"Hikayeden de olsa, bir günlük öldürün beni,
fazla hırpalanmadan kapatalım bu defteri."
- Kayra
Seher vakti bir arnavut kaldırıma bile tüküremedin sen. Kimse sormayacaktı oysa, kimse görmeyecekti. Kuruyup gidecekti sabahın uğurlu soğuğu, güneşi arkasına almışken. Tan ağarırken zararlı balgamlar atmaya korktun sokaklara. Belki arkandan birisi gelecekti ve huzursuz iğnesini daldıracaktı balgamına. Zararını çekip çıkaracaktı içinden, tüm genlerini yedi ceddine kadar gözler önüne serecekti. Tanınmamış bir gece rüzgarı olamayacaktın. Bir çöplük piçi olarak gözardı edilmeyecektin. İnsanların görmek istemedikleri şeyden korkuyormuş gibi yaptıklarını biliyordun ve insanların senden korkmasını sağlamaya çalıştın ancak aldığın tek şey iğrenme ve nefretti.
Sabah olacaktı ve güneş doğacaktı. Ondan önce sen, tüküremediğin arnavut kaldırımlarından girecektin hastanenin bahçesine. Hiçbir bekçi dur demeyecekti çünkü acil kapısı seni bekliyordu. Yüzünde başkasından yediğini umduğun bir yumruğun arkasında bıraktıklarıyla, yaşlı bir aç sokak kedisi olacaktın. Kimse seni sevimli bulmayacaktı; ancak zararlı olmadığını bileceklerdi. Sen başkasından ödünç alınmış yumruklarını sıkacaktın, utanmadan oturacaktın o banka. Bundan tam yirmi bir sene evvel, utanmadan anneni acılar içinde bırakıp fayanslarına selam ettiğin o hastanenin bahçesindeki banka. Çektirdiğin o ıstıraptan da utanmadan on gün sonra babanın kucağında açık havadaki ilk durağın olan o banka. Bunu bilmiyordun. Hayal ediyordun. Yumruklarını geri vermemeye karar verip ahlaksız bir hırsıza dönüştüğünde, yüzündeki kanları elinin tersiyle sildiğinde, yalnızca bunu hayal ediyordun. Burada, tam burada, yirmi bir sene evvel oturmuş muydun acaba?
Yine bu saatlerde doğdun tabi. Ne güneş vardı, ne ay. Tamamen arada kalmıştın. Bir tarafta gecenin bilge yıldızları, diğer yanda gündüzün uslanmaz bulutları. Birbirlerine karşı savaşıyorlardı sen var olduğunda. Bir mücadelenin ortasına doğdun, bu yüzden hiç kavga etmedin. Çünkü sıkılmıştın, çünkü büyüdükçe uzaklaşmaya kaçmaya çalıştığın şey savaşın kendisiydi. Tokatlar sana atılmadı. Terlikler sana fırlamadı.
Sen yalnızca leğende yıkandın, hiç acı çekmedin. Anlatacak bir şey yaşamadın. Artık konuşmamaya karar vermiş babanı o hastanenin bahçesinde bir daha göremeyeceğini bildiğinde, kızıl kızıl kavrulan ACİL yazısı sana yalnızca kanı hatırlatıyordu. Hadi hatırla! Sana kanı hatırlatan şey uzun zaman boyunca sadece kanın kendisi olmuştu. Ne bir kelime, ne bir ses ve ne de bir renk. Ancak o gün farklıydı. O gün, renklerden kırmızı, saatlerden mavi, aylardan doğum ve yıllardan ölümdü.
İnsanın kendisini etkilenmeye nasıl da kapattığını dehşetle fark ettiğin o gece gibi tıpkı. Dumanlar akciğerlerinden beynine dolarken, bir kişi neden vaktini sayılarla ifade eder anlamadın. Neden zaman yaşadıklarından ibaretken, dünyadaki tek sanal gerçekliğe, sayılara sığınıyorduk. Neden gözümüzle gördüğümüz renkler, kulağımızla duyduğumuz sözler ve göğsümüzle hissettiğimiz acılar varken, yalnızca hayal ettiğimiz altmış tane sayı! Altmış tane sayı, neden orada, bir kelâm bile anlamadın. Tuvalleri boyayan renkleri kırmızıya çalardın ve umarsızca saatleri mavi görürdün. Kaç gün sürdü birkaç dakika ve kaç ay sürdü birkaç gün. Zamanı hissedemedin, tüm o diğer günlük bir uyku sahiplerinin yaptığı gibi. Sen uyudukça uyudun, çünkü gördüğün rüyalar gerçekten daha hayaldi ve hayaller gerçekten daha güzeldi. Birisi kurmadığın için çalmıyor dediğinde peşinden koştun, her gün tekrar kurdun, tekrar çaldı. Öfkeyle uyandın çünkü çalan yalnızca hayaller değil, akıp giden bir hayattı.
