Kayıp Rıhtım Arşiv Forum

Kurgu Güncesi => Kurgu İskelesi => Konuyu başlatan: Death Symbol - 01 Şubat 2014, 23:15:14

Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 01 Şubat 2014, 23:15:14
Bölüm 1 - Ryner

Yeşil arazi, tek bir kulübe ve kulübenin etrafındaki birkaç iri çiftlik hayvanı dışında bomboştu ve dolayısıyla fazlasıyla sıradan görünüyordu. Orta yaşlı bir kadın kulübenin etrafındaki çiçekleri sulamakla meşguldü. Gereksizce gülüyordu. Olması gerekenden daha mutluydu. O kadını, herhangi bir şey bile mutlu edebiliyordu ve buna petunyaları sulamak da dâhildi.

Hasırdan yapılma bir salıncak üzerinde oturup annesinin sıcak gülümseyişini izleyen çocuğun adı Lyner’dı. En fazla sekiz, dokuz yaşlarındaydı. Gözlerini yarıya kadar örtecek, siyah, uzun saçları ve yumuşak yüz hatlarıyla, pek can yakacak bir oğlana benziyordu.

Arazinin ücra bir köşesinde, yaklaşık iki yüz asker ile birlikte kulübeye doğru yürüyen komutanın ismi ise Ryner’dı. Kralın sağ kolu olarak da bilinen, Ryner Deobilis. İsmini tüm Resdan krallığı içinde bilmeyecek tek bir kişi bile olamazdı. O, zalimdi. Zalimliği, diğer tüm krallıklar için bile fazla ünlüydü. Tabi o bile, kralın kendi kadar zalim olmayı beceremiyordu.

Ryner, tüm Resdan krallığındaki en güçlü büyücü olarak bilinirdi. Yine de, onun bile korktuğu şeyler vardı. Bugün, bu arazide, tedbirli bir şekilde ve bu kadar askerle yol alışının sebebi de bu korkularının en büyük kaynağı olan Lyner, kendi öz oğluydu. Kulübe Ryner’ın görüş mesafesine girdiğinde, çocuk her şeyden habersiz salıncakta sallanıyor, bir yandan da bir melodi mırıldanıyordu. Fazla nazik, narin ve masum görünüyordu, oradaki askerler için bile. Bunu göremeyecek en kör zalimlerden birinin kendi babası olması büyük talihsizlikti.

İşte o askerler, hızla kulübenin görüş alanına girdi. Resdan askerlerini gören Leila, yüzündeki gülümseyişi birkaç milisaniyede şok ifadesine, daha da küçük bir sürede ise korku dolu bakışlara dönüştürdü. Bu değişim, insan beyninin bir şaheser oluşunun en belirgin görünümüydü. En olağanüstü senaryolar gerçekleşirken, durumu kusursuz bir şekilde analiz edebilir, bir o kadar kısa bir sürede de ne yapılabileceğine dair fikir üretebilir. Dolayısıyla, kulübeye doğru bir anda yöneltilen yüz kadar oka karşı kadının muhteşem bir kalkan oluşturması, nerdeyse okların serbest bırakılışıyla aynı salise gerçekleştirilmişti.

Mavi, yuvarlak bir büyü şeridi birkaç saniyede evin etrafını kuşattı. Bu, bir annenin oğlunu kurtarmak için verdiği umutsuz mücadeleydi. Oklar, bu şeride çarpıp yere düştüler. Hemen ardından, güçlü bir yıldırım büyü şeridinden, ordunun olduğu tarafa doğru yöneldi.

Ryner, Leila’nın oluşturduğu kalkan şeridinin on katı büyüklüğünde bir kalkan yaratabilirdi, evet. O yıldırımın yüz kat güçlüsüne karşı bile bir ülkeyi koruyabilecek bir kalkan. Fakat o, sadece kendini koruyacak küçük bir kalkan yapmayı tercih etti. Bunu fark eden askerlerden, sadece büyü kullanabilenleri kendini koruyacak bir kalkan yaratabildi, kalan tüm okçular ve askerler ölümle sonunda tanışmışlardı. Yıldırımın çarptığı toprakta, yuvarlak bir iz kalmış, toprak içine çökmüştü.

Ryner’ın uzun kızıl saçları, yıldırımın ardından esen bir rüzgar sayesinde havada uçuşurken, kulübeye doğru hızla koşmaya başlamıştı. Hayatta kalanlar onu takip ettiler. Ryner’ın gülümsemesi ziyadesiyle kuşkuluydu.

Tüm bunlar olurken, Leila oğlunun yanına koştu ve eliyle sırtına dokundu. Aslında tüm bunlar o kadar hızlı olmuştu ki, çocuğun salıncağı durdurup “anne” demesiyle, annesinin onun sırtına dokunması aynı saniyeye denk geldi. Leila Lyner’ın sırtına dokunduğu anda, zavallı çocuk derin bir uykuya daldı. Çocuk annesinin kolları arasında uykuya dalmışken, annesi onu yavaşça yere bıraktı. Görevi Leila’nın sarı, uzun, ipeksi saçlarını toplamak olan kelebek görüntüsündeki bir saç tokası o sırada saçlarından yere düştü. İnanılmaz güzel bir kadındı aslında ve tüm bunları hak etmeyecek kadar temiz yürekliydi.

Oluşturduğu kalkan tam da bu sırada çatladı ve toz halinde yok oldu. Leila’nın bunu fark edişiyle, şüpheleri doğrulanmış oldu. Bu güçte bir kalkanı böyle kolay yok edebilen bir büyücü, bu işin arkasındaki isim, Ryner’dan başkası değildi. O bunu fark edene kadar, kızıl saçlı o şeytan, çoktan kadının birkaç metre ilerisinde dikilmişti zaten.

Ryner kalkanı yıkıp hızla içeri atılırken, askerleri de onu takip etmişti. Ryner’ın Leila’yı öldürmek gibi bir gailesi yoktu. Zira, onu seviyordu. Böyle hastalıklı bir kalp bile, birilerini sevebiliyordu belki. Ama kesinlikle Lyner’ı öldürmeliydi.

İlk öne Leila’yı gördü. Kadın, yüzündeki gülümseyişiyle onu bekliyordu. Fakat, oğlundan bir iz yoktu.

“Leila, güzel kadın!” dedi. “Benim tatlı sevgilim, gücünden hiç düşmemiş.” Duraksayıp etrafına bakındı “Aşkımızın küçük meyvesi nerede? Belki babasına hoş geldin demek isteyecektir?”

“Biraz geç kaldın Ryner.” Diye cevapladı Leila. Kadının burnundan kan akmaya başlamıştı. “O burada değil.”

Adamın gülümseyişi bir anda sona erdi. “Ne yaptın sen, Leila?” diye sordu.

Leila, şimdi çok daha içten gülümsüyordu. “Tanıdık olduğun bir büyü. Usasiki.”

Kadının burnundan kan akmaya devam ediyordu. Ryner’ın gülümsemeden ifadesizliğe dönen yüzünü bir anda korku almıştı.

“Yapmış olamazsın!”

Leilanın gülümseyişi güçlendikçe, adamın öfkesi körükleniyordu. Ryner kudretli bir çığlık attı ve gözleri kızıla dönüştü. O kızıla çalan gözlerinde, mavi bir mühür belirdi bir anda.

Her şey, Leila’nın olmasını istediği gibi oluyordu. Ryner’ın, hayatında ikinci kez, ki ilki doğduğu sıradaydı, gözünden yaş damladı. Bu bir damla yaş yere düşene kadar, kapkaranlık bir perde yayıldı her yere. Saçtığı öfkenin hüküm bulmuş hali olarak, askerlerini doğrayan gölgelere dönüştü bu siyah perde ve her şeyi parçalara ayırdı. Önce askerler, sonra kadın ve en son olarak kendisi, o uğultulu karanlığın içinde ölümü tattı.

O karanlığın içinde Ryner hıçkırıyordu. “Bu gözlere sahip olmak, benim hatam değildi Leila” diye bağırıyordu. Zavallı kadın da, son nefesini onun için harcamıştı.

“Biliyorum, Lyner’ın da değildi.” Ve yok oldu.

Ay karardı ve karanlık bir duman, tüm krallığın üstünde belirdi. Bu, Ryner’ın öldüğü andı.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 02 Şubat 2014, 08:09:22
Yanlış anlamazsanız öykünüzün daha iyi olması adına gözüme takılan bir iki şeyden bahsetmek istiyorum. Öncelikle çok sık aynı kelime ve isim tekrarları bulunuyor öykünüzde. Ardı sıra cümlelerde hatta aynı cümlede aynı kelimeyi defalarca görmek mümkün. Zaman zaman şiirsel bir hava katsa da fazlalığı biraz göze batıyor ne yazık ki.

Ryner ve Leila mıdır acaba sadece büyü yapabilen diye düşünürken askerlerin de bazılarının buna hakim olmasını gördükten sonra size bir öneride bulunmak istiyorum. Genelde fantazya yazarlarında sık sık yapılan bir görmezden gelmedir bu. Öyle bir dünya var ki, bir kişi onlarca kişiyi hemen öldürebiliyor. Kral olsanız mesela, askerlerinizin arasına kolayca harcanacak, büyü bilmeyen kişileri koyar mıydınız? Ya da askerler bunu kabul eder miydi? Demem o ki dengeli bir dünya oluşturursanız emin olun okuyucu da çok daha keyif alacaktır yazdıklarınızdan. Sadece çok güçlü büyücüler veya çok güçlü birkaç savaşçı olmasın. Askerler bu kadar basit telef olmamalı yani. Eğer ki Ryner ve Leila ayrıcalıklı bir güce sahipse de bunu bir iki cümle ile belirtseniz sevinirdim. Demem o ki; Ryner'ın kalkanı kıracak kadar güçlü olduğunu, Leila'nın da çok güçlü kalkan yaptığını biliyoruz ama sadece onlar mı bu kadar güce sahipler?

Sakın şevkiniz kırılmasın bu arada. Öykünüzü çok sevdiğim için bunları söylüyorum. Yani çok daha güzel bir yönde ilerlemesi adına kendimce tavsiyeler vermek istedim. Öykünüz iştah kabartan cinsten. Aksiyon seven biri olarak bir solukta okudum diyebilirim. Merak unsuru had safhada. Cümleleriniz tekrar eden kelimeleri saymazsak gayet akıcı. En kısa zamanda devamını okumak dileğiyle. Ellerinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 02 Şubat 2014, 14:48:33
Eleştirinizden dolayı çok teşekkür ediyorum, beni gerçekten çok mutlu ettiniz. Kelime tekrarlarının göz yorar cinsten olduğunu siz söyledikten sonra metni okuyarak ben de fark ettim. Buna hikayenin devamını yazarken çok daha dikkat etmeye çalışacağım. Okuduğunuz için de ayrıca teşekkür ediyorum.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 02 Şubat 2014, 18:13:21
Bölüm 2 - Rylei

RYNER’IN ÖLÜMÜNDEN 14 YIL ÖNCE

Rylei, orta yaşlı bir adamdı ve kendini ülkenin yararına olabilecek savaşçılar yetiştirmeye adamış, onurlu bir büyücüydü. Onun yöntemleri hep fazla sert görülürdü. Ancak hiçbir öğretmen, onun sevdiği kadar öğrencilerini sevemezdi. Bu adam, bir çok efsanevi büyücü yetiştirdiği için, efsanelerin lideri gibi bir lakapla anılırdı.

Saçları yer yer beyazlamış, mavi gözlü bir adamdı. Onun tek gayesi, yıllardır ülkenin başında hüküm süren zalim kralların ülkeye yaptığı zalimlikleri düzeltebilecek bir kahraman yaratmaktı, ama zavallı adamın şu ana kadar yetiştirdiği tüm büyücüler bu zorbalığı devam ettirmiş kör nankörler olmuşlardı. Bunun için kendini suçlardı Rylei.

Leila ve Ryner, onun şu sıralar ümitlerini omuzlarına yüklediği öğrencileriydi.  O ikisi, masum bir aşkın kurbanıydılar ve Rylei aşkın insanları güzelleştirdiğine inanırdı. Onları diğerlerinden özel yetiştirişinin sebebi buydu.

Leila o kadar güzel bir kadındı ki, bu Dünya’dan olduğuna inanmak şahit isterdi. Ryner ise ona yakışacak bir yakışıklılıktaydı. Kısa kızıl saçları yukarıya doğru dikilmiş, yüzünün hatlarını ortaya koyuyordu. İnanılmaz keskin yüz hatları vardı. İnce dudakları, düzgün burnu ve çatık kaşlarıyla, pek çok genç kadının arzuladığı bir gençti.

“Siz ikinizle ayrılacağıma ziyadesiyle üzülüyorum.” Diyordu Rylei alıştırma kampının kuzeyindeki korulukta yürürlerken. “Ayrıca daha önce kimseye güvenmediğim kadar size güveniyorum. Bu ülkeye yetiştirdiğim en iyi öğrencilerimden olduğunuzu düşünüyorum. Size bu tekniği öğretmek istememin sebebi de buydu.”

Adam bir ağacın önünde durdu. Öğrencilerinin gözlerinin içine bakıyordu. “Usasiki. Gözlerin aynası olarak bilinen büyü.” Sessizleşmişti ve piposunu yaktı. “Kendi varlığınızı yok edip, başka bir yerde yeniden var edebilmenizi sağlar.” Şeklinde konuşmaya devam etti.

Ryner ve Leila şaşkın bir ifadeyle yaşlı adama bakmaya devam ediyorlardı.

O sırada Rylei, bir salise içinde ortadan yok olup, hemen arkalarında belirdi ve Ryner ile Leila’nın sırtına ellerini dayadı. Şimdi, onları iteleyerek yere düşürmüştü. Adamın ortadan yok oluşuyla arkalarında var oluşu arasında en ufak bir salise farkı bile yoktu.

Ryner ve Leila şok içinde yerden kalkıp adama döndüler. Rylei’nin burnu kanıyordu.

“Ancak varlığınızı ne kadar uzakta yaratırsanız, hayatınız o kadar kısalır.”

Ryner, o esnada, hiç sormaması gereken bir soru sordu.

“Peki bunu başkalarına yapmak mümkün müdür?”

“Kendi hayatınızın tamamını vermek şartıyla başkasını yok edip başka bir yerde yeniden var edebilirsiniz. Ama kendinizde bu büyüyü yapabilmek için bile yıllarca tecrübe etmek gerekir. O tip bir şey yapmak çok kolay olmasa gerek.”

Zavallı adam, Ryner’ın bir şeytan olduğunu ve Leila’nın bu büyüyü oğlunu ışınlamak için kullanıp kendini feda edeceğini bilmeden, öylece gülümsemişti o sırada. Kimse kötü bir şey yaptığını söyleyemezdi. Ama iyi bir şey yapıp yapmadığı da tartışılırdı.

RYNER’IN ÖLÜMÜNDEN 12 YIL SONRA

Kuzeydeki asker kampında, herkes birbirini sevip sayardı. Kuzey, ülkenin en çok savaşmak durumunda kalan bölgesiydi. Ölüm korkusu, buradaki askerleri birbirine sevgiyle kenetliyordu.

Kuzey kampının en önemli özelliği, tüm askerlerin büyü kullanabilmesiydi. Stratejik önem taşıyan bu bölge, kral tarafından sıkça ziyaret edilir, iyi korunduğuna hep emin olunurdu. Ülkenin kuzeyindeki Leon imparatorluğu, yıllardır yaptığı vur kaç politikasını uzun bir süredir yapmıyor gibiydi. Kuzey kampı lider komutanı Bay Filler, bunu hiç hayra yormamaktaydı. Sanırım Leon krallığının kuzey kampıyla verdiği küçük ama ölümcül mücadelelerin uzun bir süredir yapılmayışı, fırtına öncesi sessizlik gibi bir şeydi.

Bölgeye yeni transfer edilen bir grup asker, gecenin karanlığında ve ormanın uğultulu sessizliği ardında, at arabalarıyla kampın ışıklarını arıyordu. Doğrusu bu çaylaklar kuzey kampına gecenin bir yarısı varmayı kendileri de planlamamışlardı. Onlar sadece kuzey kampını korumak adına güneyden gönderilen yeni askerlerdi.

At arabalarından tekini sürerken sürekli uyuyup yeniden uyanıyordu Lyner. Hayatının kalanını verirdi belki tek bir yatak ve bir yastık için. Saatlerdir bu ruh hali içindeydi fakat bir şekilde arabayı sürmeyi başarıyordu.

Kampın ışıklarını ilk gören o oldu. Konvoyun en önünde falan değildi ve son derecede yorgun ve uykuluydu, ama yine de o ışıkları ilk gören o olmuştu. Çevresine bakındı. O tarafa doğru yönelen bir toprak yol olmalıydı. Belki geride bırakmışlardı? Yine de, konvoyu takip etmeye devam etti.

Konvoyun en önündeki at arabasında bulunan kişi, Amiral Torc’du. O da kampı birkaç saniye önce fark etmiş, sürücüye bağırmakla meşguldü. Sürücü durdu. Onu takip eden tüm at arabaları da durdu tabi. Amiral herkesin arabalardan inmesini işaret etti. Kampa yaya olarak ulaşacaklardı.

Amiral Torc, yaşlı, beyaz saçlı, şişman bir adamdı. Fakat şişmanlığının sebebi yağ değil, aksine kaslarıydı. Korkutucu bir kas torbasıydı bu adam ve ülkenin en iyi yakından dövüşebilen büyücüsüydü. Yumruklarını ateşe dönüştüren bu adamın lakabı, Demir yumruk Torc’du. Şu aralar kralın sağ kolu gibiydi. Ryner öldükten sonra, kralın amiral yapmaya karar kıldığı isimdi. Belli ki, birlikte çalıştıkları bu son yedi – sekiz yılın ardından, Kral onu, onun adına kuzey kampını kontrol etmesi ve yeni çaylaklar taşıması için gönderebiliyordu.

Kuzey kampının lider komutanı Bay Filler, Amiral Torc’u kampın girişinde karşıladı. Amiral, bu kez çok daha fazla çaylak taşımıştı yanında.

“Hoş geldiniz, Amiral Torc” dedi Filler. Torc kampın girişinde, Filler’in önünde durdu ve sağlam bir kahkaha atarak yanıtladı onu. Buraya taşıdığı çaylaklar da onun arkasında durdu.

“Misafirperverliğinden ve resmiyetinden hiç ödün vermiyorsun Filler” dedi. “Şu haline bak, savaş korkusu saçlarını bile senden almaya başlamış.”

Filler, son zamanlarda gür siyah saçlarının yerini beyaz ve kuşkusuz ki çok daha az sıklıkta bir saç örtüsü aldığının elbette ki farkındaydı. Ancak bu tip samimi şakaları bir iblisin sağ kolundan duymayı hak etmiyordu.

“Saçlarımın beyazlamasından bahsediyorsanız Amiral, bunun savaş korkusundan çok yaşlanmaktan olduğunu düşünüyorum. Zira sizin gibi tüm gün haremde oturup envai çeşit sulu meyve yiyen birinin bile, kafasında saç kalmamış.”

Amiral bu sözlere epey bozulmuştu. Fakat ona gülümsedi ve bunu şakaya yordu. Onun bu sakin hallerini bozan şey, hemen arkasındaki gruptan gelen bir kıkırdama oldu. Arkasına sert bir ifadeyle baktı ve yeniden Filler’e döndü:

“Eh, artık yaşlandığımızı kabul etmek gerek.” Dedi. Arkada kıkırdayan her kimse, şimdi bir kahkaha atmıştı. Torc’un yüzünde kızdığını belli eden bir ifade oluştu ama dikkatinin dağılmasına izin vermedi. “Geçen seneden bu yana kaç asker kaybınız oldu?” diye sordu Filler’a.

“Yaklaşık iki yüz kişi”

Kıkırdamalar bitmişti. “Beklediğimden daha az oldu.” Dedi Torc. “Sanıyorum Leon imparatorluğu boşuna savaştığını anlayıp geri çekiliyor.” Filler ciddi bir ifade ile onu dinliyordu. “Bunlar yeni askerleriniz. Bu kampta görev yapacak yaklaşık üç yüz kişi. Üstelik kimisi Rylei’nin öğrencisiymiş.”

Filler’in ciddi ifadesi bozulmamıştı. Hafifçe kafasını eğerek yetindi.

Torc, geldiği yere döndü. Çaylakların arasından geçerken, Filler’in gür sesini duyuyordu: “Buradan gelin, size boş çadır bulayım” diyordu. Yavaşça ilerlemeye devam etti. At arabalarından birine binerek, ormanın içinde kayboldu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 02 Şubat 2014, 18:49:19
Ve anladım ki teknik konularda eleştirmek için fazla erken davranmışım :D Önceki yazıdaki 2. paragrafımı tamamen yutuyorum karşınızda :D

Kurgunuz çok güzel ilerliyor. Merak devam ediyor. Anlatım da bir anda okutacak kadar akıcı. Yine bir iki konuda kelam etmek istemiştim fakat sırf eleştirmek için eleştiriyormuş gibi olmamak adına vaz geçtim. Zaten çok önemli konular da değil :) Kısa zaman içinde devamını okumak dileğiyle. Elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 02 Şubat 2014, 20:02:34
Beni çok onure ettiğinizi söylemek durumundayım. Çok mutlu oldum bunu duymaktan. Bu şekilde beni daha da yazmaya teşvik ediyorsunuz ki bende aklımdakileri bir an önce yazıya dökmek için sabırsızlanıyorum.

Çok teşekkür ediyorum.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: duhan - 02 Şubat 2014, 22:27:28
Ryler öldüğünde orta yaşlıydı ölümünden 14 yıl önce orta yaşlı olduğunu bir kez daha vurgulamışsınız ki bu durumda ryler öldüğünde orta yaşlarında sayılamaz ve yine ikinci bölümde orta yaşlı dediğiniz paragrafın ardondan her kadının arzuladığı bir genç diye bahsetmişsiniz kafam karıştı aynı anda hem orta yaşlı hem genç olamaz değil mi? :) düzeltirseniz bu kArmasadan kurtarırsınız beni
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 02 Şubat 2014, 22:37:50
Siz sanırım Ryner ile onun öğretmeni Rylei'nin ismini karıştırdınız =)
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 02 Şubat 2014, 22:40:19
Bölüm 3 –  Filler

Lyner derin bir uykudaydı. Onu uyandırmak için yaklaşık yirmi kişi uğraştı. Çadırda kalan diğer askerler, genç oğlanı uyandırmak için elinden geleni ardına koymadı. Onu uyandırmaya en yaklaşmış kişi Feur ismindeki bir diğer askerdi. Lyner’ın yüzüne bir bardak su dökmüş, Lyner “Bunu bir kere daha yaparsan seni öldürürüm” diye sızlanıp uyumaya devam edince bunu tekrar denemeye cesaret edememişti.

Askerlerin sabah altıda antrenman sahasında toplanacağı öngörülmüştü fakat Lyner’ı uyandırmaya çalışmanın faydasız olduğuna karar veren arkadaşları bunu denemekten vazgeçip onu almadan gitmek durumunda kaldılar.

Komutan Filler’in ilk başta durumdan haberi yoktu tabi ki. Eski ve yeni tüm askerler antrenman sahasında toplanmışlardı ve Filler bile kaç kişi olduklarını bilemezdi ya da sayamazdı. Fakat ne yazık ki Lyner’ın şakaya karışık tehdidini ciddiye alan Feur, durumu komutanına bildirmekten en ufak bir vicdansızlık duymadı.

Filler’in sinirlenişinin iki sebebi vardı. Birincisi Lyner adlı bu çaylağın böyle önemli bir toplantı sırasında uyuyor oluşuydu. Ama daha da sinirlendiği şey, arkadaşlarından birinin onu kendisine ispiyonlamasıydı. Sinirle on dokuzuncu çadıra yürümeye başladı.

Feur son üç yıldır Rylei ustanın yanında büyü eğitimi almış biriydi. Lyner, sekiz yaşından beri Rylei ustanın yanındaydı. Dolayısıyla birbirlerini tanıyorlardı ve Rylei ustanın birkaç öğrencisi daha bu kampa onlarla birlikte gelmişlerdi.

Filler çadırdan içeri girdi ve gerçekten de 18 – 19 yaşlarında bir oğlanın arkadaki yatakların birinde uyuyor olduğunu gördü.

“Uyanmak için sana sadece üç saniye veriyorum!” diye bağırdı. “Üçe kadar sayacağım. Eğer uyanmazsan, şiddete başvuracağımın garantisini veriyorum.”

Filler daha dikkatli bakınca, bu çocuğun dün akşam Torc ile olan konuşması sırasında kıkırdayan çocuk olduğunu gördü. Gerçekten korkusuz ve sorumsuz bir tiplemeyle karşı karşıya kaldığının farkına varmıştı.

“1, 2, 3!”

Adam yuvarlak bir büyü şeridi oluşturdu. Bu büyü şeridinden çıkan ve şiddetle Lyner’ın yüzüne doğru ilerleyen bir su hortumu, zavallı genci uyandırmayı bırakın, yatağı kırmış, çocuğu adeta yere gömmüştü.

Lyner ayağa kalktı ve şaşkın bir şekilde etrafına bakındı. Komutan Filler’ın kızgın yüzünü görünce gülümseyip selam verdi.

“Son derece rahatsız bir yataktı zaten” dedi. “Daha yumuşağını verirseniz sizi affederim.”

Filler’in duyduğu öfke tarif edilemezdi. Bu çocuğun kendine olan güveni ve bu kadar sempatik oluşu kabul edilemezdi ve nasıl bu kadar rahat olabildiğini anlamakta sıkıntı çekiyordu.

“Peki,” diye yanıtladı adam alaycı bir şekilde. “Kesinlikle bana darılmanı istemiyorum. Sana daha yumuşak bir tane vereceğim.”

“Anlıyorum.” Dedi Lyner. “O halde uyumaya devam etmek istiyorum.” Bir başka yatağa doğru yürüdü.

Arkadaki askerlerden bir kıkırdama duydu. Bu çocuk aptal falan mıydı?

“Benimle dalga mı geçiyorsun!” diye bağırdı. Hayatında ilk kere bu kadar sinirlendiğini hissediyordu. Bir diğer büyü şeridi yarattı. Bu kez çok daha hızlı davranmıştı. Büyü şeridi maviydi ve üstündeki semboller, sıradan büyü çemberlerindekilerden çok daha farklıydı.

Filler’in amacı Lyner’ı öldürmekten başka bir şey değildi. Güçlü bir yıldırım şeritten fırladı ve Lyner’a çarparak genci duvara, sonra da yere yapıştırdı.

Herkes şok olmuş bir şekilde olayı izliyordu. İçlerinden en çok şoke olmuş olanı, kesinlikle Filler’dı. Lyner ayağa kalktı. Hala gülümsüyordu.

“Oh, bir an öleceğimi sandım.” Dedi.

Sıradan bir büyücü, Filler’ın yarattığı büyü şeridinin diğer büyü şeritlerinden farklı olduğunu anlayamazdı. Sıradan bir büyü şeridi yuvarlaktır ve üstünde iki üçgenin iç içe geçtiği bir sembol vardır. Filler’in yarattığı bu büyü şeridinde, üç üçgen iç içe geçmişti. Dolayısıyla sıradan bir büyücü, sıradan bir kalkan yaratmaya çalışıp, sonucunda başarısız olurdu. Peki, en ufak bir kalkan yaratmadan böyle bir saldırıdan canlı kurtulmak, nasıl mümkün olabilirdi? En azından oradaki askerler böyle düşünmüşlerdi. Filler’in aklındaki soru ise, tamamen bambaşkaydı. Bu genç çocuk saldırıya maruz kalmadan hemen önce kendini duvara nasıl ışınlamıştı? O çocuk hiç saldırıya maruz kalmamıştı, sadece maruz kalmış gibi rol yapmıştı.

Filler arkasına dönüp dışarıya doğru yürüdü.

“Rylei’nin öğrencisi misin?” diye sordu bir yandan da. Bir cevap beklemedi. Cevabı çok iyi biliyordu. Işınlanmak, Rylei’nin kullandığı bir teknikti ve ona bile güvenip öğretmemişti. Eğer bu çocuğa güvenip öğretmişse, Filler de ustasına inanıp bu çocuğa güvenecekti.

O ihtiyarı bulduğu yerde, yüzüne bir yumruk çakmak istiyordu. Kıskanmıştı.

O dışarı yürürken, Lyner da cevap vermedi ve adamı takip etti. Ne de olsa artık uyanmıştı.

Dean

Tüm askerler alıştırma sahasında toplanmışlardı. Filler en nihayetinde herkesi toplamış, konuşmaya başlayabilmişti.

“Dediğim gibi, sürekli savaşa hazır bir halde olmalısınız. Leon krallığı ile sürekli çatışmak durumunda kalıyoruz. Bu sebeple sürekli antrenman yapıyoruz. Bunun için de iki kişilik takımlar oluşturup büyü alıştırmaları yapacaksınız. Herkes kendine bir eş bulsun ve önceden burada olan askerlerin yaptıklarını yapmaya başlasın.”

Hali hazırda burada asker olanlar, ikişer kişilik takımlar halinde alıştırma sahasındaydılar. İki kişilik gruplar, kendi içlerinde büyü saldırılarında bulunuyordu. Bir kişi büyü yaparken diğeri kalkan yapıyor, sonra kalkan yapan saldırıp büyü yapan kalkan yaratıyordu.

Yarım saat geçmeden yeni gelenler de iki kişilik takımlar kurarak onlara katıldı. Lyner, Dean ile bir takım oluşturmuştu. Dean onun en yakın arkadaşıydı ve Rylei ustayla birlikte çalışmışlardı. Dean; kısa, koyu mavi saçları olan; kısa boylu, çelimsiz bir tipti. Sırtında bir kılıç taşıyordu. Aşırı uzun ve süslü bir kılıçtı bu. Dean kılıcı mavi alevlerle sarıyor ve bu şekilde savaşıyordu. Herkes ona yıldırım lakabını takmıştı, zira kılıcını o kadar hızlı sallardı ki, mavi alevler bir kıvılcım gibi görünür ve parlarlardı.

Lyner çok rahat bir şekilde Dean’ın yaptığı kılıç darbelerini bir kalkan ile durduruyordu. Dean’ın Lyner’ın şimşeklerini savuşturması da bir o kadar kolaydı, ama sıradan bir büyücünün çok zorlukla karşılayabileceği türdendi.

Onları izleyen Filler’ın ilk fark ettiği, Dean’ın tüm gücüyle saldırdığıydı. Lyner ise sanki gücünü kısıtlamaya çalışıyor gibiydi.

“Bu çocuk nasıl bir canavar böyle” diye düşünmeden edemedi Filler. Kusursuz bir şekilde yıldırımı kullanabiliyordu. Hemen arkasından gelen kılıç darbesini kusursuzca durdurup, bu kez bir ateş büyüsüyle saldırabiliyordu. Büyüler arasında değişimi ve hâkimiyeti çok güçlüydü. Filler’ın fark ettiği, Lyner’ın yüzündeki sıkıntılı ifadeydi. Sanki Dean’a zarar vermekten korkuyor gibiydi.


Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 02 Şubat 2014, 23:14:01
Yine sürükleyici güzel bir bölüm ancak şöyle bir korku belirdi içimde bu sefer. Daha önce bir başka arkadaş bir animeyi bire bir kopyalayarak kendi öyküsüymüş gibi eklemişti Kurgu İskelesine. Sizin karakterlerinizin de renkli saçları olması ve avatarınızdaki anime resmi bir an için acaba yine aynı vaka mı yaşanıyor dedirtti açıkçası. Umarım öyle bir durumla karşılaşmayız.

Olayın bu yanını kenara bırakırsak kurgu hala merak uyandırıcı ve akıcı. Olaylar gelişimi gayet yerinde. Ki bir anime izler gibi olduğum için zaten bu korkuyu yaşamıştım. Elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 03 Şubat 2014, 00:01:53
Yeniden çok teşekkür ediyorum.

Profil resmim, Fairy Tail animesindeki bir karakter olan Gray'e ait. Doğrusunu söylemek gerekirse de pek çok animeyi zevkle izledim ve hala izlemeye devam ediyorum. Dolayısıyla anlatımımın ya da konu seçimlerimin animelere benzetilmesi pek kolay olur. Lakin hikayenin herhangi bir animeye ait olmadığını gönül rahatlığıyla belirtebilirim. Olsa olsa, yeni bir anime olurdu bu hikayeden. Ha tabi alçak gönüllülükle bir itirafta bulunacak olursam, büyüyü oluşturulan bir halka ile yapmaları benim animelerden gördüğüm bir şey. Fairy Tail de dahil olmak üzere pek çok animede büyü bu şekilde yapılıyor. Eğer bu fikir çalmak olduysa, özür dilemek isterim. Karakterlerin renkli saçlı olmalarıysa, sanırım yine benim anime tutkumdan kaynaklanıyor. Ama bu evrendekilerin kafaları vücutlarından büyük değil ya da gözleri kafalarından büyük değil :D

İlginiz için yeniden teşekkür ediyorum.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 03 Şubat 2014, 10:54:21
O kadar esinlenme çalmak olsaydı bütün dünya edebiyatını kilit altına almak gerekirdi :D Demek istediğim öykünüz çok güzel. Size ait bir kurgu olması konusunda istekliydim ki sizden bunu duyduğum için sevindim. Elinize sağlık.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 03 Şubat 2014, 17:02:52
Bölüm 4 – Noa

12 YIL ÖNCE

Elli beş yaşındaydı, ama kısa beyaz saçlarına nispet yapar gibi, yüzü pek bir diri görünüyordu Rylei’nin. Bir akşamüstü, evinde oturmuş, tatilin keyfini çıkarıyordu. Henüz bir hafta önce, kalan son öğrencisini, Filler’i eğitmeyi tamamlamış, artık emekliye ayrılmanın zamanı geldi diye düşünüyordu.

Belki de mezun ettiği son öğrenci olduğu için, ya da belki de sadece açık yürekli bir genç olduğu için, Filler’dan ayrılışına hayli üzülüyordu. Yine de, elden bir şey gelmezdi.

Piposunu yaktı ve yenile hazırladığı çayından bir yudum aldı. Havanın soğuk olmasından dolayı öğleden sonra yakmıştı evindeki taş şöminesini. Bu, günümüz şömineleri gibi süslü bir sıcaklık kaynağı değildi elbet. Kendi icadı, hatta belki de tüm mal varlığıydı. Ahşap küçük sandalyede oturmuş, bir yandan da yalnızlığa mahkûm kalışına isyan ediyordu.

Tam da bu sırada, genç bir oğlan çocuğu şöminenin önünde belirdi.

Havada, uğultulu bir sessizlik hâkimdi. İhtiyar, şaşkınlıkla oturduğu yerden havaya sekti, elinde tuttuğu çay kâsesi hışımla yere düştü. Fakat bunun farkında bile olmadı, sadece çocuğa dikkat kesilmişti. Görünüşe göre, çocuk derin bir uykudaydı.

Çocuğun yüzüne ellerini götürdü, fakat herhangi bir hareketlilik yoktu. “Uyan, evlat.” Dedi. Çocuktan bir ses gelmedi. Büyü ile uyutulduğuna yemin edebilirdi. Çocuğun sırtına dokundu. Başka türlü, Lyner bu kadar erken uyanmayacaktı.

Ancak, tam da çocuğun uyandığı sırada her taraf karardı. Karanlık bir sis perdesi tüm ülkenin üstüne çökmüş, her yeri kör, koyu bir perde kaplamıştı. Lakin ihtiyar buna şaşıracak zamanı bulamadı. Çocuğun gözlerindeki o kızıl çembere odaklanmıştı zira. Sadece birkaç salise görmüştü onu, o şeytani gözleri.

“Bu mümkün değil!” dedi.

Hiçbir şeyden haberi olmayan Lyner, pencereden gelen ışığı kesmekte olan karanlığın dağılışını izliyordu. Pencereden içeri yeniden ışık girmeye başladı ve o kasvetli, soğuk hava yok oldu.

“Siz kimsiniz? Annemi istiyorum!” dedi Lyner. Fazla korkmuş görünüyordu. Rylei’nin yüzündeki şok ifadesi ise, hala ziyadesiyle belirgindi. O ifade, Lyner ağlamaya başlayana kadar hiç dağılmadı. Zavallı çocuk ağlayarak, annesinin yanına dönmeyi arzuluyordu.

İhtiyar piposunu bir kenara koyarak, ona sarıldı. “Söyle bakalım, genç.” Dedi. “Annen senin ağladığını görse ne derdi? Erkek adam, asla başkalarının önünde ağlamamalıdır!” Yutkundu ve bir nefes aldı. “Annen kimdi? Seni ona götüreceğim.”

Çocuk, bir anda ağlamayı kesip gülümsedi. “Beni ona götürür müsünüz gerçekten? Onun adı Leila.”

İhtiyar, şimdi yüzüne daha sağlam bir şok ifadesi yerleştirdi. Tüm senaryo, tek bir isimle açığa kavuşmuştu. Şöminenin önüne ışınlanan bir çocuk, gözlerindeki kızıl leke, her yerin kararması.

“Yoksa…”

İhtiyar önce ağlamak istedi. Zira, Leila’nın bu çocuğu ışınlayarak kendini feda edişi, çok açıktı. Sonra, yeniden ağlamak istedi, zira çöken karanlık, Ryner’ın gözlerinin uyanışını temsil ediyordu. Daha sonra, yeniden ağlamak istedi, zira az önce, bu çocuğa tutamayacağı bir söz vermişti.

İhtiyar ayağa kalkıp, sandalyesine oturdu. “Hemen ayağa kalk, çocuk” dedi. Lyner’ın, büyük bir hevesle ayağa kalkışın seyretti. “Şimdi de arka bahçeye gidip, tüm domatesleri sulamanı istiyorum.”

Lyner anlam veremeyen bakışlarla ihtiyara bakıyordu.

“Anneni tanıyorum. Benim öğrencimdi. Sana büyü öğretmem için seni bana gönderdi.”

Lyner, anlam veremeden bakmaya devam ediyordu.

“Ne duruyorsun, çık hemen!” bu kez bağırmıştı. Lyner korkuyla kendini evden dışarı attı. “Ben uyuyacağım, beni uyandırırsan, seni öldürürüm.” Şeklinde bağırmaya devam ediyordu, Rylei.

Onu hemen dışarı yollamasının, çok daha önemli bir sebebi vardı. Lyner evin arka tarafına doğru koşarken, ihtiyarın gözleri çoktan sulanmaya başlamıştı. O genci evin dışına göndermesinin sebebi, bu iki çift gözyaşıydı tabi. Kendini kalkıp, yatağına yürürken buldu.

Leila’nın, Lyner’ı şöminenin önüne ışınladığını hatırladı yaşlı adam. “Şöminenin önü ha!” diye düşündü. “Bu, ona iyi bak mı demek oluyor, seni kahrolası velet!” O şöminenin Rylei için ne kadar önemli olduğunu bilen, onun en büyük sırrını paylaşabildiği tek kişi, Leila, artık ölümü tatmıştı.

LYNER’IN KUZEY KAMPINA VARMASINDAN İKİ HAFTA SONRA

Lyner, aylaklık ve tembellik yapmanın imkânsız olmasını kınayarak her saniyesine küfrettiği hayatını, ne daha kötü yapabilirdi diye düşünürken, cevabı Filler verdi.

“Bu gecenin nöbetçisi sensin, Lyner.”

Eğer bir volkan olsaydı, Lyner kesinlikle patlardı. En sıkıcı işlerin ve sorumlulukların sırtına yük edildiği bu hayattan tek beklentisi, günün elli altı saatini rahatsız edilmeden uyuyabileceği ve sınırsız yemeğin kendine servis edileceği bir han odasında, yumuşak bir yatağa sahip olmak ve hiç para vermemekti. Fakat o, herkes yavaş yavaş yatağına girerken, somurta somurta gözetleme kulesine tırmanmaya koyuldu. Gerçi aklındaki tüm isyan mekanizmalarını gecenin bir yarısı bir kenara atıp, uyuya kalmıştı. Eğer uyuya kalmasaydı, saat iki civarında kampın kapısından içeri dalan Leon casusunu görürdü.

