Küçük İnsanlar, Büyük Gölgeler
“Bir yerde küçük insanların büyük gölgeleri oluşuyorsa; orada güneş batıyor demektir.”
— ¬¬ Bir Çin Atasözü
0. Bir Tıkırtı, Bir Patırtı
Onu beklerken yalnızlık yağardı. Bulutlar sarkar bir buse kondururdu alnıma. Hava kara çarşafa bürünür ve yıldızlar bir bir silinirdi gök kubbeden. Onu beklerken çiçekler kokmaz, kuşlar ötmez, rüzgâr fısıldamaz ve ben nefes almazdım. Çünkü onu beklerdim. Ve kuşlar intihar ederdi o yokken. Balıklar karaya vurur, tribünler şampiyonluk maçında son dakikaya mağlup girmişçesine buz keserdi. Donanmalar yakılır, balıkçılar ağlarını yırtar, dalgalar kıyıları sıra dayağına çekerdi. Melekler intihar eder, buzullar erir, her saniye Kıbrıs büyüklüğünde toprak parçaları kayar giderdi denize doğru. Evet, dünya dönerdi. Ama bir eksik dönerdi.
O yokken bütün bunlar olurdu ve inanın bu bile keyifliydi benim için. Sonra bir tıkırtı, bir patırtı…
Şu sonraya bir göz atalım dilerseniz; bittabi evvelsine de. Şöyle buyurun, ayakkabılarınızı çıkarmanıza gerek yok. Fazla uzun sürmeyecek nasılsa.
1. Tütün
Akşamdı. Saate bakmayı akıl edemeyecek kadar mutluydum. Apartmanın önüne geldiğimde, evin boğucu atmosferine adım atmaya pek de niyetli olmadığımı fark ettim ve yolu biraz uzatmaya karar verdim. Siz buna mahalleyi tavaf etmek diyebilirsiniz. Bense Kâbe’yi görmeden cennete girmiş bir kâfirin, o şaşkınlıkla mısralar dizmek için aldığı avansı kullanmaya koşması diyorum.
Velhasıl aklımda dizeler aylak aylak yürüyordum. Dizelerdeyse o vardı. Tüm şiirlerime bahse girerim ki, o afeti kesseniz mısra akardı damarlarından. Henüz yazılmamış bir aruz kalıbıydı bakışları; belki de bu yüzden aklım inatla kalemime abanıyordu. Ama ne fayda!
Onunla eşleşecek kelamlar milyarlarca yıl önce nesli tükenen bir kuşta saklı olmalıydı. Ya da Zümrüdüanka’nın ta kendisiydi o? Öyleyse burada ne arıyordu? Kaf Dağı’ndan yıllık iznini kullanmaya mı gelmişti?
Bilmiyordum. Bildiğim tek şey o anki düşlerimin tamamının tozpembe diye tabir ettiğimiz esrar perdesiyle buğulu olmasıydı.
Mutluydum okuyucu.
Neden mutluydum okuyucu?
İzahı zor. Durakta yanıma oturmuştu. Bana saati sormuş ve üstüne teşekkür etmişti. Bana gülmüştü okuyucu! Dudaklarının nasıl kıvrıldığını gördüğüm an, içimde panayırlar düzenlenmiş; fişekler patlamıştı. Karnavalın en güzeliyse yine o seçilmişti. Kendisine ödülünü vermek üzere kekelerkense kalleş çevre dostu yeşil motor gelmiş ve onu benden uzaklara götürmüştü. Yerimden kalkıp peşi sıra gidecek derman bacaklarımı es geçmişti. Ki dünyadaki tüm dermanlar bende olsa; o an onunla aynı otobüse binmeyi akıl edebileceğimi sanmazdım.
Ama bunu dert etmiyordum okuyucu. Onu dokuz defa görmüştüm ve nasılsa yine görürdüm. Tesiri ne zaman azalacak olsa, kader kıyağını geçerek onu yine karşıma çıkarıyor ve zincirin teklemeden işlemesini ısrarla sağlıyordu. Bu bir mesaj olmalıydı. Her an ilan-ı aşk zamanımın geldiğini haykıracak vahyim kapımı çalabilirdi. Hazır falan değildim ve büyük ihtimalle asla hazır olamayacaktım. Zaten hazır olsam kim buna aşk diyebilirdi ki? Bu yüzden hazır olmayı beklemiyordum. Belki doğru zaman, doğru yer ve birazcık da şans… Çok değil ha?