Yalnızca yirmi sene ve bir kuyruğuydu çektiğin. Üç senesi zırlayıp sırıtmakla ve emecek meme aramakla geçti diyelim, sonraki üç sene kelimeleri ardarda nasıl getireceğini düşünüp, sağa sola hayran olmakla geçse, oldu mu altı yıl? Altı yıl yaşadın ve bitti leğen günleri. O tatlı serinlikten ayağını çıkarıp kavrulan betona bir bastın mı hissettin artık, tüm yollar böyleydi. Asfalt eriyordu, dam yanıyordu, bir tek leğenin içi serindi, o da arkada kalmıştı artık. Önündeki on sene neler olduğunu kavramaya çalıştın. Evinde bir alkolik, her sabah besihane gibi kokan odasında, şifoniyerin üstünde duran bozuk paraları aldığın için, başka bir kadınla kavga ediyordu. Evinde bir alkolik... Her sabah başka bir küfürle uyandırılıyordu.
Başlarda öyle değildi tabii, odanda, uyanmasını ve senin için ekmeğe bir dilim yağ sürmesini bekliyordun. Kimi zaman yapıyordu, kimi zaman gülümsüyordu bile; hatta kimi zaman yağın üstüne biraz peynir atıp, bir bardak çayı da önüne koyuyordu. Afiyetle bitirip koşuyordun dışarıya, mutluluk kuru kuru gitmez, üstüne bir yudum acı ister, gidip dizini yarmanı, kabuk bağlamış bereni yalamanı bekler. Koşturan bisikletleri, yarışan hırsları, masum kıskançlıkları bekler. Bunlar bile on yıl boyunca, her sene azalarak ilerledi. Her sene, kalabalık bir partinin geç saatlerinde, salonun tam orta yerinde, masanın tam ortasında, bakışların tam ortasına yer etmiş dolu bir şişe bira gibi, hızla azaldı mutluluk. Azaldıkça her geçen sene, o şifoniyerin üzerindeki iki banknot ve üç bozukluk daha çok ilgini çekti.
Sonunda dayanamadın; on sene geçmişti, son üç senedir düzenli olarak alıyordun parayı. Düzenli olarak onun yüzünü görmeden, simitine katık edecek ayran arıyordun. Üç sene olmuştu adam ilk kez “Hadi paramı ver,” sesiyle uyanalı ve tatlı bir “Sana da günaydın!” Yerine “Hırsız orospu!” çığlığıyla yeni günü selamlayalı. On sene geçtiğinde, tam on altı yıl yaşadığında, anlamaya başladın. Sana ergen diyeceklerdi, güleceklerdi ve geçiştireceklerdi. Bunun yerine yaşamak istedin.
Belki de ondan sonra bulaşmaya başladı sana, ondan sonra fark etti orada olduğunu. Çünkü içten içe bu acıyı hak etmek istedin. Aslında, hak etmek ne kadar yalan bir tanım başından beri biliyordun da, şişedeki sıvı azaldıkça fark ettin. Hak etmek yoktu, sadece sebepler ve sonuçlar vardı. Sen o sonuçları istedin, yüzünde kendi kendine attığın bir yumrukla, nefret beslediğini uğurlamak için bu bankta ağlamamaya çalışmak istedin. Çekip giderken, hiç beklemedikleri küfürleri işiten akraba kadınların üstüme iyilik sağlık bakışlarını yemeyi arzuladın içten içe. Hayır... Yemeyi değil, içmeyi istedin. Kana kana içmeyi, günlerce çölde tek damla suyla idare etmiş Bedevi’nin arzusuyla içmeyi; aşağılanmayı, dışlanmayı; ama gerçekten, gittiğin her yerden burun tıkamalarla, yüz buruşturmalarla, o geleneksel bakışlarla kovularak dışlanmayı istedin. Öyle kendini dış dünyanın sınırları sandığın kafatasının arkasına hapsederek değil.
Şimdi ona benzemek korkusu içinde delicesine alevlerini saçarken, o bankta oturup, arkasına aldığı aydınlıkla kızıl kızıl parlayan “ACİL” yazısına bakıyordun. Gözlerini aşağı indirdiğinde, kapının önünde bekleşip kaçamakça sana doğrultulmuş akraba bakışlarıyla kesişiyordun.
“Yazık çocuğa.”, “Bu yaşında hem öksüz hem yetim kaldı.” “İşi gücü de yok.”
Tüm bu sözler, titreşimler halinde kulağına gelmese de bakışlarla dalga dalga içine işledi. Bir kâbus gibiydi hepsi, ancak güneş doğmuştu, uyanma vakti yakındı. En şiddetli rüya da olsa, sonsuz uykuya girmediysen bitecekti elbet. Bunu biliyordun, bunu umuyordun ve bu ümit, ödünç yumruklarını geri vermeni, terlemiş avuçlarınla gözünde birikmiş birkaç damlayı silmeni sağladı.
Tan ağarmıştı ve dişlerinin arasından ince bir tükürük fırlayıp, hastane asfaltını utanmazca kirletmişti.
Özgürcan Uzunyaşa
Haziran-Temmuz 2012