Lyner, ancak birkaç saat sonra uyanabildi. Gökyüzünde patlayan bir bomba, ya da ona benzer bir şey, gökyüzünü kızıla çalmıştı. Çıkardığı ses o kadar yüksekti ki, Lyner bile derin uykusundan aniden uyanarak gözetleme kulesinin üstünde yalpaladı ve neler olduğunu anlamaya çalıştı. Dikkatle çevresine bakındığında, Komutan Filler’ın çadırını delerek göğe değin yükselen büyünün kızıl dumanlarla bıraktığı izi gördü. Bu, apaçık bir işaret fişeği gibiydi. Hemen ardından, son derece kalabalık bir asker grubunun, kampın girişinden içeri daldığını görebildi.

Lyner’ın hayatta ilk kez tattığı bu duygunun ismi, pişmanlıktı sanırım. Birkaç saniyede, neler olduğunu kavramayı denedi ve ne yapması gerektiğini bulmaya çalıştı. Çadırlarından dışarıyı gözetleyen bir grup pijamalı asker gördü.

“Kahretsin!”

Leon askerlerinden bir ya da birkaç kişi gizlice içeri dalıp, komutan Filler’ı bir savaş başlatmadan önce savaş dışı etmeye çalışmış olmalıydı. Peki o kızıl işaret, başarılı olduklarını mı gösteriyordu, yoksa başarısız olduklarını mı? Bunu anlamak için, kapıdan içeri bir sürü halinde dalan Leon askerlerinin yüzlerine baktı. Tedirginlik. Eğer o işaret başarı anlamına gelmiş olsaydı, askerlerin yüzü gülmez miydi?

Lyner iki seçenek üstünde durdu. Filler’ın çadırına gidip duruma müdahale edebilirdi. Ya da içeriye dalmakta olan yüzlerce Leon askerinin karşısına dikilip, kendi askerlerine savaşa hazırlanmaları için zaman kazandırabilirdi.

Birkaç salise içinde, kendini Leon askerlerinin karşısına ışınlamayı başardı. Filler ile alakalı aklındaki negatif düşünceler ve hissettiği bu garip huzursuzluk, ki tam açılımı kendini suçlu görmekti, beynini kemirip duruyordu ama o yine de en doğru olan seçeneği birkaç saniye içinde bulup, o yönde kararlar vermişti.

Kendini kampın girişine ışınladığında, iki yüz kadar askeri seçebiliyordu Lyner. Fakat uzaklardan hala buraya doluşmakta olan askerler olduğunu da görebiliyordu. Bu bir çatışma falan değildi, bu, resmen bir savaştı.

İri yarı, uzun burunlu bir adam, askerlerin en önünde durmuş, kendine güveni ziyadesiyle yüksek bir şekilde etrafına göz gezdiriyordu. Başı o kadar büyüktü ki, kafasındaki hasır şapka bir oyuncak gibi görünüyordu. İri yarı kolları ve bacakları, diğer Leon askerlerine kıyasla son derecede fiyakalı bir üniforması vardı. Uzun bıyıkları tüm yüzünü gizliyor, hasır şapkanın altından birkaç tel beyaz saç fışkırıyordu.

Diğer askerlerden birkaç metre ileride durmuş, beklediği gibi karşılanmayışının verdiği soru işaretleriyle kafasını meşgul ediyordu. Karşısında yüzlerce asker bekliyordu, küçük bir çocuk değil.

Lyner gülümseyerek adama dik dik bakıyordu.

“Hoş geldiniz” dedi. “Buraya savaşmak maksadıyla geldiyseniz, oturup bir kâse çay eşliğinde konuşarak anlaşabileceğimize inanıyorum.”

Lyner dalga falan geçmiyordu. Bir çocuğun savaşları saçma bulması kadar olağan, dünyada başka hiçbir şey olamazdı. İnsanlar birbirlerini öldürmemelidir. İnsanların yapacağı tek iş, oturup karşılıklı birer kâse çay içmektir çok çok, en azından Rylei böyle söylerdi.

Lakin Leon komutanı bu davranışı küstahça ve fazla kendinden emin buldu. Onun için kabul edilemeyecek tek şey, bu yerden bitme çocuk tarafından dalga geçilmekti. Yüzündeki gülümseyiş ve kendinden eminlik kayboldu ve çok daha ciddi bir ifade aldı.

“Benim kim olduğumu biliyor musun sen, çocuk!” dedi. “Adım Noa. Leon imparatorluğunun yüksek amirali.”

Lyner gülümseyişini gıdım dahi azaltmadan, adamın gözlerinin içine bakmaya devam etti.

“Benim zalim kralım bile bir ülkeyi fethe çıktığında ültimatom göndermenin onurlu bir davranış olduğunu biliyor.” Lyner, kampın dışına dikkatle baktığında, ucu bucağı görünmeyecek kadar çok asker olduğunu gördü. Yüzlerce asker. Israrla, oradan buradan akın etmeye, kalabalık Leon askerlerine katılmaya devam ediyorlardı. Lyner gibi bir genç için bile, durumun ciddi bir hal aldığı açıktı.

Noa, şaşkın bir ifadeyle çocuğun yüzüne bakmaya devam ediyordu.

“Bu işler böyle yapıldığında daha zevkli oluyor, evlat.” Dedi. “Onurlu savaşlar geçtiğimiz yüzyılda kaldı. Savaşları bilirsin. Onurlu olup olmamak, ölü sayısını değiştirmiyor.”

Lyner esneyerek adamın gözlerinin içine bakmaya devam etti ve gülümsedi.

“Eğer topraklarınız nüfusunuzu barındırmakta zorlanacak kadar azsa, size bir iki ev satın alabilirim.” Dedi. “Sonuçta sadaka ile savaşlar arasında çok ince bir çizgi vardır.”

Yaşlı amiral şok geçirmiş bir halde çocuğun yüzüne bakmaya devam etti. Birkaç yüz askerin önünde ilerleyen, yer yer beyazlamış saçları olan, ancak hala orta yaşlı olduğu belli bir adamı o sırada seçebildi. Yüzünü o tarafa çevirdi. Küçük bir kahkaha attı.

“Komutan Filler, sonunda yüzünüzü görebildik. Eh, bu kadar kolay ölmeyeceğiniz belliydi.”

Filler yalnız başına yüzlerce askeri havaya uçurabilecek türden bir adamdı. Amiral Noa için bile, ziyadesiyle zorlu bir rakip olabilirdi. Sayı üstünlüğüne sahip olmanın bu tip adamlar karşısında önemsiz olduğunu biliyordu Noa. Kurduğu strateji de, bu tip bir gücü daha savaş başlamadan saf dışı edebilmekti, ancak başarısız olacağı daha en baştan belliydi.

Noa’nın ordunun en önünde savaşması, büyük bir riskti. Ancak, askerlerin arkasından gelmesi, çok daha büyük bir risk olurdu. O hem bir motivasyon kaynağı, hem de önemli bir savaşçıydı.

“Lyner, buraya gel.” Dedi Filler. Yüzünde, daha önce hiç olmadığı kadar ciddi bir ifade vardı. Lyner’a kızgın değildi, tam tersine minnettardı. Belki aylaklık etmek isterken görevini yerine getirememişti, lakin Filler onun uyuyacağını zaten bile bile onu görevlendirmişti. Üstelik yüzlerce düşmanın karşısına dikilip, askerlerin hazırlanması için zaman kazandırdığını görmemek, bir nankörlük olurdu.

“Hayır, efendim. Bu adamla şerefli olmak üzerine hoş bir sohbet içerisindeydik zira.” Diye yanıtladı Lyner. Komutan Filler’a bakıp gülümsüyordu. Komutan Filler derin bir iç çekti. Nasıl bir cevap verebileceğini bile kestiremiyordu.

Noa’nın iki elini vücudunun önünde birleştirmesi, o kadar kısa bir sürede gerçekleşti ki, Filler son ana kadar bunu göremedi.

“Üç başlı Salamander!”

Filler henüz bir büyü şeridi yaratamadan, başı ejderhaya benzeyen üç büyük ateş topu, hızla üstüne doğru ilerledi. Ellerini önde birleştirdi, ama çok yavaş olduğunu fark etmekte gecikmedi.

Bu, Filler’in yaklaşık iki hafta önce Lyner’a saldırırken kullandığı büyü şeridi gibi, üç üçgenin iç içe geçtiği bir büyü şeridiyle oluşturulmuştu. Filler ve askerlerinden hiçbiri, bu büyüye karşılık verebilecek anı yakalayamamıştı. Lyner dışında.

Yuvarlak bir büyü halkası hızla büyüdü ve Noa’nın yaptığı büyünün önüne kendini siper etti. Lyner’ın kullandığı büyü şeridi, normal bir şeritti. Ateşten ejderhalar kalkana çarpıp, onu un ufak etti ancak, kalkan büyüyü birkaç saniye de olsa tutabilmişti. Filler’ın karşı büyü oluşturmak için ihtiyacı olduğu zamanı kazanması, bu birkaç saniye sayesinde oldu.

“Kuzeyin üçüz ışınları!”

Üç beyaz ışın, hızla salamanderlere çarptı ve havada patlayarak her iki saldırı da birbirini bloke etti.

Noa’nın gözleri, Lyner’a kaydı. Sıradan bir büyü kalkanıyla dahi, bu amansız saldırıyı birkaç saniye tutabilmişti. Lyner kalkanın kırılacağını çok iyi biliyordu. Noa’nın yarattığı büyü şeridinin çok farklı bir büyü şeridi olduğunun farkındaydı. Lakin, tüm gücüyle Filler’a birkaç saniye kazandırmak için hızlı bir karşı savunmada bulunmuştu. Bunu hem Noa, hem de Filler rahatlıkla fark edebildi.

Fakat tuhaf olan şey şuydu ki, Noa şaşkın bir ifadeyle Lyner’ın olduğu yere yeniden bakınca, onu orada göremedi. Şaşkınlığı iki katına çıkmıştı ve gözleri onu aradı. Sırtındaki hançeri o sırada fark edebildi.

“Ne güzel, konuşuyorduk.” Dedi Lyner. Noa’nın arkasında, elindeki hançeri Noa’nın sırtına dayamış bir şekilde duruyordu. “Gerçekten de, neden böyle ahlaksız bir harekette bulundunuz?”

Her şey sadece birkaç saniyede gerçekleşti. Noa’nın askerleri hemen birer büyü şeridi oluşturarak şok içinde Lyner’a doğrulttu.

Noa, Lyner’ın onu öldüreceğini sandığı için, vermemesi gereken bir emir verdi.

“Beyler, saldırın!”

Lyner eski yerine ışınlanırken, ateş ve yıldırımlardan oluşan bir büyü yığını, direkt olarak Noa’ya çarptı. Leon Amirali, kendi adamları tarafından, tam o sırada saldırıya maruz kalmıştı.

Lyner ifadesiz bir şekilde olayı seyrediyordu.

“Sanırım, yine birinin ölmesine sebep oldum.” Dedi.

Noa’nın tekrar ayağa kalkmasına sevinen tek Resdan askeri, o olmalıydı.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Stormholder - 04 Şubat 2014, 02:42:26
Surekli farkli zaman dilimlerinin anlatilmasi basta karisik gibi gorunmustu gozume fakat okudukca hikayenin butunlugunun bozulmadigini fark ettim. Bir de, sanirim bana has bir sorun, kisa surede fazla isim kullanildigindan karakterlere adapte olamadim. Hangi animelerden etkilendiginizi gorebiliyorum fakat kopyalama soz konusu degil. Gayet guzel esinlenmeler. Onun disinda kurgu beni surukluyor :)
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 04 Şubat 2014, 11:08:19
Güzel demek az kalır artık. Peş peşe her bölümde yorum yapıyorum ama böyle bir öykü için yorum yapmamak da kabalıkmış gibi geliyor.

Sadece şurasını pek sevmedim diyebilirim bu bölümde:

"İhtiyar önce ağlamak istedi. Zira, Leila’nın bu çocuğu ışınlayarak kendini feda edişi, çok açıktı. Sonra, yeniden ağlamak istedi, zira çöken karanlık, Ryner’ın gözlerinin uyanışını temsil ediyordu. Daha sonra, yeniden ağlamak istedi, zira az önce, bu çocuğa tutamayacağı bir söz vermişti."

Sebebi ise özellikle "zira" kelimesini pek sevmeyişimden kaynaklanıyor :D Yani tamamen bana has bir durum.

Öykünüzün devamını bekliyor olacağım. Elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 04 Şubat 2014, 13:39:57
@Stormholder;

Yorumunuz için çok teşekkür ediyorum. Aslında karakterlerin çözümlenmesi, benim zamanla sindirmeyi sevdiğim bir husustur. Örneğin bir savaşın orta yerinde aniden olayla hiç alakası olmayan bir karakterin geçmişine dönebilirim ya da tamamen farklı bir karaktere geçiş yapabilirim. Bu genellikle insanların aklını karıştırıyor ve bu konuda haklısınız da. Lakin yine de, ben bunun yarattığı farklılıktan hoşlanıyorum ve umarım siz de zaman içinde buna ısınabilirsiniz.

@ M.K.Immortal;

Bahsettiğiniz kısım benim on kere düzenleyip istemeye istemeye bu şekilde bıraktığım bölümdü. Aslında o tip bir paragrafa hikayenin ihtiyacı yoktu. Sonuçta ağlamak istemesi adamın karizmasını bir nebze çiziyordu. Fakat işin arkasında, Leila ve Rylei arasındaki bağ ve büyük sırlar var. Dolayısıyla şimdilik her ne kadar adamın karizması çizilmiş gibi görünse de, birkaç kere daha geçmişten kesitler verdiğimde adamın neden bu kadar üzüldüğü daha iyi anlaşılabilir. "Zira" kelimesi ile ilgili olarak da haklısınız. Şiirsel bir şekilde görünmesi için çok fazla tekrar ettim fakat sanırım sonunda yine rahatsız edici bir görüntü oluşturdum. Bunu amatörlüğüme vermenizi rica edip tekrar tekrar yorumladığınız için çok teşekkür ediyorum. :)
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 04 Şubat 2014, 14:16:46
Bölüm 5 – Savaş

Noa hışımla ayağa kalktı. Tek bir yara dahi almamıştı. İşaret parmağıyla ileriyi gösterdi.

Aslında ayağa kalkma sebebi, Lyner Noa’nın arkasında belirdikten sonra alelacele yaptığı bir büyüden dolayıydı. Sırtını demirden bir kabuğa dönüştürdü ve çift üçgenli herhangi bir büyünün ya da sıradan fiziksel saldırıların delip geçemeyeceği bir kalkan yaratmış oldu.

“Saldırın, askerlerim!”

O kadar sinirliydi ki, fazla aceleci ve düşüncesizce verdiği bir emirdi bu. Fakat askerler bunu önemsemedi. Kampın bir savaş alanına dönüşmesi birkaç saniye içinde gerçekleşti. Büyü ve kalkanların havada ışık gösterilerine dönüştüğü o andan itibaren, her iki tarafın da kayıp vermeye başlaması kaçınılmazdı.

Noa’nın gazabının askerlerini yakmasına izin vermeyen Filler’ın işi hayli zordu. İki lider de birbirlerine karşı bir üstünlük mücadelesine girişti. Lyner ise oradan oraya ışınlanıyor, Leon ya da Resdan’lı olmasını gözetmeksizin insanlara bu mücadeleyi durdurmasını söylüyordu. Gözleri korku ile bezenmişti. Kimseye saldırmadı. Kalkanlarla saldırıların içine daldı, sayısız pek çok hayatı kurtardı. Fakat birkaç dakikanın sonunda, verdiği mücadelenin imkânsız bir mücadele olduğunu fark etmişti. Bu insanların öfkesi dinmeyecekti. Kurtardığı her can, teşekkür dahi etmeden savaşmaya devam ediyordu.

Önce bu bir ego mücadelesiydi. Sonraları, kendilerini zayıf görenlerin öfke ve kin mücadelesine dönüştü.

Dean, çoktan birkaç Leon askerini kılıçtan geçirmişti. Fakat aklı, Lyner’ın yaptığı absürtlüklerdeydi. Kendisi de savaşmaktan yana değildi, ancak bu, şu anda bir hayatta kalma mücadelesiydi. Lyner’ın ağacın tekinin üstüne çıkmış, olayı izlemekte olduğunu fark etti. Savaşı izlerken, gözlerinin kızıl bir halka haline büründüğünü gördü, sadece birkaç saniyeliğine. Konsantrasyonunu kaybetmeden, bir sonraki düşmanına karşı hamlede bulundu.

Filler ve Noa, üç üçgenli çemberlerle birbirlerine saldırıp duruyorlardı. Şiddetli saldırıları, yer yer diğerlerinin ilgisini çekecek sarsıntılar yaratıyordu. Lyner onları izlerken, son iki haftadır yaptığı alıştırmaları hatırlıyordu. Bir taraf saldırır ve diğer taraf savunur, sonra savunan taraf saldırırdı. Savaşlar da aynen bu şekildeydi, ancak herkes hızlı davranmaya ve bir açık yaratarak düşmanını katletmeye çalışıyordu bu kez.

Lyner sadece izledi ve savaşlar bitene kadar hiçbir hamlede bulunmadı.

“Bu ısrarınızı anlayabilmiş değilim, Amiral.” Diyordu Filler. “Israrla topraklarınızı genişletmeye çalışıyorsunuz.” Art arda birkaç yıldırımı hızla Noa’ya gönderdi.

“Yıllardır dış ülkelere yönelik küçümseyici tutumunuz, çok mu anlaşılabilirdi komutan?” dedi Noa. “Oak imparatorluğuna yaptıklarınızı ne çabuk unuttunuz?”

Üçlü bir salamander daha yarattı.

Filler bile Noa’nın haklı olduğunu görüyordu. Kendi imparatorluğunun kalır yanı yoktu bu Leon pisliklerinden. Sadece birkaç saniyeliğine, arkadaki ağaçlardan tekine tünemiş Lyner’ı gördü. Çocuk kendince, savaşa katılmayarak, savaşları protesto ediyordu adeta.

Belki de pislik, imparatorluklarda değildi. Belki de kötü olan, sadece insanların kalpleriydi. Kimilerinin. Ya da Lyner’ı görünce Filler’ın düşündüğü şey buydu.

Filler’ın gardını düşürdüğü an o andı. Üstüne gelen ateş huzmesinden son anda kaçınabildi, fakat kolunun dibinden geçen ateş büyüsü kolunu yakmıştı. Savaşın iplerinin Noa’ya geçmesi, bu küçük dikkatsizlikle oldu.

 “Jasi!” diye haykırdı Noa. Neden sonra, etraf bir anda zifiri karanlığa dönüştü. Ay kırmızı bir hal aldı ve kendi dışında hiçbir şeyi aydınlatamazdı ne yazık ki.

Filler, Noa’nın illüzyonlarından birine yakalandığını hemen fark etmişti. Eline baktı. Siyah bir yara gördü, büyümüştü ve bir zehir gibi eline yayılıyordu. Etrafına baktı. Etrafındaki herkes, bir bir düşüyordu.

“Senden de daha azını beklemezdim. İllüzyonu ateş büyüsüne katmak.” Dedi. İllüzyondan kurtulmak için birkaç büyü denedi, fakat kurtulamadı.

“Ben de senden daha azını beklemezdim. Bunun bir illüzyon olduğunu bu kadar erken fark etmen, şaşırtıcı.”

Belki Noa illüzyonun içinde olduğu yerde duruyordu, ama gerçekte bitirici darbeyi yapacak bir saldırıyı çoktan hazırlamıştı.

“Kahretsin” dedi Filler. Hangi büyüyü denerse denesin, illüzyondan kurtulamıyordu.

Salamander şeklinde iki büyük ateş topu Filler’ın bedenine hızla çarptı.

*

Dean, gözüne zorlu bir rakip kestirmişti. Leon askerlerinden biri, şimşekle bezediği kılıcıyla, Resdan askerlerini biçerek ilerliyordu. Dean’ın iki seçeneği vardı. Ya bir şekilde onu durduracaktı, ya da arkadaşlarının çok büyük bir kısmını kaybetmek pahasına o da Leon askerlerini biçerek ilerleyecekti.

Öldürmektense, korumayı tercih etti. Fakat henüz harekete geçmişti ki, yıldırım kılıçlı Leon askerinin kendisine doğru koştuğunu gördü. Yıldırım kılıçlı askerin de ilgisini çekmiş olacaktı sanırım.

Kimse tek bir söz bile konuşmadı. Sadece kılıçlar havada buluştu ve ateş ile şimşeğin çatışması, birkaç yakıcı kıvılcım açığa çıkardı. Arkasına, birkaç güçlü kılıç darbesi daha atmıştı Leon askeri, ama başarılı bir şekilde bu saldırıları atlatmayı başardı Dean. Sıradan gözlerin göremeyeceği kadar hızlı birkaç kılıç darbesi daha havada birleşti. Hemen sonra, Leon askeri boşta kalan eliyle bir yıldırım büyüsü yarattı ve Dean’e bir yıldırım topu gönderdi. Dean de diğer eliyle bir kalkan yaratarak bu büyüyü karşıladı. Bu kez, Dean bir büyü çemberi oluşturdu.

Leon askerinin hatası, bir kalkan yaratmak oldu. Fakat Dean, büyü çemberini elini ateşe bürümek için yaratmıştı. Kalkanın üstünden geçirdiği eliyle düşmanın suratına vurdu Dean.

Asker bu beklenmedik hareketin ardından havalanarak sırt üstü yere oturdu. Güzel yüzünün yandığını hissetmişti. Fakat bu önemli olmadı. Zira, daha ayağa kalkamadan kalbine Dean’ın kılıcı saplandı.

*

Noa, yerde yatan cesedin yanına emin adımlarla ilerledi. Lakin Filler’ın cesedi, karnındaki o devasa yaraya rağmen ayağa kalktı. Noa, bunun nasıl mümkün olduğunu algılayamadı. Ta ki sırtındaki eli hissedene değin.

“Yanılmışım, senden çok daha fazlasını beklerdim Noa. En basit illüzyonu dahi göremedin.”

Filler’ın elinden çıkan şimşek, direkt olarak adamın vücuduna, bu denli yakından temas etti. Noa birkaç metre ileri savruldu ve yere yapıştı. Her şey, sırtını demire dönüştüremeyeceği kadar hızlı olmuştu. Sağ kolu Gaio’yu aradı Noa’nın gözleri. Epey ilerde, Gaio’nun kalbindeki kılıcı çıkarmaya çalışan Dean’ı gördü. Bu da, yaşlı Noa’nın gördüğü son şey olmuştu.

Yaklaşık yarım saat süren savaşın zorlu kısmı bu şekilde sona ermişti. Büyü savaşları böyleydi. En ufak bir hata, ölüme sebep olurdu ve son sözler hiç söylenemezdi. Filler ve askerleri, kalan Leon imparatorluğu askerlerini birkaç saat içinde temizleyeceklerdi.

***

Lyner’ı Filler uyandırdı. Ağacın üstüne tünemiş olan Lyner, savaşın sonlarına doğru uyuya kalmıştı. Gözlerini soğuk geceye açtı.

“Senin sayende kazandık Lyner” dedi. “Onları meşgul ederek askerlerin hazırlanmasını sağladın. Bu ani bir saldırı olsaydı, bu işin bu kadar kolay olmayacağına eminim.”

Lyner esnedi ve gülümseyerek adamın gözlerinin içine baktı.

“O halde bana yumuşak bir yatak borçlusunuz” dedi Lyner. Dolayısıyla Filler’ın sinirlerine hâkim olamayıp attığı yumrukla ağaçtan aşağı yuvarlandı.

“Bu düşmanca tutumunuz yüzünden kalbim kırılıyor Komutan Filler” dedi Lyner, bir yandan da ayağa kalkmış, üstünü silkeliyordu. Yüzündeki gülümseyişi hiç eksiltmedi. Hemen ardından Filler aşağı atladı.

“Eğer onları oyalamasaydın, verdiğimiz kayıp sayısı çok daha fazla olurdu Lyner, sana olan teşekkürüm samimiydi.”

“Orada yüzlerce kişi öldü Komutan. Bizim nüfusumuz da yarı yarıya azalmıştır. Tam olarak hangi kazanmaktan bahsediyorsunuz?” Derin bir nefes aldı.

“Eğer sen de savaşsaydın, belki daha azı ölürdü.”

Lyner ilk başta bir cevap vermedi. Etrafındaki, savaş mahallini tertipleyen askerleri gözetliyordu. Onların, cesetleri kampın dışına, yüksek ihtimalle gömmek için taşıdığını seyretti.

“Haklısınız. Ne de olsa artık savaş başlamıştı ve durdurulamayacaktı. Bencilce bir davranıştı.” Ardından, sıkıntılı bir ifadeyle, diğer askerlere yardım etmek için yürümeye başlamıştı. Son anda aklına gelmiş gibi durup Filler’a baktı.

“Bir de, şu farklı büyü şeridini nasıl yaptığınızı bana öğretir misiniz?” dedi.

“Rylei sana bunu öğretmedi mi?” diye sordu Filler.

“Hayır. O bana dışarıdaki Dünya’da üç şeritli sihir halkaları görebileceğimi söylemişti. Fakat ben bunu kullanamazmışım.”

“Evet. Herkesin kullanabileceği bir şey değil bu. Ama ben senin o güce sahip olduğunu düşünüyorum.”

Lyner gülümsüyordu. “O bana, benim kullanabileceğim büyü halkasının daha farklı olduğunu, bu yüzden de üç üçgenli olanı öğretmek için vakit harcamayacağını söyledi. Fakat öteki büyü halkasını da öğretmedi. Sonuç olarak hiçbir şey öğrenemedim. Ama böyle bir yerde sıradan büyü şeritleriyle pek bir şey başaramayacağımı anladım.”

Güneş doğmaya başlıyordu. Filler’in şakaklarından soğuk ter damlıyordu. Bu Lyner denen çocuk onu şaşırtıp duruyordu.

“Lyner, sana Rylei büyü öğretmeye başlarken bir test yapmış mıydı?”

“Test mi?”

“Bir bardak suyun içine yaprak koyuyorsun ve sonra da…”

Lyner hatırlayarak Filler’ın sözünü kesti. “A, evet. Yaprak kendi etrafında dönüyordu.”

“Kaç kere dönmüştü?” Filler’ı heyecan basmıştı. Akıttığı soğuk terler ve yüzündeki endişeli bakış Lyner’ı korkutuyordu.

“6” diye yanıtladı Lyner. Hala gülümsüyordu.

Filler, Lyner’ın sadece dalga geçtiğini, onunla eğlendiğini düşündü. Fakat ne kadar saçmalasa da, Lyner’ın hiç yalan söylemeyeceğini ve ondan her şeyin beklenebileceğini çoktan öğrenmişti. “O halde altı üçgenli bir büyü çemberi yaratabilirsin Lyner. Ama ben bu gezegende, sana bunu öğretebilecek biri var mı bilmiyorum.” Bir an duraksadı. “Sıradan bir büyücü iki üçgenli bir çember yaratabilir. Kimileri üç veya dört çemberli büyüler de yaratır. Bu konu ile alakalı bir bilgi verecek olursak, iki üçgenli çemberler genel olarak tüm büyüleri yapmanı sağlarlar. Üç üçgenli çemberler ise element ve kalkan büyülerini daha güçlü yapmanı sağlar. Dört çemberli büyüler iyileştirme büyülerini güçlendirir. Çok ender görünen bir büyü şerididir. Ölmediğin takdirde seni dimdik ayağa kaldırabilecek türde güçlü iyileştirme büyüleri yapabilirsin. Fakat diğer büyü çemberlerine dair bir fikrim yok maalesef. Aslında benim bildiğim, büyü çemberlerinin sadece 3 ya da dört olabileceğiydi.” Onun da aklı karışmıştı.

“O halde belki illüzyon büyülerini ya da kara büyüyü güçlendirmek içindir beş ve altı üçgenli büyü çemberleri?”

“Bu konuda bilgi sahibi değilim. Ama şimdi hatırlıyorum da, Rylei bir keresinde anlamadığım bir büyü çemberi yapmıştı. Sanırım kara büyüydü. Belki onun da çemberi beş ya da altı üçgenlidir? Ama o aynı zamanda üç üçgenli çemberi de yaratabiliyordu. O ihtiyarın bir şeyler sakladığına eminim.”

“O aslında bana büyü eğitiminden çok ev işlerini yaptırıyordu. Bana bir şeyler öğretmekten kaçınıyor gibiydi. Hep basit şeyleri öğretmişti.”

“Madem sana büyü öğretmekten kaçınıyordu, neden ışınlanma büyüsünü öğretti ki?”

“Aslında öğretmedi. Küçükken bu büyüye maruz kaldığım için, bir yan etki oluştu. Onun aksine ben ışınlandığımda burnum kanamıyor. Benim için ışınlanmak nefes almak gibi bir şey oldu.”

Filler, bilgi sahibi olmadığı bir konuya çatmıştı. Ortada bir tuhaflık olduğu çok açıktı ancak, onun gibi zeki bir adam bile ne olduğunu çözemedi.

“Şimdi gidip savaş alanındakilerine yardım edelim Lyner. Bu konuyu yeniden konuşacağız.” Dedi. Birlikte, diğer askerlerin cesetleri taşımasına ve dağınıklıkları toplamasına yardım etmeye gittiler. Güneş doğduğunda zarar görmüş çadırlar hala düzeltilememişti.

Kuzey kampının nüfusu, o gece dörtte üç oranında azalmıştı. Güneş doğduktan bir saat sonra, Lyner yeniden uyuya kalmıştı.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 04 Şubat 2014, 18:39:14
Bölüm 6 – Lyner

İKİ AY SONRA

Filler’ın doğum günü için hazırlıklar neredeyse tamamlanmıştı. Leon ordusu, yaşadığı ağır yenilgiden sonra daha uzun bir süre ses çıkarmayacak gibiydi.

Hayat Lyner için ziyadesiyle zordu. Hala, aylaklık etmek veya uyumak için pek zamanı kalmıyordu. Haftanın her günü alıştırmalar devam ediyordu ve her iki haftada bir gece nöbeti sırası ona geliyordu. İçlerinde Rylei ustanın öğrencileri olan birkaç arkadaşını da savaşta kaybetmişti ve kamp artık olması gerekenden daha sessiz gibiydi. Lakin bu gece, gürültü yapmak için uygun bir gece olacaktı.

Lyner, şatafatlı bir doğum günü olmasını istemişti. Bu, benmerkezciliğinden değil, askerlerinin kafasını bir nebze de olsa dağıtmak içindi. Doğum günü gece olacaktı. Çok büyük bir kamp ateşi yakılacak, bu kamp ateşinin etrafında tüm askerler oturacak ve müzikler, hikayeler ile bir birlerini eğlendirmeye çalışacaklardı. Ayrıca en iyi ateş büyücülerinden oluşan bir grup, gecenin ilerleyen saatlerinde bir havai fişek gösterisi yapacaktı. Elbette ki kimse hediye falan almayacaktı. İstese de alamazlardı.

Lyner, burada olmayı tamamen işkence olarak görüyordu ama buradan giderse, büyük ihtimalle özlerdi. İnsanların burada birbirine duyduğu bağlılık onu bile etkiliyordu.

Ki tam olarak her şey böyle oldu.

Parti başlamadan hemen önce Filler’ın çadırında özel bir konu konuşuyorlardı.

“Lyner, buraya gelme sebebin neydi?” diye sormuştu Filler. Lyner’ın isteksizliğinin farkındaydı ve çok enteresan bir yaşama stiline sahip olduğunu görebiliyordu.

Lyner’ın cevabı gecikmedi.

“Amiral Torc önemli bir görev için öğrencileri orduya almaya gelmişti. Önemli görev dediği ise tam olarak bu kampa getirilmemizdi. Rylei usta benim eğitimimin bitmediğini ve diğerlerini almasını söylemişti ama Amiral Torc “büyü kullansın yeter” deyip beni de yanına aldı. Aslında ben asker olmayı istemiyordum.”

“Amiral Torc sizi emrivaki aldı öyle mi?” Filler şaşırmıştı. Bu lanet olası ülkede tam olarak neler dönüyordu böyle? “Her neyse. Rylei’nin yanına dönmeni istiyorum Lyner. Sana bir mektup vereceğim. Bu mektubu ona ileteceksin. Bunu Rylei’ye ilet ama mektubu okumanı istemiyorum. Zamanı geldiğinde, eğer bir asker olmaya karar verirsen, tekrar buraya dönebilirsin.”

“Ben savaşları sevmiyorum Komutan. Gidersem dönme…”

Filler sinirle Lyner’ın sözünü kesti.

“Dinle evlat! Savaşları ben de sevmiyorum. Bu ülkeyi sevmiyorum. Bu ülkenin kralını da sevmiyorum. Şu ana kadar sadece ve sadece değer verdiğim insanları korumak için savaştım. Ben savaşmayı sevsem de, sevmesem de, birileri hep savaşacak. Sen bir dost kazanmak için her şeyini verirsin ama başkaları seni düşman görmek için elinden geleni yapar. Günün sonunda birileri masum insanların hayatına göz koyar. Ne yapacaksın? Oturup bunun bir soykırıma dönüşmesini mi izleyeceksin? Önemli olan, ne için savaştığındır! Kimse savaşmaktan zevk almanı beklemiyor. Ama kimsenin, senin sevdiğin şeyleri senden bu kadar kolay almasına da izin veremezsin. İnsanların değer verdiği şeyler için savaşması yanlış değildir!”

Lyner Komutanın bu ani çıkışından dolayı şaşırmıştı. “Lakin ben sevdiğim birinin olup olmadığını bilmiyorum. O yüzden korumam da gerekmiyor, değil mi?”

Filler bir kahkaha attı.

“Bu ülkenin zalimliğine boyun eğmek zorunda kalmış masum insanları seviyorsun.” Dedi. “Rylei’yi, Dean’ı, aileni, hatta belki beni de seviyorsun. En önemlisi, kendini seviyorsun. Aylaklık etmeyi, uyumayı. İnsanları güldürmeyi seviyorsun. Çünkü onları mutlu görmek seni de mutlu ediyor. Kendini, sevmekten mağdur bir kalpsiz olarak görürsen, bir gün öyle olursun Lyner. Sen duygusal ve yumuşak kalpli adamın tekisin. Leon askerlerini bile korumak isteyecek kadar seviyorsun. Kendini odun mu sanıyorsun?”

Lyner şaşkın bir ifadeyle adamın yüzüne bakmaya devam etti.

“Kalbinin etrafına yerleştirdiğin o buzul dağının ne kadar gereksiz olduğunun farkında değil misin? Böyle saf bir kalbi, insanlara iyilik yapmak için kullandığın zaman hayatta bir amacın olacaktır.” Yeniden bir kahkaha attı. “Sen mi insanları sevmiyorsun? Güldürme beni.”

Lyner bir şey söylemedi, ama kalbinde bir heyecan hissetti. Kimse, zavallı gencin annesinin ölümünden dolayı kendini suçladığını bilmiyordu. Ama Filler, farkında olmadan Lyner’ın aklına başka bir düşünceyi sokmuştu. "Senin suçun değildi." Annesi, sadece değer verdiği şey için savaşmıştı. Bu, insanları seven bir kalbin yapması gereken şeydi.

“İnsanların değer verdiği şeyler için savaşması yanlış değildir!”

Filler’ın bu sözleri, Lyner’ın zihninde yankılanıp duruyordu.

Filler, elindeki beyaz zarfı Lyner’a uzattı. “Parti başlamadan gitmeni istiyorum. Ormanın girişindeki at arabalarından birini alabilirsin. O ihtiyara da ayrıca selamımı iletmeni istiyorum.”

Lyner mektubu aldı ve kapının dışına yöneldi. Son kez arkasına döndü ve "Bu arada, doğum gününüz kutlu olsun." dedi. Gülümsüyordu.

İçindeki bu mutluluğun sebebini kendi de bilmiyordu. Tek bildiği, buradan ayrılacağı için ya da o bunak ihtiyarın yanına döneceği için değildi.

Filler’ın patavatsızlığı ve açık sözlülüğü, Resdan Krallığına yeni bir kahraman doğuracaktı.

15 YIL ÖNCE

Ryner, her şeyin başladığı bu yere bir kez daha ayak basmayı hiç planlamamıştı. Kışın göbeğinde, bir kar fırtınasının tam ortasında, atıyla, geçtiği yerde iz bıraka bıraka ilerledi. Kar tanecikleri kızıl saçlarını yer yer beyaza boyamıştı. Yüzündeki gülüş, bir iblisinkini andırıyordu ve şiddetli soğuğa rağmen üstünde sıradan bir üniformadan fazlası yoktu ki, bu onu daha da korkunç kılıyordu.

Rylei’nin eski kulübesini vadinin Hun dağına bakan yamacında, dimdik ayakta gördü. Bacasından dumanlar çıkıyor, sanki soğuğa karşı amansız bir mücadele veriyormuş gibi bir izlenim yaratıyordu. Evin arka bahçesinde, kiraz ağaçlarının üstüne tırmanmış, evin bacasındaki karları aşağıya iteleyen 18 – 19 yaşlarındaki oğlan çocuğunu gördü. Filler, o dönemler pek bir yakışıklıydı. Gür siyah saçları kısacıktı ve yüz hatları son derece belirgindi. Elmacık kemikleri çok olmasa da genişti. Oldukça iyi giyinmiş, yine de zayıf bir çocuk olduğunu gizleyememişti.

Ryner atını hızlandırdı ve çabucak evin önüne vardı. Atını evin girişindeki bahçe kapısının demirliklerine bağladı.

Onu ilk gören kişi, Filler olmuştu. Çocuk kiraz ağacından aşağı atladı. Yanına yaklaşana değin, adamı tanıyamadı.

Ryner Deobilis. Bu adamı tanıyordu. Yüzünü kabuslarında dahi ezberlemiş, onunla yüz yüze geleceği günü hep büyük bir hırsla beklemişti. Filler'ın bu adama duyduğu büyük öfke, tamamen boşu boşunaydı. Çünkü Resdan’ın en güçlü büyücüsünün tamamen kendisi olmasını istiyordu, ama bu çocuksu bir hayalden ötede olamazdı.

Ellerini önünde birleştirdi.

“Hazırlan!” dedi. “Seni düelloya davet ediyorum.”

Ryner’ın kuşkulu gülümseyişi bir nebze dahi olsun azalmadı. Filler daha bir büyü şeridi oluşturamadan, Ryner çoktan üç üçgenli bir ateş büyüsünü çocuğun üstüne gönderdi. Filler’ın tek yapabildiği bir kalkan oluşturabilmek olmuştu. Fakat hiç beklemediği bir şekilde, Ryner’ın büyüsü kalkanı delik deşik edip Filler’ın vücuduna çarpmaya hazırlandı.

Filler, bir anda Rylei’nin yanında bittiğini gördü. İhtiyar’ın elinde garip bir büyü çemberi vardı.

“Ryleiris!”

Ryner’ın büyüsü henüz çocuğa temas edemeden, tamamen ortadan kayboldu.

Filler, Rylei’nin yüzündeki öfkeyi görebiliyordu. “Te, teşekkür ederim usta.” Dedi. Yaptığı büyü çemberinin çok farklı bir büyü çemberi olduğunu görebilmişti. Fakat farklılığın ne olduğunu algılayamayacak kadar toydu.

“İçeri gir, Filler.” Dedi. “Bu adamı şu an ya da gelecekteki herhangi bir zamanda yenebileceğini düşünmüyorum.”

Filler şevki kırılmış bir şekilde içeriye yürüdü. Bu ellili yaşlardaki ihtiyardan, kimi zaman nefret ettiğini düşünmüyor değildi. Ama hep bir şey olur, yine bu adamı hayranlıkla takip etmeye devam ederdi.

“Seni hangi rüzgar buraya attı, Ryner? Ne kadar nankör bir adam olduğunu bir de gözlerimle görmemi mi istedin?”

Ryner’ın yüzü hala gülüyordu. “Sen ve senin gibi sıradan insanların bana konuşmaları bile yeterince cüretkar. Meydan okumak da neyin nesiymiş! O çocuk bunu hak etmişti.” Dedi.

“Onun cüretkarlığı genç oluşundan kaynaklanıyor Ryner. Ama senin cüretkarlığını hafifletecek en ufak bir kalıp bile uyduramıyorum.”

“Sana karşı nefretim asla dinmeyecek ihtiyar.” Ryner’ın gülümseyişi bir sırıtma haline dönüşmüştü. “Az önceki büyü. Demek hep gizli bir silahın vardı.” Bir kahkaha attı.

“Nasıl böyle bir insana dönüştün, Ryner?” dedi Rylei. “Güce olan hırsın seni kör etmiş.”