Ben düşlere dalmış gezinedururken akrep ve yelkovan koşar adım ilerlemeye devam ediyordu. Büyük ihtimalle gece yarısı olmuştu. Doğrusunu isterseniz mahallede şöyle bir dolanmak fiilini layıkıyla yerine getiremediğimi düşünmeye başlamıştım; çünkü bulunduğum yer pek de bizim oralara benzemiyordu.
Açık konuşmak gerekirse: Kaybolmuştum. Ay ve yıldızlar yoktu. Sokak lambaları cılız bir sesle mırıldanarak bana eşlik ediyordu. Geceyi de sayarsak yalnızlık şöyle dursun, epey kalabalıktık. Kaldırım taşları, gayri nizami park etmiş araçlar falan…
Nerede olduğumu kestirmeye çalışıyordum; ama gece ısrarla gündüz gözüyle avucumun içi gibi bildiğim yerleri yabancılaştırmakla meşguldü. “Yapmasana hıyarağası!” dedim, dinletemedim.
Yüksek sesle konuştuğumu çok sonra fark ettim. Aşk insanı delirtiyordu. Ve gece cevap verdi:
“Hıyarağası senin babandır!”
Geceyle olan seviyeli arkadaşlığımız buraya kadardı büyük ihtimalle. Geri dönüp ona ağzının payını bildirmek niyetindeydim ki omzuma bir el dokundu.
“Birader, sen manyah mısın?”
Yok baba, âşığım.
Ölümüne bir korkuyla arkama döndüm. Kanım fıkır fıkır kaynıyordu. Bir ayyaşın radarına yakalanmıştım anlaşılan; o da en az benim kadar yalnız gözüküyordu. Saçı sakalı birbirine girmiş, kır saçları kısa, gözleri kan çanağı gibiydi. Elinde bir şişe şarapla bana bakıyordu. Anlaşılan gözümün önündeki tozpembelik hızlıca silinmiş; yine eskisi gibi her şeyi normal görmeye başlamıştım. Sanırım biraz da miyopça.
“Kusura bakma kardeşim, burada olduğunu görmedim.”
Güldü.
“Âşıh mısın lan sen?” dedi.
“He yaa,” diyiverdim.
“Geç otur,” dedi. Biraz gerimizdeki bankı işaret ediyordu: “Kafan dağğıılssın.”
Fikir sıcak geldi ve galiba bunda şarabın kokusu da önemli bir etkendi.
Adamın yanına yerleştim, kokuyu burun ardı etmeye çalışarak gözlerimi karşıya diktim. Bank, apartman yığınına sıfır; iki metre uzunluğunda ve tahtadandı.
“Kime?” diye sordu. Lavuk sanki tanıyacak, diye düşündüm. Aslında bu benim savunma mekanizmamdı; ismini bilmiyordum çünkü. İnsan sevdiceğinin ismini bilmez miydi?
Omuz silktim.
“Bilmiyoğ mussun?” dedi. Konuşması giderek kayıyordu; sızar kalır ben de bir şekilde evimin yolunu bulmaya çıkardım, diye düşünüyordum.
“Burası neresi?” diye sordum.
Omuz silkti.
Sanırım ödeşmiştik, iki cevapsız soru… Şarap şişesini bana uzattı. Bir büyüğümü kırmamak adına ikramını kabul ettim. Derin yudumlar boğazımı yaktı, ses çıkarmadım. Şişeyi geri uzattığımda hafif bir çakırkeyiflik rüzgârı esiyordu içimde.
“Seviyon mu onu?”
Bunu düşündüm… Sevmek… Söylemesi ne basit bir eylemdi öyle? Doğru soru: “Deliyon mu dağı” ya da, “Aşıyon mu çölleri?” olmalıydı belki. Ama seviyon mu onu... Buna verilebilecek tek bir cevabım vardı:
“Sen seviyon mu şarabı?”
Soruya soruyla cevap verme tribini pek sevmezdim; lâkin cevabım sorumda gizliydi. Bir bağımlı alkole nasıl bağlıysa, ben de aşkıma, sevgime öyle bağımlıydım işte… Ama yanıt beklediğimden farklı bir şekilde geldi:
“Şarabın gazabından kork, çünkü fena kırmızıdır.”
Adamı hafife almıştım. Attila İlhan’dan yaptığı bu alıntı; o an için çok gerçekçi gelmemişti. Yine de herif biraz olsun saygımı kazanmayı başarmıştı.
“Haklısın,” deyip geçiştirdim. Adamın sızacağı yoktu, iyisi mi bir taksi durağı falan bulup buradan gazlamaktı.
