yaşlandığını hissediyordu. Fiyatları aklında tutamaz olmuştu, bir araba alırlarsa hepsi birden rahat etmiş olacaklardı.
      Minibüse bindiğinde, minibüste saatinin dolmasını bekleyen Şoförden başka kimse yoktu. Minibüslere ilk binen kişilerin yaptığını yapmış, sürücünün hemen yanındaki koltuğa oturmuştu. Önce havadan sudan konuşmaya başladılar. Aralarında yaş farkı fazla olmadığı için konu bulmakta zorlanmıyorlardı. Aracın hareket saati yaklaşasıya kadar epey laflamışlardı. Sürücü elini kontağa atınca konuşmayı sonlandırması gerektiğini anlamıştı.  İlgisini çekecek şeyler aranırken konsolun üzerinde duran yerel gazeteyi gördü. Aradığını bulmuştu. Elini cebine atıp gözlüğünü çıkarmadan iri yazıları okumaya başladı. Yakup ustanın Başyazısını okumak için gözlüğünü çıkarma gereği duymuştu.
      “Yunus bey oğlum" diye söze tekrar başladı. Çoban İlyas, İlyas bey olunca doğal olarak kendinden üç beş yaşından küçük olsa bile herkese "... bey oğlum" demeye başlamıştı. “Sence bu olayı gereğinden fazla abartmıyorlar mı?" diye cümlesini tamamladı. Araç Belde içerisinde yol almaya başlamıştı. “Bence de" dedi Şoför Yunus kafasını sallayarak.
      “Ama İlçede konuşulan tek konu bu" diye ekledi.” Hele öbür gazetenin dünkü sayısını görsen... Sözde sapık bu günlerde saklandığı yerden çıkmış. Bir çocuğu daha kaçırıp kanını içmeye hazırlanıyormuş." Yaşlı adamın hayretle kendisine baktığını görünce olayı biraz daha vurgulamak için
      “ilçede anlatılanları bir duysan dudakların uçuklar" dedi. İlyas Çobanoğlu gerçekten afallamıştı. “Ne diyorsun sen Yunus, hepimizin çoluğu çocuğu var" diyebildi. Yol boyunca Şoför hem yanında oturan adama hem de arkasında oturan bir kaç kişiye bütün bildiklerini anlatıyordu.
      “Biri zenci iki Amerikalı çocukları kaçırıp satıyorlarmış diyenler var" dedi. Minibüste bulunan kişilerin kendisini dinlediğini anlayınca daha bir hevesle devam etti.
      “Bazıları da dağlarda yaşayan hayaletler yapıyor diyor" dedi. Duyduklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Olay yerinde görüldüğü söylenilen büyük siyah arabadan söz etmeyi unutmamıştı. Yalnız İlyas değil diğer yolcularda duyduklarından tedirgin olmuşlardı. Yaşlı adamın kafasındaysa bir an önce alışverişini tamamlayıp geri dönmek isteği vardı.

      Gazete haberlerinden ve söylentilerden en fazla etkilenenlerde Amerikalı iki genç olmuştu. Kaybolan her çocuktan sonra kendilerine karşı bir tepki olduğunu hissediyorlardı. Ülkeye geldikleri ilk günlerde kendilerine sempatiyle bakanlar selam vermez olmuşlardı. Gördükleri yerlerde kafalarını çeviriyorlardı. İki gündür ise sokağa çıkamaz olmuşlardı. Öğleye doğru kalın güneş gözlükleriyle İşletmeye gelmişler müdür Birol Tekin’e "işi bıraktıklarını" söylemişlerdi. Ellerin de dilekçeler düşüncelerini daha da somutlaştırıyordu. Geçen ay benzer bir girişimde bulunmuşlarsa da Müdür tarafından pek ciddiye alınmamışlardı.