“Bana doğuştan verilen bu gücü kullanmanın nesi yanlış ihtiyar! Dinle. Ortagarth’dan aldığım ender bulunan cinsten büyülü bir kitapta, çok değerli bir bilgi vardı. Bunun doğruluğu ile ilgili olarak sana danışmak için geldim.”

Rylei, adamın delirmiş gibi bakan yüz ifadesini görmezden gelerek dinlemeye devam etti.

“Kitapta, aynı kandan olup bu güce sahip olan insanların, birbirleri için büyük tehlike arz ettikleri yazıyordu. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun?”

Rylei şok içinde Ryner’a bakmaya devam etti. “Bu konuda bir şey bilmiyorum, Ryner.” Dedi.

"Emin misin?" diye sordu Ryner, yeniden. İhtiyar sadece kafasını sallayarak geçiştirdi.

"Şimdi izin verirsen işime dönmek istiyorum." dedi.

“Böyle söyleyeceğini tahmin ediyordum.” Ryner'ın sırıtışı, şimdi tüm suratına yayılmıştı. Ellerini havaya kaldırdı.

Bir anda garip bir karanlık dağın eteklerine indi. Yağmaya devam eden kar taneleri siyahlaştı. Amansız bir kan kokusu, tüm vadinin üstüne çökmüştü.

“Soruyu değiştiriyorum ihtiyar. Tam olarak kaç kişiyi öldürdüğümde konuşacaksın?”

Ryner’ın çıldırmış yüz ifadesi ve takındığı o sırıtış, Rylei’nin tüm tüylerini diken diken etmeye yetmiş de artmıştı bile...
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 05 Şubat 2014, 08:40:26
Türkiye'de anime yapılsa (ama adam akıllı tabi, sırf yapalım olsun diye değil, güzel çizimlerle falan) anlıyorum ki çok da iyi senaryolar çıkar. İnanın anime izler gibi okuyorum yazdıklarınızı. İskelede bir sürü kaliteli yazar ve beğenip iştahla okuduğum öykü var ve sizin öykünüz de bunlardan birisi.

Lyner'ın savaşlara bakış açısını kendi bakış açıma benzettim. Filler da güzel cevap verdi fakat her ne olursa olsun silah yok, savaş yok demek gerekiyor :D Mesajlarıyla, öyküleme yanıyla, konuşmaları ve aksiyonuyla çok keyif aldığım bir seri. Elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: grikunduz - 05 Şubat 2014, 10:15:46
Heyecanla devam eden bir öykü. Immortal'ın anime benzetmesi gerçekten oturmuş. Devamını merakla bekliyorum.

Ayrıca karakter tanımlamalarına daha derin girseydin daha zevk alınacak bir hikaye olduğunu düşünüyorum.

Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 05 Şubat 2014, 21:09:39
Bölüm 7 – Dönüş

Yaklaşık bir haftasını aldı, ama Lyner sonunda varmıştı. Hun dağlarının dibindeki Rylei ustanın evi açıklıkta kaldığı için, birkaç kilometre uzaktan dahi belli belirsiz seçilebiliyordu. Çok değil, daha birkaç ay önce ayrılmıştı buradan. Burayı sevdiğini anlaması için önce ayrılması, sonra yeniden dönmesi gerekiyormuş demek ki.

Buraya ilk geldiğinde, her şey pek sessizdi. Sürekli Rylei onu bahçe işleriyle oyalar, fakat o yalnız başına oyunlar icat edip oynardı. Rylei sürekli uyur ve aylaklık ederdi, Lyner’ın huylarını kimden aldığı belliydi. Lyner dağa tırmanmıştı bir keresinde. Sürekli uçsuz bucaksız ovada koşuşturmuş, çocukluğunun hakkını yalnız büyüyen birine göre iyi vermişti. Neden sonra birkaç genç de geldi. Lyner sürekli onlara yaramazlık yaptı, zira kendisinden büyük oldukları için onunla oynamıyorlardı. Rylei aslında eğitmenliğine bir son vermişti, lakin bu genç çocuk yüzünden, birkaç sene daha devam etmenin yarar sağlayabileceğine kanaat getirmişti. Onlar mezun olduktan sonra yenileri geldi. Bu kez büyüdüğü için, gelenler yaşıtıydı ancak, oyun zamanı çoktan geçmişti.

Lyner at arabasını evin önünde durdurdu ve içeri girdi. Kapıyı çaldı. Açan olmamıştı. Israrla çalmaya devam etti.

Rylei neredeyse yetmiş yaşını buluyordu, ama saçları gürlüğünü korumuş, sadece beyazlamışlardı. Yüzü sivriydi. Hafif de olsa alnında kırışıklıklar başlamış, yaşlandığını yavaş yavaş gösteriyordu. Kapıyı açıp Lyner’ı görmeyi beklememişti yaşlı adam.

Derin bir iç çekti.

“Senden bir türlü kurtulamayacak mıyım ben?” Dedi. Fazla aksi bir hoş geldin olmuştu bu. “Neyse, içeri gir. Çay yapmıştım.”

“Şu yatağı değiştirdin mi?” diye sordu Lyner içeri girerken.

İhtiyar kapıyı kapatıp “Hangi yatak?” dedi. “Sert olan mı? Hayır. Sanmıyorum.”

Lyner kendine bir yer bulup oturdu.

“Sana bir mektup gönderdi.” Dedi. “Filler. Komutanım oydu. Benim orduya katılmadan önce bir süre daha burada kalmamı söyledi.”

“Ah lanet olsun, emekli oldum artık ben!”

İhtiyar hışımla mektubu aldı. Üstündeki mühür henüz açılmadığını gösteriyordu. Hoyratça mektubu yırtıp sabırsız bir şekilde kendine oturacak bir yer buldu.

İhtiyar, mektupta yazanları dikkatli bir şekilde okudu. Piposunu yakmış, açıkça mektup üzerinde hayli kafa yormuştu. Lyner mektupta ne yazdığını sormadı, zira bilmesi gereken bir şeyse, bir şekilde kendisine söylenecekti.

Rylei şimdi bir kahkaha atmıştı.

“Mektuba bir fıkra mı eklemiş?” dedi Lyner. “Filler’dan da bu beklenirdi.”

Rylei’nin kahkahası silikleşip yüzünde sönük bir gülümseme kalınca konuşmaya başladı.

“Senin farklı biri olduğunu ve eğitime ihtiyacın olduğunu söylüyor.” İhtiyar piposundaki tütünü yenilemek için köşedeki bir kutuyu alıp açtı. Bir miktar tütün yerleştirip yeniden yaktı. “Bunun dışında söylediklerini bilmen gerekmiyor. Her neyse. Geri dönüp bilmen gereken her şeyi öğrettiğimi söyle.”

“Beni ölüme yolluyorsun ihtiyar.” Dedi Lyner. “Dışarıdaki dünyada büyünün nasıl işlediğini gördüm. Çift üçgenli büyü şeritleri Leon imparatorluğunun amirallerinden Noa’ya çizik dahi atmıyordu.”

İhtiyar yüzüne korkutucu bir ifade yerleştirdi.

“Öğrettiklerime minnettar olan herhangi bir öğrenciye ne zaman rastlayacağım ki ben! Her biriniz güçlü olma isteği ile egolarınıza yenildiniz. Neden öğrettiklerimle yetinmek yerine bu şekilde karşıma dikiliyorsun!” İhtiyar sinirlenmişti. “Sen üç üçgenli büyü şeridi kullanamazsın Lyner! Sıradan bir büyü çemberiyle dahi anormal bir enerji harcıyorsun. Dengesizsin! Kullanacağın enerji miktarını ayarlayamıyorsun. Üç üçgenli kontrolsüz bir element büyüsü ile kendine zarar vereceksin. Başkalarına da zarar vereceğini söylemiyorum bile, zira büyü zaten zarar vermek için kullanılır değil mi?”

“Yanılıyorsun.” Dedi Lyner. “Birincisi, ben daha güçlü olmak falan istemiyorum. Egolarıma yenik düşmedim. Benim bu hayattan tek beklentim bir yerlere oturup aylaklık etmekten fazlası değil. Bana yaptıkların için sana hep minnettar oldum ihtiyar. Bunu anlaman için dile getirmem mi gerekirdi? Bana büyü öğretsen de, öğretmesen de, seni seviyor ve sayıyorum. Ama yanılıyor oluşunun bir sebebi daha var. Büyü zarar vermek için kullanılmaz. Büyü, sadece değer verdiğimiz şeyleri korumamız içindir! Güçlü olanların güçsüz olanları yok ettiği değil, koruduğu bir ülke hayal ediyorum ben!”

İhtiyar, Lyner’ın yüzüne dikkatlice bakmaya devam ediyordu.

“Filler bana çok önemli bir şeyi fark ettirdi. Ben, insanları seviyorum. Aylaklık etmeyi tercih ederdim tabi. Beni daha güçlü bir hale getirmeseniz dahi umurumda olmayacak. Ama öğretseydiniz ve değer verdiğim şeyler için savaşsaydım, iyi olurdu.”

İhtiyar ne diyeceğini bir an bilemedi. Onu kalbindeki karanlıktan kurtaran, Lyner’ın en son söyleyecekleriydi.

“Kendine haksızlık ediyorsun ihtiyar! Babam ve onun gibi birkaç çürük elma yüzünden, kendini ve kalan sağlıklı elmaları suçluyorsun. Oysa babamı bir canavar yapan sen değil, kendi yaşantısıydı. Onu eğittiniz evet, ama aynı zamanda sizin öğretilerinizle oğlunu koruyabilen ve gözü açık gitmeyen bir anneyi de eğittiğinizi ne çabuk unuttunuz? Ülkesinin masum insanları için kendini hiç düşünmeden siper edebilecek bir adam olan Filler’ı da siz eğitmediniz mi? Annemin ölmesine sebep olan o adamın yolundan mı gideceğimi sanıyorsun? Bana babalık eden o değil, sen olmuştun.”

Söylemek istediklerini bu kadar net ifade eden bir kimse değildi, dolayısıyla Rylei’yi pek şaşırtmıştı bu sözleri.

“Madem öyle, şimdi beni iyi dinle evlat.” Dedi.  “Sana ileri seviyede büyü eğitimi vereceğim. Babana bile beş ve altı üçgenli büyü çemberini öğretmemiştim. Sana bunu da öğreteceğim. Ama öncelikle, enerjini doğru bir şekilde harcamayı öğrenmen gerekiyor.”

“Sen beş ve altı üçgenli büyü çemberini kullanabiliyor musun?”

“Sözümü kesme! Dinle, üç üçgenli büyüyü öğrenmende bir sıkıntı yok. Ama dört üçgenli büyü çemberini kullanamazsın. Çünkü o tip insanlar özeldir ve sende öyle bir güç yok. Beş ve altı üçgenli çemberlerden de sadece bir tanesini öğreneceksin, çünkü her ikisini de öğrenirsen herhangi birinde ustalaşman neredeyse imkânsız olur. Ben ikisini de öğrendiğim için, herhangi birinde ustalaşamadım ve sahip olduğum enerji bu büyüleri sürekli kullanmama yetmiyor. Ama senin enerji konusunda bir sıkıntı çekeceğini sanmam. Zira gözlerin seni bu konuda tam bir canavar yapıyor.

Bu yaptığın konuşmayı zamanında baban yapsaydı, ona bu büyüleri öğretmezdim. Zira onun kalbindeki karanlığı içten içe seziyordum.” Gülümsedi.  “Zaten, onun gözleri ile seninkiler birbirinden çok farklı. Babanın seni öldürmek istemesinin bir sebebi vardı. Bu gözlere sahip olan ve aynı kandan gelen iki kişinin birbirlerine karşı tehlikeli olduğunu biliyordu, ama sebebini bilmiyordu. Sana sebebini söyleyeceğim.

Aynı kandan gelip bu kızıl gözlere sahip olan insanlardan biri diğerini öldürdüğünde, kızıl gözler özelliklerini değiştirir. Bu gözlere sahip olan insanlar çok sevdikleri birini kaybettiklerinde ölmeye mahkûmdurlar. Bu gözlere koruyucu meleğin gözleri denmesinin sebebi budur. Bu gözlere sahip olanların görevi, sevdiklerini korumaktır ve başarısız olduklarında gözler onların ölümüne sebep olur. Babanın kalbindeki karanlığı görmeme rağmen ona güvenmemin sebebi de buydu. Lakin kuşkusuz baban anneni çok seviyordu ki, annen ölünce babanın gözleri etkisini göstererek onu öldürdü.

Tam da bu noktada, senin gözlerin kimlik değiştirdi. Çünkü her ne kadar babanı öldüren sen olmasan da, orada bulunma sebebi sendin. Dolaylı yoldan ölmesine sebep olduğun için, senin gözlerin kimlik değiştirdi.”

Lyner şok olmuş bir şekilde Rylei’ye bakıyordu.

“Gözlerim kimlik mi değiştirdi?”

“Evet. Gözlerin ilk başta Yuu, Koruyucu meleğin gözleriydi. Şu an Zea, Tanrı’nın armağanına dönüştü. Eğer babanı isteyerek öldürseydin, gözlerin Zula, Şeytanın Muskasına dönüşürdü ve tamamen farklı bir şey olurdu, ki bu çok kötü bir durumdur. Sana ileri seviyede büyü öğretmeyi kabul etmemin sebebi de bu. Çünkü senin gözlerin, kuşkusuz ilk şekline göre sana çok daha büyük bir güç veriyor,  ama herhangi birini öldürmen durumunda senin ölmene sebep oluyor. Şimdi sana neden güvenebildiğimi anlıyor musun? Çünkü sen kimseyi öldüremezsin.”

Lyner ifadesiz bir şekilde adamın yüzüne bakıyordu.

“Ne yani, sırf gözlerimin ismini sevdiğin için mi eğitmeyi kabul ediyorsun. İşte bu tam da senden beklenecek bir davranış.”

Rylei bazen Lyner’ın aptal olduğunu düşünürdü.

“Her neyse, seni eğitmeye başlamamdan önce, sana bir görev vereceğim. Başarısız olursan eğitmekten vazgeçerim.”

Lyner somurtmaya başlamıştı.

“Bu işin sonunda bir şey çıkacağı belliydi.”

“Hardem köyüne evin birkaç ihtiyacı için gittiğim sırada, geceleri ortaya çıkıp köylüleri rahatsız eden bir yaratıktan bahsettiler. Bu olayın üstünden üç gün geçmiş olmalı. Gidip bir bakmanı istiyorum. Görelim bakalım insanları korumaya ne kadar istekliymişsin.”

Yaşlı adam hemen sonra içeriye geçip kendini yatağına attı.

Lyner bu uzun yolculuğun ardından yorulmuştu. Akşama kadar uyuyup köye akşam gitmeye karar verdi. Hardem köyü, dağın hemen arkasında kalan, buraya en yakın köydü ve çocukluktan beri ihtiyarla sürekli gittikleri bir yerdi. Zaten yaratık gece ortaya çıkıyorsa, gece gitmek daha mantıklıydı.

Önce dağın girişindeki sıcak su kaynağına gidip biraz temizlendi ve kendini yordu. Sonra eve dönüp, sağlam bir uyku çekti.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Stormholder - 06 Şubat 2014, 03:19:16
Gozlerin kimlik degistirme olayini tuttum baya. Bunu belirtmek istedim. Kurguda eksik bir taraf bulamadim. Yalnizca 5. bolumde bir cumleye (“Jasi!” diye haykırdı Noa. Neden sonra, etraf bir anda zifiri karanlığa dönüştü.) takildi gozum. Iyi gidiyoruz devam boyle :)
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 06 Şubat 2014, 08:38:10
Stormholder'a göz kimliği konusunda katılıyorum. İlginç ve güzel bir detay. Kurgunuz da gittikçe detaylanıyor.

Nedendir bilinmez baya sevdim bu öykünüzü. Hele bu bölümün sonlarına doğru "aha da görevler geliyor" gibi ciddi ciddi heyecanlandım yahu   :uhe

Sanırım tam bana hitab eden cisnten bir tarzı ve ilerleyişi var. Yeni bölümü de sabırsızlıkla bekliyorum. Elinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 06 Şubat 2014, 12:52:06
Yeniden çok çok teşekkür ediyorum.

Stormhold, bahsettiğin Jesi bir illüzyon büyüsüydü. O kısım pek hızlı geçtiği için ufak bir aksaklık yaşanmış olabilir. Okuyup yorumladığın için ayrıca teşekkür ediyorum.

M.K. Immortal, bu tip yorumlardan sonra ben de en az senin kadar heyecanlanıyorum doğrusu. En başından beri hikayeyi takip ediyorsunuz ve yaptığınız yorumlarla beni yazmaya daha da teşvik ediyorsunuz. Size de ayrıca teşekkür ediyorum.

Edit: Ben daha çok bundan sonraki bölümde heyecanlandım ki, o da geliyor şimdi u.u
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 06 Şubat 2014, 13:11:19
Bölüm 8 – Gaélo

Lyner Hardem köyünün güneyine ayak bastığında, gece yarısına yaklaşıyordu. Herkes evine kapanmış, pek çoğu uyumuştu. Lyner atını bulduğu ilk ağaca bağlayıp, köyün boş sokaklarında sözde yaratığı aramaya koyuldu.

Aslında korkuyordu. Yalnız başına olmak Lyner’a göre değildi belki de. Kesinlikle yalnız başına bir şeylerin peşine düşüp gizemli bir şekilde insanlara yardım eden garip kahramanı oynamak onun kaldırabileceği türden bir şey değildi.

Sokakları benjamin ağaçları süslüyordu ve birçok ağacın yerdeki yaprakları iç içe geçmiş, rüzgardaki hışırtıları bir melodi gibi tüm köyü içine işliyordu. Bazı evleri kiraz ağaçları süslüyor, mevsimin ve gecenin soğukluğuna meydan okuyormuş gibi dimdik bir şekilde aya bakıyorlardı. Havada yarım ay vardı, her şeyi bir o kadar daha silikleştiren bir loşluk yaratıyordu.

Lyner buraya kadar gecenin bir yarısı kalkıp gelmişti ve en ufak bir ipucu dahi bulmadan ayrılmayı düşünemezdi. Ev sakinlerinin kapılarını çalabilirdi, ama bunu yapmak için birkaç saat önce gelmesi gerekirdi. Heyecanla etrafta dolanmaya devam ederken, birinin kendisine seslendiğini işitti.

“Kimsiniz?”

Lyner arkasına döndüğünde, on üç - on dört yaşlarında olduğunu tahmin ettiği bir kız çocuğu siluetini gördü.

“Ah, ben sadece bu köyde bir şeyler olduğunu duymuştum ve…” Lyner utanarak kafasını kaşıdı. Kelimeleri seçmekte zorlanıyor gibiydi. Çocuk onun sözünü kesmişti.

“Siz kralın askerlerinden misiniz? Oh, hiç gelmeyeceğinizi sandım! Sadece siz mi varsınız?”

“Evet. Yani hayır, ben…”

Çocuk yaklaştıkça, kısa altın saçlı, iri gözlü bir kız olduğunu fark etti Lyner. Minyon bir tipi vardı kızın ve elmacık kemikleri pek belirgindi.

“Oh, o halde hayli güçlü olmalısınız. O hep gece yarısı ortaya çıkıyor. Fakat sizi görmesini istemezsiniz. Buraya saklanın, gelin.” Çocuk bir evin bahçesindeki ot yığınını gösteriyordu. “O neredeyse burada olacak.”

Lyner ödlek adımlarla kızın gösterdiği yere ilerledi. Çömelerek ot yığınının içine saklandı. Çocuk da hemen yanına saklanmıştı.

Sadece on dakika kadar beklediler, ama bu on dakika Lyner’a bir kabus gibi geldi. Lakin asıl kabus, on dakika sonraydı.

Yaratık yere ayak bastığında, Lyner yerin titrediğini hissetti. Bu, hayatında gördüğü en büyük şeydi sanırım. Dört ayağının üstünde duruyordu. Yeşil, kalın derisi, parıltılı pullarla bezenmişti. Vücudunun yarısı uzunluğundaki kuyruğu, kalından başlayıp inceliyor, kuyruğunun ucundaki sivri kısımdan ise yeşilimsi bir alev gözleniyordu. Kanatları açıkken, vücudunun uzunluğundan daha uzun oldukları görülebilirdi. Kalın lakin uzun bir boynu vardı ve başı bir timsahınkini andırır nitelikteydi.

Yaratık bir anda yere konmuş, varlığını en ufacık dahi hissettirmemişti.

“Çok güzel, değil mi?” dedi çocuk. Gülümsüyordu. “Bize zarar vermiyor. Ama her gün ağaçlardan birini söküp götürüyor.”

Lyner ise hala şok içindeydi.

“Bu... Bu… Bunlar gerçekten varlar mıymış?” dedi. Doğrusu yaratık dendiğinde korkmuştu evet, ama bir ejderha görmeyi o da beklememişti.

Çocuk saklandığı yerden dışarı atıldı.

“Hey! Hey! Artık ağaçları götüremeyeceksin! Burada çok güçlü bir asker var!”

Çocuk bağırıyordu. Ejderha çocuğu görünce paniklemiş, hemen birkaç adım geri gitmişti. Yüzü Lyner’a pek endişeli göründü. Fakat Lyner, çocuğun yaptığı bu ani hareketten dolayı korkmuş, hemen kendini çocukla ejderha arasına atmıştı bile.

“Bize zarar vermek istediğini sanmıyorum” dedi Lyner. “Baksana, korkmuş görünüyor. Bence hemen evine gidip biraz uyumak falan isti…”

Lyner’ın sözleri yarım kaldı, zira ejderhanın ağzıyla oluşturduğu yeşil enerji topunu son anda görebildi. Yaratık ağzını açmış, ağzında toplanan enerji gittikçe büyümüş, görkemli bir hal almıştı.

Enerji topu tamamlandıktan sonra, son derecede hızlı bir şekilde Lyner’a doğru ilerledi. Lyner hemen kendine bir kalkan oluşturmuştu.

Lyner’ın çift üçgenli büyünün bir ürünü olan kalkanı, üç üçgenli bir büyü halkasından çıkan büyüyü dahi birkaç saniye tutabilmişti daha önce. Lakin, enerji topu daha henüz kalkana çarpmıştı ki, kalkanı tamamen parçalara ayırdı. Lyner, o sırada, saniyenin onda biri hızla, kendini başka bir yere ışınlayarak, saldırıyı son anda atlatabilmişti. Enerji topu yere çarptı ve çarptığı yerde derin bir iz bırakarak orayı tamamen kül etti.

Olay çocuğun yakalayamayacağı kadar hızlı olduğundan, kız çocuğu Lyner’ın ezilip tamamen kül olduğunu sanmıştı. Kalbine yerleşen korkunun ismi, ölüm korkusuydu. Fakat bu korku onu delirtmeden önce, hemen yanındaki Lyner’ın sesini duydu.

“Endişelenme, ben iyiyim.”

Çocuk anlam veremedi, ama bu olay, Lyner’a sonsuz güvenmesine neden oldu. Hoş, ne yazık ki, Lyner’ın bu tip bir yaratığa karşı ne yaparsa yapsın başa çıkamayacağını kendi de bilmiyordu.

“Sen ışınlanabiliyor musun?” diye sordu çocuk.

“Evet.”

“Vay! O halde hiç yürümene gerek yoktur. Dünyanın her yerinde bir anda bulunabilirsin!”

“Bunu yapamam!” dedi Lyner. “Bende senin gibi yürümek zorundayım. Bu büyü benim için bile çok enerji harcıyor.”

Lyner doğru söylüyordu. Sıradan büyü kullanıcıları ışınlanma büyüsünü kullandıklarında vücutları kanar ve hayatları kısalırdı. Lyner’ın hayatı kısalmıyordu, ki bu büyüye çocukken maruz kalmasından dolayıydı, ama bu büyü için büyü enerjisi harcaması gerekiyordu. Üstelik gözleri ona olağanüstü bir enerji kaynağı sağlasa da, bu gücü tam olarak kullanmayı bilmeyen Lyner, en fazla iki yüz metre uzağa gidebilmişti ve bunu arka arkaya dört kereden fazla tekrarlayamamıştı. Yani ejderhanın saldırılarından sadece birkaç kere kaçınabilirdi.

Bir anda Lyner korkuya kapıldı. Şimdi yanında bir küçük çocuk vardı ve onu korumak zorundaydı.

Önce güçlü bir yıldırım saldırısı denedi. Saldırı ejderhaya temas etmiş, lakin hayvan gıdıklanma derecesinde dahi saldırıyı hissetmemişti. Derisi adeta demirdendi! Hemen sonra illüzyon yapmayı denedi, ama yaratık illüzyona yakalanmanın yanından bile geçmedi.

Lyner’ın duyduğu korku delilik derecesine ulaştı. Kendinin bile anlam veremediği şeyler yapmaya koyuldu. Dengesizce saldırmaya, yaratık bunlardan etkilenmedikçe delirmeye devam ediyordu.

Saldırmaktan vazgeçip yere çömeldiğinde, yaratık saldırmaya hazırlandı. Kız çocuğu, Lyner’ın yaptığı her hamlenin başarılı ve mantıklı olduğunu sanıyor, sanki bir spor mücadelesi izlermiş gibi havaya sekerek, neredeyse tezahürat ediyordu.

Yaratığın saldırısı Lyner’a çarpmadan önce, ihtişamlı bir ses gökte çınladı.

“Isairis!”

Siyah çubuklar bir yerlerden gelip ejderhanın etrafına çakıldılar. Ejderhanın saldırısı yarım kalmıştı. Hemen sonra, çubukların üstüne siyah, dikdörtgen bir plaka kapandı ve resmen bir kafes oluşturdu. Ejderha gecenin karanlığında gökleri çınlatan, tiz bir çığlık kopardı. Kafese vurdu, lakin kafes en ufak dahi yerinden oynamadı.

“Ah, bir genç. Yeşil bir tanesini görmeyi ummuyordum.”

Lyner ardına baktığında, siyah paltolu bir adam gördü. Beyaz uzun sakalları ve beyaz uzun saçları birleşmiş, ahenk içinde karnına kadar devrilmiş bir adamdı. Yüzündeki kırışıklıklar o yaklaştıkça daha da belirginleşiyor, adamın yaşını ortaya koyuyordu.

“İyi bir mücadele verdin genç çocuk.” Dedi adam. Siyah gözleri parıldıyordu. Zayıftı, lakin göbeği vardı. İçkiden olduğu gayet belli oluyordu. “Adın nedir?”

“Lyner, efendim. Hayatımı kurtardınız. Teşekkür ediyorum.”

“Ah, o mu? Önemli bir şey değildi.”

Lyner, adamın kullandığı büyünün açıkça çok farklı bir boyutta olduğunu görebiliyordu.

“Bu, pek tanıdık bir isim. Önemli biriyle benziyor ismin. Ama aynı değil. Her neyse. Bu ejderhayı ben alıyorum. Bunu hak ettim değil mi?”

Lyner, bu ejderhayla ne yapacağını sormak istemişti adama. Lakin bir sebepten sormadı.

“Benim ismim Gaélo.” Dedi.

Lyner bu ismi pek iyi biliyordu. Az önce, Resdan imparatorluğunun kralı ile tanışmış olmuştu.

Sonra hem kral, hem de ejderha ortalardan kayboldu. Geriye, şaşkın bakışlar içindeki Lyner ve küçük kız kalmıştı.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Quid Rides - 06 Şubat 2014, 14:36:08
M.K. Immortal'ın dediği gibi okurken bende anime etkisi yaptı. Hatta anime ile yakın zamanda haşır neşir olduğumdan karakterleri aklımda canlandırmam sorun olmadı zira karalterlerin bir çoğunu izlediğim animelerdeki karakterlere benzettim. Tebrikler. :D

Lakin sorularım var cevaplarsan mutlu olurum.

Rylei nasıl telaffuz ediliyor? Ben kendim okurken hep One Piece te Gol D. Roger'ın yardımcı kaptanı Rayleigh ismi gibi telaffuz ediyorum. Son bölümde yaptığınız Rylei tasviride aklımın bu doğrultada kaymasını kolaylaştırdı.

İşin içine büyüler vs. gibi şeyler girince aklımda Full Metal Alchemist'in Edward karakteri geliyor. Gerek babasının gizemli bir karakter olması da bunu etkileyen şeylerden.

FMA da ülke kralı kötüydü bu arada. Bir benzerlik daha.

Son bölümdeki ejderha tasviri ise bena Pokemondaki charizardı cağrıştırdı aklıma yeşil bir charizard geldi diyebilirim. Hatta Lyner'ın onu yenememesi, ejderhanın çok güçlü olması da cabası. He birde ağzı timsah gibi deyince dahada kuvvet kazandı bu durum.

Gözler ise direk Narutoda geçen gözlerle bağlantı kurmama neden oldu.  Orada Akatsukinin lideri Painin gözleri özeldi hatta tanrının gücü mü gözü mü öyle bor şeyler deniyordu o gözler için. (Baya uzun zaman oldu tam hatırlayamıyorum kusura bakmayın.)

Işınlanma meselesi ise Asteriks ve Oburiksi getirdi aklıma. (Kazana düşme meselesi :D)

Güzel harman olmuş. Hikayenizin devamını dilerim. Umarım sizi incitecek bir şey yazmamışımdır. Ben yazarken (sanırım yazan herkes için bu böyledir) bir yerlerden etkilenirim ve ben yazdığım herhangi bir hikayede bu etkinin başkası tarafından farkedilmesini isterim. Bu sebepten ötürü ben, hikayeyi okurken.bana çağrışım yapan şeyleri yazma gereği duydum. Hiç bir kötü niyetim yoktu. :D Tekrar söylüyorum umarım kırıcı olmamışımdır.

Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 06 Şubat 2014, 17:59:39
Hayır kesinlikle kırıcı olmadınız.

Rylei, Raylei olarak okunuyor. Aslında Rylei karakterini Kill Bill filmindeki o ihtiyar ustayı düşünerek yaratmıştım. One Piece'i çok severek izliyor ve hala takip ediyorum ama oradaki Rayleigh karakteri aklımın yakınından dahi geçmedi. İsimlerin okunuşunun aynı oluşu çok sağlam olmuş gerçi, bilinçaltımdan mı kopup gelmiş bilemiyorum.
 
Bahsettiğiniz FMA'nin ilk sezonunu seyretmiştim. Bir sebepten beni aşmadı ve ileriye götüremedim. Çok eski bir zamandı ve konuyu dahi unuttum açıkçası. Büyü sistemini oradaki simyaya benzetmeniz beni şaşırttı. Pek alakaları yok maalesef ki. Bunu büyü sisteminin derinliklerine girdiğimde - ki yavaş yavaş girdik aslında - daha iyi anlayabilirsiniz.

Ejderha ise mistik bir ejderhadan öte değil. Onu Chalizard'a benzettiyseniz bunu benim tanımlama konusundaki başarısızlığıma bağlayıp onu normal bir ejderha olarak düşünmenizi isterim. Orta çağın bağrından kopup gelmiş, normal bir ejderha olarak.

Naruto konusuna gelirsek, bahsettiğiniz gözler Rinnegan ve şu aralar o gözlerin sırlarını açıklıyor anime güncelde. Çok pis spoiler vermek istiyorum şu an :D Sadece şunu diyeceğim, Rinnegan olayı o kadar karmaşık ve mükemmel bir senaryonun örneğidir ki, benim yarattığım Tanrı'nın hediyesi o senaryoyla kıyas dahi kaldıramaz. Doğrusu henüz ben de bu gözleri tam anlamıyla tasarlayamadım, fakat aklımda birkaç fikir var ki ileride sürprizlerle karşılaşacağınızı söylemem gerekir.

Asterix ve Oburix ile alakalı da pek bir bilgim yok açıkçası. :D Okuyup yorumladğınız için teşekkür ederim.

Edit: Sadece FMA'de değil, kainattaki tüm monarşik hikayelerde ve hatta gerçekte, hep bir kötü kral oluyor zaten :D
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 06 Şubat 2014, 18:29:58
Kuyruktaki alev konusunda ben de bir yerden tanıdık diye düşünürken Quid Rides tam yerinden vurmuş :D Yine de Death Symbol'un ejderhasının kendine has yanları var.

FMA'yı tamamen izlemediyseniz bu arada, anime sevdiğinizi öğrendiğimden kesinlikle izlemenizi öneririm. Orada da simya adı altında aslında büyü yapıyorlar diyebiliriz. Ama daha önceden de dediğiniz gibi bir çok animede büyü sistemi çember içinde semboller olarak yapıldığı için bunu direkt FMA'ya benzetmek yanlış olur. Ve babasının oğlu şeklindeki göndermeler çooook daha eskilere dayanır.

Animeye benzetmemizin sebebi onlardan esinlenmeler olması zaten. Ama asıl nokta sizin kurgunuzda yatıyor. Tüm animeler de bakarsanız birbirlerine benzerler. Hele ki çizimleri. Saçlarını ve göz renklerini çıkardığınızda tüm anime karakterleri neredeyse birbirinin aynısıdır mesela :D O yüzden bu benzetmeleri birer eleştiri olarak almayınız. Siz kurgunuzla okutuyorsunuz öykünüzü ki zaten en önemli etken de bu olmalı.

Asterix ve Oburix benzetmene çok güldüm bu arada Quid Rides :D Lyner kazana düştüğü (bu durumda annesinin büyüsüne düştüğü dersek daha doğru olur) için ışınlanıyor yani :D

Öykü son kısma kadar sıradan ilerledi fakat son noktada "hadiii" gibi bir tepki verdim. Yine devamını merakta bırakacak bir son olmuş. Ama beklentim daha çok Herkül'ün 12 görevi misali bir yere gidip zorluklarla karşılaşıp onu alt etmesi yönündeydi. Fakat bu bölümün sonu tüm beklentimi değiştirip "acaba şimdi ne olacak" sorusuna bıraktı.

Tekrar elinize sağlık.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 06 Şubat 2014, 20:25:30
Bölüm 9 – Eğitim Başlıyor

Lyner ancak öğlene doğru uyanabilmişti. İhtiyarın kendisini sabahın köründe uyandırmaması çok garip ve alışılmışın dışında bir durumdu. Lyner, akşam eve gelir gelmez koltuğun üstüne kendini atmış, sabah ihtiyar onu yara ve morluklar içinde bitap düşmüş bir halde görünce, uyandırmaya kıyamamıştı. Lyner’ın üstünü örtmüş, bir yandan da gerçekten zorlu bir şeylerle karşı karşıya kaldığını anlamıştı. Gururlanmıştı. Eve dönmesi, görevde başarılı olduğunu gösteriyordu.

Öğlene doğru, çiçeklerini sularken, Lyner’ın arkasında bittiğini gördü. Heyecanla dönüp çocuğa baktı. Yüzünde bir mutluluk gözetleniyordu.

“Başaramadım, ihtiyar.” Dedi Lyner. “Eğitilmeyi hak etmiyorum ben.”

Rylei tuhaf bir bakış fırlattı. “Ne demek istiyorsun? Yaratıkla ilgilenmeden kaçtın mı?”

“Hayır, hayır! Öyle değil. Sadece, o şey çok büyük ve güçlüydü. Onun gibi bir şeyi daha öne hiç görmemiştim. Sanırım bir ejderhaydı. Kaçmadım tabi, ama saldırılarım ona işlemiyordu ve fırlattığı o yeşil enerji topları kalkanımı un ufak ediyordu.”

Rylei, şok içinde çocuğu dinlemeye koyuldu. Bir ejderha, ancak çok güçlü büyülerle durdurulabilirdi. Ona neler döndüğünden emin olmadan böyle bir görev verdiği için kendini suçlamaya başladı.

“O çocuğu korumak için elimden geleni yaptım. Ama neredeyse koruyamayacaktım. Tam her şey bitmişti ki, o geldi.”

“Kim?” Rylei endişeyle dinlemeye devam ediyordu.

“Gaélo. Onu bir kafesin içine hapsetti ve ortalardan kayboldular.”

Rylei Lyner’ın üzgün yüzüne bakmaya devam ediyordu. Bu ismi duyunca şaşkınlık derecesi yükselmişti.

“Görevde başarısız falan olmadın Lyner. Benim verdiğim görev gidip ne olduğuna bakınmandı. O, senin yenebileceğin türden bir düşman değildi. Yüksek ihtimalle yavru bir ejderhaydı senin gördüğün. Yetişkin bir tanesiyle karşılaşsaydın yaşayabileceğini sanmıyorum. Ama o ejderha orada ne arıyordu ve Gaélo neden böyle bir yerde ortaya çıktı? Eğer o ejderha yetişkin olsaydı, Gaélo ardına bile bakmadan kaçardı, emin ol.” Yüzünü öfke bürüdü. “Ona hayatını borçlusun öyle mi?” dedi. Sinirden bir şeyleri yumruklamak istiyordu şimdi.

“Dinle Lyner. Eğitiminin yaklaşık iki yıl süreceğini tahmin ediyorum. Günün sonunda benim bile durduramayacağım bir güç yaratmış olacağım. Bunun karşılığında ben, o adama karşı en ufak bir sempati dahi duymanı istemiyorum. Dili fazla etkileyicidir, aklı da öyle. Senden haberi olursa himayesine katmak için elinden geleni ardına koymayacaktır. Ki zaten öyle olacak, bir asker olacaksın. Ancak, aklını ele geçirmesine izin vermeyeceksin. O adamın düşünceleri fazla hastalıklıdır. Kalbindeki zulmün kurbanı olmanı asla kabul edemem.”

“Benim ona duyduğum şey minnettarlık değil ihtiyar. Beni kurtaran kişinin o olmaması gerekiyordu, daha çok, sinir oluyorum bu durumdan.”

“Güzel. Seni iyi yetiştirmişim.”

Böyle bir durumda bile kendiyle övünebilen Rylei’ye ifadesiz bir bakış attı Lyner.

“Gidip bir yerlerde pinekleyeceğim.” Arkasını döndü ve ilerledi. Lakin arkasına döndüğü sırada tam karşısına dikilmiş bir şekilde yeniden Rylei’yi gördü. Bir an tırsarak geri adım attı.

“Ne yapıyorsun ihtiyar?” dedi.

“Sana enerjini har vurup harman savurmadan kullanmayı öğretiyorum. Beni takip et. Aylaklık edecek zaman değil.”

İhtiyar evden dışarı çıkıp bomboş arazide yürümeye koyulmuştu. Lyner onu izledi. Evden epeyi uzakta durdular.

“Şimdi iyi dinle, Lyner. Gözlerin kapalı bir şekilde, yaratabileceğin en güçlü şimşek saldırısını yapmanı istiyorum. Enerjinin son damlasına değin, hepsini harcaman gerekiyor.”

Lyner gözlerini kapatıp elini vücudunun önüne attı. Evden uzaklaşmalarının sebebi, sanırım önemli bir şeylere zarar vermemek içindi. Önce ne yapacağın bilemedi. Sonra, her zamanki gibi bir büyü çemberi yarattı. Sahip olduğu, gerçekten tüm enerjiyi, bir şimşek yaratmak için harcadı.

Yıldırım birkaç kilometre yol almıştı. Son derecede şiddetli bir büyüydü onun yaptığı. Sıradan bir büyücünün yapabileceği gibi değildi. Yıldırımın ardından sağlam bir ses geldi. Yer gök, büyünün görkemiyle sarsılmıştı.

Gözlerini açtığında, bir baloncuğun içinde olduğunu gördü. İçi enerji yüklü bir baloncuktu bu. Tüm enerjisini verdiği için yere çökmüş, kalbinde derin bir ağrı hissetmişti. Etrafını kaplayan baloncuğun ne olduğunu bilemedi. Nefes almakta zorluk çekiyordu.

“Bu bir enerji balonu” dedi Rylei. “Onu sen gözlerini kapattığın sırada yerleştirdim. Dinle. Büyü yaparken içindeki büyü enerjini kullanıyorsun, bildiğin gibi. Fakat harcadığın enerjinin bir miktarını kullanmadan dışarı atıyorsun. Enerjinin tamamını kullandığını sanıyorsun, ama göründüğü üzere çok büyük bir kısmını kullanmamışsın. Boşu boşuna dışarı vermişsin sadece. Ki bu büyük bir balon. Enerjinin neredeyse onda dokuzluk bir kısmını oluşturuyor. Kısacası gönderdiğin yıldırım, yapabileceğinin onda biri gücündeydi. Onda onluk enerji harcadın ama sadece onda birlik verim alabildin.

Yaptığın ikinci hata, Şimşeği fazla uzağa göndermendi. Açığa çıkarmadığın enerjini kontrol edemediğin gibi, açığa çıkardığın büyü formunu da kontrol edemiyorsun. O yıldırımı küçük bir mesafede uygulasaydın, o sıkıştırılmış enerjinin bir düşmana vereceği zararı hayal dahi edemiyorum.”