Ayaklanmak üzere olduğumu görünce elini dizime koydu. İstem dışı olarak ona döndüm. Yine bir dumur arifesinde olduğumu hissetmiştim, konuştu:
“Mideme iyi bir şarap inince,
Balzac’tan daha kültürlü
Pibrac’tan daha bilge olurum;
Tek elle bütün
Kazaklara saldırabilirim,
Ve ülkelerini yağmalayabilirim.
Charon’un gölünü
O kayığında uyurken geçebilirim.
Gururlu Eac’ın yanına
Hiç heyecanlanmadan gidip
Ona tütün ikram edebilirim.” [*]Bir Fransız Vodvili.[/*]
Bu şiir kimdendi bilmiyordum, ama burada daha fazla durmasam iyi olacaktı.
“İçtiğin iyi bir şarap değildi, bunu gözlerinden anladım. Dikkat et,” dedi. Sanki bütün sarhoşluğu buharlaşıp gitmişti. Anlam veremiyordum.
Kendi ikramını mı kötülüyordu, yoksa aşkıma çamur mu atma niyetindeydi; bilememiştim. Yalnızca başımı salladım ve doğruldum. Hafif başım dönmüştü, birkaç saniye dünyanın yeniden normal seyrine dönmesini bekledim ve: “Dediklerini düşüneceğim, kal sağlıcakla,” dedim.
İşte o sırada karşı apartmanın ışıkları yandı. Birileri bu geç saatte dışarı çıkıyor olmalıydı. Objektiflere bir ayyaşla -her ne kadar kültürlü de olsa, sonuçta dışarıdan öyle gözükmüyordu- yakalanmamak için hızlı adımlarla sokağa doğru yürüdüm. Apartmanın kapısı aralanmış, üç kişi dışarı çıkıyordu.
Sonra flaşlar patladı. Harici ve dâhili olmak üzere.
Bir tıkırtı, bir patırtı…
2. Us
Yok, o kadar çabuk değil. Flaşlardan kamaşan gönlüm ve aklım aralarındaki gerekli koordineyi sağladığında, somut gerçekle yüzleştim: O, oradaydı. Apartmandan çıkıyordu. Yanında iki hıyarağası vardı. (Bu tanımı daha önce kullandığım Gece’ye kaçamak bir bakış attım, ona haksızlık ettiğimi anlamıştım.)
Apartmanın loş ışığında bile güzeldi. Hatta daha güzeldi. Ya da ben onu her gördüğümde, O’nun Güzelliği temalı çukura en tepeden atlamak için bilet ayarlıyordum. Ve çukurun dibine varamadan; beni bir kez daha başladığım noktaya geri gönderiyordu. Bu çemberde durmaksızın yol alıyor; sonuç olarak da onu her gördüğümde ilk defa görmüşçesine coşkulu bir şekilde köpürmek durumunda kalıyordum.
Bundan şikâyetçi değildim.
Ama yanındaki ayılardan kesinlikle şikâyetçiydim hâkim bey! Kimdi lan bunlar! Bi’ dakika ya.
O-ha! Birisi hatunuma para uzatıyor! Yuh! Öbürü de ‘orasını burasını’ mıncıklayıp boynuna bir öpücük konduruyor! Çüş! Benim kız buna yalnızca gülerek karşılık veriyor. Yok artık! İki tacizci kıza arabasına kadar eşlik ediyor! İmdat! Birisi ona kapıyı tuttu! Ödül olarak da başka bir öpücük…
Gece! Kör et beni! Yalvarırım…
Ama hayır, dost acı söylüyordu. Her şeyi keskin bir netlikle görmüştüm işte. Çöllerimin tek vahası bir… Bir… Ah! Dilim varmıyordu söylemeye… Bir…
Şarapçı fısıldadı: “Yosma…”
Bacaklarım kendini koyverdi, ardından vücudumun geri kalanı eşlik etti onlara. Usulca çekildi bilincim. Usumdan en son silinen bilin bakalım kimdi? Bir…
3. Takip
Geri dönüşten toparlanmaya kadar geçen süreyi es geçeceğim. Gereksiz ayrıntılarla sizi boğmaya hakkım yok. Bu süre zarfı içerisinde olan önemli olaylardan bahsetmem gerekirse, ilk olarak bir ev arkadaşı edinmiştim (ki kendisi bir şarapçıydı). Ardından delilik eşiğine doğru yaptığım ısrarcı manevralar vardı pek tabii (bunların önünde bir duvar gibi duran adam da bir şarapçıydı). Eşiğin pek de ucuz olmadığını anladığımda, şarabın dibine vurmalarım… (Hatta inanabiliyor musunuz, şarapçı engel olmak bir yana benimle kadeh [Tamam, ‘şişe kaldırmıştı’. Kadehle içip şarabın büyüsünü bozmamalıymışız.] bile kaldırmıştı) Ve son olarak… Bir tabanca edinmiştim. (Bundan o düzenbaz herifin haberi yoktu, oh olsun!)