      Müdür odasına girdiklerinde Ahmet beyde oradaydı. George yarım Türkçesiyle  "Bu saba bize sigaret vermedi dukancı" dedi. Evet sabah sokağın caddeye çıktığı noktadaki büfeci sigara vermemişti. "Niçin" dediklerinde de elindeki bir gün öncesinin gazetesini gösteriyordu. Ahmet Bey Müdürüne fırsat vermeden
      “Eğer giderseniz suçu kabul etmiş olursunuz" demişti. Sonra birinci ve ikinci müdürler uzun bir ikna yarışına girişmişti. Son sözü ise her zaman olduğu gibi Birol Bey söylemişti.
      “Hadi gidin, üç gün izinlisiniz" demişti. Gönülsüzde olsa iki Amerikalı söyleneni yerine getirdiler. Beş dakika geçmemişti ki İşletmenin avlusundaki siyah Chevrolet ana kapıdan dışarı çıkıyordu. İkinci müdür Ahmet Bey ayakta arabanın dışarı çıkışını izledikten sonra
      “Keşke izin vermeseydiniz" dedi.” Burada kalmış olsalardı gözümüzün önünde olurlardı" diye sözünü tamamladı. Müdür ise masasında tühleniyordu.
      “Keşke akılarına gelse de yanlarında bir kaç tanık tutsalar" diyordu. Haber çabucak fabrikaya yayıldı. İki yabancı gencin en yakın dostları olarak görülen Yüksel, olaya el koymuş gibiydi. Hele Serkan Bey “Eğer gazetelerin yazdıkları gerçekleşir de bir çocuk daha kaybolursa sizin arkadaşlar çok zor durumda kalırlar" deyince onlara ulaşmak şart olmuştu. Defalarca Amerikalılara telefon edildi. Amaç onları daha dikkatli davranmaya sevk etmekti. Dakikalarca aradıkları halde kendilerine ulaşmayı başaramamışlardı.
      “Hadi Yüksel Hanım birlikte gidelim bir bakalım" dedi Besim. Şu Yanki’nin yararını görmüş olacaktı. Doğan gecikmişliğin pişmanlığını duyarken beyaz Opel kapıdan çıkıyordu. Pencereden arabanın çıkışını izleyen Serkan,
      “Çok ağırkanlısın be Doğan" dedi.  "Baksana kızcağız senin gözünün içine baktı durdu." Sahiden öyle miydi? Yüksel hanım kendisinden bir yanıt, bir hareket mi beklemişti. O ise bilmezmiş gibi davrandı.
      “Hiç olur mu öyle şey Besim beyde Yüksel hanımda benim arkadaşım" dedi. Söylediklerine ne Serkan beyi inandırmıştı ne de kendini.  “Geç bunları arkadaş dedi koca göbeğini oynatarak.  "Öykünüzü yalnız fabrika değil neredeyse tüm İlçe biliyor" diye sözlerini tamamladı. Bir zaman daha gülmesini sürdürdü. Doğan nasıl davranması gerektiğini bilemiyordu. Serkan beyin gülmesi geçince elini dostça arkadaşının omzuna koydu.
      “Ama bana soracak olursan "kızın gönlü sende" derim" dedi. Yıllar önce Rıza babada benzer şeyler söylemişti. Üstelik düğünden bir hafta on gün önce buluştuklarını bilmemesine rağmen. “Keşke sen araya girseydin" demişti Rıza Aslan. "Sen olsaydın bu kız canına kıymazdı" demişti. Bu soru yıllar boyu kafasının içini yemiş bitirmişti.
      “Kaçır beni Doğan"ı ciddiye alsaydı Necla hayatta olabilir miydi?  "Şimdi bir çocukla evde erkeğini Doğanını bekler mi olurdu. Kafasını olumsuz düşüncelerden kurtarmaya çalıştı. Serkan Güler bile farkettiyse Yüksel Hanım kendisini seviyor demekti.