Lyner enerjisini geri kazanıyordu yavaş yavaş. Balonun içine doluşmuş enerji kendine geri döndü. Ve balon küçülerek vücuduna yapıştı.

“Sürekli aynı şeyi tekrar edeceksin. Balonun en az seviyede şişmesini ve aynı zamanda yıldırımın olabildiğine kısa bir mesafeye yayılmasını amaç edin kendine. Enerjin tükendiğinde çok acı çekecek ve hareket dahi edemeyeceksin, ama buna katlan. Bunu her gün, enerjin tükenene ya da sen tatmin olana değin yapmaya devam edeceksin. Tahminlerimce başarman aylar alacak, ama bir kere başardığında üç üçgenli büyü şeridini öğrenmen kolay olacaktır. Bu eğitimin sonunda, düşmanının kim olduğuna göre ne kadarlık bir enerji harcayacağını saptayabilecek, en ufak enerjini dahi boşa harcamayacaksın. Dolayısıyla çift üçgenli büyü şeritleri ile yaptığın büyülerin, sıradan bir büyücünün üç üçgenli büyü şeritleri kadar güçlü ve verimli olacak. Ama sakın gözlerin açık yapma bunu! Yoksa gözlerinin sana bahşettiği enerjiyi de kullanmış olacaksın. Dolayısıyla balon kaldıramayacağı kadar çok enerji ile dolacak ve patlayarak gerçekten de enerjinin boşa kaçmasını sağlayacak. Ayrıca gözlerin açıkken enerjinin tamamını bir büyüye vermen imkânsız olur.”

İhtiyar eve doğru yürümeye başladı. Bu eğitimi ilk kere bir öğrencisine uyguluyordu. Ölmeden önce, kendi ustasının öğretilerini aktarabilecek kadar güvenebileceği bir öğrenciye sonunda sahip olması, onu sevindirmişti.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 06 Şubat 2014, 23:42:19
Bölüm 10 – İkinci adım, çember seçimi

6 AY SONRA

Mevsim bir kez daha değişiyordu. Rylei ustanın evinin civarındaki ova yeşillenmiş, baharın gelişini gözler önüne seriyordu. Bugün Lyner’ın doğum günüydü ve yirminci yaşını artık tamamlamıştı. Bu, ciddi bir durumdu. Artık “On dokuz yaşındayım” diyemeyecekti. Yirmili yaşlara ayak basmış olmak hem başkalarının, hem de kendinin, onu bir yetişkin olarak nitelendirmesini sağlayacaktı. Lyner bu durumdan ötürü hafif buruk hissediyordu.

Bugün, Lyner’ın eğitimde yeni bir adıma geçeceği gündü aynı zamanda. Baloncuklarla geçen eğitimi fazla acı doluydu. Enerji kullanımı konusunda ilk başlarda fazla vasattı. İlk bir ay, balonun şişmesini az bile olsa engelleyememişti, ama yıldırımın mesafesini yarı yarıya kısaltmıştı. İkinci ay, balonun şişmesi az da olsa azalmış, yıldırımın uzunluğu da bir o kadar kısalmıştı. Her gün her gün enerjisi tükenene değin uğraşmış, enerjisi tükenince hissettiği o acı yüzünden bağırıp çığlıklar atmak istemişti. Fakat üçüncü ayın sonunda acıya olan direnci yükseldi. Baloncuğun şişme oranı da yarı yarıya inmişti.

En hızlı değişim, dördüncü ve beşinci aylar oldu. Beşinci ayın sonunda, bir seferde enerjisinin onda dokuzunu verimli bir şekilde kullanabiliyor, bunu yaparken yıldırımını elli metreye sınırlandırabiliyordu. Fakat büyük sıkıntı bu noktada başladı. Daha ilk seferde enerjisinin büyük bir kısmını başarılı bir şekilde kullanabildiğinden, bir günün içinde ikinci bir deneme şansını elde edemiyordu. Bu da eğitimin verimliliğini azaltmıştı. Lakin o, ısrarla çalışmaya devam etti.

Lyner altıncı ayın sonunda, nihayet başarıya ulaşmıştı. Enerjisinin tamamını verimli bir şekilde kullanabiliyor, bunu yaparken de yıldırımın uzunluğu on metre olabiliyordu.

Bu altı ayda çok fazla enerji harcadığından, enerjinin kendini yenileme süresi gün geçtikçe azalmıştı. Ayrıca, sahip olduğu maksimum enerji miktarı da epey gelişmişti. Saldırısının uzunluğunu hedefin bulunduğu yere göre ayarlayıp, tam bir verimlilik kazanıyordu. En ufak enerjiyi bile boşu boşuna salmaması ise bu eğitimin en önemli parçasını oluşturuyordu. Bunların, kendi farkında bile olmamıştı ama Rylei bunun çok iyi bilincindeydi. Eğer altı ay önceki hali ve şimdiki halini kıyaslasaydı, Lyner’in yüzde beş yüz oranında güçlendiğini rahatlıkla söyleyebilirdi.

Rylei ve Lyner, evin bahçesinde oturup çay yudumlarlarken, bu konuları konuşuyorlardı.

“İşin kolay kısmı geride kaldı Lyner” diyordu Rylei. “Üç üçgenli büyü halkasını öğreneceğiz ki bu yarım saatini dahi almayacak. Bu adım çok kolaydır.”

“Sadece yarım saat mi?” Lyner şaşırmıştı.

“Kesinlikle. Çünkü hâlihazırda bildiğin büyüleri sadece farklı bir çemberle yapacaksın. Sana yıllar önce öğretmiştim ben element ve kalkan büyülerini. Bilmen gereken ekstra bir şey yok.”

“Yani bir günde bunu öğrenip beş ve altı üçgenli büyü sembollerine mi geçeceğiz?”

 “Ne yani, Filler de mi bunu sadece bir günde öğrenmişti?” diye sordu Lyner.

“Filler’ın bunu öğrenmesi yıllar aldı, çünkü onu baloncuk eğitiminden geçirmemiştim. Bu eğitimden de kimseye söz etmeyeceğine bana söz vereceksin.”

“Usta, anlamıyorum.” Dedi Lyner. “Birkaç ayda daha güçlü olunacağı bir şekilde öğretmek yerine, neden yıllar içinde ve daha az güçlü olunacağı bir şekilde öğrettiniz bu büyüyü diğerlerine?”

“Sen anlamıyorsun, Lyner.” Dedi Rylei. “Şu an senin çift üçgenli büyü çemberin bile Filler’ın üç üçgenli büyü çemberinden daha güçlü oldu. Onu neden bu kadar güçlü yapacaktım ki? Herkesi bu kadar güçlü yapsaydım bunun ne anlamı olurdu?”

İhtiyar çay kâsesini yere koyup, eline çift üçgenli bir büyü çemberi yarattı.

“Aynısını tekrarla Lyner” dedi. Lyner’ın öğrendiği ilk şeydi bu. Bir büyü çemberi hazırlamak. Hemen aynısını tekrarladı.

“Bunu çağırmayı sana nasıl öğrettiğimi hatırlıyor musun? Sahip olduğun enerjinin serbest kalmasını sağlıyor ve bunun bir halka şekline bürünmesine izin veriyorsun. Diğer büyü halkalarını da aynı şekilde çağırıyoruz. Tek farkı, sahip olduğun enerjiyi dönüştürerek bunu yapacak olman. Enerji kontrolü iyi olmayan biri bunu yapmakta zorlanırdı ama senin bunu hemen yapabilmen gerekiyor. Enerjini agresifleştirirsen, üç üçgenli büyü halkası oluşur ve sadece element saldırıları yapabileceğin güçlü bir halkaya dönüşür. Eğer enerjini pasifleştirirsen, yine üç üçgenli bir büyü halkası oluşur ama bu kez sadece kalkan büyülerini yapabilirsin.”

Lyner, sahip olduğu enerjiyi saldırganlaştırmayı denedi. İlk başta başaramadı, ama yaklaşık on dakikalık bir uğraşla başarabildi. Bu kez, enerjisini tamamen pasifleştirmeyi denedi. Bunu da, daha erken bir süreçte uygulayabilmişti.

“Bu yeni gücü denemek ister misin?” diye sordu Rylei.

Lyner ayağa kalkıp uzak bir yere doğru elini sabitledi. Bir yıldırım büyüsü deneyecekti.

Enerjisinin onda birini bile kullanmadı. Lakin şu ana kadar gördüğü en muazzam şeydi. Yıldırım, muazzam bir şekilde elinden çıkıp birkaç metre ilerledi. Hemen ardından öyle kudretli bir ses geldi ki, tüm vadi bu sesle inlemişti. Muazzam bir sıcaklık ve enerji kaynağıydı bu saldırı. Lyner’ın tüyleri bile, bu korkunç güçten diken diken olmuştu.

“Bu birini öldürürdü” dedi Lyner.

“Bu büyünün bir amacı var. Enerjinin onda onunu harcayarak bile böyle bir güç açığa çıkaramazdın çift üçgenli büyü halkası ile. Çok daha az enerji harcayarak, çok daha kudretli bir element büyüsü yapabiliyorsun artık. Kalkanın ise, aynı muazzamlıkta bir güce karşı gelebilir.”

İhtiyar derin bir nefes aldı.

“Aslında baloncuk eğitimine rağmen enerjini bu denli kolay manipüle edebilmeni ben de beklemiyordum. Enerjinin formatını değiştirmek Filler’ın on ayını almıştı.”

Rylei, Lyner’ın gözlerinin içine bakmaya devam ediyordu.

“Şimdi, sana doğum günün için küçük bir hediye vereceğim. Burada beklemeni istiyorum.” Dedi. İhtiyar emin adımlarla ayağa kalkıp, içeri geçti. Birkaç dakika sonra, kapalı bir kutu ile geri dönmüştü.

Kutu yer yer siyah, yer yer beyaza boyanmış, küçük, esrarengiz bir şeydi. Fazla tuhaf bir görüntüsü vardı. Daha en baştan Lyner’ın ilgisini çekiyordu. İhtiyar kutuyu açtı ve içindeki üç taşı eline aldı. Taşlardan biri siyah, biri beyaz, diğeri ise kızıl renkteydi. Lakin boyut olarak tamamen aynıydılar.

“Bu taşları görüyor musun? Bunlar sıradan taşlardı Lyner. Ama sen daha çok küçükken, sahip olduğun güçlerin bir kısmını bu taşlara mühürlemiştim.”

Beyaz olanı eline aldı.

“Bu, senin beş üçgenli çemberi yaratabilmen için gerekli olan şey. Enerjini saflığa dönüştürme yeteneğin bu taşın içinde yatıyor. Enerjini saflaştırarak beş çemberli üçgen yaratabilir, aydınlık büyüleri kullanabilirsin.”

Siyah olanı eline aldı.

“Bu ise senin altı çemberli büyü çemberi yaratmanda gereken şey. Enerjini korkuya dönüştürme yeteneğini mühürlediğim taş. Bununla karanlık büyüleri kullanabileceksin.”

Derin bir nefes daha aldı.

“Mühürleme benim aydınlık elementini kullanarak yaptığım bir şeydi. Bu tip şeylerle ilgiliysen tavsiye ederim. Işık elementi diğer tüm büyülerin direncini kırabilir. Karanlık elementi ise illüzyonlar ve pek çok aklının hayalinin kaldıramayacağı şeyleri yapmanı sağlayabilir. Lakin bunlar iyilik ya da kötülüğü temsil etmiyor Lyner. Aydınlık elementini kullanabilen bir kötü görebilirsin. Ya da karanlık elementini kullanan bir iyi. Hoş, bu yeteneğe sahip olanların bir elin parmaklarını geçtiğini sanmıyorum” Taşları havaya savurup yeniden tuttu.

“Seçtiğin taşlardan birinin mührünü kıracağım. Fakat öteki bende kalmaya devam edecek. Seçtiğin yeteneğin üstünde ustalaştığında ötekinin de mührünü kaldıracağım, ama kullanmanı tavsiye etmiyorum. İkincisini de kullanmaya çalışırsan diğerinde yeteneklerin körelecektir. Bunu bizzat deneyimledim ve büyük bir hataydı.” İçini çekti.

Kızıl olan taşı eline almıştı şimdi.

“Bunun mührünü ise sen buradan ayrılırken kıracağım. Bu, senin gözlerini mühürlemeyi denediğim taş. Eğitime ihtiyacı olan bir güç değil, bu senin içinde var olan güç. Fakat gözlerini mühürlemeye çalıştığımda, bir şeyler mührü tamamlamamı engellemişti. Yani gözlerinden gelen gücün sadece bir kısmı bu taşa mühürlenebilmişti. Hangi kısmı olduğunu bilmiyorum. Yine de bir şekilde, gözlerinin gücünün tam olarak açığa çıkmamasının sebebi bu mühürdür.

Seni uyarmak isterim. Bu mührü kırdığımda gözlerin sonsuza kadar kızıla dönüşecek ve herkes kim olduğunu anlayacak. Bunun sonuçları ne olur, ben de bilmiyorum evlat.”

“Gözlerim sinirlenince ve ben istediğimde kızıla dönüşebiliyor zaten usta.” Dedi Lyner.

“Evet. Bu taş, onların gücünü tamamen açığa çıkaracak şey. Baban sadece istediğinde gözlerini dönüştürebiliyordu. Ama dediğim gibi, senin gözlerin ve onunkiler birbirinden çok farklı.”

İhtiyar duraksayarak, büyük bir merakla sordu.

“Her neyse. Siyah taş mı, beyaz taş mı?”

Lyner önce bir dakikalığına düşündü. Sonra, “Bana en iyi bildiğini öğret ihtiyar.” Dedi.

Rylei bir kahkaha attı.

“Pekâlâ, kara büyü öğreneceksin.” Dedi. Beyaz ve kızıl taşları kutuya koydu. Kutuyu sakladığı yere geri götürdü. Geri döndü ve siyah taşın mührünü kıracak sihirli sözleri söyledi.

“Aesiermondis!”

Taş bir anda rengini yitirdi ve sıradan bir taşa dönüştü. Lyner kendinde herhangi bir farklılık hissetmemişti, ama dikkatle ihtiyarı incelemeye devam ediyordu. İhtiyar yeniden konuşmaya koyuldu.

“İlk önce enerjini korkuya dönüştür evlat.” Dedi. “İlk deneme biraz acıtabilir ama yapması kolaydır. Önemli olan çemberi yapmak değil. Sana kara büyü öğretmek zaman alacak.”

Lyner, on beş yirmi dakika kadar enerjisini korkuya dönüştürmeyi denedi. Tam vazgeçiyordu ki, aklına bir anda yayılan o deliliği hissetti.

Delilik. Lyner hislerini anlatacak olsa, kesinlikle bu kelimeyi kullanırdı.

Önce her yer karardı. Lyner oturduğu yerden yere düşerken, elindeki çay kâsesi ile birlikte düştü. Çay onu yakmıştı, lakin hissettiği acıya oranla Lyner çayı hissetmedi bile. Rylei hemen ayağa kalkıp Lyner’ın üstünü çıkarmıştı. Lyner’ın elinde altı üçgenli bir halka duruyordu. Doğrusu ihtiyar Lyner’ın bunu denemesini bekliyor, onu anlamsız bir şekilde bekliyordu, lakin bu kadar erken başaracağını hiç düşünememişti.

“Biraz dayan evlat, geçecek!” diyordu.

Lyner hayatının en acı dolu dakikalarını yaşadı. Enerjisini korkuya dönüştürmüştü, lakin bu korku dolu enerji ona acı veriyordu. İç organları bu yeni enerjiye alışmakta sorun çekiyordu. Bu yakıcı enerji onları tamamen yakıyordu. Asıl önemli olan nokta ise, aklındakiler ve gördüğü kâbuslardı. Annesini kanlar içinde görüyordu. Yüzünü hiç görmediği babasının kendisini doğradığını gördü sonra. Filler ile birlikte kendini gördü. Pek çok arkadaşının savaş sırasında öldüğünü gördü. Kralı gördü sonra. Anlamsız bir şekilde bakıp kahkaha atıyordu. Devasa bir ejderhanın kendisini ezdiğini gördü. Onlarca, hayır yüzlerce korkunçluğun aklından çıkıp gitmesini sabırsızlıkla bekledi, bekledi.

Yarım saat kadar bir sürenin ardından uyanabilmişti. Kendini yerde yatarken, çıplak bir halde buldu. İhtiyar korkulu bakışlarla ona bakıyordu.

“Her şey geçti evlat. Kendine gel!”

Lyner bir anda havaya fırladı.

“Usta?” Lyner hala şok içindeydi. “Bitmesine sevindim ama bana tam olarak ne oldu?”

“Enerjini dönüştürdün ama enerjinin bu formuna vücudun alışmakta zorluk çekti. Gayet normal bir durumdu. Ayrıca eline bak.”

Lyner eline baktı. Elinde, altı üçgenli bir büyü şeridi duruyordu.

Gözleri vücuduna kaydı oradan.

“Seni sübyancı yaşlı züppe!” dedi. “Bu nasıl bir “durumdan fayda çıkarmak”tır böyle!”

Lyner’ın yirmi yaşını tamamlaması tam olarak bu şekilde oldu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 07 Şubat 2014, 16:24:42
Yine beğenerek okuduğum iki bölüm oldu. Özellikle baloncuk eğitimi fikrini çok sevdim. Önceki yorumlarıma ekleyecek fazla bir şey yok o yüzden sadece en kısa zamanda devamını da okumak dileğiyle diyorum. Ellerinize sağlık.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 07 Şubat 2014, 19:31:32
Bölüm 11 – Gaélo, yeniden

“Uzun bir süredir büyü sistemi ile uğraştığım için aksiyondan biraz geri kaldığımızı düşünüyorum ben. Senaryoyu sonunda getirmek istediğim yere getirebildim. Bu bölümde de aksiyon yok ama sanırım sonraki bölümlerde aksiyon başlayacaktır.”

3 YIL SONRA

Resdan Kralı artık fazla yaşlanmıştı ve kadim bir büyü gibi, yüzü unutulmaya mahkûmdu. Hükümdarlığının son evrelerinde, hala başkalarınca “kötü” ve “zalim” olarak nitelendirilen, giriştiği savaşlardan dolayı üstüne sinmiş kan kokusundan bertaraf, yok yere yaşadığını düşünen bir tipleme olmuştu.

Gaélo hayatının şu son evrelerinde, sahip olduğu iki oğlunu da öldürtmüştü. Tahtın şu anki tek varisi, Esail adındaki torunu, henüz yirmili yaşlarının başında bir toydu. Gaélo oğullarını bir Leon krallığı casusunun öldürdüğünü kanıtlayacak nitelikte kanıtlar yaratarak Leon Krallığına fiilen savaş açmış, işin aslını bilen herkesi, soylular da dâhil olmak üzere, katletmişti. Gaélo’nun bunu neden yaptığı bilinemezdi. Belki sadece deliydi. Ya da belki de, canı öyle olmasını çekmişti.

Tahtına oturmuş, bir şeyler düşünüyordu bir gece Gaélo. Kara kış beraberinde yağmur ve kar fırtınalarıyla dolu, kasvetli bir hava getirmiş, tüm krallık uğultulu bir sessizliğe gömülmüştü. Elini kafasına dayamış,  hüzün ve yalnızlık kokuyordu Gaélo buram buram.

“Pek düşünceli gördüm seni.” Dedi bir ses. Kral başını kaldırdı ama kimseyi göremiyordu.

“Düşünmek sorunları çözüyor mu?” diye sordu aynı erkek sesi.

“Artık düşünmek istemiyorum Jill” diye yanıtladı ihtiyar onu. “Belki de bu kadarı yeterlidir. Ne dersin?”

“Şimdiye kadar verdiğin tüm kararlar yerindeydi.” Dedi bu kez aynı ses.

Taht odası sütunlar, odanın en gerisinde bulunan bir taht ve tahtta oturan Kral dışında tamamen bomboştu. Odanın her yerini kızıl halılar süslemiş, hepsi birbirinden kaliteli ve değerli süsler duvara simetrik bir şekilde asılmıştı.

Ses bir yerlerden yeniden fısıldadı.

“İyi iş çıkardın ihtiyar. Ama bu kadarı yeterli.”

Bir anda odayı kararlı bir karanlık ele geçirdi. En ufak bir ses dahi çıkarmadan, kral tahtından kalktı, birkaç adım ilerleyerek dimdik ayakta durdu.

“Pek çok şeyi kabul ederim.” Dedi. “Fakat gururlu bir şekilde ve kararlı bir yüz ifadesiyle ölmek yerine, üzgün ve tembel bir şekilde tahtımda oturarak ölmeyi reddediyorum.”

Karanlığın içinde, etrafı aydınlatan bir ışık belirdi ve bu ışığın kaynağı, Gaélo’ydu.

Kral o gece, gözleri kapalı, kalbi durmuş, yüzündeki o kararlı gülümseyişle, taht odasının orta yerinde, sırtüstü ve ölü bir halde bulundu.

*

Lyner, Kuzey kampına ayak basmıştı. Ormanın girişine atını bırakmış, ormanın kampa bakan kısmına çıkmıştı. Kar lapa lapa yüzüne temas ediyor, sıyrılarak siyah paltosunun üstüne yapışıyordu. Başına geçirdiği kapüşonunun kızıl gözlerini saklayacağını düşünmüştü, fakat tam aksine, yüzünün ortasında bir ışık gibi parlıyordu gözleri. Anlamsız bir çaba içinde olduğunu fark edince, kapüşonunu indirip çadırların arasında yürümeye koyuldu Lyner.

Uzakta bir yerlerde duman çıkıyordu. Ateş yakılmış olduğunu anladı ve Lyner oraya doğru ilerledi.

Kamp alanı bıraktığından daha kalabalıktı. Çok geniş bir ateş yakılmış, birçok asker etrafına tünemişti. Askerlerden daha pek çoğu çoktan çadırlarına girmiş, birbirleriyle sohbet ediyor ya da uyuyorlardı.

Lyner kamp ateşinin yanına yaklaştığında, tüm askerler kafasını çevirip ona baktılar. Filler hiçbir şeyden habersiz, anlatmakta olduğu şeyi bitirmiş, komik olsa gerek ki kahkaha atmaya başlamıştı. Fakat ateşin diğer kısmındakilerin gülmediklerini ve gözlerini uzağa dikmiş olduklarını fark edince, dönüp arkasına baktı.

“Bu bir düşman!” diye bağırdı bir tanesi. Yeni gelen askerlerden biri olmalıydı. Lyner da bu sırada epey yaklaşmıştı kamp ateşine ve bu tavrı görünce hemen duraksayarak ellerini havaya kaldırdı.

“Ne? Hayır, hayır. Ben düşman değilim.” Dedi. Birkaç kişinin kalkıp ellerini önünde birleştirdiğini görünce paniğe kapılmıştı.

“O düşman falan değil.” Dedi askerlerden bir diğeri. Lyner kafasını o yöne çevirdi ve yüzündeki yara yüzünden başlarda tanıyamadığı Dean’in konuştuğunu anladı. Ayağa kalkan askerler şok içinde Lyner’ın kızıl gözlerine bakmaya devam ediyordu.

“Doğru söylüyor.” Diye konuştu Filler. “O görev için aramızdan bir süreliğine ayrılan askerlerimizden biri. Buraya gel, Lyner.”

Diğer askerler yüzlerindeki şok ifadesini silmemiş, ama ellerini indirerek yere oturmuşlardı. Lyner da aralarına katılarak ateşin etrafına çöktü.

“Görevin başarılı olduğunu görebiliyorum” dedi Filler. “Neredeyse dört yıl oluyor. Seni ziyadesiyle özledik.” Şeklinde konuşmaya devam etti sonra.

Lyner’ın gözü Dean’ın yüzündeki yaradaydı. Bunun sağlam bir kılıç darbesinden dolayı oluştuğu belliydi. Dört yıl. Dört yıl boyunca büyük acılar çekmişti, fakat görüyordu ki acı çeken tek kişi o değildi. Dean de kendisi gibi güçlenmiş olmalıydı.

“Görüyorum ki yokluğumda savaşlar devam etmiş. Burayı cesurca korumaya devam etmişsiniz.” Diyebildi Lyner. “Bu kadar uzun sürdüğü için özür dilerim.”

Derin bir nefes aldı. “Bana o gözlerle bakmayın lütfen.” Dedi. “Bu gördüğünüz kızıl gözler sizin sandığınız gibi bir şey değil.”

Bu gözleri ülkede bilmeyecek tek bir büyücü dahi olamazdı. Ama bunun başka bir formatta olduğunu tahmin edebilecek tek bir büyücü de bulamazdınız. Lyner bu gizemi açıklayacak değildi. Ama sözleri, askerlerin bakışlarını kaçırdı ve bir süre sonra yeniden kendi aralarında konuşmaya koyuldular. Lyner herkes işine bakmaya devam ettikten sonra bir mektup çıkarıp Filler’a uzattı.

“Bu mektubu Rylei size iletti efendim.” Dedi.

“Ah, öyle mi.” Filler mektubu alarak gülümsedi. “O nasıl, Lyner? Epey ihtiyarlamış olmalı.”

“Benimle birlikte o da evinden ayrıldı. Tekrar savaş alanlarına döneceğini söyledi.”

Filler şaşırmıştı “Eğitmekten vazgeçip bir asker mi olacak?”

“Kesinlikle. Ben ayrılırken, o da bilmediğim bir yere doğru gidiyordu.”

Filler Rylei’nin kafayı yediğini düşündü ilk başta. Rylei’nin hala çok güçlü olduğunu biliyordu. Ama savaşmayı sevmeyen biri olduğunu da biliyordu. Rylei’in böyle bir karar almasına sebep olan bir sebep olmalıydı.

YARIM ASIRDAN UZUN BİR ZAMAN ÖNCE

Rylei henüz on beş yaşındaydı. Sarı saçları kaşlarının hizasında kesilmişti ve saçları arkada daha uzun olduğundan havalı bir kuyruk oluşturuyordu. Orta boylu, yakışıklı biriydi. Mavi gözleri gördüğü cesetler yüzünden gözlerini kısmış, gördüklerini sindirmesi için aklındaki çığlıkları sindirmeye çalışmış, yine de duyduğu öfkeyi dindirememişti.

“Sende maya var çocuk” dedi Gaélo. Saçları beyazdı lakin pek gençti. Henüz yirmi beş yaşlarındaydı. Hala zayıf ama göbekli, yine de fazlasıyla karizmatik bir adamdı. Siyah palto hâlihazırda uzun olan boyunun daha da uzun görünmesini sağlıyor, fakat sarhoş olduğu için ayakta durmakta zorlanıyordu.

“Neden?” diye sordu Rylei. “Neden böyle bir şey yaptın?”

“Çünkü ben böyle bir adamım.”

Gaélo yürürken Rylei arkasından bakıyordu.

“Beni neden öldürmüyorsun! Merhametini istemiyorum. Sana borçlu olmayı reddediyorum.”

Gaélo yürümeye devam ediyordu.

“Özgürlüğün bir fiyatı yoktur. Sadece yaşamaya devam et. Bana borçlu falan değilsin.”

Gözlerden kaybolmuştu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 09 Şubat 2014, 09:28:04
Öncelikle bir iki sorundan bahsedeceğim bu bölümde. Daha önceden de gördüğüm fakat dalgınglık olarak nitelendirdiğim, sanırım Word belgesi nedeniyle yaptığınız bir hata var. Tırnak içindeki cümle nokta ile bitse bile sonrasından gelen "dedi", "söyledi" gibi kelimeler küçük harfle başlar. Word belgesi sizin yerinize düzelterek büyük harf yapar ki ona göre nokta olduğu için cümle bitmiştir. Tırnak içindeki cümleden soran böyle bir devamlılık söz konusu olacaksa isterseniz tırnaklı cümleyi nokta ile bitirmeyin.

Yerinde olmayan birkaç kelime biraz gözüme battı bu bölümde. Örneğin "canı öyle olmasını çekmişti" yerine "istemişti" kullanmak daha doğru olurdu diye düşünüyorum. İlk kısmın son cümlesinin virgüle boğulması da okumayı biraz zorlaştırdı.

Sanırım biraz aceleye gelmiş ki birkaç yerde yine aynı kelime tekrarı söz konusuydu. Fakat büyük bir sorun değil.

Konu en başta yazdığınız gibi aksiyona, ya da hareketli anlara girmedi. Fakat gittikçe ilginçleştiği de bir gerçek. Arada sırada geçmişten verilen kesitler merakı fazlalaştırıyor. Ama bu şekilde birkaç bölüm daha ilerlerse sıkıcı bir hal alabilir diyerek uyarmak isterim. Yeni bölümünüzü okumak dileğiyle. Ellerinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 09 Şubat 2014, 14:12:40
Bahsettiğiniz tırnak içinin nokta ile bitmesi sonucu cümlenin büyük harfle devam etmesi, tamamen word kaynaklı bir durum senin de dediğin gibi. Pek gıcık oluyorum bu duruma, ama her seferinde bunu değiştirmeye de üşeniyorum açıkçası =D.

Canı öyle çekmişti ve istemişti arasında anlamsal olarak bir fark göremiyorum ama kuramsal olarak bir fark olduğu da açık ve yanlış bir kullanım olduğu doğrudur. Yorumladığınız için de ayrıca teşekkür ediyorum.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 09 Şubat 2014, 20:19:11
Bölüm 12 – Sınır savaşı

Sabahın ilk ışıkları bulutlu gökyüzünün doğuda yatan aralıklarından batıya doğru süzülüyor ve ıslak zemine çarptıkça gökkuşaklarının süslediği mucizevi bir güzellik yaratıyordu. Lakin bu nemli havanın bile sabitleştiremediği toz zerrecikleri havada uçuşarak, havayı pek kirli gösteriyordu. Bölgenin kuzeye bakan açıklığı ise pek güneşli görünüyordu nedensizce. Sadece birkaç kilometrede değişen iklim, yaklaşan vahşetin zalimliğine perde düşürecek bir güzelliği de beraberinde getiriyordu.

Sabahın sessizliğini yırtarmış gibi, binlerce ayak sesi bir metronom halinde Lyner’ın kulaklarında çınlıyordu. Şüpheli bir aydınlığa gözlerini açtı bir anda. İlk başta uyanmayı planladığı zamandan önce uyanan herkes gibi gözlerini açmakta zorluk çekti. Devasa bir çapak yığını, içindeki o kötü hissi bir kenara bırakıp uyumaya devam etmesini söylüyordu ona. Lakin ayak sesleri kulaklarında çınladıkça, bu isteksizliğe en içten isyan ediyor, tam anlamı ile uyanmak için büyük bir çaba sarf ediyordu. Yatağında doğruldu ve gözlerini ovalayarak gözlerini açmasına engel teşkil eden bir çapak yığınını temizledi. Kızıl gözleri, dağılmış uzun saçlarının arkasında pusuya yatmışçasına etrafı kolaçan ediyor, fakat çadırda uyumadan önceki hali ile şu an arasında en ufak bir farklılık gözleyemiyordu. Siyah paltosunu üstüne atarak çadırdan dışarı çıktı. Dışarıdaki karmaşa, aklındaki fırtınadan çok daha yıkıcıydı.

Yarı uyanık askerlerin bir yerlerde sıraya girdiğini gözledi. Leon ve Resdan arasındaki büyük vadiye gözlerini çevirdiğinde ise, akıl almaz bir manzara ile karşılaşmıştı. Yüz binlerce asker, vadinin güneyinde durmuş, kıpırdamadan duruyordu. Vadinin kuzeyi de bir o kadar hareketliydi. Hemen hemen aynı miktarda asker, farklı bir üniforma ile vadinin öteki tarafını süslüyor, tam anlamı ile nefret kusan bakışlarla, büyük ihtimalle saldırıya geçmek için emir bekliyorlardı.

Filler, Lyner ile aynı yaşlarda bir genç ile konuşuyordu. Lyner onun kim olduğunu bilmiyordu açıkçası. Fakat iri siyah gözleri ve ak saçlarıyla, – genç olmasına rağmen beyaz saçlı olan birini daha önce hiç görmemişti – kendinden emin tavırları, birbiriyle uzaktan yakından örtüşmüyor gibiydi.

Lyner hayatında ikinci kez aynı şeyi hissetmişti. Kötü bir şeyler olmadan hemen önce bunun yoğun bir şekilde hissedilmesi, her insanda var olan bir şeydir. Paytak adımlarla Filler’ın yanına doğru ilerledi. Konuşulan konunun ortasını yakalayabilmişti, lakin duyduğu birkaç kelime ile neler döndüğünü hemen kavrayabilmişti.

“Artık dönüşü yok komutan Filler. Savaş büyük ve görkemli bir şekilde başlayacak, bunun için fikrimi değiştirmeyeceğim. Aslında fikrimi değiştirmek isteseydim bile şu raddeden sonra bir işe yaramayacaktır.” Vadideki askerleri gösteriyordu. “Önemli olan, savaşın görkemli bir şekilde başlayacağı gibi, görkemli bir şekilde bitmesini sağlamak. Bu savaşı kaybetmek, aynı zamanda ülkeyi kaybetmek olur.”

Lyner yavaş adımlarla komutan Filler’ın yanına varmıştı. Filler’ın konuştuğu genç adam, küçümseyici bir bakışla kendisine baktı. Hafif bir meltem adamın saçlarını kıpırdaştırmış, orta uzunluktaki düz saçları yer yer dalgalanmıştı.

“İtaatsiz askerleriniz de varmış komutan.” Dedi. “Herkesi büyücüler bölüğüne getirmeniz için birkaç dakikanız var.”

Genç adam ortalardan kayboldu. Geriye tek kalan Filler’ın sinirli yüz ifadesiydi.

“Yeni kral babasının intikamını almak için tüm orduyu toplamış. Çetin bir savaş dönemi bizi bekliyor.” Dedi.

Lyner kralın iki oğlunun da öldüğünü duymuştu. Fakat yeni kraldan haberi olmamıştı. Bu durumda eski kralın torununun yeni kral olduğunu anlayabilmişti. Eski kral ölmüş müydü, yoksa görevinden vaz mı geçmişti, bilemedi.

Gerçekçi olmak gerekirse, Lyner yüzbinlerce insanın savaş mahallinde olduğunu görebiliyordu. Her iki ulus da en güçlü adamlarını sahaya sürmüş olmalıydı çünkü bu savaş her iki ülkenin de tüm ordusunu bünyesinde barındırıyordu. Lyner tamamen pozitif düşününce bile, bu savaşta en azından iki yüz bin askerin öleceğini görebiliyordu. Kalan askerlerin pek çoğu sakat kalacaktı. Askerlerden ölen ve sakat kalanların büyük bir kısmının bir ailesi olmalıydı. Bu aileler hüzün ve acının gölgesinde zor dönemler geçirebilirlerdi.

Ölen askerlerden bazıları belki aynı zamanda evlat sahibi kimselerdi. Evlatları babalarının ölümünden dolayı kendi ülkelerini suçlu görmeyeceklerdi tabi. Leon’a karşı büyük bir nefret süregelecekti, savaş kazanılsa bile. Savaş kazanılırsa, ki bu Leon imparatorluğunu neredeyse Resdan’ın malı yapardı, Leon’un Resdan’a duyduğu nefret çok daha büyük olacaktı.

Lyner derin bir iç çekti. Birilerini kurtarmaktan mı bahsetmişti? Bu büyük arzunun bir rüyadan ibaret olduğunu kim olsa fark edebilirdi. Lyner birilerini kurtarsa da birileri mutlaka ölecekti.

Sessizce, sıralanan askerlerin içine sıvıştı. Filler’ın liderliğinde, tüm büyücüler büyük orduya katılmak üzere vadiye doğru yürümeye koyuldu. Pek çok haklı haksız yorumlar ve fısıldaşmalar başlamıştı. Ölümden korkanlar ya da kendine emin bir şekilde mutlak başarının elde edileceğine inananlar.

Vadiye doğru ilerledikçe, fısıldaşmaların alası baş göstermeye başladı. Aynı düşünceler sadece kuzey kampındaki askerlerin değil, tüm ordu askerlerinin kafalarında çınlıyordu.

Ordu üç kısma ayrılmıştı. Savaşçılar en öndeydi. Okçular daha geride, büyücüler ise en gerideydi. Ordunun en arkasına konuşlandırıldıklarında, Lyner’ın kuzey, doğu ve batısı tamamen insan kalabalığıydı. Yine de tepeden inerlerken, yeni kralın ordunun en önünde, kendini belli edermiş gibi birkaç adım önlerinde olduğunu görmüştü. Yüksek ihtimalle ülkenin en güçlü adamları da onunla beraber biraz öne çıkmışlardı. Bunlar ordunun amiralleriydi.

Leon ve Resdan kralı, iki ordunun tam orta yerinde bir araya geldiler. Aralarında geçen konuşmanın bir değeri yoktu, sadece formalite icabıydı. Herkes yerine döndükten sonra, savaş başlamaya hazırdı.

Aynı konuşlanma biçimi, Leon için de geçerliydi. Büyücülerin en arkada olması, savaşların en şiddetlisinin en sona saklanması demek oluyordu. Onların ordusunda da kral ve amiraller en öndeydiler. Filler ise ordusunu en arkaya konuşlandırdıktan sonra ordunun daha önüne yürümeye koyulmuştu.

Kral ordunun yanına döndükten sonra bir şeyler konuştu ve ne konuştuğunu arkadakiler duyamadılar. Kuvvetli bir çığlık koptu önlerde. Kral, moral verici sağlam bir konuşma yapmış gibiydi. Fakat Lyner bile, bu çığlıkların hemen ardından gelen savaş borazanlarından çıkan sesi duymuştu. Savaşçılar ordudan koptu ve koşarak ileri atıldılar.

Vahşi kan kokusu, Leon ve Resdan savaşçılarının kılıçları birbirine çarptığı anda tüm vadiye simetrik bir şekilde yayıldı. Lyner kendini ordunun önlerine ışınladı. Bu vahşete yakından tanıklık etmek isteyişinden değildi bu. Fakat hiçbir şey görememenin üstünde yarattığı psikolojik baskıyı kaldırabilecek durumda değildi.

Lyner, Resdan askerlerinin bir dağı yırtarcasına ilerlediğini görüyordu. Onlar ilerledikçe bu büyük savaş topluluğu ardında cesetler bırakıyordu. Çok hızlı bir çatışmaydı ve açıkça Resdan askerlerin baskınlığı ile devam ediyordu.

Savaş bir anda başlamış gibi duruyordu, ama savaş başlamadan önce iki kralın bir araya gelip bir şeyler konuştuğunu Lyner görmemişti.

Resdan savaşçılarının sahadaki baskınlığı büyük bir adilik ile son buldu. Kılıç darbelerini oklar bölmüştü. Resdan savaşçılarının Leon imparatorluğunun asıl ordusuna yaklaştığını gören düşman okçular, büyük bir sinsilik içinde oklarını savaşın ortasına fırlattı ve kendi askeri ya da düşman asker fark etmeksizin hemen herkesi vurmaya başladı.

Askerler birbiri ardına düştükçe, vadideki kan kokusu büyüdü. Lyner’ın yüzünü bir anda öfke bürümüştü. Önlerde olduğu için, genç kralının yüzünü de rahatça görüyordu. Kralın yüzünü şaşkınlık bürümüştü.

İnanılmaz kısa bir sürede, hem Resdan hem de Leon’un tüm savaşçıları yok oldu. Lyner’ın azami düşündüğü ölü sayısı, tüm savaşçıların yok oluşu ile zaten aşılmıştı. Hemen sonra oklar, büyük Resdan ordusuna çevrildi.

Oklar büyücülere gelecek kadar uzağa gidemezdi ama okçuları etkisiz hale getirebilirdi. Genç kral hemen okçularına hazırlanmaları için emir verdi. Lakin hâlihazırda gökyüzünden yeryüzüne düşmekte olan yüzlerce düşman oku, tek bir büyü ile bir anda durduruldu.

Lyner, devasa bir kalkan yaratmıştı. Yassı kalkan istisnasız tüm okları durdurdu. Genç kral şok ifadesi ile yüzünü ordunun birkaç metre ilerisindeki Lyner’a dikmişti. O ana değin, onun orada olduğunu görmemişti.

“Sen!” dedi şaşkınlıkla.