Onunla ne yapacaktım? Allah’ım, onunla ne yapacaktım?!
Bu bile düşünmediğimin, düşünemediğimin kanıtıydı. Akıl çekilmiş, tüm kontrolü damarlarıma kan pompalamakla görevli olan; ancak artık pompalı bir tüfekten farkı kalmayan kalbim üstlenmişti.
Sokaktaydım. Yine. Bu kez tavaf için değil, kan için. Kimin kanı? Bir yos… Bir insan kanı mı? Bilmiyorum. Onu bulacağımı biliyordum, onu o otobüs durağında; o Çevre Dostu’ndan inerken bulacağımı biliyordum.
İşte doğru yer, doğru zaman. İşte aşkımı itiraf edeceğim gün. Silahım yerinde, işte insanlar. İnsanlar yerinde! Güneş. O da yerinde, aşağı doğru düşmekte şimdilerde. Batacak. Belli.
O.
Yerinde. Çevre Dostu’ndan iniyor.
Gözleri.
Yerinde. Bana bakıyor. (Bu bir girdap! ALLAH’IM!)
Dudakları.
Orada. Beni görünce hafifçe kıvrılıyor. Belki de onu satın alacak gücümün olup olmadığını anlamak istiyor.
Gidişi.
Gidişi orada. Her gelişi gibi. Ansızın ve sorgusuzca. (Gitme...)
Kalabalıktan sıyrılıyor ve çekip gidiyor. Peşine düşeceğim. Bu sefer kurtulamayacak. Takipteyim. Takipteyim.
Takipteyim!
Bu sefer kurtulamayacak! (TAKİPTEYİM!)
4. Güneş
Nerede vuracağım? Şimdi mi? Günışığında mı? Düşünemiyorum, düşünemiyorum… İyice yaklaştım, farkında bile değilim. Elim omzuna dokundu. İnanın, bundan dokunduktan sonra haberim oluyor… Durdu. Ürkmüş gibiydi. Bana döndü.
Tanıdık(?) bir yüz olduğumu görünce rahatladı. Konuşmamı bekler gibi bir ifade belirdi gözlerinde. Konuşmak… Nasıldı? Ağız vardı, kelimeler, cümleler filan… Bilemedim. Onun yerine elim belime seğirdi. İçimdeki ‘pompalı canavar’ harekete geçmişti. Silaha dokundum, kabzası soğuktu. Titreyen ellerimle çıkardım yerinden.
İlk başta ne yaptığımı anlamadı. Ona göre ben zararsız bir böcektim. Belki bir Gregor Samsa… Kim bilir?
Sonra o dudaklar bir kez daha kıvrıldı. Bunu yapamayacağımı biliyordu. Ona ateş edemeyeceğimi biliyordu! Başını iki yana salladı, sanki bir hayal kırıklığı olduğumu anlatmaya çalışıyordu gözleri. Arkasını döndü ve ağır adımlarla yürümeye başladı. Gidiyordu. Yine. (YİNE!)
Elimde silahım, öylece kalakalmıştım.
Hayır, kalakalmamıştım. Oyun bu sefer bitecekti. Silahı doğrulttum. Az sonra dönüp bana bakacağını biliyordum. Herkes indiği arabanın ardından en az bir defa bakardı.
Ah, güneş batıyordu. Namluyu ağzıma dayadım. İşte nihayet akrep yelkovanı sokmuş ve an durmuştu!
Dünyayı adımlayışını izledim. Gidiyordu. Gidiyordum.
Sonrası bildiğiniz gibi. Bir tıkırtı, bir patırtı… Ya Rab! Bir hilal uğruna ne beyinler dağılıyor!
(BAM!)
“SON”
Onur SELAMET
24 Aralık 2010 - 11 Nisan 2011
Bu öykü daha evvel Gölge E-dergi'nin 46. sayısında (http://golgedergi.blogspot.com/2011/07/golge-e-dergi-temmuz-2011-say-46_01.html) yayımlanmıştır.