      Yüksel, Besimin teklifine hayır diyememişti Hatalı olan, ağır kalan Doğandı. Telefonlara yanıt veren olmayınca gidip yerinde görmenin çok daha iyi olacağını düşünmeliydi. Başka zamanlarda başka mekanlarda Besime kerelerce hayır dediği halde bu kere kaçacak yeri olmadığı için şu an beyaz opelin içinde oturuyordu. Saatlerdir kendisine kur yapan adam muradına ermişti sonunda. Neyse ki O bunları düşünürken ve Besimin sorularına kaçamak yanıtlar verirken Cephane sokağa varmışlardı.
      Sokağa girdiler. Gündüz saatleri olmasına rağmen park etmiş araçların arasından geçmekte zorluk çekerek yolun bitip merdivenlerin başladığı yere vardılar. Semti bilmeyen biri sokağı merdivenle biten bir yol olarak niteleyebilirdi. Dar bir yolla öte sokağa geçildiğini anca o civarda oturanlar biliyorlardı. Besimde o dar aralığa dönüp arabasını park etti.
      Merdivenleri bir kaç basamak çıkıp Amerikalıların oturdukları evin ziline dokundular. Uzun bir süre beklediler ama ne kapılarda nede pencerelerde bir hareket yoktu. Belki içeri de olup kapıyı açmama düşüncesinde olabileceklerini tahmin ettikleri için yüksek sesle konuşuyorlardı. Bir kez daha zile bastıklarında üst balkonda bir orta yaşlı hanım belirdi. Başına örttüğü şifon ile kafasındaki bigudileri saklamaya çalışan kadın
      “O iki canavarı arıyorsanız evde yoklar" dedi. Besim de Yüksel de şaşırmıştı.
      “Anlayamadım" diyebildi. Yüksel kekeler gibi bir sesle.
      “O çocuk hırsızları sabah bir çıktılar bir daha gelmediler" Kadın balkon demirine şişman bedenini dayamış konuşmaya devam ediyordu. “Gelmiş olsalardı şeytanın arabası da burada olurdu" dedi eliyle besimin arabasını bıraktığı yeri gösteriyordu. Son cümlesi ise ikisinin de başından aşağı kaynar sular dökmüştü.
      “O iki manyağın arkadaşıysanız kendinizden utanmalısınız" deyip balkonda kayboldu. Sinirli bir şekilde kapandığı anlaşılan kapı sesi duymuşlardı yalnızca. Diğer sokaktan caddeye inip yol boyunca hiç konuşmadan İşletmeye döndüler.

      Besim arabayı sürgülü kapı kapalı olduğu için dışarıda bıraktı. Kapıda Bekçi Cavit onları durdurdu.  "Kimsecikler yok, yemekten dönmediler henüz" dedi. Gerekli açıklamayı ise Besim yaptı “Yemeklerini evlerinde yada başka bir yerlerde yerler sonra da maaşlarını çekerler ve herkes alacak verecek peşine düşer" dedi. Her ayın on beşinde benzer şeyler yaşanırdı. Kendiliğinden sıraya konulmuş gibi bir bölümü sabah bir bölümü öğleden sonra bankamatikler önünde sıraya girerler maaşlarını çekerlerdi. Sonra ödemeler başlardı. Bazen elden bazen bankalara alınan maaş dağıtılırdı. Eğer hala beş on milyon kalıyorsa ya dolar yada Euro alınırdı o parayla. Besim;
      “Hadi Yüksel Hanım bizde gidelim" deyince Yüksel bu defa reddetmişti “Siz gidin, biliyorsunuz benim parayla fazla bir işim olmaz" dedi. Besim ilk teklifin kabul edilmesinin verdiği cesaretle yaptığı bu ikinci teklifin reddedilmesine bozulmuştu. Sadece, Siz bilirsiniz diyebildi. Beyaz arabasıyla "U" dönüşü yaparken göz ucuyla İşletmenin bahçesine baktı. bej lekeli "Doğan" yoktu. Yine de bu reddedilişe bir anlam verememişti. Yüksel hanım çoktan bekçi kulübesinde Cavit dayı ve Rıza baba ile muhabbete koyulmuştu. "Hoşça kal" anlamında elini kaldırıp onları selamladı.       

Sayfa: 1 ... 9 10 [11] 12 13 ... 39