“Tek bir adam daha ölürse!” diye konuşmaya başladı Lyner. Yüzünü öfke bürürken gözleri daha da kızıllaşmıştı. Konuşmaya başladığında neredeyse kükredi. Soğuk bir esinti bir anlığına sözlerini bölmüş, Lyner’ın tüm korkutuculuğu kralın üstüne çökmüştü.

“Bu ülke kendine yeni bir kral daha arayacak!” şeklinde konuşmaya devam etti.

Esinti kralın yüzüne çarparken, gözleri korkuyla parıldadı. Açıkça tehdit edilmiş ve sonucunda tek bir kelime dahi edememişti. Zira Lyner konuşurken, o bu sözlerin ardındaki ciddiyeti ve gücü hissedebilmişti. Bakışlarını ileri dikti.

“Okçuları iyi eğitilmiş amiral Torc” dedi. Torc beyaz ve farklı üniforması ile pek göze çarpıyordu. Lyner’ın onu en son görmesinden bu yana ziyadesiyle kilo almış ve saçları bir o kadar daha azalmıştı. İri bedeni, bir insana ait olamayacakmış gibi duruyordu.

“Ne yapmamızı önerirsiniz?” şeklinde konuşmaya devam etti kral.

“Okçuları artık savaşamaz.” Dedi Amiral.

“Nedenmiş o?”

“Çünkü az önce onları bir büyü ile durdurduk. Bu da büyü savaşlarının başlayacağını temsil ediyor. Okçuları tekrar saldırtmaya çekineceklerdir. Bu güçte bir kalkan yerine eğer bir elemental saldırı yapılsaydı, bırakın okçuları, büyücülerin yarısını bile katlederdi.” Torc dönüp Lyner’a baktı. “Tanrının armağanı olan şu çocuk, onları acayip korkutmuştur.” Gülümsüyordu.

Lyner ne yaptığının ancak o sırada farkına varabildi. Sahip olduğu enerji miktarı bu kadar büyük bir kalkan yapmaya elverişli değildi, kimsenin olamazdı. Bir evi koruyabilecek türde bir kalkan, normal karşılanır ve büyücünün güçlü olduğuna işaret ederdi. Fakat koskoca vadinin yarısını çevreleyen o kalkan, sıradan olmanın en ufak bile yakınında olmamıştı.

Şoku atlatan okçulardan büyük bir çığlık ve tezahürat yükseldi. Az önce binlerce okçunun hayatını kurtarmıştı Lyner.

Kral bunu biliyordu. Lyner’ın tamamen içgüdülerine dayanarak yaptığı bu hamle ve başkalarını korumak adına genç krala yönlendirdiği tehdit, kralın olaylara bakış açısını bir anda başka bir yöne çekti.

“Söylesenize Amiral” dedi. “Savaşçılar ve okçular bir kurban gibi yok yere ölüyorlar ve savaşın sonu hep büyücülerin çatışması ile son buluyor. O halde neden bir orduda savaşçılar ve okçulara yer veriliyor? Her iki tarafın savaşçıları da yok yere ölmedi mi şimdi?”

Bir anda yaptığı bu sorgulama, gerçekten öfkelendirmişti kralı ve ölen askerlerin boşu boşuna ölmesini kendi hatası olarak yorumladı.

“Bu sizin normal insanlara büyücüler kadar güvendiğinizi ve ihtiyacınız olduğunu göstermesi adına önemlidir.” Dedi Amiral. “Yıllardır bu işler böyle yapılıyor.”

Lyner Amiralin sözlerini bu noktada böldü.

“Onlara ihtiyacınız varsaydı neden ölüme yolladınız?” Derin bir nefes aldı ve sakinleşmeye çalıştı. “Sözlerinizi böldüğüm için affedersiniz, ama” az önceki tavrından ötürü saygısızlık yaptığını fark etmiş olacak ki, gülümseyerek, “O ölen askerlerin bir ailesi vardı. Babanızın intikamı için olduğunu söyleyerek, kendi ülkenizdeki pek çok babayı öldürdünüz. Susup kalmanız tabi ki abes kaçardı, lakin neden bu kişisel kavgaya tüm bir ülkeyi alet ettiğinizi anlamış değilim.” Konuşmaları askerler tarafından duyulamayacak kadar askerlerden ilerideydiler. Bir an, Filler’in ordunun en önüne atılarak şok içinde kendisini izlediğini gördü Lyner.

“Orada boşu boşuna yüz binlerce askeri öldürüşünüze nasıl bir kılıf uyduracaksınız? Amiral buna bir kılıf uydurmaya çalışmış ama başaramamış ne yazık ki. Durun tahmin edeyim. Onlar onurlu savaşçılardı, ülkelerini korumak için kendilerini feda ettiler gibi saçmalıklarla hem kendinizi hem de ülkenizi kandıracak ve iki ülke arasındaki nefreti yüzde bir milyon artırarak, ileriki nesillerden daha pek çoğunun ölmesine neden olacaksınız. Yarattığınız sonsuz nefret döngüsü milyonlarca insanı öldürdüğünde bundan aldığınız haz ve zevk, sizi zalim bir kral haline getirecek. Aynı büyük babanıza olduğu gibi.”

Kral önce bir şey söylemek için ağzını açtı ama neden sonra sustu. Lyner’ın kendinden emin bakışları karşısında genç kralın aklında tam bir fırtına başlamıştı. Fakat kendine olan güvenini kaybetseydi, savaşı da kaybedeceğini biliyordu. O yüzden aklı, düşünmeyi anında reddetti. Bunu, bu savaşı masa üstünde kazanmak için, tamamen kendi ülkesinin çıkarları için yaptı. Bunu, yanlış herhangi bir karar vermemek için yaptı. Fakat çok az bir süreliğine sorguladığı o önemli şey, genç kralın Lyner’a karşı büyük bir saygı beslemesine sebep olmuştu.

Genç kral bir anlığına gülümserken, Torc şaşkın bir şekilde Lyner’a bakıyordu. Yanındaki birkaç amiral de, olayı şüpheli bir şekilde incelemişler, bu itaatkâr olmaktan uzak gencin kim olduğuna dair fütursuzca fikirler üretmişlerdi.

Kimse tek bir söz dahi söylemedi, ama hepsinin de fark ettiği bir şey vardı. Bu çocuk, hepsi bir araya gelse dahi yenemeyecekleri kadar güçlüydü. Hepsi bir araya gelse dahi çelemeyecekleri kadar muazzam bir aklı vardı. Hepsinden önemlisi, hepsi bir araya gelse bile, onun kadar cesur olamazlardı.

Savaşmayı kimse istemezdi. Sanki savaşmak güzel bir şeymiş gibi eğitilen ve aklı çelinen genç kral bile istemiyordu.

“Adım Esail” dedi kral gülümseyerek ve elini Lyner’a uzattı. Lyner bir anlığına, bu genç kralın perdenin ardındaki yüzünü, yalnız bir çocuğu fark etti.

“Adım Lyner” diye yanıtlayarak kralın elini sıktı Lyner.

Kral, Lyner’ın kulağına eğilip bir şey fısıldadı. Ne söylediğini Lyner dışında kimse duymadı. Lyner gülümseyerek başını salladı hemen ardından.

Kral yüzünü orduya çevirdi.

“Tüm okçular şimdi evlerine dönebilirler!” diye bağırdı. “Cesaretiniz ve gücünüz benim gözümde paha biçilemez. Fakat başlayan büyü savaşları sırasında burada olmanız mantıklı olmayacaktır. Hepiniz evinize dönün ve eğer varsa çocuklarınızı onları hep son kez görürmüşçesine sevin!”

Okçular önce şok içinde krallarına baktılar. Hemen ardından komutan Filler bağırdı.

“Tüm okçular beni izlesinler!”

Lyner Filler’a baktığında gözündeki bir damla sevinç gözyaşını görebildi. Filler’ın yüzündeki şey, aslında umuttu. Tüm okçular Filler’ı takip etmeye koyuldular.

Askerler bu durumu aslında olağan karşılamışlardı. Büyücüler savaşırken onların orada olmasının pek anlamsız olacağını ve hatta ölebileceklerini iyi biliyorlardı.

Filler onları vadiden yukarı çıkardı. Okçu komutanlardan birini görevlendirerek onları gönderdi. Hemen sonra savaş mahalline geri döndü.

Leon askerleri tam olarak ne olduğunu algılayamadı ama bir grup askerin kaçtığını, büyücülerin ise öne çıkarak hazırlandıklarını gördü. Bu durumu pek şüpheli bulmuşlardı ve ne yapmaları gerektiğini saptayamadılar. Krallarının emriyle büyücülerini öne çıkardılar.

***

İki büyücü ordusu birbirine girmeden, saldırılar ve kalkanlar birbirlerine çarpışmaya çoktan başlamışlardı. Savaş başlar başlamaz herkes dişine göre bir rakip bulup, yendikçe başka rakiplerle karşılaşmaya koyulmuştu.

Kral en önden koşmuş, bir yandan da “Amirallerini tutun!” diye bağırmıştı. Bunun sebebi pek açıktı. Amirallerin ne derece güçlü olabileceği tahmin edilebilirdi. Lyner’ın amacı da direk onları saf dışı bırakmaktı, lakin daha karşısına çıkan ilk amiralde takılıp kalmıştı. Amirallerin normal büyücülere saldırmalarını engelleyemezlerse, bu bir intihar olurdu.

Parazentes, Leon ordusunun en güçlü amiraliydi. Aslında en güçlü büyücüsü, kısacası en güçlü adamı ve kralın sağ koluydu. Eğer savaşta Lyner olmasaydı, bu adam yalnız başına tüm savaşı çevirebilirdi. Doğrusu böyle bir canavarı Lyner da beklemiyordu.

Savaşın daha en başlarında Lyner’ı gözüne kestirmişti Parazentes. O devasa kalkanı gördükten sonra, savaşı kesin kazanacaklarını düşünen Leon ordusu büyük bir şüpheye düştü. Çünkü Lyner’ın onu tutabileceğini anlamışlardı.

Krallar, amiraller ve askerler birbirine girerken, Lyner karşısında onu buldu. Kısık ela gözleri olan, kısa sarı saçlı, orta yaşlarda bir adamdı. Uzun boylu, fazla zayıf bir tipti.

“Bir yere mi koşuyordun, genç delikanlı” dedi direk olarak Lyner’ın gözlerine odaklanarak.

“Sen amirallerden birisin değil mi? Beni konuşmaya tutmanı reddediyorum. Bir an önce amiralleri saf dışı etmem gerekiyor.”

Adam Lyner’ın da bir amiral olduğunu düşünüyordu. İfadeleri ciddileşti. Ellerini önünde birleştirmişti.

“Biz bu savaşı kaybetmek istemiyoruz evlat.” Dedi. “Senin ne olduğunu biliyorum. Zayıf noktan, kimseyi öldüremeyecek olman.” Yüzüne bir sırıtış yerleştirdi.

Torc’dan sonra bu gözleri bilen biriyle daha tanışmıştı Lyner bu savaşta. Endişeli bir şekilde adama bakmaya devam etti.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 10 Şubat 2014, 21:12:10
Bölüm 13 – Parazentes

Lyner, Parazentes’den bir anda yayılan kötü enerjiyi sindirmek için bir süreliğine kendi kendiyle çatıştı. Karşısındaki adamı ciddiye almaya başladığı an da tam olarak buydu. Parazentes’in Lyner’ı ciddiye almaya başlaması ise, kullandığı ilk büyüye genç büyücünün verdiği tepkiydi.

İlk saldırısında su elementini kullanmayı kararlaştırmıştı Parazentes. Üç üçgenli büyü şeridinden bir anda yayılan devasa büyüklükteki bir su akıntısı, doğruca Lyner’a ilerledi. Bu büyük bir sel faciasını aratmayacak türdendi. Saatte 120 mil hızla akan bu su akıntısı daha zemine düştüğü andan itibaren, zemindeki kalın toprağı da beraberinde sürükleyerek hızla ilerledi.

Lyner bu büyüyü çok vahşi bir büyü ile karşılamayı tercih etmişti. Hava büyüsü kullandı. Üç üçgenli devasa bir büyü şeridinden korkunç bir hava akıntısı açığa çıkardı. Dönerek sembolden ileri atılan hava akıntısı o kadar şiddetliydi ki, o döndükçe oluşan basınç etraftaki tüm büyücüleri metrelerce geriye savurdu. Hızla üstüne gelen sel, havanın gücüne karşı koyamayarak havalandı ve etrafa sıçrarken, beraberinde toprağı da taşıdı. Seli dağıtan bu küçük kasırga hızla Parazentes’in hazırladığı kalkana çarptı.

Büyü kalkana yapıştığı an, kalkan direnmekte zorlanmaya başlamıştı. Birkaç saniye saldırı kalkanı delip geçmeye çalıştı. Neden sonra kuvvetli kalkan ortadan çatladı ama saldırı durmuştu. Parazentes’in kalkanı tutan elleri bu güçlü saldırıya bu denli yakından maruz kaldığı için zedelenmiş, o saldırıya karşı koydukça adamın ellerindeki deri, rüzgarın kesiciliği yüzünden çatlayarak kanamasına neden olmuştu. Adamın gönderdiği sel faciasından en ufak bir eser yoktu şimdi. Oluşan bu korkunç hava basıncının ardından olanlar çok daha mühimdi.

Saldırı durdurulduktan sonra korkunç bir ses tüm vadinin üstüne çöktü. Hava saldırısı durmuştu, lakin merkezde oluşan bu basınç bir anda kuvvetli bir rüzgârın dört bir tarafa hızla esmesine sebep olmuştu.

Lyner böyle bir saldırıdan dolayı düşmanı nasıl olur da yerinden kıpırdamamıştı, anlayamadı. Fakat bakınca, adamın arkasında yükselen iri toprak tepeyi gördü. Saldırıdan hemen önce geriye uçmamak için, Parazentes toprağı ardına bir dayanak noktası niyetine yerleştirmişti.

“Gücünün tamamını tek bir saldırıya harcaman yazık olmuş.” Dedi.

Lyner güldü.

“Sence birilerini öldürdüğünde ölecek olan biri tüm gücünü kullanabilir mi?”

Parazentes yüzünü buruşturarak Lyner’a baktı.

“Yüzündeki küçümseme ne kadar toy olduğunu gösteriyor senin.” Ciddi ifadesini bir nebze bile değiştirmemişti. “Kabul ediyorum ki benden güçlüsün. Lakin acemiliğin, ölümüne neden olacak.”

Lyner yüzündeki gülümsemeyi atmakta hala direniyordu. Fakat düşmanına hak verdiği de söylenebilirdi. Büyük ihtimalle hayatını savaşlarla geçiren bu adamın sahip olduğu tecrübe, küçümsenemeyecek kadar önemliydi.

“Bunun bir dezavantaj olduğunu mu düşünüyorsun?” dedi. Lyner’ın yaptığı şiddetli saldırıdan etkilenip dikkatlerini dağıtan diğer askerler kendilerine gelip mücadeleye devam etmeye başlamışlardı. “Küçümsediğim şey sen değilsin, savaşlar. Seni küçümseseydim bu düelloyu kaybederdim, bunu iyi biliyorum.”

Lyner derin bir nefes aldı.

“Fakat birini öldüremeyecek olmamın bir dezavantaj olduğunu düşünen sana, bu düşüncenin zavallıca olduğunu söylemem gerekir! Savaş ölmekten ve öldürmekten korkanlar için değildir. En kötüsüne kendini hazırlamadan bu sahaya adım atanlar, ölmekten kurtulamayacak olanlardır!”

Etrafında bir bir düşen askerleri izliyordu. Bir yerlerde Dean’ın birileriyle savaştığını gördü. Diğer tarafta iki kralın verdiği amansız mücadele vardı. Onun dışındakiler tanıdığı yüzler değildi Lyner’ın.

Ellerini önünde birleştirdi Lyner. Altı üçgenli bir büyü halkası oluşturmuştu.

“Elsmareath!” diye haykırdı.

Minik bir küre çemberin içinden çıkarak havaya yükseldi. Yavaşça havalandı, havalandı ve tam savaş alanının tepesinde durdu.

“Gerçek ve sahte olanın ayırt edilemeyeceği bir evrende yaşadığımızı söyleyebilirim. Evrenimiz sırlar ve bilinmeyen şeylerin kuşattığı bir yalan döngüsü içinde hayatta kalma mücadelesi veriyor.”

Parazentes’in ciddiyeti, yerini endişeye bırakırken, Lyner’ın oluşturduğu kara küre havada büyümeye başlıyordu.

“Bu yüzden yalana gerçeklerden daha çok ihtiyaç duyulmaya başlandı. İnsanlar sadece yaptıkları kötülükleri yalanlarla gizliyorlar. Gizlenen en büyük gerçeklik ise savaşlarda yaşanılanlar değil de nedir? Tecrübelerinden ötürü duyduğun sonsuz güven, senin bu savaşı kazanacağını söylüyor ama bu senin gerçekliği gizleme tarzın sadece.”

“Saçmalık!” dedi adam. Ellerini önünde birleştirmiş, nasıl bir büyü yapılacağını saptamaya çalışmaktaydı.

“Bu kadar tecrübeye sahipsin ama hala gerçeği göremiyorsun. Gerçek şu Amiral. İnsanlar ölmeyi istemiyorlar. İnsanlar mutlu olmak istiyorlar. Siz de istiyorsunuz, aslarınız da. Savaşlar neden bu kadar rağbet görüyor biliyor musunuz? Çünkü kandırıldık. İnsanların istediklerine uyum sağlayamayan kimselerce kandırıldınız. Size istediğiniz şeyin savaşarak elde edilebileceği söylendi, ama günün sonunda istediğiniz şeyi unuttunuz. İstekler, tam tersini yaptıkça mı gerçekleşirler? Gerçeklik bu kadar yakınınızdayken bunu hala tecrübe edemeyen siz, bana tecrübelerinizden mi bahsediyorsunuz?”

Karanlık top büyümeye devam ediyordu. Sonunda o kadar büyüdü ki, top herkesi bir bir içine almaya başladı. Vadi, bir anda karanlık bir dünyanın içine girmişti.

İnsanlar ve nesneler değişmedi. Sadece her yer kararmış gibi bir izlenim yaratılmıştı.

“Bahsettiğimiz şeyin aynı olduğunu düşünmüyorum çocuk!” dedi adam.

Lyner tebessüm etmeye devam ediyordu.

Devasa bir ışın topu hızla ona yöneldi. Bu, Parazentes’in bir saldırısıydı. Lyner saldırının uzağına ışınlanarak kolayca bunu atlattı. Parazentes kendine bir beş üçgenli büyü halkası daha yarattı.

Lyner bunun bir ışık büyüsü olduğunu biliyordu. Herhangi bir kalkan ya da büyü ile yanıtlamak mümkün değildi bu büyüyü, çünkü bu büyü diğer büyüleri etkisiz kılabilirdi. Işınlanarak büyüden kaçınma sebebi de bu olmuştu.

Adam yarattığı büyü halkasını havaya bıraktı. Sonra birkaç tane daha yaratarak onları da havaya bıraktı. Sonunda beş altı tane beş çemberli büyü halkası yaratmış oldu.

“En güçlü büyüme hazırlan çocuk” dedi adam. “Işınlanma büyüsünü kullanabilmene şaşırdım doğrusu. Fakat bu yegâne büyüden hiç kaçabilen olmamıştı.”

Lyner bir anda ayağının altında dönen beyaz bir halkayı fark edebildi.

“Ne ara yaptın bunu?” dedi Lyner. Bir anda yüzünü korku bürüdü.

“O gördüğün bir tuzak büyü. Senin hareket etmeni engelleyen bir büyüdür.”

Hemen sonra oluşturduğu altı büyü halkasından ikisinden çıkan devasa, beyaz zincirler Lyner’ın sol ve sağ kolunu yakaladı.

“Bunlar da enerjini ellerine iletmeni engelleyecek bir diğer mühür büyüsüdür, kızgın sigma zincirleri.”

Kalan dört büyü halkasında beyaz ışık huzmeleri oluşmuştu.

“Göstereyim sana.” Dedi. “Sahip olduğum en büyük büyüyü!”

Dört ışık huzmesi ileri fırlayıp birleşerek, devasa bir büyüklüğe ve güce ulaşmışlardı.

“Perafrénté!”

Bu devasa büyü, Lyner’ın bedenine büyük bir hızla çarpmıştı. Lyner’ın paltosu tamamen parçalara ayrıldı ve giydiği pantolon yarı yarıya yırtıldı. Üstünden giydiği ince bluz da aynı kaderi paylaşmıştı. Zincirler ve Lyner’n altındaki halka dışında, onu ayakta tutacak hiçbir şey yoktu. Boynu öne doğru büküldü ve yüzünden kan fışkırdı. Burnu, kaşı ve ağzı patlamıştı.

“Bu ezici büyüden sonra bile son anlarında insanlar ölmeden önce can çekişiyorlar.” Dedi Parazentes. “İnsanların yaşama olan tutkularından kaynaklanıyor bunlar.” Darbenin odak noktası olan Lyner’ın göğsü, neredeyse tamamen parçalanmıştı.

Lyner’ın yarattığı karanlığa alışmakta ilk başta zorluk çeken büyücüler, bu esrarengiz duruma rağmen, hala savaşmaya devam ediyorlardı. Hiç kimse Lyner’a olanları görmemişti, Dean dışında. Önce Lyner’ın ismini haykırdı, sonra oraya doğru koştu.

“Aydınlık ve karanlık büyüler arasında güçlü bir denge farkı vardır evlat. Gerçi bunu öğrenmen için çok geç olmuş.”

Dean çoktan iki devasa güçteki büyücünün düellosunun orta yerine dalmıştı.

“Lyner!”

Parazentes sesin geldiği yere döndü.

“Ölümüne tanıklık etmeye başlayanlar bile var, bak.” Dedi. Yüzünü dehşetengiz bir mutluluk kaplamıştı.

“Ölmedim ben, Amiral.” Dedi Lyner. “Benim öldüğüm, yine sizin uydurduğunuz yalan, gerçeklikle bir alakası olduğunu düşünmüyorum.”

Yaralı birine göre konuşması fazlasıyla sağlıklıydı.

“Yoksa, sen!”

Bunun, Lyner’ın bir illüzyonu olduğunu o an anladı ve büyük bir şok ifadesiyle ardına döndü. Lyner, koşarak kendisine doğru ilerliyordu. Elini yumruk yapmıştı ve yumruğunu karanlık bir alev kaplamıştı.

Lyner’ın yumruğu Parazentes’e çarpar çarpmaz göğsüne girdi ve sırtından çıktı.

Bu, Lyner’ın yaptığı blöf bir saldırıydı ve amacı “Ben buradayım” demekti. Fakat etkili olacağı aklına bile gelmemişti. Böyle küçük bir saldırıdan ötürü düşmanı öldürmeyi beklemiyordu. O an, gerçekten sağlam bir korku Lyner’ın benliğini etkilemişti. Eğer birini öldürdüyse, bu onun da öleceği anlamına mı geliyordu?

Sonra tanıdık bir koku vurdu burnuna. Önce ne olduğunu anlayamadı ve bu kokunun ne olduğunu bilemedi. Fakat sis perdesi yavaşça aralanırken, Lyner kendini yavaş yavaş kaybediyordu.

Önce sağına baktı. Sağında, Parazentes duruyordu. Sonra yüzünü, vücudunu parçaladığı bedene çevirdi.

Dean, vücudunun içinden geçen o elin kendisine verdiği ıstırap ile mi, yoksa böylesine trajik bir sonla ölmeyi kabul etmek istemediğinden midir bilinmez, gözlerinden damlayan birkaç damla yaşa mani olamamıştı. Ciğerleri tamamen ezilmiş olduğundan, verdiği son nefesiyle ağzından büyük oranda kan çıktı.

Dünyanın en güçlü büyücülerinden biriydi, ama yapılan bu küçük illüzyonu dahi fark edememişti Lyner. Tecrübesizliği, büyük bir trajedinin başlangıcıydı.

Dean, şok içindeki bakışlarını Lyner’dan kaçıramadı. Elindeki kılıç kayarak yere düştü. Ellerini pek yavaş bir biçimde kaldırdı. Lyner’ın yüzüne götürdü ellerini ve gözlerindeki yaşı sildi.

Lyner’ın gözleri kapanırken, duyduğu o tanıdık koku da silikleşiyor, yerini kan kokusuna bırakıyordu.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 11 Şubat 2014, 00:24:28
Bölüm 14 – Esail

Esail’in verdiği savaş sürekli dış kuvvetler tarafından sekteye uğruyordu.

Savaşa ilk girişen o ve Leon’un kralı olmuştu. Leon kaliteli bir ateş büyüsü ile savaşı başlatmış, bu büyüyü engelleyen, genç Resdan kralı Esail olmuştu.

Leon kralının adı Munde’ydi. İhtiyar adam, nereden bakılsa yetmiş kusuru devirmişti. Lakin savaşın başlaması ile yüzündeki şatafatlı mutluluk ve azim rahatlıkla görülebilirdi. Sayısız yara adamın vücudunu ve yüzünü süslerken, bunu saklamak için midir, daha da belirginleştirmek için midir bilinmez, kafasında süslü, hasır bir şapka duruyordu.

Adamın Resdan’a duyduğu öfke çok uzun yıllar önce başlamıştı lakin oğlu Noa’nın ölümü ile duyduğu kin bir o kadar büyümüştü. Her iki kral da savaş boyunca en ufak bir laf dahi etmediler, zira bir anlamı olmazdı. Her ikisi de öfkelerinin ve öldürme arzularının esiri olmuşlardı.

Her ikisi de inanılmaz güçlüydüler ve bu güç sadece atalarının onlara mirası değil, aynı zamanda ta çocukluktan gelen zorlu eğitimlerinden dolayıydı.

Savaşın daha en başlarında, korkunç güçlü bir hava akımı ile düelloları sekteye uğramıştı. Her ikisi de gücün kaynağına baktıklarında, Lyner’ın o ciddiyetten uzak suratı ile karşılaştılar. Hemen sonra bakışları birbirine döndü. Tek fark, krallardan birinin yüzünü korku, diğerininkini kendine güven almıştı.

Bir biri ardına gelen saldırıların ilk kurbanı Esail olmuştu. Bir ateş büyüsü bacağını yaralamayı başardı. Hemen sonra öfkelenen genç kral, aydınlık büyüyü kullanmaya başladı. Savaşı, biraz erken de olsa, ileri bir seviyeye taşımıştı.

Rakibi de buna aydınlık büyü ile karşı verdi ve iki beyaz enerji topu ortada birleşti. Güç patlamasının ardından havanın kararması bir oldu. İlk başlarda ne olduğunu anlayamadılar, lakin bu gücün kaynağı tabi ki Lyner’dı.

Vadiyi karanlıklara bürümek, Lyner’ın gücünü artıracak bir evren yaratmaktaydı. Fakat savaşlar, gözün gözü görmekte zorlandığı o süreçte sekteye uğramıştı, ta ki herkes gözlerini bu karanlığa alıştırana değin.

İki kralın mücadelesi hızla devam ederken, savaşları son kez yeniden sekteye uğradı.

Acı dolu bir çığlık, Esail’İn kulaklarında bir hüzün melodisi gibi çınladı. Bu kez sesin nerede olduğunu gözetmeksizin Lyner’ın savaştığı yere baktı, zira olabilecek tüm tuhaflıkların o adamdan ötürü olabileceğini bir sebepten kavramıştı.

Lyner’ın elinin, kendi askerlerinden birinin bedeninin içinde olduğunu görmüştü. Ne olduğunu kavramakta zorlanmıştı. Lyner, sadece ifadesiz bir şekilde, öldürdüğü arkadaşının gözlerinin içine bakıyordu. Çığlığı atan, o değildi. Çığlığı atan, vahşi bir şekilde yerde çırpınıp duran, çektiği acıdan dolayı ölmeyi sonsuz arzulayan bir adamdan, Parazentes’den geliyordu.

“Yeter! Yeter! Kendimi öldüreceğim, yeter ki kes şunu!” diyordu. Adam yerde çırpınırken inlemeleri en zalim adamın gözlerini bile acıma duygusu ile doldurabilecek cinstendi.

Lyner sadece ifadesizce öldürdüğü arkadaşına bakmaya devam etti.

Bir anda, vadinin ta en yukarısından aşağıya süzülen, beyaz bir ışıltı gördü genç kral. Tüm savaş alanı, tamamen donuk bir halde olayı izlemekteydi. Aşağıya süzülen ışıltı yere değdiği anda, içlerinde bulundukları karanlık bir anda yok oldu. Vadiye doğru süzülen o ışıltı, Rylei’den geliyordu.

İhtiyar adam savaşı vadinin tepesinden seyretmiş, savaşa katılmasa da bu anı kaçırmamıştı. İhtiyarın aceleyle olay mahalline inmesinin sebebi Lyner’ın yaşadığı şoku bilmesinden kaynaklıydı. Lyner birini öldürse de ölmeyecekti çünkü isteyerek birini öldürmemişti. İhtiyar, sadece Lyner’ın aptalca bir şey yapmadığından emin olmak istiyordu. Bu noktada kendini göstermesi de bununla ilişkiliydi.

Rylei binlerce askerin arasından yavaş ve emin adımlarla yürüdü. Yüzünde inanılmaz bir ciddiyet görülebilirdi, lakin kimse adamın maskesinin ardındaki korkuyu hissedemedi. Askerlerin arasından geçerken, askerler teker teker yere düşüyordu. Rylei’nin her bir adımında yüzlerce asker kendini gözleri kararır ve yere düşerken buldu. Her biri, tek tek bayılıyordu. O adamı izleyenler içinde, adını bilenleri ismini telaffuz edebildi.

“Bu Rylei değil mi?”

“O burada ne yapıyor?”

Rylei Lyner’ın yanına vardığında, çoktan binlerce kişi bayılmıştı. Geride kalanlar, sadece krallar ve amiraller, birkaç iradesi sağlam, güçlü büyücüydü.

Rylei’nin ağzından çıkan kan, güçlü bir büyünün vücuda verdiği zararı temsil ediyordu. Önce, cebinden çıkardığı bir hançeri Parazentesin kalbine sokarak, adamın çektiği acıyı sona erdirdi. Aksi takdirde Lyner’ın yaptığı işkence büyüsü onu öldürecekti ve bu Lyner’ın da ölümü demek oluyordu. Sessizce Lyner’ın yanına yürürken, Filler çoktan olay mahalline yaklaşmış, gözyaşlarına teslim olmuştu.

Lyner hala şok içince Dean’e bakıyordu. Rylei, Dean’i çekerek, onu Lyner’ın elinden çıkardı. Öğrencisinin ölü bedenini yere koyarken, hala yüzündeki ciddiyeti koruyordu. Hemen sonra, kılıcını yerden aldı ve ölü bedenin üstüne koyarak, onu sonsuz bir saygıyla, gideceği yere yolcu etti.

Hala bayılmamış olan yaklaşık beş yüz kadar adam olay mahalline yaklaştı ve şok içinde neler olduğunu izlemeye koyuldu. Lyner’ın ifadesiz yüzü en ufak bir kıpırdama göstermemiş, kanlar içindeki eli hala dimdik önünde, sadece duruyordu.

Rylei genç adamın önünde durdu. Sadece birkaç saniye, öylece Lyner’ın yüzüne baktı.

Esail ne olduğunu anlayamasa da, bu sahne gözlerini yaşartmıştı. Açıkça, Lyner’ın, istemeden, sevdiği birini öldürdüğünü anlayabiliyordu.

Rylei, yumruğunu gererek Lyner’ın suratına sağlam bir şekilde vurdu. Diğer eliyle düşmemesi için onu tutmuştu. Lyner en ufak dahi kıpırdamadı. Rylei bir yumruk daha indirdi. Sonra bir tane daha. Yeniden. Israrla vurmaya devam ediyordu. Lyner’ın yüzü darbelerle çalkalanıyor, fakat yüzündeki o ifade bir türlü son bulmuyordu. O kadar çok vurdu ki, sonunda Rylei bile onun düşmesine engel olamadı.

Lyner yere düştüğünde, ihtiyar eğilerek yüzüne vurmaya devam ediyordu. O kadar çok vurdu ki, sonunda Lyner’ın tüm yüzü şişmiş, ağzı ve burnu açılmış, yine de darbe yemeye hala devam ediyordu.

Esail duruma müdahale etmek için bir adım ileri atıldı. Neden sonra Torc elini çocuğun önüne koyarak, daha fazla ilerlemesine izin vermedi.

Leon kralı tam o anda bir emir verdi. Yüzündeki korku, inanılmaz bir hal almıştı.

“Askerler, geri çekiliyoruz!”

Bayılmamış olan tüm Leon askerleri ve Leon amiralleri koşar adımlarla kendi sınırlarına doğru depara geçmişlerdi. Bu kararı neden verdiği çok belliydi. Rylei herkesi bayıltmıştı ve Parazentes’e yapılan şeyi görmüştü. Parazentes bir işkence büyüsü ile tamamen saf dışı edilmiş, bu gizemli ihtiyar ise elini bile kıpırdatmadan yüzlerce insanı bir anda bayıltmıştı.

Tüm bunlar olurken, Rylei hala Lyner’a vurmaya devam ediyordu, lakin Lyner’ın bedeni en ufak bile hareket etmedi.

“Ağla, seni piç!” dedi Rylei. Bu, savaş alanına adım attığından beri söylediği tek şeydi. Bunu söylerken, o ciddi ifadesinin yerinde şimdi yeller esiyordu. Gözleri yaşarmış, yine de öldüresiye adamı pataklıyordu.

Lyner gülümsedi, sadece bir an.

Rylei yumruk atmayı kesti. Gözleri dolmuştu ve ağlamaya mani olmaya çalıştığında, içinin sonsuz titrediğini hissetti.

“Erkekler başkalarının önünde ağlamamalıdır, efendim!”
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 11 Şubat 2014, 14:26:40
Bölüm 15 – Dean, yeniden

10 YIL ÖNCE

“Hayır, hayır. İlk ben vardım, açıkça!”

Lyner ve Dean on üç yaşlarında, buluğ çağının henüz başlarındaydılar. Lyner her zamanki gibi pek havalı görünüyordu. En ufak kendine bakmasa bile, dağınık uzun saçları ve o iri gözleriyle aşırı dikkat çekiyordu. Dean ise saçlarını kısa kesmeyi seviyordu hep. Sürekli kendine bakardı, ama hiçbir kızı etkilemeyi başaramıyordu. Lyner’ın kızlarla en ufak dahi ilgilenmemesi ona pek tuhaf geliyordu. Sürekli oynamak isteyen, çocuksu bir tiplemeydi ona göre. Uyumaktan veya oynamaktan kızları düşünecek zamanı kalmıyordu. Aslında, Dean onun bir kız ve erkek arasındaki farkı bilmediğine bile emindi.

Lakin yine de, bu tuhaf çocukla yarış yapmaktan büyük zevk alıyordu. Belki de zevk almasının sebebi, hep kendi kazanıyor olduğundan kaynaklanıyordu.

“Dalga mı geçiyorsun! Bitiş çizgisine benden saniyeler sonra vardın!” diye yanıtladı Lyner’ı. Koşu yarışı, en sevdiğiydi. Fiziksel mücadelelerde Lyner onun yanına bile yaklaşamıyordu. Bu garip çocuk ile aralarında, Rylei’nin diğer öğrencileri arasındaki bağlardan farklı bir bağ oluşmuştu.

“Ah, hadi ama. Üzüldüğümü göremiyor musun?” dedi Lyner. “Ne olurdu bir kere olsun kazansaydım?”

“Hayır. Beni hakkınla yenmen gerekiyor.”

Lyner esnedi.

“Her neyse. Ben uyuyacağım. Bir dahaki sefere en iyini yap. Eminim bir gün beni yenebilirsin.”

“Ne! Seni…”

Dean hızla Lyner’ın üstüne atılarak onu yere yapıştırdı. Bu, bu aralar çok popülerdi. Erkeklerin bir birini itelemesi, dövmesi, ya da saçma el şakaları yapması bu ikisi yüzünden fazla popülerleşmişti.

“Hadi ama Dean, Lyner’ın kazandığını biliyorsun.” Dedi Rylei. Gülümseyerek onları izliyordu.

“Ne! Ama ben…”

“Ayrıca erkekler birbirinin üstlerine atlamamalıdır!” şeklinde konuşmaya devam etti Rylei. İçlerinde bir kızın da olduğu iki - üç öğrenci kıkırdadı.

Dean hemen utanarak ayağa kalktı.

“Siz ikiniz benimle gelin. Size bir şey söyleyeceğim.”

İhtiyar ayağa kalkarak içeriye yürümüştü. Şöminenin yakınındaki bir sandalyeye oturdu. Lyner ve Dean de onu izlemişlerdi.

“Dinleyin, çocuklar. Yanıma gelin.”

Lyner ve Dean ihtiyarın yanına giderek yere çöktüler.

“Sizinle büyük bir sırrı paylaşmak istiyorum.”

“Büyük bir sır mı? Nedir? Nedir?” Dean’ın hemen gözleri parlamıştı. Dikkat kesilerek ihtiyarı dinlemeye koyuldu.

“Çok gizli bir tarifim var.” Dedi Rylei. “Bu tarif ile, en güzel kadını bile etkileyecek mükemmel bir parfüm yapılabiliyor!”

“Gerçekten mi?” dedi Dean. Hemen gözleri açılmıştı.

“İyi de, neden bir kızı etkilemeliyiz ki?” dedi Lyner. Kafası karışmıştı. Dean hemen onun kafasına hafifçe vurdu ve kötü bir bakış fırlattı. Hemen sonra Rylei’ye aynı heyecanlı bakışlarla döndü.

“Ee! Tarif nedir?”

“Eh, onu size bu kadar kolay veremem, değil mi.” Dedi Rylei. “Önce bir yarışma yapacağız. Dağın tepesine kadar koşacağız. Oraya ilk varan ödülü alacak. Eğer oraya ilk ben varırsam, ödülü kimseye vermem!” dedi Rylei.

Dean sevinmişti. Rylei ne de olsa bir ihtiyardı. Ne kadar hızlı koşabilirdi ki? Ayrıca Lyner sürekli kendisine yeniliyordu. Bir tehdit oluşturamazdı.

“Peki! Ne zaman yapıyoruz?” dedi hemen.

“Olur!” diye onayladı Lyner. “Ben yarışmayı seviyorum!”

“Hemen, şimdi. Neden benimle dışarı yürümüyorsunuz?”

İhtiyar ayağa kalkarak, hızlıca evden dışarı yürüdü. Lyner ve Dean de onu izlediler.

*

Üçlü, dağın başında durmuşlardı. İhtiyar dağın üstüne bakındı ve en sonunda gözüne büyük bir kaya parçası kestirdi.

“Pekala, o kayayı görüyor musunuz?”

“Evet!” diye yanıtladı ikisi, bir ağızdan.

“Oraya ilk ulaşan kazanır. Başla!”

İhtiyar bir anda koşmaya başlamıştı. Dean ve Lyner da hemen arkasından koşmaya koyuldular. Büyük bir hızla üçü de dağı tırmanmaya başlamıştı.

Rylei, Dean’ın tahmin ettiğinden çok daha hızlı bir şekilde koşuya başlamıştı. Lyner ise yine geride kalıyordu. Fakat çok geçmeden ihtiyar yorulmuş ve yavaşlamaya başlamıştı. Dolayısıyla Dean hemen birinciliğe yerleşti.

Lakin çok geçmeden, ihtiyar bir büyü fısıldadı. Dean bir anda kendini acayip bitkin ve yorgun hissetmiş, olduğu yere çökmüştü. Rylei hemen kendisine yetişip öne geçerken, öfkeyle bağırdı.

“Hile yapıyorsun!”

İhtiyar dilini çıkararak genç çocuğa gösterdi. Yüzünü yeniden hedefine döndüğünde, kayanın üstünde oturan Lyner’ı görmüştü.

“Hile serbest miydi?” diye bağırdı Lyner. “Şunu baştan söylesene ihtiyar!”

İhtiyar şoka uğramıştı. Durdu ve Lyner’a baktı.

“Lyner, sen bunu nasıl? Yoksa…”

Dean büyünün etkisinden o anda kurtulmuştu. O ve ihtiyar yavaş adımlarla Lyner’ın yanına döndü.

“O tarifi Dean hak etti, aslında.” Dedi Lyner. “Hile yapılmasa o kazanırdı.” Dean’e bakarak gülümsüyordu.

İhtiyar hala şok içindeydi, lakin hemen güler bir yüz takındı.

“Pekala, al bakalım Dean. Bu senin.” Bir kağıt parçası çıkararak ona uzattı.

Dean, kağıtta yazanları dikkatle okudu.

“Anason yaprağı mı? Bu gerçekten işe yarıyor mu?”

“Tabi” dedi Rylei. “Kendin denesene.” Sonra emin adımlarla dağdan aşağı yürümeye koyuldu.

O günden itibaren, Dean hep anason yapraklarını topladı. Onları giydiklerinin altına yerleştirirdi. Âşık olmak hep hayaliydi, ama o yalnızca bir savaşçı oldu.

10 YIL SONRA, YENİDEN BÜYÜK LEON – RESDAN SAVAŞI

Yerde bağdaş kurmuş, oturuyordu Lyner. Hala boynunu bükmüş, fazlasıyla düşünceli görünüyordu. Yüzü tamamen şişmiş ve ağzı patlamıştı, ama bu onun yüreğindeki acı ile kıyaslanamazdı bile. Savaş alanını derin bir sessizlik kaplamıştı.

Rylei’nin bayılttığı askerler bir bir uyanmaya başlamışlardı. Binlercesi, ne olduğunu hiç öğrenemedi bile. Sessizliği yırtan Esail'in sesi olmuştu.

“Leon askerleri, ülkenize geri dönün. Savaş burada bitmiştir!”

“Neden onları esir almıyoruz?” diye sordu amirallerden biri. Pek sıkıntılı bir ifade bürümüştü yüzünde.

“Onları hiç düşünmeden kaçıp giden bir kralları var. Onlar için geri döneceğini mi sanıyorsun? O tip bir kralı bir daha karşımda bile görmek istemiyorum.” Dedi Esail. “Bu savaş tam anlamıyla bitmiştir!”

Bu savaş sırasında pek çok insan ölmüştü, ama hiç kimse biri öldü diye savaşı durduramazdı. Dean büyük bir istisnaydı. Onun ölümü, insanların kalbindeki buzları eritecek bir hüzün kaynağı olmuştu nedensizce.

Aslında savaşı tam anlamı ile durduran, Rylei olmuştu. Belki de değer verdiği bir öğrencisini kaybetmişken savaşın devam etmesine göz yumamazdı. Ya da belki sadece Lyner’ın delirmesine engel olabilecek tek kişi oydu. Lyner’ın duyacağı vicdan azabı, hem onu, hem de etrafındakileri küle dönüştürebilirdi.

Lyner’ın kara büyü öğrenmeye çalışırken, en çok tiksindiği büyüler işkence büyüleriydi. Bu tip bir büyüyü kullanmış olması bile, aklının o sırada yerinde olmadığının kanıtıydı. Kimin aklı yerinde olabilirdi ki?

Askerler bir bir dağılıyorlardı. Leon askerleri hızla kaçıştılar. Uyanan Resdan askerleri ise kralın çevresine yayılmış, sevinç çığlıkları ile bir anda tepelerinde beliren güneşe alkış tutuyorlardı.

Esail ellerini kaldırıp onların alkışlarına isteksiz bir gülümseme ile karşılık verdi. Çünkü ancak o sırada fark edebilmişti. Tüm vadiyi çevreleyen üç yüz bin cesedi.

Lyner ayağa kalktı. Sağ kolundan hiddetle yere damlayan kan ona ait değildi. Esail’in yanına yürüdü. Girdiği şoktan kurtulmuş gibiydi.

“Senden bir ricam olacak” dedi Lyner. Kral şaşkın bir şekilde Lyner’a döndü.

“Leon askerinin cesetlerini sınıra taşımamız için emir vermenizi istiyorum. Bizim cesetlerimizi de huzura kavuşabilecekleri bir yere taşımalıyız.”

“Ne? Ama…” Torc şaşkınlıkla söze karıştı. Esail kolunu onun göğsüne koyarak susmasını işaret etti.

“Peki, bunu yapacağım. Aynı zamanda cesetleri taşıdığımız yere bir de barış çelengi yerleştirilmesini istiyorum.”

“Ama efendim?” Torc yeniden konuşmaya çalıştı ancak Esail konuşmaya devam ederek onun sözünü kesti.

“Lakin bu savaşın bizim tarafımızdan kazanıldığını benimsemeleri gerek. Düşmanca bir harekette bulunurlarsa susmayacağımı bilmeni isterim.”

Cesetlerin taşınması için emir verdi ve vadiyi tırmanmaya koyuldu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 11 Şubat 2014, 17:25:15
Uzun zamandır bakmayınca birikmişler ki iyi olmuş şahsen. Yarıda kalmadı okumam bu sayede.

Savaş sahnesi sönük geldi biraz diyebilirim. Savaşçıların bir anda yok olması ve çok hızlı gelişen olayları pek sevmedim. Aksiyon seven biri olarak, bu tip bölümlerin daha detaylı anlatılmasını severim. Savaşın kaderinin an ve an değiştiği, stratejilerin konuştuğu bir savaş alanı görmeyi istiyordum 12. bölümde. Tabi konumuz Lyner olduğu için buna fazla önem vermemeniz de normal.

13. bölümde ise tam dediğim gibi detaylı bir dövüş okumak gayet zevkliydi. Ve sonu da şaşırtıcı bitti. Fakat 14'de Rylei'nin olaya müdehale edişini sönük buldum. Daha doğrusu hançerli bölümün ve yapmaya çalıştığı şeyin daha vurgulu anlatılması gerektiğini düşünüyorum.

15. bölümün başında nedendir bilinmez Son Goku geldi aklıma. Hey gidi günler be diyerek çocukluğumu da hatırladım aslında :D İkinci kısmında ise "devamını okumak istiyorum" dememe neden oldu. Şu noktadan sonra olayların nasıl gelişeceğini merak ediyorum doğrusu.

Ellerinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 11 Şubat 2014, 18:47:13
Çok mutlu oldum açıkçası yorumunuzu okuduğum için. Çünkü tam da aklımdan geçenleri söylediniz. Bölümleri yazarken de, yazdıktan sonra da aksiyonu yeterli bulmadığımı fark etmiştim. Keşke savaşları daha uzun ve heyecanlı tutsaymışım diye düşündüm haliyle. Dolayısıyle hikayenin akıcılığının zedelendiğini düşünüyordum.

Rylei'nin savaş alanına girişini de fazla mı abarttım diye düşünerek kendi kendimi yiyordum. Sönük olduğunu söylemeniz beni ziyadesiyle mutlu etti. Rylei'nin ne yapmaya çalıştığını fazla betimlemek istemememin sebebi de bunu okuyucunun fark etmesini istediğimden kaynaklıydı.

Bu savaş büyük bir güç dengesizliği gösterisiydi. Fakat asıl aksiyonun ileriki bölümlerde başlayacağını söylemek isterim. Lyner'a kafa tutabilecek karakterlerin yaratılması hikayenin gidişatı açısından çok önemliydi. Senaryoyu da bu yönde ilerletmeye çalışıyorum.

Son Goku'ya benzetiğiniz yer de beni hayli şaşırttı ama andırdığını söylemek durumundayım. Yorumununuz için çok teşekkür ederim.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 22 Şubat 2014, 12:27:15
Bölüm 16 – Yeni Bir Tehdit

BİRKAÇ SAAT ÖNCE

Rylei vadinin tepesinde ölü taklidi yapıyordu. Aslında amacı ölü taklidi yapmak falan değildi, lakin bir insan büyük bir savaşın ortasında bir tepenin üstüne tünemiş uyuyorsa, görenlerin onu ölü sanması pek doğaldır.

İhtiyar uyuyordu ama olan her şeyi dikkatle izleyecek kadar da uyanıktı aynı zamanda. Bu onun en süper, en muhteşem ve en olağanüstü tekniği, “İhtiyar bunak hışımlı tekniği: şahin gözlü izleme seviye bir, uyku modu” şeklinde açıklanabilirdi ve bir büyü falan değildi. Sadece insanlar bazen tuhaftır.

Oralarda bir yerlerde dolanan birileri de kuşkusuz onu gördüler. Güçlü kimselerdi, fakat onun bir ölü olduğunu düşünüp kontrol etmeyecek kadar da aklı havada kimselerdi. Vadinin batı yamacında pusu kurmuş, kendi aralarında bir şeyler konuşuyorlardı.

İhtiyarın yarı uykulu durumunda bu adamları işitmemesi imkânsızdı. Adamlar yüksek sesle konuşmuyorlardı, ama Rylei kilometrelerce ötede kur yapan iki kediyi bile işitebilecek kadar duyuları gelişmiş bir adamdı.

Güneş henüz tepeye ulaşmamıştı. Yine de hava fazla açık görünüyordu. Rylei’nin uyuduğu yerde pusu kurup bekleyen adamların kim olduğu, Rylei’nin bilebileceği türden bir şey değildi. Fakat adamlar konuştukça bir tahmin üretebildi.

“Ohnson, bu kadar kan midemi bulandırıyor.”

Kirli sesli bir adamdan geliyordu bu ses. Adam tamamen gırtlaktan konuşuyor, ses tellerini neredeyse egale ediyordu. Rylei bunun yaşlı bir adamın çıkardığı bir ses olabileceğini düşünmüştü, lakin adam henüz orta yaşlarının sonuna yeni yeni yaklaşıyordu.

Rylei’nin şu ana kadar gördüğü en güçlü auralardan biriydi adamın etrafına saldığı o negatif ve tüyler ürpertici enerji. Sanki konuştukça, adamın yaydığı negatif aura da güçleniyordu. Bu tip bir güç kaynağı, şüphe içerikli bir duygu fırtınası yaşamasına neden oldu. Bu, dövüşmek istemeyeceği türden bir şeyin varlığıydı.

“Sizin için ne yapabilirim peki?” şeklinde yanıtladı onu bir diğeri. Bu daha az güçlü bir adamdı, ama kuşkusuz zorlu bir kimseydi.  Sahip olduğu enerji, Lyner’ın gözlerini kullanmadan sahip olduğu enerjiden fazlaydı. Rylei dünyada bu tip adamların var olduğunu bir kez daha hatırladı. Diğer insanları “diğer” olarak adlandırmaya hakkı olacak kadar güçlü kimselerin olduğunu.

“Sizin için bu savaşı bitirmemi ister misiniz?”

“Bu dediğin mümkün olabilirdi.” Diye yanıtladı ilk konuşan adam. “Fakat yapamazsın.”

“Neden?” Adam yüzünü şaşkınlıkla patronuna çevirdi.

“Kişisel bir şey değil. Bu savaş alanındaki öfke ve nefret herhangi bir büyüden daha güçlü.”

Rylei gözlerinin ucuyla adamların olduğu yere baktığında, kırmızı paltolu o adamı görebildi. O uyuduktan birkaç dakika sonra buraya yerleşen bu on kadar adam içinden sadece o dikkatini çekebildi. Adamın saçları, paltosundan bir renk daha koyu bir kızıldı ve havaya dikilmişlerdi. Alnı açıktı ve alnındaki kırışıklıklar seçilebiliyordu. Uzun boylu, lakin zayıf bir kimseydi. Onu gördüğünde, Rylei’nin içine derin bir ürperti serpildi.

Rylei, gördüğü şahsın kim olduğuna dair bir çıkarımda bulunabildi. Uzun bir süre önce Xadirio adlı bir örgütün varlığına dair söylentiler duymuş ve ne olduklarını araştırmak için bir araştırma gezisine çıkmıştı. Bu adamın tipi anlatılanlara uyar nitelikteydi. Lakin Rylei böyle bir güç ile böyle bir yerde karşılaşmayı beklemiyordu. Dahası, adamın anlatılanlardan çok daha güçlü olduğunu sezinlemişti.

Tüm hayatı boyunca Rylei pek çok güçlü büyücü ile karşılaşmıştı. Bunlardan hiçbirinden ustasından koktuğu kadar korktuğunu hatırlamıyordu. Ayağa kalktı.

O ayağa kalktığı anda, adamların bakışları ona yöneldi. Rylei emin adımlarla onlara doğru yürürken, tehditkar bir şekilde etrafa saldığı aura havaya korkunun pırıltılarını serpmişti. Adamların arasından geçerek tepenin daha alt kısımlarına seyretti.

Ağzı açık bir şekilde onu seyreden adamlar, Rylei yürürken ardında bıraktığı siyah bir perdenin ve bu perdeden gelen kudretli auranın akıl almaz bir saldırganlıkla etrafına yaydığı mükemmel enerjinin esiri oldular. Ryleinin attığı her adım tehdit ve güç içeriyordu. Konuşmalarını bölen korku, kızıl saçlı adamın yüzünü terletmiş, tüm dikkatini bir anda dağıtmıştı.

“Seninle yüz yüze gelmeyi bu kadar erken beklemezdim, çocuk.” Dedi Rylei. Ellerini belinde birleştirdi ve ardına dönerken adamın etrafına yaydığı enerji çoktan havaya uğursuzluğu karıştırmıştı. Döndüğünde bakışlarına karışan yıkım, havayı bükerek bir rüzgar halinde kızıl saçlı adama çarptı. Toprak uğursuzluğun çağrısına dayanamayacaktı ki, çatlayarak çökmeye başladı. Bu, Rylei’nin ciddi olduğunu ifade ediyordu. Üstelik ciddi bir Rylei’den korkmayacak tek bir büyücü olamazdı, çünkü adam bilgeliğin ve tecrübenin güçle birleşerek muazzam bir varlığa dönüşüyordu.

“Bu örgüt hakkında hoş olmayan bir şeyler duydum.”

Rylei’nin adama duyduğu korkunun bir sınırı vardı. Fakat bu adamların ona duyduğu korkunun bir sınırı olamazdı. Bu, kızıl saçlı adamın ömründe ilk kere hissettiği bir korkuydu. Hayatında daha önce böyle muazzam bir güce tanklık etmemişti.

Yine de, kızıl saçlı adam sadece gülümsedi. Rylei nasıl korkularının üstüne gitmişse, o da aynı şekilde reaksiyon vermişti.

“Bu yolda karşıma birinin çıkmasından hoşlanmayacağım” dedi.

Rylei kendinden emin bir adım attı sırtını dönerken. “Amaçlarını anlamlandırana değin gözüm üstünde olacak. Karşına çıkmam gerektiğini düşündüğümde, bundan hoşlanmayacak kadar yaşayabileceğini sanmam.”

İhtiyar kendini vadinin diğer tarafına ışınladığında, kızıl paltolu adam çoktan huzursuzluğa teslim olmuştu.

2 GÜN SONRA

Ufuktan duvara çarpan güneş ışığı etkisini kaybetmeye çoktan başlarken, Lyner yatağında dizlerini karnına çekmiş, onları elleriyle desteklerken, başını da ellerinin üstüne koymuştu.

Aslında nerede olduğunu bilmiyordu ya da önemsemiyordu. Herhangi bir şey olabilirdi. Ölebilirdi, ya da yaşayabilirdi. Ama bu artık umursadığı bir şey değildi. Aslında önceden bu tip şeyleri umursadığının farkında bile değildi. Sadece yaşıyor ve gözlerini görmek istemediği şeylere kapatıyordu. Ama artık görmek istemediği şeylere gözlerini kapatması muhtemel olamazdı.

Kapı sadece bir kere tıklatıldı, ama o ses Lyner’ın aklında onlarca kere tekrar etti. İçeri Rylei ile genç kral girerlerken, Lyner kafasını kaldırdı. Nerede olduğunu ancak o zaman anladı. Duvardaki şatafatlı süslerden yerdeki pahalı işlemelere değin, kapının ve odanın büyüklüğü de içinde olmak üzere her şey, buranın kralın sarayı olduğunu haykırıyordu. Tavanı odanın yarısı büyüklüğünde bir ahize süslerken, pencere ülkenin doğu yamaçlarına bakıyordu.

“Sonunda uyanabildin” dedi Rylei. “Senin gibi bir adamın acıdan bayılması halen bana pek yapmacık geliyor doğrusu.”

“Burada bir şey var” dedi Lyner. “Burayı sevmedim. Gitmek istiyorum.”

Lyner karanlık bir varlığın şatodaki egemenliğini daha uyanır uyanmaz sezinlemişti. Korkuyordu, susamıştı ve kalbindeki acı aklını bulandırıyordu.

Kral ile Rylei şaşkınlık içinde birbirlerine baktılar. Kral beyaz saçlarına tezat oluşturacak kapalı mavi renkte bir kıyafet giyinmişti, lakin fazla sıradandı. Kral olduğunu hiç belli etmiyordu.

“Ne demek istiyorsun?”

Lyner bu soruya bir cevap vermemeyi tercih etti. Ne demek istediğini kendi de bilmiyordu çünkü.

“Bu saraya her geldiğimde bende bunu hissediyorum” dedi Rylei. “Şu an bunu takacak durumda değilsin.”

“Kalbindeki yarayı iyileştirmek için elimden geleni yapacağım.” Diye devam etmişti Kral. Amacı sadece konuyu değiştirmek değildi. Ölen kişinin kim olduğunu ve Lyner için ne ifade ettiğini öğrendiğinde bu durumun kabul edilemez bir trajedi olduğunu düşünmüştü.

Rylei emin adımlarla yürüdü ve yatağın kenarına oturdu.

“Daha iyi olup olmadığını soracak değilim.” Dedi. Ellerini Lyner’ın ellerinin üstüne koymuş, bakışlarını onun bükük başına çevirmişti. Genç kral bir iki adım atarak onlara yaklaştı.

“Kalpteki yaralar asla iyileşmezler. Ne zaman, ne de bir başkası iyileşmesini sağlayamaz ayrıca.” Bunu söylerken krala bakmıştı. “Lakin bu yaralara alışmak için başkalarına sımsıkı sarılman gerekir. Güçlü kimseler acı çekmeyenler değil, acı çekmelerine rağmen dimdik ayakta durabilenlerdir.”

İhtiyar derin bir nefes almıştı.

“Lakin ben seni bu yaralara alıştırmak için yanında olamayacağım. Önemli bir iş için ayrılmam gerekecek birazdan. Bunu bir veda düşünebilirsin. Ayrıca, senin de gitmeni istediğim bir yer olacak.”

Lyner kafasını kaldırarak ihtiyar adamın gözlerini incelediğinde, hüzünlü ve kararlı bakışların büyüsüne kapıldı.

“Oak krallığındaki Eru dağının zirvesinde, eğitimin son bulacak. Oraya biriyle birlikte gitmeni istiyorum. İstediğin kişiyi seçebilirsin. Seni uyarıyorum, bu senin tüm hayatında görebileceğin en korkunç yerdir. Yetişkin ejderhaların yuvası olarak bilinir o dağ ve oraya ulaşıp da hayatta kalabilen insanların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Tek başına gidersen aklını kaybedebilirsin. Orada, özel bir ejderha ile buluşman gerekecek. Fakat asla herhangi bir tanesini öldürme, yoksa gözlerin seni yok edecektir. Ne yapman gerektiğine orada karar ver.”

Lyner için şu an eğitim ya da ejderhalar bir önem taşımıyordu. Ancak hayır cevabını veremezdi, çünkü bu bunak adama çok şey borçluydu. Kafasını sallarken, yüzündeki hüzün ziyadesiyle belliydi.

“Senin oradan dönmen aylar alacaktır. Lakin döneceğine eminim. Oraya kralla gitmeni tavsiye ediyorum.”

“Bu mümkün değil” diye atıldı kral. “O kadar uzun süre uzaklaşırsam krallığın hali ne olur?”

“Oraya gitmen krallık için çok daha hayırlı olur. Lyner ile gidersen seni oraya ulaştırabilir. Herhangi bir büyücü ile oraya ulaşman imkânsız olurdu.”

Kral kendisine hiç de kral gibi davranmayan bu iki tuhaf adama gereksiz bir güven duyuyordu. Bir şey söylemeden kafasını salladı.

“Son bir şey daha, Lyner. İntikam arsız bir duygudur. Ne sebeple olursa olsun, her zaman seni kül eder.”

İhtiyar ardına dönüp kapıya ilerledi. Ne söylemeye çalıştığını, Lyner ancak uzun bir zaman sonra anlayacaktı.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 28 Şubat 2014, 15:53:53
Savaş bitse de olaylar bitmedi. Yeni karakterler ve yeni maceralar çıktı ortaya. Lyner'ın yepyeni düşmanları ve karşısına çıkacak bir sürü zorluklar olacağı aşikar. Sonraki bölümü yine merakla bekliyorum. Ellerinize sağlık.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: duhan - 10 Mart 2014, 20:11:54
Her yorumdan sonra uzun uzun maksadınızı açıklamanız mesajın yerine ılaşmadığını gösterir. Yazdığınız şeyde anlam çıkarma işini okuyucuya bırakırsanız herkes farklı şeyler düşünebilir ki bu da istenen bir şey olmasa gerek. Tahayyül olayını okuyucuya bırakmak en iyisidir. Siz yazın o düşünmesin sadece canlandırsın zihninde. Kolay gelsin.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Quid Rides - 10 Mart 2014, 20:33:43
duhan seni buralarda tekrar gördüğümüze göre iyileştin herhalde ;D
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: duhan - 10 Mart 2014, 20:55:14
duhan seni buralarda tekrar gördüğümüze göre iyileştin herhalde ;D
İyiyim çok şükür dinleniyorum. Okuyorum ama yazmak için motivasyon kaybettim bol bol okuyp oluruna bırakıyorum :)
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 10 Mart 2014, 22:03:34
Bölüm 17 – Kara toprak

Amiraller Resdan krallığını verilen sınırlı yetkiler doğrultusunda yönetmekle görevlendirilmiş, her biri krallığın iyiliğini düşünen pratik insanlar oldukları için ellerinden geleni ardına koymamışlardı. Daha çok Leon ile yapılan savaşın negatif sonuçlarını gidermeye çalışıyorlardı. Ordunun büyük bir kısmını kaybetmişlerdi ve Esail’in emriyle orduya sadece büyücüler alınacağından, orduyu yenilemekte sıkıntı çekiyorlardı.

Amirallerden Sindrath soluğu büyücü akademilerini didik didik ederken bulmuş, bu akademilerden en iyisi olan Reba’da çok hoş karşılanmıştı. Reba denen akademiye adını veren, okulun müdiresiydi. O kadının bir insan olmadığını düşünen çok kişi vardı, kuşkusuz Sindrath da onlardan bir tanesiydi. Reba büyücüler ile normal insanların asla aynı kademede olmaması gerektiğin düşünen, sıradan insanlara birer evcil hayvan gözüyle bakan, düşünceleri hastalıklı bir şahıstı. Sindrath’dan aldığı, ordunun tamamen büyücülerden oluşacağı haberi, kendisini sonsuz mesut etmişti dolayısıyla.

Ayrımcılık, kalıp yargılar ve önyargılara sebep olmuştu bu karar. Nefret tohumları krallığa yayılıyordu. Bu, büyü yeteneği olanların, olmayanlara karşı kesin bir üstünlük sağlayacağı, yeni ve tehlikeli bir sistemdi.

Tabi Lyner ve Esail Amirallerin sorumluluklarına oranla daha büyük bir yükün altındaydılar. Yolculuk sırasında yiyecek ve suyu tüketmişler, aslında tabiri yerindeyse har vurup harman savurmuşlardı. Olanlara dair bir fikirleri yoktu.

Oak ile Resdan arasındaki tenha ormandan geçerken atlarını bir şekilde kaybetmişlerdi o ikisi. Gördükleri tek yaratık bir orman aslanıydı ki o da pek vahşi davranışlarda bulunduğundan taraflarınca öldürülmüştü. Bu bir kış ormanıydı. İğne yapraklı ağaçlar yılın on iki mevsimi kar altındaydı. Mevsim, bu bölgede sadece kış olurdu.

Lakin ormandan bir şekilde çıkmayı başarıp, yine de çok sevinememişlerdi. Ormanın diğer tarafı Oak imparatorluğuna çıkıyordu ama ayak bastıkları boş arazi uğursuzluğun kafesi gibiydi adeta. Bu topraklar insanlar için değildi. Kara toprak kızıl gökyüzüyle birleşirken, Lyner hayatında ilk kez Resdan dışında bir imparatorluğa ayak basmış bulunuyordu.

Toprak gerçekten de fazla siyahtı. Yine de ilerlemek zorundaydılar. Ürkütücü şeyler olmaya başladığında ise, birkaç kilometreyi geride bırakmışlardı.

Birkaç seyrek ot, ki bu otlar çok siyah ve kuruydular, kuru, siyah bir toprak örtüsü, ki kilometrelerce uzanıyordu, ayrıca siyah ve iri birkaç kaya parçası dışında arazi son derece boştu. Ne bir kuş, ne bir böcek, tanıdık olabilecek herhangi bir canlıya rastlamadılar. Fakat yola devam ettikçe, etraftan gelen tuhaf seslerle, ki bir çeşit hayvana ait olmalıydı, korkmaya başlamışlardı artık.

“Bu ülkenin nesi var böyle” diye sordu Esail. “Hava tamamen aydınlık olmasına rağmen yeryüzü geceymiş gibi duruyor.”

“Ben daha çok şu baykuş seslerine şaşırıyorum. Etrafta pek ağaç olmamasına rağmen ve gündüz vakti…” Lyner etrafını iyice kolaçan ederek yürüyordu.

“Onların baykuş olmadığına eminim. Sesler fazla uzaktan geliyor gibi. Bu kadar uzaktan duymamız çok yüksek bir ses çıkardıkları anlamına geliyor.”

Lyner hemen seslerin ejderhalara ait olabileceğini düşündü ama hemen sonra bu fikirden vazgeçti. Ejderhaların yaşadığı yere henüz ulaşmamış olmaları gerekiyordu. Uzaklarda bir dağı seçebiliyordu lakin çok uzakta gibiydi. Zar zor görüş alanına giriyordu.

Pek konuşmadan yürümeye devam ettiler. Birkaç kilometre yürüdükten sonra, küçük bir tepenin ardında bir köy fark ettiler.

Aslında burası bir köyden çok, bir şehir meydanına benziyordu. Tek haneli evler yan yana dizilip büyük bir yuvarlak oluşturmuştu. Meydanın dışını birkaç okaliptüs ağacı süslüyordu, ama bunlar da siyahtı tabi. Lyner ve genç kral oraya vardıklarında güneşin batmasına henüz bir saat daha vardı ama köyün girişinden itibaren her yer bir çeşit ışıkla aydınlatılıyordu. Işıklar ağaçların üstünde, evlerin üstünde, ya da her yerdeydi.

Evlerin oluşturduğu halkanın içine sadece bir yerden girilebilirdi. Lyner’ın geldiği yerden giriş açıkça görülebiliyordu. Lyner hemen oraya yöneldi.

Evlerin giriş kısımları halkanın içinde yer alıyordu. Evlerin oluşturduğu bu halkanın içinde daha küçük ve dükkanlardan oluşan bir diğer yuvarlak daha vardı. Evlerin girişleri ile dükkanların girişleri karşılıklı bakıyordu, ama aralarında sağlam bir mesafe vardı tabi.

O ve kral girişten içeri girdikleri anda, yüzlerce insanın sokaklarda gülüşmekte olduklarını gördüler. Dükkanlar insan kaynıyor, evlerin balkonlarında tanıdıklar oturmuş muhabbet ediyor, çocuklar iki yuvarlak set arasındaki siyah toprakta yerlere yatmış, oyunlar oynuyorlardı. Herkesin yaptığı şeyi bir kenara atıp kendilerine dönmesi ile Lyner çok tuhaf bir şeyi fark etti. O da, burada bulunan, çocuk ve yaşlı gözetmeksizin herkesin kız olduğuydu.

Şok olmuş yüzlerini öfke bürürken, birkaç kadın kılıçlarını çekerek onlara doğu yürüdü. Lyner hemen ellerini kaldırarak kadınların onların yanına yaklaşmasını bekledi. Esail de ellerini havaya kaldırmıştı.

“Siz iki yabancı burada ne yapıyorsunuz?”

On kadar kılıçlı ve zırhlı kadının içinde öne çıkan, sarışın, kısa saçlı, orta yaşlarda bir kadındı konuşan. Aşırı kaslı vücudu sayesinde çok itici görünüyordu. Diğer kadınlara oranla daha iri ve çirkindi, lakin bu kadar kaslı olmasa dünyanın en güzel kadını olabilecek bir gizli kapasiteye de sahipti.

“Ejderhaların yaşadığı şu dağı görmek için yolculuğa çıktık.” Dedi Lyner. Gülümsüyordu. Esail ve kadınların verdiği tepki aynıydı.

Kadınlar kılıçlarını daha da ileri attı.

“Bu köye erkekler izinsiz giremezler. Hemen çıkın buradan!”

“Bunu yaparsak ölürüz. Yemek ve suyumuz tükendi. Yolculuk sırasında ölmektense savaşçılar tarafından öldürülmeyi tercih ediyorum.” Lyner gülümsemeye devam ediyordu.

Kadın sinirle kılıcını salladı. Lyner geriye atılarak bu darbeyi savuşturmuştu.

“Vay, hızlısın” dedi kadın. “İyi bir döl kaynağı olabili…”

Kadın sözünü yarıda kesip geriye atılırken, elindeki kılıcı da yere düşürmüştü. Yakışıklı oğlanın vücudunu yoklarken gözüne o kızıl gözleri kestirmişti zira. Yüzünü büyük bir korku kapladı.

“Sen, yoksa!”

Yüzündeki korkunun yerini bir anda öfke ve hırs bürüdü. Hemen kılıcını yerden kaparak bir diğer saldırıda bulundu. Bu kez Lyner’ın karşılayabileceğinden hızlı bir darbe indirmişti ama Lyner kendini geriye ışınlayarak yeniden saldırıyı karşılayabildi.

“Sendin! Kardeşimin canını alan sendin!”

“Sakin olun” diye söze karıştı Esail. “O gözler kimseyi öldüremez.”

“Bu anı çocukluğumdan beridir arzuluyorum Ryner Deobilis! Kendini hazırla!”

Lyner’ın işittiği isim, zihninin en karanlık anılarını aklına getirdi. Bu ismi Esail de biliyordu, fakat Lyner o adama hiç benzemiyordu. Onu çocukluğunda sık sık görürdü, dedesinin sağ kolu gibiydi.

“Onu biriyle karıştırıyorsunuz” dedi Esail. “O adam neredeyse on beş yıl önce ölmüştü.”

Lyner boynunu bükmüştü. Kadının azmi intikam arzusundan geliyordu ve Lyner bu azme başını eğerek saygı gösteriyordu.

“O kardeşinizi mi öldürdü?” diye sordu Lyner. Kafasını yeniden kaldırdığında gülümsüyordu. “O halde bize minnettar olmalısın. O adamın ölmesine sebep olan kişi bendim.”

Lyner sırıtırken sol gözünden bir damla yaş aktı. Esail ve kadın kendisine şok olmuş bakışlarla bakıyorlardı. Gözünü silerken gülümsemeye devam ediyordu.

“Üstelik bahsettiğiniz olay uzun zaman önce olmuş olmalı, ne kadar genç olduğumu fark etmişsindir. Maalesef bahsettiğin kişi değilim.”

Kadın kılıcını indirerek yaşadığı duygu fırtınasından çıkmıştı. “Haklısın. Yine de bu köyden gitmelisiniz. Bu köy sadece kadınlara aittir.”

“Bunu biliyoruz.” Diye atıldı Esail. “Sadece yiyecek bir şeyler satın alıp hemen yolumuza devam etmek istiyoruz.”

Kadın bu iki adamın kötü niyetli olmadığını bir şekilde anlasa da, köyün kurallarını bozmayacaktı. Bu sebeple elleriyle gitmelerini işaret ederek ardına döndü. Ancak kadın ardını döndüğünde, köşedeki tezgâhta bulunan çeşitli meyveleri sırt çantasına dolduran Lyner’ı gördü. Ardına dönmeden önce Lyner’ın karşısında durduğunu hatırlıyordu. Şaşırdı ve ağzını istem dışı açtı. O sırada Esail’in koşar adımlarla köyün çıkışına koşmaya başladığını gördü. Bir an ne yapması gerektiğini bilemedi. Hemen sonra, onun kaçmasına izin verip Lyner’ı yakalamakta karar kıldı. Kafasını yeniden çevirdiğinde, tezgah bomboştu. Lyner birkaç metre ötedeki çeşmede matarasına su dolduruyordu.

“Yakalayın onu!”

Kadınlar daha harekete geçemeden, Lyner matarasını da doldurmuş, kendini koşmakta olan Esail’in yanına ışınlanmıştı.

Ancak o ikisi koşuya geçtikleri sırada, beklenmeyen bir şey oldu. Önlerini zincirler kapladı. Siyah, uzun zincirler. Arkalarına döndüler ancak dört bir yanın bu zincirlerle kapatılıp bir kafes oluşturduğunu fark ettiler. Kafesin tepesi yoktu. Zincirler sanki sonsuzluğa uzanırmışçasına gökyüzüne ilerliyordu.

“Bu da ne?” dedi Esail.

“Kara büyü.”

Lyner cevap verirken ifadesizdi. “Karmaşık bir büyü, sadece yapan kişinin bozabileceğini sanıyorum.” Tekrar önüne baktığında, bir kadın silueti seçebildi.

En az 80 yaşındaydı. Elindeki baston yardımıyla yürüyor, beyaz uzun saçları sırtına devrilirken kırışık yüzünü siyah lekeler süslüyordu. O kadar yavaş adımlarla ilerliyordu ki, kafesin yanına gelene değin sanki saatler geçmişti. Bastonu yere vurdukça çıkan “tık” sesi dışında bir ses duyulamaz olmuştu. Sessizlik bir anda ortama hâkim olmuş gibiydi.

Kadın kısa boyluydu fakat hantal olduğu için bunu gizliyordu. O yürürken, arkadaki kadın askerler diz çökmüşler, en ufak bir ses bile çıkarmıyorlardı.

“Hırsızlık, bu köyde onlarca yıldır rastlanmış şey değil.” Oldukça içten, güçlü bir sesi vardı kadının. “Çocuklarım bunu görmüş oldular. Acıklı bir durum, yaptıklarından pişman olmalısın.

“Hırsızlık yapmadım.” Diye atıldı Lyner. “Aldığım her şeyin parasını fazlasıyla raflara koydum ben.”

Lyner ellerini havaya kaldırırken, kafes bir toz yığınına dönüştü. Bu karmaşık büyüyü çözmesi, Lyner’ın sadece birkaç saniyesini almış olmalıydı.

“Ölmek üzere olan iki insana sırf erkek oldukları için yardım etmeyi reddeden bir grup fahişeyle yaşayan o çocuklara ben de acıyorum, evet.”

Lyner ileriye doğru bir adım attı. O adımını atarken, hafif bir rüzgar yaşlı kadına Lyner’ın aurasını taşıdı. Yaşlı kadın şok olmuş bakışlarla onlara bakarken, Lyner yürüyerek kadının yanından yürüyüp geçti.

En ufak bir büyü kullanmamıştı ama Lyner Noa krallığının en güçlü büyücülerinden birini yine de yenmişti.

Lyner yürürken, kadın ardına dönüp çocuğa baktı. “Lyner…” dedi. “Yoksa, sen…”

Kadının kelimeleri, Lyner’a o tanıdık hissi taşıdı. O tanıdık, acı verici ama mutluluk kokan hasret duygularını.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Quid Rides - 10 Mart 2014, 23:27:59
Uzun bir aradan sonra Lyner'ı okumak hoşuma gitti. Meraklanmaya başlamıştım kaç zamandır. Birde ordunun sadece büyücülerden oluşması fikrini tamamen olumlu olarak değilde olumsuz bir tarafıyla da verilmesi güzeldi. Tek olumsuz eleştirim kelime tekrarı üzerine olacak Mesela:

Evlerin giriş kısımları halkanın içinde yer alıyordu. Evlerin oluşturduğu bu halkanın içinde daha küçük ve dükkanlardan oluşan bir diğer yuvarlak daha vardı. Evlerin girişleri ile dükkanların girişleri karşılıklı bakıyordu, ama aralarında sağlam bir mesafe vardı tabi.

Bu kısacık paragrafta üç defa "ev" kelimesi geçiyor. Hikayedr buna benzer örneklerde bol. Bunları azaltman hikayenin akıcılığını arttıracaktır
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 08 Temmuz 2014, 22:58:19
Spoiler: Göster
Here comes the summer again... Aylar süren gecikmenin ardından karşınızdayım. Maalesef hikaye bir roman oluşturulubilecek kadar uzun. Çok özetle aklımdaki pek çok olayı vermek kolay olmuyor ve aklımdaki pek çok şeyi açıklamak için sabırsızlandığımdan her şey benim için sıkıcı bir hal alıyor. Önceki ilginizi yeniden yakalarım umarım, teşekkürler...


Bölüm 18 – Fakir Bir İmparatorluk

Kadının adı Era’ydı. Lyner ile Bog-Maiw kasabasındaki bir pazarda tanıştıklarında, Lyner henüz bir çocuktu. Yaramaz bir çocuk.

Rylei Lyner ve Dean’e bir miktar para vererek, yürüyerek bir günde gidip gelebilecekleri mesafedeki Bog-Maiw kasabasına göndermişti onları. Kasaba, civardaki en iyi ticaret bölgelerindendi. Yerleşik hayatın pek az olduğu, ipek, kumaş, tarım ürünleri ve hatta mücevherlerin bolca bulunabileceği bir yerdi. Bu küçük kasabaya ülkenin diğer ucundan kalkıp gelenler bile olurdu. Dolayısıyla hırsızların ve hatta köle tacirlerinin de birer odak noktasıydı burası.

Rylei, Lyner ve Dean’in, başarıyla istediklerini satın alıp gelebileceğini varsaymıştı ancak bölge iki küçük çocuk için ziyadesiyle tehlikeliydi. İki çocuk, yalnız oldukları anlaşılır anlaşılmaz köle tüccarlarının ilgisini çekmeyi başarmıştı.

Era sadece ipek satmak için krallığı dolaşan gezgin bir tüccardı. Yaşlı bir kadındı. Lakin hisleri güçlü bir insandı. Bir miktar ipek satın almak için tezgahın önünde duran iki çocuğun, ki bunlar Lyner ve Dean’di, büyücü çıraklar olduklarını hemen anlamıştı. Özellikle Lyner’ın mutluluk dolu aurası kadını büyülemişti.

“Adın nedir küçük büyücü?” dedi kadın Lyner’a gülümseyerek.

“Siz… Nasıl anladınız?” Lyner korkmuş ve endişelenmişti. Kadın kahkaha attı ipekleri uzatırken.

“Elbette anlarım, bende büyücüyüm.” Dedi. “Ama buralara ait değilim, pek uzaktan geldim.”

Lyner o an gülümsedi. “Öyle mi? Adım Lyner, tanıştığıma memnun oldum!”

Lyner tezgâhtan uzaklaşıp köşeyi döndüğü sırada ise, o ve arkadaşının karşısına iki iri yarı adam atıldı.

***
Daha ne döndüğünü anlayamadan, başlarına geçirilen iki beyaz torba kör etmişti iki çocuğu. Ağızlarını birer el kapatmış, bir yandan da ayakları yerden kesilmişti. Yüksek ihtimalle çocukları sırtına almışlardı. Hemen sonra sert bir zemin üstüne yatırıldılar. Bir yük taşıtının arkası olabilirdi. Bu süreç esnasında, ağızlarını, kol ve bacaklarını bağladılar. Torbaları kafalarından çıkarmışlardı.

Lyner ışınlanmadı çünkü ışınlanıp bir başkasına bağlarını çözdürse bile Dean’i arkasında bırakamazdı.

Lakin araç hareket etmedi. Kuru bir gürültüyü inileme ve savaş çığlıkları süslemişti. Lyner eğilip baktığında, az önceki ipek satıcısının adamlara minik ateş topları atmakta olduğunu gördü.

“Kadınlar ve çocuklar kutsaldır!” dedi yaşlı kadın. “Özgürlükleri satılık olamayacak kadar değerlidir!”

Adamlar öfkeli kadına karşı bir şansları olmadığını fark edip her şeyi ardında bırakarak topukladılar.

***


“Oh, seni tanıdım” Lyner arkasına döndü. “Bizi köle tacirlerinden kurtarmıştın.” Gülümsedi.

Kral sürekli bir şeyler olmasından yorgun düşmüştü. Sakin ve hızlı bir seyahat arzulamıştı, lakin durum karmaşıklaşıyordu. Burada olmaktan ötürü içi rahat etmiyordu. Yenile kral olmuştu ve tahtını başkalarına emanet edip öylece gitmişti. Hoş, Rylei denen adam burada bulunması gerektiğini söylemişti ve o adam kadim bir bilgeliğe ulaşmış olmalıydı. Leon ile olan savaş sırasında ispatlamıştı ki, o, kuşkusuz bu ülkenin en büyük büyücüsüydü. Fakat duyduğu bu ürkünç sıfat, neden burada olduğunu anlamasına sebep oldu. “Köle tacirleri.”

Genç kral bunun çok eskiden var olduğunu ya da sadece masal olduğunu düşünmüştü şu ana dek. Fakat hiçbir şeyin tozpembe olmadığını fark ediyordu. Yolculuğu belki de bunu anlayıp değiştirmesi için bulunmaz bir fırsattı?

“Ah, evet. Epey zaman oldu, Lyner.”

“Adımı unutmamışsınız. Buna sevindim.”

İhtiyar, hala daha saygıyla reverans vermekte olan savaşçı kadınlara döndü.

“Bu iyi insanların en azından bir geceliğine burada kalmasını onaylıyorum.” Dedi. “Ayrıca ayağa kalkabilirsiniz. Misafirlerimiz köyün monarşi ile yönetildiğini sanabilir.”

“Hayır ama anaerkil olduğu kesin” dedi Lyner gülümseyerek. Kadınlar reveransı bırakıp ayağa kalktılar. Bu köy sadece kadınların yaşadığı bir köy değildi, ayrıca en yaşlı insanların en saygın olduğu bir düzen oluşturulmuştu ve köydeki en yaşlı kadın Era’ydı.

İki bina çemberinin arasındaki yoldan dümdüz içeri yürüdüler. Köyün batıya bakan ucunda, önünde fesleğenler ekili, oval ve büyük bir ahşap ev vardı. Evin çatısı hasırdandı, lakin duvarlarla bitişik değildi. Evin çatısını duvarlara bağlayan birkaç iri sütun vardı. Burası yemekhaneydi ve bu köyün tüm insanları günün belirli saatlerinde bir araya gelip yemeği birlikte yerlerdi. Ne Lyner ne de kral, birbirine böyle büyük bağlarla zincirlenmiş köy sakinlerini daha önce görmemişti.

Oraya yürürlerken fısıldaşmalar hayli can sıkıcı olmaya başlamıştı. Yetişkinler öfkeli, çocuklar ise şaşkındı. Zira hayatlarında ilk kere bir erkek görüyorlardı. Sadece şaşkın değil, meraklıydılar da. Kimisi ise bu iki genç oğlanı birer sex objesi olarak gözüne takınmış, onları sıradan bir oyuncak niyetine gözlüyorlardı.

Yemeğe katılım çok az oldu. Öfkelerini ya da cinsel arzularını bastırmak isteyenler gelmemişler, çocukların gelmesine de müsaade etmemişlerdi. Fakat özellikle savaşçı olanların çoğu gelmiş ve birkaç iyi niyetli kadın ile çocuk onlara katılmıştı.

Ziyafet harikulade olacağa benziyordu. Patates yahnisi, birkaç çeşit çorba, kurutulmuş domuz eti ve birçok lezzetli yiyecek uzun bir masaya donatılmıştı. Bir zengin ziyafetini andırıyordu, lakin bu durum buradaki insanlar için hayli sıradandı.

Masanın en ucuna oturan, Era oldu. İki yanına ise Lyner ve kralın oturmasını istedi.

“Kızıl gözlü oğlanı çocukluğunda tanımıştım” dedi kadın. “Bir grup köle tüccarı tarafından kaçırılmak üzereydi. Kendisine mütevazı bir şekilde yardım ettikten sonra, günün birinde buluşursak bu yardımın karşılığını ödeyeceğini söylemişti.”

Lyner çoktan sofradaki yemeklerden tatmaya başlamıştı.

“İçinizden büyücü olanlarınız anlamıştır ki, bu genç sıradanın çok ötesinde bir güce sahip. Son zamanlarda yaşadığımız sıkıntıları çözmek için bize yardım edeceğini düşünüyorum.”

Lyner hala yemek yemeğe devam ederken, yaşlı kadının konuşması üstüne fısıldaşmalar başladı.

“Ne tarz bir sıkıntıdan bahsediyoruz?” diye sordu Lyner.

“Oak krallığında son birkaç yıldır akıl almaz şeyler olmaya başladı. Bu dünyada ejderhaların bulunduğu tek yer bizim krallığımızdı ve kutsal dağımızda yaşıyorlardı. Lakin dağdan inmeye, yerlilere saldırmaya, ve hatta öteki krallıklara geçmeye başladılar. Yetişkin ejderhalar, bizlerin karşılarında savunma yapabileceğimizden çok daha güçlüdürler. Özellikle de büyücü ejderhalar karşısında hiç şansımız olamaz. Şimdiden birkaç köyü yerle bir ettiler ve bir sonraki köyün bizimki olmayacağı bilinemez.”

“Neden onlarla konuşmuyorsunuz?” diye sordu Lyner tekrardan, ağzına bir diğer et parçasını tıkıştırırken.

Kadınların birkaçı kıkırdadı.

“Bu çocuk mu bizi kurtaracak, anne?” diye sordu bir tanesi. “Dinle, ejderhalar insanlarla konuşmaz. Biz onlar için birer karıncadan farklı değiliz.”

Yaşlı Era elini kaldırarak kadına sessiz olmasını işaret etti.

“Ejderhaların insanları muhatap alması pek ender görünen bir durumdur. En az onlar kadar güçlü olduğunu ispatlaman gerekir.”

“Biz aslında buraya onlar için gelmiştik” dedi Lyner. “Ustam bana ejderhaların yanında eğitimimi tamamlamamı söyledi.”

“Bu imkansız!” diye çıkıştı yaşlı kadın. Ellerini masaya koyarak ayağa kalkmıştı. “Ejderhaların özel bulduğu birkaç insanı eğittiğine dair anlatılar var. Fakat bunların hayal ürünü olduğu su geçirmez bir gerçek.”

“Anlatılar mı? Efsane gibi mi?” diye sordu kral bu kez.

“Ejder büyücüler, büyü sanatının en antik ve gizemli şeklini bilirler. Bunu insanlarla paylaşmaları asla mümkün olamaz. Sen bir karıncayı senin kadar güçlü yapmak ister miydin?”

“Eğer karınca bu gücü kullanmak için geçerli bir sebebe sahip olsaydı, evet” diye atıldı Lyner. “Bu ejderhalarla konuşmaya gideceğiz. Size yardım edeceğime dair söz veriyorum. Bana kutsal dağa en kolay nasıl gidileceğini anlatın yeter.”

Lyner hala yiyordu. Konuşurken de ağzındaki lokmanın bitmesini beklememişti.

Yaşlı kadın şaşkınlıkla oğlanı süzdü. Hemen sonra bir kahkaha attı ve o da bir şeyler yemeğe koyuldu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 26 Ekim 2014, 12:36:31
Bölüm 19 – Geçit

Sabahın ilk ışıkları köyün doğusundan evlerin duvarlarına çarpıyor, epey yatay oldukları için kör bir gölge yaratıyorlardı. Havaya karışan fesleğen kokusunu, siyah toprağın kanı andıran kokusu harmanlamıştı. Belki de o fesleğenlerin ekilme sebebi buydu.

Sabah kahvaltısında yemekhaneye gelen kadınlar çok fazlaydı. Önceki akşam yemeğinin aksine herkes kahvaltıya gelmeyi uygun görmüşlerdi. Bu duruma Lyner pek şaşırdı, lakin her halükarda kahvaltının ardından köyden ayrılmayı planlıyordu.

Oturma düzeni değişmedi. Kahvaltı da çorak topraklara uygunsuz bir şekilde zengindi. Zeytin, yumurta ve birkaç çeşit ekmeği yeşillikler süslemişti. Herkes kahvaltısını yaparken sessizlik hakimdi. Gerçekten de olağanüstü bir durumdu erkeklerin köyde bulunmaları.

Aslında sistem basitti. Yetişkin kadınlar civar köylere gittiklerinde birilerine aşık olabiliyorlar ve orada evlenip orada kalabiliyorlardı. Çocuk sahibi olduklarında eğer bu bir erkek çocuksa kocalarının yanında yaşamaya devam ediyorlardı. Ancak çocuk kız olursa, isteseler de istemeseler de, çocukla birlikte kocalarını bırakıp kaçmaları gerekiyordu. Kural böyleydi.

“Ejderhaların yaşadığı dağa ulaşman yürüyerek bir hafta sürerdi” dedi yaşlı kadın sessizliği yırtarak. “Fakat hem uzun hem de tehlikeli bir yolculuk olurdu. Ayrıca size satacağımız yiyecek ve içecek miktarı da sınırlı olacak. Bu sebeple size birer at kiralayabilirim. Yolculuğunuzu üç güne, hatta iki güne indirgeyebilirler. Ayrıca atlar geri döneceğinize dair bir güvence olur.”

Lyner kafasıyla onayladı. “Yaptıklarınız için minnettarım.”

Esail ise çoktan bir şeyler atıştırmıştı. Hava almak için izin istedi.

“Beni de bekle, Esail.” Dedi Lyner. “Erkenden gitmemiz iyi olacak.”

Samimi bir şekilde hitap edilmek Esail’in hoşuna gidiyordu. Gülümsedi. Ayağa kalktılar ve yolculuk tüm hızıyla devam etti.

***

Üç günün sonunda önlerinde duruyordu. Sadece dağ değil, dağın görkemi de yaklaştıkça büyüyordu. Dağdan yeryüzüne harmanlanan antik bir enerji herhangi bir büyücü tarafından hemen sezinlenebilirdi. Dağa yaklaştıkça atlar huysuzlaşmaya başlamışlardı, lakin Lyner onları bir şekilde rahatlattı. Dağ o kadar büyük ve genişti ki, dağa tırmanmaya başladıklarının farkında bile olmadılar ilk başta. Bunun sebebi dağın eteklerinin çok dik olmayışıydı.

Fakat birkaç saatlik bir sürüşün ardından, dağ bir duvar kadar dikleşti. Bir bariyere takılmış gibi, kaldıkları yerden öteye geçemez oldular. Lyner ellerini havaya kaldırırken üç şeritli bir büyü halkası oluşmuş, bununla birlikte üzerlerinde bulunan toprak parçası yavaşça harekete geçerek dağın üstlerine tırmanışa geçmişti. Atlar bir anda ürkerek kişnediler. Toprak parçasının üzerinden kayıp düşecek olsalar sonları ölüm olurdu. Bu noktada da Esail yaptı büyüsünü. Bir aydınlık büyüsü kullanarak atları sakinleştirdi ve atlar mayışarak yere çöktüler.

Toprak parçası ilk başta son derece hızlı bir şekilde yukarıya ilerliyordu. Fakat yarım saatin sonunda basınç o kadar bir düştü ki Lyner’ın beynine giden kan akışı sekteye uğradı. Toprak parçasının ilerleyişini son derece yavaşlattı. Hava son derece soğuyor, kızıl toprak yavaşça beyaza dönüyordu. Kar çok ilerde kendini buzula bırakacaktı. Ağaçların yaprakları sivrileşiyordu giderek. Üstelik hala, dağın zirvesini göremiyordu iki genç büyücü. Durumun ciddileştiğini anlayan Lyner dışarıdaki basınç ve soğuktan kendilerini koruyacak bir kalkan yapmayı denedi.

Yapamadı. Neden sonra fark etti ki toprak parçası çoktan durmuştu bile. Çok üşüyordu. Beynine giden kan basıncı azaldığından olayları geç algılamaya başlamıştı. Burnundan kan gelmeye başladığını fark etti. Atlar ölmek üzereydi, can çekişiyorlardı ve Esail kendini yere atmış soluk almakta zorlanıyordu. Lyner ne olduğunu anlamıyordu. Esail kendisine bir şeyler söylemiş miydi? Konuştuğunu anımsamıyordu. Kaç dakikadır böyle olduklarını da anımsamıyordu. Kaç metre yüksekteydi? Tekrar bir kalkan yapmayı denedi fakat yeniden büyü yapamadı. Neden büyü yapamıyordu?

Genç büyücü bir anda korkuya kapıldı. Esail’in bilinci kapanırken, kendisi de bir anda yere kapaklandı. Gözleri kararmadan önce atının öldüğünü biliyordu.

Yarım Asır Kadar Önce

Rylei tüm sevdiklerini tek tek kaybetmişti. Tüm Oak krallığı çöküyordu. Köyü tek bir adam tarafından yok edilmişti. Gaélo. Bu ismi aklının ta en içine kazımıştı genç Rylei. Tüm arkadaşları, ailesi, hatta gurur duyduğu öğretmeni öldürülmüş, fakat fakire sadaka verir gibi onun hayatı bağışlanmıştı. Henüz on beş yaşında olabilirdi ama o yine de onurun ne demek olduğunu bilerek yetiştirilmişti. Kendisini bağışlayan Resdan prensi Gaélo, tüm Oak krallığını harabeye dönüştürmeyi kendine amaç edinmişti. Canını bağışlayarak genç oğlanın onurunu kirletiyordu.

Hançeri tam karnına dayadı Rylei. Bu hayatı sürdüremeyecek kadar çok acı çekmişti, şerefi ve onuru iki paralık edilmişti. Yaşamaya devam edemezdi. Rylei Oak imparatorluğunda doğmuş, büyümüş, çoğu şeyi burada yaşamıştı. Hiçbir şey yapamazdı. Ülkesini kurtaramayacaktı. Ancak Rylei ümitsizliğin eşiğinde kendini öldürecekken gökleri derin bir çığlık yardı.

Başını kaldırdı Rylei. Bir ejderha göklerde süzülüyordu. Henüz uzaktaydı, lakin iki kanat çırpışıyla oraya varacakmış gibi duruyordu. Köyün tamamından daha iriydi. Ejderhanın sol tarafı beyazken, diğer tarafı siyahtı. Kükremeleri Rylei’nin ta kalbine işliyordu, kulaklarını yırtıyor, meraklı genci korku içinde büyülüyordu.

Ejderha ayaklarını yere değdirdiği anda, yer sarsıldı. Gök gürültüsünü andıran bir ses yeri göğü inletti. Lakin yaratık sadece fiziksel olarak güçlü değildi. Aynı zamanda etrafına yaydığı kudretli ve kadim enerji, Rylei’yi feci sersemletmişti. Büyülenerek yaratığa baktı. Ejderhanın enerjisi dışarı salındıkça, kudretli bir rüzgar gibi dışarıya doğru eserek, Rylei’nin saçlarını sallıyordu.

“Bitti, Genç büyücü!” dedi ejderha. “Bu ülkenin işi artık bitti!”

Rylei ejderhadan dışarı salınan o kudretli enerji yüzünden yere çakılırken, bu sözler aklında tekrar tekrar çalınıyordu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 26 Ekim 2014, 16:46:36
Bölüm 20 – Tanışma

Lyner gözlerini yavaş yavaş karanlığa açtı. Bulunduğu odayı gri sütunlar beziyordu. Çok iri bir salonda olduğunu fark etti. Salon o kadar büyüktü ki Lyner salonun tavanını göremiyordu. Çok karanlıktı burası. Ayağa kalkıp etrafına bakındı.

Orada duruyordu Yu. Kimileri ona ölülerin tanrısı derdi, kimileri cehennemin yaratıcısı. O kadar siyah bir ejderhaydı ki, etraf karanlık olsa da daha karanlık olmasından dolayı net bir şekilde görülebiliyordu. O kadar büyüktü ki, ilk gördüğü ejderha bunun yanında bir bebek değil de, cenin kalırdı.

“Asırlardır buraya pek çok iki ayaklı kara büyücü geldi.”

Ejderha konuşurken, sarmal bir enerji kitlesinin kendisine doğru ilerlediğini hissetti Lyner. En son hatırladığı dağın yükseklerinde bayılmak üzere olduğuydu, buraya nasıl geldiğini bilmiyordu.

“Her biri diğer insanları öldürmenin yolunu arıyordu. Tüm krallıklara hükmetme tutkusuyla yanıp tutuşan pek çok kişi, gücün anlamını ve nasıl elde edilebileceğini öğrenmek için buraya gelip durdu.”

Ejderha kahkaha attı hemen sonra. Bu kahkaha Lyner’ın içini ürpertmişti. Ejderha ağzını açtı ve siyah bir kristal oluşturdu. Kristal ağzından çıkarak ışıldadı ve gökyüzünde asılı kaldı.

“Buna ölüm kristali denir. Sana konuşmak için fazla bir zaman vermiyorum, iki ayaklı. Beni ikna edemezsen bu kristal senin canını alacaktır.”

Lyner esneyerek ayağa kalktı ve işaret parmağını tam da ejderhaya yönelterek konuştu. “Yanlışın var ejderha. Ben buraya yürüdüğümü hatırlıyorum ama geldiğimi hatırlamıyorum. Buraya gelmiş değil, getirilmiş sayılırım. Konuşması gereken ben değil, sensin. Neden buraya getirildiğimi söylemen gerekir. Yanımdaki arkadaşımın nerede olduğunu da.”

Ejderha tekrar kahkaha attı. Ancak bu kez daha samimi, daha içten bir kahkaha gibiydi.

“Ejderhalardan biri hayatınızı kurtardı. Sen kara büyücü olduğun için benim yanıma getirildin. Arkadaşın ise aydınlık büyücü olduğu için, aydınlık ejderhanın huzuruna çıkarıldı. Tırmanmaya çalıştığınız dağın ardındasınız.”

Lyner rahatlamış bir şekilde tam anlamıyla ayağa kalktı. Artık Esail’in iyi olduğunu biliyordu.

“Buraya gelmemizi ustam Rylei istemişti. Eğitimimi tamamlamam için gönderildim.”

Ejderha doğruca Lyner’ın gözlerinin içine baktı. “O halde antik ejderha dilini öğrenmek istiyorsun” dedi. “Rylei bizzat en büyük ejderha kralı tarafından eğitilmiş genç bir iki ayaklıydı. Ejderha kralımız aydınlık ve karanlıkların ejderhası, Oabmei’dir. Bu dünyadan göçüp gitmeden önce bildiği her şeyi bir insanla paylaşmıştı. O kişi Rylei’ydi. Kralımızın, yaşadığı binlerce yıl boyunca yaptığı sayısız kehanetten biri, Rylei’nin dünyadaki savaşların sona ermesine vesile olacağıydı.”

Ejderhadan yayılan enerji miktarı o kadar korkunçtu ki, bu ejderhanın neden kendini büyük bir salona hapsettiğini o an anlamıştı Lyner. Kendisine maruz kalan her şeyi öldürebilecek bir enerji türüne sahipti. Lyner’ı az bir miktarda etkilemesinin sebebi, kendisinin de enerjisini korkuya dönüştürmeyi öğrenmesinden kaynaklıydı. Bu ejderhaya insanlar ölüm tanrısı derlerdi. Küçüklüğünde onunla ilgili hikâyeler anlatılırdı. Fakat Lyner daha ilk başta fark etmişti. Bu ejderha, iyi kalpli bir ejderha olduğu için kendini buraya hapsetmişti. Ne kadar süredir buradaydı? Yüz yıl mı? Bin yıl mı?

Ejderhanın sırıtışının arkasındaki mutsuzluk anlaşılabilirdi.

“Antik ejderha dilindeki kelimelerle büyü yapılabilir. Fakat en ufak bir yanlış telaffuz sonucu ölürsün. Rylei eğitiminin son aşaması diyerek, büyük bir ihtimalle bundan bahsetmişti. Seni bizzat ben, Karanlığın ejder kralı Reo eğiteceğim!”

Havada asılı duran kristal bir anda patlayarak tamamen yok oldu. Lyner aslında kelimelerle yapılan bir iki büyüyü öğrenmişti Rylei’den. Fakat bunun antik ejderha dili olduğunu bilmiyordu. Lyner’ı zorlu eğitim yılları bekliyor gibiydi.

***

Rylei, Amiral Torc ve Amiral Sindrath, diğer amiraller ile toplantı salonunda oturmuşlardı. Yuvarlak bir masanın etrafında, çok gizli bir toplantı yapılıyordu.

“Kralın burada olmaması gerçekten kötü bir durum Sindrath” diyordu. “Ama o çocuğun güce ihtiyacı vardı. Beni suçlamaktan vazgeçip durumla ilgili ne yapacağımıza karar vermelisiniz.”

Kralın emriyle orduda büyücü olmayan kimseler çıkartılmıştı. Bu insanlar işsizlikle karşı karşıya kaldığından ayaklanmaya başlamışlardı. Reba akademisinin müdiresi Bayan Reba da son dönemlerde sıradan insanlara karşı acımasız davranışlarda bulunarak bu nefreti körüklüyordu. Kimse kadını durduramazdı çünkü onun akademisinden pek çok büyücü çoktan orduya alınmıştı bile. Nerdeyse dokunulmazlığı vardı.

Rylei emekli bir amiraldi. O masada bulunmasını kimse istemiyordu. Genç kralın gitmesinde rol oynadığı için herkes ihtiyarı suçluyor, ayrıca artık bir amiral olmadığı için bu toplantıda bulunmakta hakkı olmadığını düşünüyorlardı. Sadece Torc bu adama saygı duymuş ve herhangi bir yorumda bulunmamıştı.

“O bir kral olabilir ancak aynı zamanda henüz bir çocuk. Burda olsaydı, vereceği kararlar bizim vereceğimiz kararlardan daha iyi olmazdı.” Dedi Rylei. Kendini savunmak için mantıklı sebepleri vardı ancak bu bir grup sığ beyinli amirale kendini anlatamıyordu. Üstelik istenmemesine rağmen, bu toplantıyı ayarlayan kendisiydi.

“Bu büyük bir mesele. Krallıkta büyücüler ve sıradan insanlar olarak bir ayrım başlarsa bölünürüz. Lakin sizi buraya çağırmamın bir nedeni daha vardı. Son zamanlarda ülkenin her yerini dolaştım ve gizli bir örgütle ilgili haberler aldım.”

Herkes bir anda ihtiyara başını döndü. Ülkenin bölünebilmesi tehdidinden daha önemli ne olabilirdi ki?

“Xadirio adlı bir örgüt. Bu örgütten uzunca bir süredir haberim var ve ne yaptıklarını takip ediyorum. Örgütün liderini savaş sırasında gördüm. Kendisini üstü kapalı bir şekilde uyarmıştım lakin amacını bilmediğim için bir şey yapmadım. Çıktığım araştırma gezisinden sonra da örgütün amacını öğrenmiş bulunuyorum.”

“Bir örgütlenmenin lideriyle karşılaştın ve onu öldürmedin mi ihtiyar?” Sindrath öfkeden kudurmuştu.

Rylei tam yarım saattir üstüne yöneltilen suçlamalar ve sözünün sürekli kesilmesinden ötürü artık sabrının sonuna gelmişti ve bunun en büyük sorumlusu da Sindrath’dı. Güler yüzlü bir imaj yaratmak için çok uğraşıyordu ama durum böyle devam ederse sinirlerini kontrol edemeyebilirdi ihtiyar.

“Henüz misyonlarına dair bir fikrim yoktu dedim amiral. Bu açıklamanın kafi olduğuna inanıyorum. Fakat artık amaçlarının ne olduğunu biliyorum. Amaçları bu sarayı yıkmak.”

Tüm amiraller şok içinde birbirlerine baktılar. Önce ihtiyarın şaka yaptığını sandılar. Rylei ciddiyetini koruduğunda ise Sindrath kahkahayı bastı.

“Ne yani, binlerce asker ve biz amirallerden oluşan bu saraya saldıracaklar öyle mi? Bu intihar olur.” Dedi.

“Başarılı olabilirler. Liderlerinin saldığı uğursuz enerji çok kudretliydi. Beni bile etkiliyordu.”

Sindrath’ın gülüşü kayboldu. Ayağa kalktı ve ellerini masaya koydu.

“Siz bile diyerek bizi küçümseme ihtiyar! Biz kadar güçlü olsaydın amirallikten alınmazdın değil mi?”

Rylei bu kez gerçekten sinirlenmişti. Hemen oturduğu yerden kalkıp ellerini masaya vurdu. Kasırgayı andıran bir enerji fırtınası amirallere kudretle esti. Bir anda zemin çatlayarak yarıldı ve pencereler patlayarak parçalandı.

“Beni dinle, evlat!” Sesi o kadar kudretli çıktı ki, Sindrath’ın benliği büyük bir korkuyla sarsıldı. “Kimseyi küçümsediğim yok ama kendini benimle denk görme sakın!”

Rylei’nin sinirle çıkan her bir sözüyle yer daha bir çatlıyor, Sindrath’ın yüzüne o korkunç enerji her vurduğunda adam tir tir titriyordu.

“Eğer benim amacım bu sarayı yok etmek olsaydı, başarılı olsam da olmasam da saray kesinlikle zarar görürdü. Bahsettiğim düşman da aynen böyle bir güce sahip!”

Rylei sakinleşirken saldığı aura da kayboldu. Odayı tamamen mahvetmişti ve o odadaki herkes artık iyi biliyordu. Rylei, hepsinin bir araya gelse dahi yenebileceği bir düşman değildi.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 28 Ekim 2014, 17:46:17
21. Bölüm – İç Savaş

Lyner bir haftanın sonunda ejderhalara alışmaya başlamıştı. Karanlık ejderhanın kendisini içine hapsettiği iri binanın dışarısında bir cennet vardı adeta. Son derece büyük bir vadiyi yüzlerce ejderha süslüyordu. Yemyeşil, doğanın her türlü mucizesiyle harmanlanan bu vadiye Ejder Külü vadisi deniyordu. Karanlık ejderhanın kaldığı iri bina ise aslında bir tapınaktı. O kadar yüksekti ki, dağın eteklerinden yükseliyor ve metrelerce uzanıyordu.

Lyner ejderhaların pek çoğu ile arkadaş olmuştu. Onlarla konuştukça, insanlardan çok daha zeki, iyi kalpli ve mutlu olduklarını fark ediyordu. Barış ve uyum içinde yaşanabileceğinin canlı kanıtıydı bu ejderhalar. Sadece birkaç tanesi karanlık ejderha kadar iriydi. Geriye kalanlar biraz daha küçük olsalar da, hala oldukça büyüktüler. Çocuk ejderhalar ise sayılıydı.

Ejderhalarla ilgili çok şey öğrendi Lyner. Bir ejderhanın yumurtadan çıkması için yüz yıldan fazla bir süre gerekirdi ve her biri on binlerce yıl yaşayabiliyordu. İnsanları pek sevmiyorlar, daha doğrusu onlara güvenmiyorlardı. Savaşı sevmiyorlardı. Fakat dünyadaki tek ejderha grubu bu değildi. Dünyanın diğer yerlerinde başka ejderha grupları daha vardı ve bunların hepsi buradaki ejderhalar kadar barış yanlısı değildi.

Lyner günün çoğunu karanlık ejderhanın yaşadığı tapınakta geçiriyordu. Orada yatıp kalkıyor, orada idman yapıyor, her geçen gün antik dilden kelimeler öğrenmeye devam ediyordu. Karanlık ejderha ona ayrıca unutulmuş birkaç antik, 6 şeritli büyü halkasıyla yapılan karanlık büyü de öğretmişti. Bunlar kullanılması insanlarca yasaklanmış, pek eski büyülerdi ve karanlık ejderha onları hatırlayacak kadar yaşlıydı. Aslında bir ejderha için bile fazla yaşlı sayılırdı.

Lyner enerjisini dışarı salmayı öğrendi. Bu, savaş sırasında Rylei’nin kullandığı ve herkesi bayılttığı teknikti. Bu pasif yetenek ejderhalara aitti ancak eğitimle insanlar da kullanabiliyorlardı.

Büyünün bilinmeyenlerini öğrendikçe Raisoo, aslında şu ana dek hiçbir şey bilmediğini fark ediyordu. Fakat Raisoo burada sadece büyü öğrenmiyordu, ayrıca gözleriyle ilgili de pek çok bilgi edinmişti. Karanlık ejderha onların hikâyesini ve nasıl kullanılabileceğini anlattı Raisoo’ya.

“Benim yaşadığım çağlardan da öncesine ait bir efsaneydi.” Demişti ejderha. “İnsanlar ve ejderhaların savaştığı bir dönemde, insanlık neredeyse yok oluyorken, insan büyücülerden birinin gözleri aniden kızıla bürümüştü. Bunun ardından ejderhalar savaşmaktan vazgeçmek zorunda kalmışlar. Bu güç nereden geldi, kimse bilmiyordu.” Ejderha esnedi ve anlatmaya devam etti. “Büyük ihtimalle insan büyücü kendini lanetlemişti. Büyü dünyasında, koşullama büyüleri adı verdiğimiz tehditkâr büyüler vardır. Buraya geldiğinde sana yaptığım kristal büyüsü buna bir örnek olabilir. Ya da örneğin bir kaba su koyarsın ve eğer bu su dökülürse, etrafındaki herkesi öldürmesi için onu büyülersin. Bunlar çok güçlü büyülerdir, büyük ihtimalle bu gözler de bu koşullama büyülerinden biriyle ortaya çıktı. Fakat koşul yerine gelmedi ve gözler nesilden nesile aktarıldı.”

“Benim gözlerimin de bir koşulu var.” Dedi Lyner. “Eğer birini öldürürsem beni öldürmek üzere kurgulandı. Bu, gözlerim ikinci şekline geçince ortaya çıkan bir koşuldu. Fakat arkadaşım Dean’i öldürdüm ve istem dışı olduğu için güç aktifleşmedi.”

Ejderha bir kahkaha attı. “Senin ölmen durumunda bu civardaki her canlı ölürdü. Gözlere sahip kişi öldüğü zaman asıl koşul yerine geliyor ve civardaki her şeyi yok ediyor. Seninle aynı gözlere sahip birini öldürdüğünde ise koşul yerine gelmiyor ve öldürdüğün kişinin gücü sana geçiyor. Babanı öldürdüğünde onun gözlerinden gelen enerjiyi çalacaktın. Ama sen, babanı istemeden, dolaylı olarak öldürdün. O yüzden de koşul yarım yamalak tamamlandı ve gözlerin farklı bir şekle büründü.

Tarihte daha önce de bu şekilde pek çok olay yaşandı. Fakat anlaman gereken nokta şu, gözlerin ikinci şekildeyken koşul birini öldürürsen senin öleceğin yönündeydi. Sen öldüğünde etraftaki herkes öleceğinden, aslında gözlerin bir intihar bombacısı görevi yapıyorlardı. Fakat bu durum tekrardan değişti, tarihte ilk kez böyle bir durum oluyor.

Arkadaşın Dean’i öldürmene rağmen koşul yerine gelmedi. Bu çok ilginç, çünkü birini yanlışlıkla öldürmen bir şeyi değiştirmiyor. Gözlerinin tek bir koşulu vardı, o da birini öldürmen durumunda harekete geçmesi. Birini yanlışlıkla öldürmüş olsan da bu koşul yerine gelmeliydi. Bu da gözlerinin bir kere daha değiştiğini gösteriyor. Yüksek ihtimalle gözlerinin aktifleşmemesi için dışarıdan bir müdahale yapıldı.”

Lyner şaşkın bir halde ejderhaya bakıyordu. “Bir başkası gözlerimin aktifleşmesini engelledi mi? Bu kişi Rylei olabilir mi?”

“Sanmıyorum” diye yanıtladı karanlık ejderha. “Bu Rylei’nin durdurabileceği bir şey değil. Koşul büyülerinin koşullarını değiştirmek beni de aşardı. Bir büyüye yüklenen enerjinin formatını değiştirmek ya da o enerjiyi azaltıp çoğaltmak daha çok dört şeritli büyü kullanıcılarının yapabileceği bir şey. O tip büyücüler ise son yüz yılda bir elin parmakları kadar azdı.”

Lyner bir gizemle karşı karşıya kalmıştı. Ejderhanın söyledikleri doğruysa şimdiye çoktan ölmesi gerekirdi. Etrafında bildiği kadarıyla dört şeritli büyü halkası kullanan biri yoktu.

“Peki koşul büyüleri tam olarak nasıl yapılıyor?” diye sordu.

“3, 4, 5 ve 6 şeritli büyü halkası kullanıcıları eğitimlerini tamamladıklarında, kullandıkları büyü halkalarıyla alakalı bir büyü türü üstünde ustalaşırlar. Uzmanlaştığın büyüleri tek şeritli büyü halkalarıyla yaparsın. Kara büyücülerin uzmanlaşabileceği büyü türleri koşul büyüleri, kara illüzyon büyüleri, enerji çalma, ölüm enerjilerini kontrol etme gibi pek çok dalda olabilir. Sadece tek bir şey üstünde ustalaşabilirsin ve bunun için mühürlü bir anlaşma yapılır. Diğer büyü kullanıcılarının ustalaşabileceği şeyler farklıdır ve başka büyü şeritlerinden birinde de ustalaşamazsın. Zamanı geldiğinde seçimini koşul büyüleri üstünde yapabilirsin.”

“Bana bundan hiç bahsetmemişti Rylei” dedi Lyner. Şaşırmıştı çünkü büyülerle ilgili bilmediği daha pek çok şey vardı belli ki. “O bana hem aydınlık hem karanlık büyüleri öğrendiği için herhangi birinde ustalaşamadığını söylüyordu. Demek ki kastettiği buymuş.”

Ejderha yeniden kahkaha attı. “Rylei sana yalan söylemiş.” Dedi. “Rylei burada yaşadığı 15 yıl içinde hem aydınlık hem de karanlık büyü üstünde ustalaşmıştı. O bunu yapabilen gelmiş geçmiş tek kişi olacak, çünkü kralımız tarafından kutsanmıştı. Sadece aydınlık büyülerden biri olan büyü yansıtma üstünde değil, ayrıca kara büyülerden biri olan enerji çalmada da ustaydı kendisi. Doğrusu pek de savaşmak isteyebileceğin türden biri değil.”

Lyner konuşmanın ardından, aklı karışmış bir şekilde dışarı çıkarak Esail’in yanına gitti. Esail, beyaz ejderha ile idman yapıyordu. O kim olduğunu ejderhalardan gizlemiş, sadece Rylei tarafından gönderildiğini söylemişti. Aydınlık ejderha ise onu eğitmeyi kabul etti. Esail, krallığını yaptığı ülkeyi başıboş bırakmış olmaktan fazlasıyla tedirgindi ve şu an ülkede neler döndüğünden bihaberdi. Bu endişeli ruh hali de idmanlarına yansıyordu tabi ki. Lyner ona el sallayarak etrafta gezinmeye koyuldu. Daha uzunca bir süre, burada olacaklar gibiydi…

***

Juire şehri Resdan krallığının baş tacıydı. Ülkenin ticari yollarının odak noktası olan bu şehir, en az başkent kadar çok nüfusa sahipti. Aynı zamanda önemli bir askeri kentti, çünkü hem Leon krallığına hem de Oak imparatorluğuna son derece yakındı. Fakat bugün, şehirde büyük bir karmaşa hakimdi.

Ordudan çıkarılan binlerce büyücü olmayan savaşçı sokakları yağmalıyordu. Aslında bunu yapmak için bir sebepleri yoktu. Sonuçta tüm zararı yine büyücü olmayan şehirliler görüyorlardı. Dükkanlar taşlanıyor, evler yağmalanıyor, masumlara şiddet uygulanıyordu. Fakat bu ayaklanma fazla uzun sürmedi.

Xadirio grubunun lideri yürüyor, ardından gelen birkaç adamla birlikte, her adımında bakışları üstüne topluyordu. Kızıl saçları yukarı bakıyor, rüzgarda sallanıyor, ince kaşlarının üstündeki kırışıklıkların daha da göze çarpmasına sebep oluyordu. Onu oralarda pek tanıyan yoktu. Fakat yine de adam o kadar karizmatik ve güçlü adımlarla ilerliyordu ki, kendisine bakan başını başka yöne çeviremiyordu.

Ayaklanan grubun önünde durdu. Nedendir bilinmez, lakin dakikalar önceki gürültüyü sessizlik almıştı. Ordudan atılan savaşçı grup eylemi bırakmış, önlerinde dikilen bu bir grup adama bakıyordu. Tüyleri ürpermiş, korkmuşlardı çünkü sayıları fazla da olsa, bir avuç güçlü büyücüyü yenemeyeceklerini bilecek kadar akıllıydılar.

“Sesinizi burada kimse duyamaz! Bu masum insanlara zarar vermekten vazgeçin.”

Savaşçılar bakıştılar. İçlerinden daha yaşlı olan bir tanesi bir adım öne çıkarak konuştu. “Siz büyücüler ne anlarsınız!”

“Evet, anlayamıyorum. Büyücülere karşı kin güdüyorsunuz ve bunun hıncını büyücü olmayan halktan çıkarıyorsunuz.” Dedi kızıl saçlı lider. “Ama size hıncınızı almanız için bir fırsat vereceğim! Benimle savaşın ve sarayı devirmeme yardım edin!”

Adamın ciddi yüz ifadeleri karşısında, savaşçılar bakışmaya devam ettiler. Büyük iç savaş, yavaş yavaş başlıyordu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 12 Ocak 2015, 16:47:10
22. Bölüm – Torc

Aylar geçiyordu, ama zaman Torc için o kadar yavaş akıyordu ki, sonunda heyecanlı bir şeyler yapabilecek olmanın verdiği gaip mutluluğa sahipti. Geçen bu süre boyunca Xadirio ikincil bir kuvvet olarak ülkeye kök salmıştı. İnsanlar ve büyücüler arasında tam anlamıyla bir bölünme yaşanıyordu. Pek çok insan, Xadirio’ya katılmıştı. Kralın ‘kayıp’ olduğu dedikoduları yayılmıştı her yerde.

Tüm insanlık krallığa düşman kesilmiş değildi. Pek çoğu ordunun neden büyücülerden oluşması gerektiğini anlıyordu. Özellikle de büyük sınır savaşında bulunanlar bunu iyi öğrenmişti. Çiftçilik ya da satıcılık gibi işlere başlamış, pek çoğu hayatlarını sürdürmek için çabalamıştı. O hayatların çoğu bu karmaşa içinde heba olmuştu gerçi…

Torc amirallerin başına buyruk hareketlerini nasıl zapt edeceğini bilmiyordu. Yaklaşan isyanın kokuları burnuna gelmeye başlamıştı çoktan. Lakin krala kızgın değildi, o çocuk eğitimden döndüğünde tam bir kral olabilirdi ancak. Ayrıca yalnızlık onu olgunlaştıracaktı. Lyner denen şu çocuğu da daha ilk gördüğünde gözü tutmuştu. Patavatsız ve dengesizdi. Doğru bildiklerini pat diye ağzından çıkarabiliyordu. Üstelik güçlüydü, Rylei’nin bir öğrencisiydi ve Rylei’nin gücüne bizzat tanıklık etmişti.

Uzun siyah kabanı o yürüdükçe yerde pelerin gibi sürünüyordu. Şık giyimli bir adamdı. Parmaklarında birkaç altın yüzük vardı, zengin köle tüccarlarına benziyordu. At arabası Lumia şehrinin girişinde onu bekliyordu. Bu şehre gelmesinin tek sebebi, krallığa karşı istenmeyen herhangi bir örgütlenmenin olabileceği en şüpheli yerin bu olmasıydı. Birkaç iyi asker almıştı yanına.

Şehir küçük bir yerdi, lakin burada sıradan insanlar yaşamazdı. Köle tüccarları, madde satıcıları, kaçak silah ve diğer eşyaların bulunabileceği, kiralık suikastçilerin saygıyla sokaklarda hava atabileceği bir yerdi. Üstelik buna krallık bile karışmıyordu. Bu suçlulardan bazıları gerçekten güçlüydü.

İri kıyım bir sürü adamın bakışları, Torc ve adamlarına döndü. Torc at arabasıyla buraya girmemişti çünkü göz açıp kapayana kadar lastikleri patlatırlardı. Geniş bir caddede duraksadığında, peşine takılan ya da çoktan orda olan insanlar etrafına bir daire oluşturmuştu bile.

“Xadirio burada mı?” diye sordu gür bir sesle. Buraya gelme sebebi sadece bu şehrin şüpheli bir yer olmasından kaynaklı değildi. Ayrıca burada yeni birkaç örgütlenme olduğu haberi kulağına çalınmıştı. Söze fazla dobra girmişti. Sanki buradaki insanlara saygısı yok gibiydi. Yine de kalabalıktan bir ses çıkmadı.

“Kulağıma saraya saldırmak amacıyla örgütlenen bir grubun haberi çalındı.” Diye devam etti Torc. “Sizi temin etmek isterim ki, bu ülkeyi sadece benim değil, pek çok masum insanın yuvası olarak görüyorum. Zarar vermek için atacağınız her adımla, daha fazla zarar görerek uzaklaştırılacaksınız.”

Yaşlı bir kadın kucağında bir bebekle bir adım öne yürüdü. Başında sargı bezi vardı. Çocuk sahibi olmak için fazla yaşlıydı, ufak tefek ve çelimsiz de görünüyordu. Çocuğun ninesi olmalıydı. Bir diğer elinde ise bir sepet elma taşıyordu.

“Daha çok gençken buraya köle olarak satıldığımda neredeydiniz?” dedi kadın. Tedirgindi, sürekli etrafına bakınıyordu. Amiral dikkatle bakınca kadının ayağındaki zincir izlerini gördü. Yüksek ihtimalle yaşlandığı için sahibi tarafından salınan bir köleydi. Geçimini elma satarak sağlıyor olmalıydı. Fakat çocukla ilgili mantıklı bir açıklama bulamıyordu amiral. Suçluluk hissetti.

“Herkese yardım edebilecek kadar eli uzun olamadım.” Diyebildi sonunda. “Ama tanrı şahidimdir, bugüne kadar yaptıklarımdan gurur duyuyorum. Size de yardım edeceğim.” Dedi. Askerlerinden birine işaret etti kadının yanına gitmesi için.

Asker yavaşça kadının yanına doğru yürüdü. Fakat kalabalığın içinden bir anda siyah cübbeli bir adam öne doğru atılarak bağırdı. “Sakın kanmayın şu soylu piçe!” dedi.

Zayıf bir adamdı, oldukça da ufak tefekti. Elleri uzundu ve hafif kambur duruyordu. Amiral, adamın cübbesi yüzünden ağzı dışında yüzünü göremiyordu. Görebildiği kadarıyla somurtkan bir tipti. Cübbesinin arkasında antik dilde bir şey yazıyordu. “Xadirio”

“Tek emeli güç ve mal varlığı olan krallığın amirallerinden biri o. Adı Torc.” Diye devam etti. “İyiliksevermiş gibi takındığı mizaca inanmayın sakın! Xadirio diye bahsettiği örgüt, isteyebileceğiniz gibi bir ülkeyi kendine amaç edinmiştir! Sakın kanmayın ona!”

Adam yürüyordu bir yandan. Amiral sinirlenmişti. Başı ağrımaya başladı. Kendisini çıkmazda hissetti bir yandan da. Çünkü gün yüzü görmemiş bir şehre gün yüzü vaat ediliyordu. Söyleyeceği hiçbir şey inanılmayacaktı.

“Sen örgütün bir adamı mısın?” diye sordu. Ellerini çoktan birleştirmişti. “Konuş bakalım, örgütün sığınağı nerede?”

***

Reba Akademisi

Rylei başkentte, esasen eski krallık sarayı olan ve şu anda Reba akademisi olarak bilinen görkemli yerin bahçesinde oturmuştu. Piposunu tüttürüyor, bir yandan da kasvetli havaya bakıyordu. Hava adeta fırtına öncesi sessizliği alamet ediyordu.

Bayan Reba hızlı adımlarla ana kapıdan çıktı. Ciddi giyinmiş, kırışıklıklarına rağmen yaşını göstermeyen, ince suratlı bir kadındı. Yanında Lyner’in yaşlarında, belki bir iki yaş daha büyük bir de adam vardı. Civciv sarısı saçları kaşlarının hizasında kesilmişti ve dağınık bir modelde taranmışlardı. Yanlardan kısa kesilmişler, narin kulaklarını ortaya seriyorlardı. Şalvar tarzı, ayak bileklerinin biraz üzerine değin uzanan beyaz, kumaş bir alt giysinin üstüne kısa kollu uydurmuştu. Fakat  kısa kollunun altı yırtıktı ve çocuğun göbeği görünüyordu. Zayıftı, ama çelimsiz sayılmazdı. Hafif kasları açık göbeğinden belli oluyordu. Orta boyluydu. Üşümüyor olması garipti, ya da belki de üşüyordu. Ayakkabıları ise kumaş gibiydi, beyaz, dar, fakat uzunlardı. Yardımcı bir cine benziyordu, fakat yakışıklıydı.

Reba telaşla ve heyecanla yürüyordu. Krallığın en güçlü büyücülerinden biri akademisini ziyaret ediyordu. Gençliğinde gittiği savaşlar destansı bir hikâye gibi anlatılırdı Rylei’nin. Gizemli bir şekilde Oak imparatorluğundan gelmiş, bir anda amiral olmuştu. Babası o dönemin amirallerindendi ve Rylei’nin kralla savaştığını, takdir edilen bu savaştan sonra amiral olduğunu söylemişti. Daha önce onu hiç görmemiş, aslını astarını da pek bilememişti.

“Efendi Rylei! Bu ne sürpriz!” dedi.

Ciddi bir kadın için fazla heyecanlı konuşmuştu. Rylei gülümseyerek piposundan bir nefes aldı. Kadını dışarı çağırmasının sebebi onunla özel konuşmaktı ve bu tuhaf delikanlıyı görünce lafa nasıl gireceğini bilemedi. Gence döndü.

“İsmin nedir genç büyücü?” dedi.

“Josh, efendim. Sizi tanımak bir onurdur.”

Rylei gülümsedi yeniden. Reba’ya döndü.

“Sizinle özel bir konuda konuşmak için buradayım müdüre Reba” dedi. “Bu genç delikanlıya güvenebilir miyiz?”

“Elbette!” dedi Reba. “Kendisi akademinin en yetenekli büyücüsü olur. Kendinden büyük olmalarına rağmen üst sınıflara öğretmenlik yapıyor.”

Rylei nazik bir kahkaha attı. “Bu büyük başarıyı neye borçlusun evlat?” dedi.

“Çok çalıştım.” Dedi Josh. Nedense sesi çok içten, derinden, nazik ve etkileyici geliyordu. Rylei bir insan sarrafıydı ve bu çocukta tam bir şeytan tüyü vardı. Ona hemen kanı kaynamıştı.

“O küçükken ailesini kaybetmiş. Yetimhanedeyken gücünü fark etmişler. Büyüyü kimseden öğrenmedi, kendi başına sıra dışı bir büyü tarzı geliştirdi.”

Rylei yeniden gülümsedi. Elini boynundan içeri daldırıp bir mektup çıkardı. Mektubu gence uzatmıştı fakat elinde tutuyordu.

“Bayan Reba” diye söze başladı ihtiyar. “Çok vaktim yok, sözü fazla uzatmayacağım. Akademiniz ve başarınız beni gururlandırıyor. Ülke için büyük çabalar harcayıp yüksek fedakârlıklarda bulunuyorsunuz. Bunu biliyor musun bilmem, lakin babanız pek yakın bir dostumdu. Aslında en iyi dostumdu.” Gülümsemeye devam etti.

“Krallık şu anda hiç olmadığı kadar tehlikeli bir durumun içinde. Xadirio adlı grubu duymuşsunuzdur. Liderleri şu ana kadar gördüğüm en güçlü büyücülerden bir tanesi. Hedefleri ise sarayımız. Büyücülere karşı yavaş yavaş düşman kesilen normal insanları bizlere kışkırtarak ülkeyi ikiye bölmeyi hızlandırıyorlar. Genç kralımız ve çok güvendiğim bir öğrencim şu anda Oak imparatorluğunda, yaklaşan savaşa hazırlanıyorlar.

Sizin desteğinizin bizden yana olduğuna hiçbir şüphem yok, lakin sizden elinizden gelenin de fazlasını yapmanızı istemek gibi bir bencilliğim olacak. Krallık olağanüstü bir durumla karşı karşıya.”

Reba ihtiyarı heyecanla dinledi. Normal insanlardan bahsettiği sırada yüzünde bir tiksinme ifadesi oluşmuştu. Reba her halükarda krallığın yanındaydı, çünkü Xadirio normal insanlarla dost sayılırdı. Bu da Xadirio’yu onun için düşman yapıyordu zaten.

“Bu delikanlının en iyi öğrenciniz olduğunu söylemiştiniz. Onu kral ve öğrencimin olduğu yere gitmek için görevlendirmek isterim izniniz olursa.” Mektubu delikanlının eline sıkıştırmıştı. “Bu mektup ülkenin olağanüstü halini bildiren bir mektup. Onların şu anda ülkede olan bitenlerden bihaber olmaları, endişelenmelerine neden oluyordur. Durumu bildirmek, onların eğitime gerekli önemi vermelerini sağlayacak. Fakat Josh, senden yolculuk sırasında mektubu okumamanı rica ediyorum. Oraya olabilecek en hızlı şekilde ulaşman önem arz ediyor.”

Boynundaki altın kolyeyi çıkardı. Kolyenin kapağını açarak içinde bulunan birkaç taştan birini aldı. Taşı genç büyücüye uzattı.

“Bu taş Safir’in kanatları olarak bilinir. Çok ender bulunan bir şeydir ve son bir kullanımlık hakkı kaldı. Sana çok hızlı gidebileceğin kanatlar verecektir. Gitmek istediğin yerin adını taşa fısıldamak yeterli olur. Tahminimce gün iki kez ağarmadan yanlarına varırsın.”

Bayan Reba başıyla onayladı. Josh’da başını salladıktan sonra, Rylei “Hazır mısın?” diye sordu.

“Evet”

Rylei taşa eğilip, ejderhaların yaşadığı dağın ismini fısıldadı. Hemen sonra Josh’un sırtında iki beyaz kanat belirdi ve bir anda çırpmaya başlayarak, genç çocuğu gidilecek yere doğru sürdü.

Rylei oturduğu yerden yavaşça kalkarken, piposunu üflemeye devam ediyordu.

“Babanız dünyadaki en gerçekçi insanlardandı.” Dedi. “Eğer içinizde ondan bir şeyler kalmışsa, muhakkak doğru olanı er geç fark edeceğini biliyorum. Yardımların için teşekkür ederim.”

Kadın gururla ihtiyarın yürüyüşünü seyretti.

“Nefret sadece daha fazla nefret doğurur. Bana bunu baban söylemişti.” Dedi Rylei ve bir anda gözden kayboldu. Reba gururla okula yürümeye koyuldu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 12 Ocak 2015, 17:16:12
23. Bölüm – Joshua

Torc kendisine nefretle bakan çelimsiz Xadirio büyücüsüne gözlerini dikmişti.

“Bana Xze diyorlar” dedi. Somurtkan yüzünün ardında bir sırıtış seziyordu Torc. “Xadirio’nun on bir büyük büyücüsünden biriyim.” Oldukça ciddi konuşuyordu. Rakibini küçümseyen tipik kötü adam modellerini andırmıyordu, yapmacık denemezdi. Bu yönüyle Torc’un saygısını kazanmıştı. Tamamıyla siyah giyinmişti, korkutucu görünüyordu. Fakat cübbesinden yüzünün yarısını görse de, genç bir adam olduğunu yorumluyordu Torc.

“Amacınız nedir?”

Torc’un beden dili ile ağzı farklı konuşuyordu. Bedenen ültimatom veriyordu, her an savaşa hazırdı. Fakat konuşunca son derece toleranslı ve sakin görünüyordu.

“Düzeni sağlamak.” Dedi Xze.

“Krallığın çökmesini ve başa geçmeyi mi arzuluyorsunuz?”

“Sayılır.”

Torc kahkaha attı. “Herkes yapmadıkları işleri kendilerinin daha iyi yapabileceğini düşünür. Kral olduğunuzda bu ülke daha iyi bir durumda olabilecek gibi bir söz mü veriyorsunuz? Bence lideriniz egolarını bastıramamış, emellerini ütopya sanan bir isyankardan fazlası değil.”

Xze sırıttı. Ellerini önünde birleştirmişti.

“Bu ülke hakkında hiçbir şey bilmiyorsunuz amiral. Krala en yakın kişilerdensiniz. Yazık oldu.” Gülümsedi ve ardından hemen esnedi. “Ölümünüz ümit dolu birkaç kalbi de karanlığa teslim edecek!”

Üçlü bir büyü halkası bir saniye bile geçmeden oluştu. Çok büyük bir hızla, gökyüzünden çıkan kudretli bir yıldırım amirale yukardan saldırdı.

Amiral bu saldırıya son anda karşılık verebildi. Başının üzerine bir kalkan açmıştı, şimşek kalkana çarptığında o kadar büyük bir gürültü ve akım meydana geldi ki, etrafta çember olmuş insanlar geriye sendeledi. Kulakları sağır eden gürlemenin ardından birkaçı yere düşmüştü bile.

Amiral şaşkındı. Rakibi, daha önce hiç kimsede görmediği kadar hızlı bir şekilde saldırmış ve hızlı bir büyü kullanmıştı. Büyü güçlü olsa da, umut ettiği güçte sayılmazdı. Rakibini güçlü yapan kuvveti değil, hızı olacaktı. Kambur birine göre şaşırtıcıydı.

Amiralin gizli gücü yeteneği değil zekâsıydı. Tek bir büyüden sonra bile rakibini kolayca analiz ediyordu. Kafasında olasılıkları kurmaya başlamıştı bile. Fakat bu kendine güvenmesini gerektirmemişti, henüz rakibini tam olarak çözeceği kadar onu ısındırmamıştı.

Kalabalık hemen dağılıp kaçışmaya başladı. Amiral yanındaki askerlere geri çekilmesini işaret etti. Bunu onları güçsüz bulduğu için yapmamıştı. Teke tek bir mücadele, teke tek yapılmalıydı. Lakin henüz gardını yeniden almadan, rakibinin hızla iki büyük büyü halkası daha oluşturduğunu fark etti. Halkaları çok hızlı oluşturuyordu.

Halkaların birinden ateş çıkarken, diğerinden rüzgâr çıktı. Rüzgâr ateşi şiddetlendirmekle kalmadı, onu hızlandırdı da. En az yıldırımın gittiği hızla, doğruca Torc’a çarptı.

Alevler durduğunda, Torc’un önünde oluşturduğu toprak bariyer göründü. Gülümsüyordu amiral. Karşısında gerçekten takdire şayan bir rakip vardı. Savaş alanında bile böylesine bir şans elde edememişti. Sevindi, savaşçı ruhu kıpraşıyordu. Bu savaşta ölüm riski vardı, onu heyecanlandıran buydu.

Amiralin pelerini alev almıştı. Bu denli hızlı bir büyüye cevap vermekte az biraz gecikmiş olabilirdi. Fakat hantallığını, gücü ve dayanıklılığıyla örtbas ediyordu. Öne doğru iki ağır adım attı. Bir yandan aklı olasılıklarla dolup taşıyordu. Rakibinin pek çok farklı element kullandığı açıktı. Bu durumda herhangi birinde ustalaşmış olduğunu varsaymıyordu. Kuvvetli değillerdi. Ama hızlılardı. Yine de yanılgıya düşmek istemedi. Belki de rakibi, henüz ustalaştığı büyüyü kullanmıyordu.

Torc sol elini kaldırdı. Şimdiden esas gücünü göstermek istemiyordu. Rakibinin hızını göz önünde bulundurunca, kaçsa bile kendisine isabet edebilecek kadar geniş alanlı, kalkan kullansa bile kalkanı delip geçebilecek kadar güçlü bir büyü düşündü.

“Uzlaşı, iblisin kırbacı!” diye haykırdı büyünün adını. Toprak sarsılmaya ve bıçaklar halinde ana karadan kopmaya başladı. Yeryüzü sarsılıyordu. Hantal bir büyüydü, lakin güçlüydü.

Xze yerinden hiç kıpırdamadı. Bir anda, topraktan onlarca bıçak hızla üzerine çullanmıştı. Hemen kendine bir kalkan yarattı.

Kalkan, kendisine çarpan ilk 4 bıçağı kolaylıkla savuştursa da, beşincide çatlayıp kırılmaya başladı. Uzlaşı hantalca oluşmuş bir sihir de olsa, bıçaklar hızlı hareket ediyordu.

Xze, altıncı bıçak kalkanı delip geçmeden hemen önce geriye sekip saniyenin üçte biri hızla bir diğer kalkan açtı. Kalan topraktan bıçaklar yeni kalkana çarptı ve büyü sona erdi.

“Takdire şayan!” dedi Torc. Aslında rakibinin bu büyüyü atlatmasına sevinmiş sayılırdı. Daha yaptığı ilk büyüden rakibini yenseydi, bu savaşın bir anlamı olmazdı. Fakat adamın büyü hızı tehlikeli boyutlardaydı. Xze sırıttı.

***

Joshua o kadar büyük bir hızla ilerliyordu ki nefesi kesildi. Yolculuğu bir günden biraz daha fazla sürdü. Açtı, susuzdu ama yere inemezdi. Bu yolculuk yürüyerek bir ayı bulurdu herhalde. Ya da daha fazla. Yeryüzüne baksa da, o kadar hızlı giderken fazla bir şey göremiyordu.

Gökyüzünde çoğunlukla uyudu. Gün ikinci kere ağarmadan gerçekten de karşısındaki dağı seçebiliyordu. Dağın eteklerinde kanatlar yavaşladı, genci yere indirip kayboldu.

Josh’un dağın öteki tarafına geçmesi gerekliydi. Başını kaldırdığında, dağın zirvesini göremedi. Çok yüksekti ve sıradan insanlarca çıkılamazdı. Esnedi. Josh’dan gitmesi gereken yere en çabuk şekilde gitmesi istenmişti. O yüzden de dağı tırmanacak vakti yoktu.

Eliyle bir büyü halkası yaptı. Üç şeritliydi. Hemen sonra dağ sarsılmaya başladı. Bir insanın geçebileceği genişlikte bir tünel oluştu dağın altında. Doğruca karşıya ilerleyecekti. Lakin, tüneli açar açmaz yeniden kapandı bir anda.

Kanat seslerini o anda duydu. Ardına döndüğünde gördü onu.

Yetişkin bir ejderhaydı. Koyu yeşil derisi güçlü on zırhtan bile daha güçlüydü. Başının üstünde yeşil zümrüt vardı. Kanat uzunluğu elli insan kadar vardı. Heybeti ve iştihamı dillere destandı. Tabi yaşlı olanlar kadar büyük değildi. Fakat büyüktü. Joshua hayretle bakıyordu ejderhaya.

“Ey insan! Yüce dağa zarar vermeye nasıl cüret edersin!”

“Amacım bu değildi!” diye bağırdı Josh. “Bir mektubu hızlıca arkadaşlarıma teslim etmem gerekiyor. Sadece dağın karşısına geçmek istiyordum.”

“Lyner ve Esail’den mi bahsediyorsun?” diye sordu ejderha. Joshua kralın ismini biliyordu. Başıyla onayladı.

“Atla sırtıma” dedi ejderha. Joshua hemen ejderhanın sırtına bindi. Heybetle havalanan ejderha doğruca dağa uçtu. Dağın içine girip kayboldu.

Dağın içine girmesiyle, ejderhanın dağın öteki tarafından çıkması bir oldu. İşte o anda Joshua’nın gözleri parıldadı. Onlarca ejderha, ki bunların her biri farklı renk ve boyutlardaydı, muhteşem yeşillikteki ovada uçuşuyorlardı. Güneş henüz yeni ağarıyordu lakin Joshua en ufak ayrıntısına kadar görüyordu manzarayı. Büyüleyiciydi. Kocaman bir tapınak vardı. Tapınağın etrafında bin bir çeşit ağaç, güneşin yandan vuran ışıklarıyla oluşturduğu sonsuz gölge boylarıyla hayret vericiydi. Çok ileriden devasa bir şelalenin sesi geliyordu. Mucizevi bir yerdi.

Ejderha tapınağın önünde durdu.

“Tapınakta usta karanlık ejderha yaşıyor.” Dedi ejderha. “Lyner büyük ihtimalle içeridedir. İletmek istediğini ona iletirsin.

Joshua iner inmez ejderha havalanarak dağa geri uçtu. O, dağın koruyucusuydu.

Joshua tapınağın kapısından içeri girdi. İçeride gözün gözü görmediği, tuhaf bir karanlık vardı. Lakin ileriden sesler geliyordu. Yürümeye devam etti. Uzunca bir süre yürüdükten sonra, ilerideki kocaman silueti seçebildi.

“Usta karanlık ejderha! Lyner adlı genci arıyorum!” diye konuştu genç. Sesinde herhangi bir titreklik ya da korku yoktu. Fazla cıvıl cıvıl bir tipti.

“Bir iki ayaklı iznim olmadan nasıl yaşadığım bölgeye ayak basabilir?” diye sordu ejderha. Lyner ile birlikte büyü çalışıyorlardı.

“Usta Rylei Lyner ve Esail’e ulaştırmam için bir mektup verdi bana. Beni yeşil olan ejderha buraya yönlendirdi.”

Lyner gölgelerin içinde doğrulduğunda, Joshua onu ilk kere gördü. Karanlık olan oda bir anda loş bir ışıkla aydınlanmıştı, ya da gözleri karanlığa giderek alışıyordu. Genç büyücüyü görünce bir anda tuhaf bir şey hissetti. Lyner etrafına çok mutlu bir enerji salıyordu. Lyner ona kusursuz bir büyücü gibi göründü daha ilk anda.

Lyner’ın Joshua’yı ilk gördüğünde verdiği tepki de hayli tuhaftı. Konuşması ve duruşuyla, bir anda kanını kaynatmıştı Lyner’ın. Yavaşça yürümeye başladı.

“Buraya nasıl gelebildin ki?” diye sordu.

“Safir’in kanatlarıyla.” Dedi Josh. “Rylei iki günde buraya ulaşabilmem için bana bir taş verdi.”

“Piç ihtiyar.” Dedi Lyner. “Bizi aylarca yürütsün, sana da taşı versin.”

Bunun üzerine Josh bir anda yüzündeki ciddiyeti bozdu. Kahkaha attı. Bu tip bir tepki beklemiyordu.

“Adım Joshua. Kısaca Josh diyebilirsin. Reba akademisinin öğretmenlerindenim.” Gittikçe yaklaşarak mektubu Lyner’a uzattı.

Karanlık ejderha yorum yapmadan olayı izliyordu. Olaya tanık olan da bir tek oydu. Her şey çok ani oldu. Lyner mektubu almak için uzandığında, Joshua’nın eline temas etmişti eli. Mektubu eline aldığında, parmak ucundan başlayıp kalbine dek uzanan bir uyuşma hissi geldi. Bunu kuvvetli bir acı darbesi izledi.

Lyner, çektiği acı yüzünden güçlü bir çığlık attı. Etrafında olanları fark edebilecek bir durumda değildi gerçi, ama Joshua’nın da panikle yere kapandığını fark etti. Lyner yere düştü.

O acıyı tasvirleyebilseydi, kendini ateşe vermiş, aynı anda zehir içmiş, her saniye beynine onlarca bıçak saplanırken ayakları dirhem dirhem kesiliyordu derdi. Bilincini kaybetmeden önce tek fark ettiği, Joshua’nın da benzer bir acıyla çığlık attığıydı.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 12 Ocak 2015, 17:33:26
24. Bölüm – Mühür

Lyner gözlerini açtığında yanında Esail duruyordu. Tapınaktaydı hala, lakin her yer aydınlanmıştı. Karanlık ejderhayla birlikte aydınlık ejderha da tapınağın içindeydi. Yerdeydi, az ileride de iki elinin üstüne kalkmış bir halde Joshua yatıyordu. Gülümsüyor ve bir şeyler anlatıyordu.

“Ah, Lyner, sonunda uyandın mı?” dedi Esail.

“Neler oldu?” dedi Lyner. Joshua’ya döndü. “Sen mi yaptın bunu? Herhangi bir büyü sezememiştim senden.”

“Ben değildim…”

“O değildi.” Dedi Aydınlık ejderha aynı anda. Lyner açıklama beklercesine bakıyordu etrafına. “Sende uyandığına göre, size ne olduğunu açıklayayım. Az önce mühürlendiniz.”

“Mühürlenmek mi?” diye sordu Joshua şaşkınlıkla.

“İnsanların ve ejderhaların dünyasında mühürlenmek çok nadir bir olaydır. Bazen iki büyücünün auraları birbiriyle etkileşim haline girer. Birbirine çok zıt olan iki aura birbirini çeker ve en ufak bir temas halinde mühürlenme gerçekleşir.”

“Mühürlenme, ha!” dedi karanlk ejderha.  “Dünyada olası en uyumlu silah arkadaşı olarak birbirinizi bulduğunuz anlamına gelir bu. Lakin birbirinizden çok fazla uzaklaşamazsınız. Ayrıca birbirinize karşı çok güçlü bir duygusal bağ olacaktır. Keyfini çıkarın derim ben, ama dikkatli olun. Duygusal bağlar size koruma içgüdüsü ve dolayısıyla güç getirir. Fakat birbirinizi kaybetmeyin sakın.”

“Joshua, ustalaştığın büyü türü hangisidir?” diye sordu aydınlık ejderha.

“Üç şeritli büyü halkasını kullanabiliyorum ancak.” Dedi Joshua. “Fakat bunda en iyisi olduğum söylenir. Buz büyülerinde ustalaştım. Soğuğu seviyorum.”

“O halde seni buz ejderhası eğitebilir. Antik ejderha dilini öğrenebilir ve tek şerit büyü halkasını açabilirsin burada.”

Lyner şaşkındı ve ne diyeceğini bilemedi. Bu esnada mektubu açmıştı. Sesli bir halde okudu:

“Değerli öğrencim Lyner ve genç kralımız Esail;

Eh, kara haberci gibi size kötü haberler taşıyıp sıkmak istemezdim,  ama özellikle kralın ülkenin durumundan haberdar olması gerekir diye düşündüm.

Ülke biraz sıkıntılı bir durumda. Kral’ın orduları sadece büyücülerden kurmak için attığı adımdan sonra, pek çok asker işsiz kaldı. Büyücüler tarafından yadırgandığını varsayan bir kesim insan krallığa karşı nefret tohumlarını her yere serpiştirdiler. İsyan bayrakları resmi olarak çekilmese de yakındır. Üstelik bu sıkıntılı durumda kralın yokluğu da insanların krala karşı kötü düşünmesine neden oldu.

Bu isyanlar bastırılabilir olsa da, en büyük endişemiz Xadirio adlı bir örgüt. Liderleriyle büyük Leon savaşında karşılaşmıştım. Tüyler ürpertici bir aurası ve muazzam bir gücü vardı. Amaçları sarayı ele geçirmek. Üstelik insanları kendi saflarında topluyorlar. Eğer böyle bir şey olur da saraya saldırırlarsa, tüm gücümüzle sarayı korumak için ben ve amiraller orada olacağız. Eğer başaramazsak ülkenin tek umudu sizsiniz.

Büyücülükle ilgili şu ana kadar birkaç sırrı öğrendiyseniz, gerçek anlamda ustalaşmadan ve tek şerit büyü halkaları kullanmadan bu ortamda yeterince güçlü olamayacağınızı anlamışsınızdır. Sizden tek isteğim eğitimleri hızlandırmanız ama hiçbir şeyi atlamamanızdır. Ülkenin geleceği buna bağlı olabilir.

Esail, tacını yeniden takarken kendine yeni amiraller seçeceksin. Gerçek anlamda kral olduğun zaman sana bir seçenek sunulacak. Eğer Lyner’ı tanıdıysam, şu ana kadar sana gerçek dostluğun anlamını gösterebilmiştir. Seçimlerini buna göre yapmalısın Esail. Deden fazla zalim bir adamdı. Doğrusu, eski bir amirali olmama rağmen söylemem gerekir ki ailemin katili olduğu için ben de sevmedim onu hiç. Bu krallıkta bile doğmadım. Belki de hikayemi oradaki ejderhalar size anlatmıştır. Fakat yine de, başka hiçbir yerde, hiçbir şekilde ve hiçbir dönemde sahip olamayacağım bir şeye Resdan sınırları içinde sahip oldum. Ülkemi yok eden bu krallığı gariptir ki seviyorum.

Tanrılar şahidimdir ki, umarım sen de benim gördüğümü görebilir, krallığın gerçek anlamını anlayabilir, o yüzden de doğru seçimi yapabilirsin evlat. Kolay olan değil, doğru olan önemlidir.

Duygular önemlidir.”

Lyner sebebini bilemedi ama garip hissetmişti. Yerinden doğruldu.

“Usta, eğitim ne zaman tam anlamıyla bitebilir?” diye sordu Lyner.

“Sanırım bir sene içinde.” Dedi ejderha.

“Şunu altı ay yapalım.” Dedi Lyner. “Günün sekiz saati çalışmak için yeterli gelmiyorsa, yirmi saat çalışıp dört saatinde uyumaya razıyım.”

Ejderha yüzünü kıvırdı. Gülümsüyordu.

***

Torc toprak elementinde çok iyiydi, ama uzman bir tek şerit kullanıcısı değildi. Tek şerit kullanıcıları dünyada pek azdı aslen. Onun bu konuda bir bilgisi bile yoktu.

Rakibinin hızlı atakları, güçlü savunmasını delemiyordu. Her ikisi de yorulmuşlardı. Bu da savaşın yavaşça sona doğru yaklaştığını gösteriyordu. Xze en başından beri hızından bir şey kaybetmemişti. İlüzyon da dahil olmak üzere her türlü büyüyü yapıyordu. Herhangi birinde ustalaşmış değildi ama bu hızıyla birleşince şaşırtıcı hamleler yapmış bulunuyordu.

Toprak yerinden oynamış, savaş alanı farklı bir yer şekli olmuştu artık. Bu, Torc’un toprak saldırılarından kaynaklanmıştı.

“Eğer bir açığını yakalayabilirsem…” diye düşünüyordu Torc. İsabet etse, tek bir saldırısı bile kafi olabilirdi.

“Sanırım uzman büyünün zamanı geldi.” Dedi Xze.

Torc şaşırmıştı. Korktuğu başına geliyordu. Adamın kullanmaktan çekindiği bir silahı vardı. Büyülerinin güçsüz olma sebebi, ustalaştığı büyüyü henüz kullanmamasıydı meğer.

Xze elinde üç şeritli bir büyü halkası oluşturdu. “Zehirli tombak!”

Sıvı bir katman şeritten hızlıca sıçrayarak toprağa nüfuz etti. İlerledikçe geçtiği yeri eritiyordu. Toprağa karıştıkça uğursuz bir koku yayılıyordu her yöne. Torc düşen gardını hemen almak zorundaydı.

Aklında kullanabileceği pek çok büyü tasarladı. Rakibinin büyüsüne yoğunlaştığı şu an, gardını delip geçebilirdi belki de. Üç şeritli bir büyü halkası yarattı.

“Demir meteor!”

Gökyüzünden iri kaya taneleri doğruca Xze’nin üstüne düşmeye başladı bir anda. Toprak nereden geliyordu, belli değildi. Xze bunu beklemiyordu. Rakibi şu ana kadar hep yerdeki toprağı kullanmıştı. Bu tip bir saldırı ona da sürpriz oluyordu.

Kayalar büyük hızlarla, Xze’nin öteki eliyle yarattığı kalkana çarptılar. Fakat kalkana vuran ilk kaya parçası onu paramparça etmeye yetti.

Xze hemen zehirli sıvı salan büyü şeridini bozarak geriye zıpladı. Hemen sonra büyük bir göl oluşturan sıvı zehir bir anda yükselerek onun üzerine tırmandı. O andan itibaren Torc’un meteorları zehre çarpıp tek tek erimeye başladı. Hiçbiri, zehrin öteki tarafına ulaşamıyordu.

Toprağın keskinleşerek Xze’nin altından, bedenine doğru savrulduğu an tam olarak o andı. Bu kurnaz saldırıyı son anda fark edebildi Xze. Geriye doğru zıpladı, lakin sivri uçlu toprak adamın doğruca sol koluna isabet etti. Xze acı dolu bir çığlık atarken geriye sıçradı. Koluna bakarak kahkaha attı.

“Acı! Ah, bir savaştan yaralanmayalı uzun zaman olmuştu!”

Torc gülümsedi. Değerli bir rakibe değerli bir rakip olduğunu söylemenin bir sürü yolu vardı. Bunlardan biri de Xze’nin yaptığıydı. Lakin sevinci çok sürmedi.

“Yine de yazık, bu savaş çoktan bitti.” Dedi Xze.

Torc o an gerçekten gerildi. Uğursuz bir his kapladı benliğini. Bulunduğu yerden son anda zıplamıştı. Zehir tam da ayaklarının altından yükseldi. Toprağın altından yol almıştı. Torc’un içgüdüleri son anda harekete geçmişti. Lakin, sağ ayağını kurtaramamıştı. Acıyla geri çekildi.

Torc, destek olması için köşeden bir değnek kaparak ayağa kalktı. Torc saldırıdan kaçınınca, Xze çığlık attı hemen. Yüzünde çıldırmış bir ifade belirdi. Kahkaha attı. Mutlu görünüyordu.

“Bu savaş! Bu savaş!” Çığlık atmaya devam ediyordu. “Bu savaş çok eğlenceli olmaya başladı!”

Torc’un yarısı kesilmiş ayağından kanlı zehir akıyordu. Zehrin vücuda karışacağı endişesiyle Torc topraktan çıkardığı bir kılıçla ayağının küçük bir kısmını daha kesti. Akıllı bir adamdı, işini şansa bırakmayacaktı. Dengeye de kolayca alışmıştı. Başkası olsa hiç yere düşmeden ayakta durmayı asla başaramazdı.

Torc’un yaptıkları oldukça seriydi. O yüzden de rakibinden gelen ikinci saldırıyı karşılayabilecek derecede toparlandı. Sıvı zehir kendine ateş edilmişti. Torc bir kalkan yarattı. Zehir kalkana etki dahi edemedi. Torc hızlı bir adam olmayabilirdi, ama büyüleri yeterince güçlüydü. Kalkanı kaldırdığı anda, topraktan bir diğer zehir birikintisi fışkırdı. Torc bundan da kaçındı. İçinde bulundukları savaş çemberinin her yerinden zehir sıçramaya başlıyordu. Sıvı zehir her yanı sarmalamıştı.

Ayağını kaybedince, hareket etmesi çok zor oldu. Toprağın altından gelecek bir diğer saldırıda kaçınamazdı. İşini riske almadı ve ayağının altında bir kalkan oluşturdu. Büyü halkasını eliyle değil, kalan son ayağıyla yapmıştı! Xze nin seri zehir saldırılarını kalkanlarla savuşturmaya devam ediyordu, ama faka basmış durumda olduğu da bir gerçekti.

“Takdir edilesi!” dedi Xze. “Savunma büyülerin çok etkileyici. Hiçbir büyüm delip geçemiyor.”

Xze rakibine zarar verme arzusuyla yanıp tutuşuyordu lakin bunu başaramadıkça daha da gaza geliyordu. Zehir ise her yönde yükselip ayaklarının altında bir gölet oluşturmuştu. Köye doğru akıyor, geçtiği her yeri altüst ediyordu.

“Bu savaş, korkarım ki çoktan bitmişti evlat.” Dedi Torc sonunda. “Senin bana zarar verebilecek hiçbir büyün yok ama ben sana verebilirim. Beklenmeyen bir saldırıyla beni yaralamış olabilirsin, lakin bu kâfi değil. Olan tek şansını da kaybettin.”

“Evet,” dedi Xze “Bu savaş bitti haklısın. Etrafına bir bak! Zehirle kuşatıldın. Zehir yavaşça buharlaşıyor! Nefes almak için içine çektiğin hava seni içinden yavaş yavaş öldürüyordur.”

Torc elini havaya kaldırdı. Havada birkaç tane büyü çemberi oluşturdu. Hemen sonra altındaki toprak yükselerek kendisini yukarı taşıdı. Altlarındaki zehirli toprak olduğu gibi kıpraşıp yana yatmaya başladı hemen sonra. Amiral, toprağı 180 derece ters çevirdi!

Toprak hareket ederken Xze geriye zıplayarak topraktan kaçındı. Zehirli toprak altta kalırken, temiz toprak yukarı yükselmişti. Neden sonra kendi de yere indi.

“İşe yaramaz!” diye bağırdı Xze. “Sana çoktan zehrin havaya karıştığını söylüyorum!”

“Bu, sen zehri salar salmaz benim fark ettiğim bir şeydi zaten!” dedi Torc. “Nefes alışımı düzenleyen bir büyü yapmıştım kendime.”

Xze tısladı. Rakibi dişli çıkmıştı. Onu tehlikeli yapan gücü değil, aklıydı.

“Toprağı temizlemen ne işe yarayacak peki?” dedi Xze. “İstesem burayı da zehre boğarım!” Elini kaldırdı ve yeniden etrafa zehir yaymaya başladı.

Amiral bunun üzerine gülümsemişti.

“Bunu tekrar yapabileceğini elbette biliyorum.” dedi. O an sırıtmıştı. “Olmasını beklediğim gibi!”

Yerden çıkan iki zayıf toprak parçası, adamı kollarından yakalayıp kollarıyla birlikte yere vurdu.

“Gözlemlediğim kadarıyla, şu ana kadar yaptığın en yavaş büyü buydu.” Dedi Torc sendeleyerek yürürken. Değnekten destek alıyordu. Xze ise hareket edemiyordu. Çirkin bir ifadeyle tıslamaya başladı. “Ayrıca bu büyüyü yaparken aşağıya bakamıyorsun. Topraktan gelen darbelere açıksın. Benim yaptığım büyüye ise kabil mührü deniyor. Bildiğim en hızlı büyü buydu.

Savaşmak için bir amacı olmayanlar, savaşı zevk aleti olarak görenler kaybetmeye mahkûm olurlar. Boşuna çırpınıyorsun, bu büyüden kurtulamazsın.”

Xze gerçekten de köşeye kıstırılmıştı. Çırpınmayı bıraktı. Gözlerini amirale dikmişti.

Yerden yükselen bir diğer sivri toprak huzmesi, doğruca adamın kalbini deldi.

Torc sendeleyerek oradan uzaklaştı. Etrafına baktığında, çıkan zehirli gazlar yüzünden tüm askerler yerde yatıyordu. Yürürken harap olmuş sokağa dikkat kesildi amiral. Pek çok insan yerde yatıyordu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: M.K.Immortal - 15 Ocak 2015, 13:26:53
Uzun bir aradan sonra yeni bölümleri okumama rağmen eski bölümlerin hepsi aklımdaydı :D Bu da bu seriyi ne kadar beğendiğimi gösteriyor sanırım. Hatta yeni bölümleri okurken "yahu bu harbiden bu kadar iyi miydi" oldum bir an :)

Bölüm bölüm ne düşündüğümü yazmayı uygun gördüm bu arada...

17. Bölüm: Kelime tekrarları çok göze çarpıyordu. Köyün içindeki olayların çok hızlı oldu bittiye gelmesi de rahatsız ediciydi. İyi yanları ise yine merak uyandırıcı ve detayların ağız sulandırıcı olmasıydı.


18. Bölüm: Buradaki ilk sıkıntım şu paragrafta gerçekleşti

"Era sadece ipek satmak için krallığı dolaşan gezgin bir tüccardı. Yaşlı bir kadındı. Lakin hisleri güçlü bir insandı. Bir miktar ipek satın almak için tezgahın önünde duran iki çocuğun, ki bunlar Lyner ve Dean’di, büyücü çıraklar olduklarını hemen anlamıştı. Özellikle Lyner’ın mutluluk dolu aurası kadını büyülemişti."

aslında sıkıntı değil de şöyle bir tavsiye ile metni daha çekici yapabilirsiniz. Söz konusu iki çocuğun Lyner ve Dean olduğunu daha önceden zaten biliyorduk. Burada tekrar "ki bunlar Lyner ve Dean’di" şeklinde belirtmezseniz zaten ilk aklımıza gelecek olanlar onlardı. Haliyle olağının dışındaki vurguları belirtmek akıcılık açısından önemli.

Tek gözüme çarpan yer de bu oldu. Gerisi çok iyiydi ki sonlara doğru daha da güzelleşti.


19. Bölüm: Söylenecek pek bir şey yok. Merak uyandırıcı, akıcı, zevkli bir bölümdü.


20. Bölüm: Ejderhalar hoşuma gitti. Ölüm ejderhasının odaya kendini hapsetmesi güzelmiş :) Birkaç yazım hatası dışında bir aksilik yoktu. Yine zevkle okudum bu bölümü de.


21. Bölüm: Rylie 4 şeritli büyü yapamıyor mu yahu :D Allah Allah, şaşırdım. Ejderhanın kullandığı kelimeleri biraz garipsedim açıkçası. İntihar bombacısı mesela :D Sanki çok fazla bizden bir kelime bu, ejderhanın köy kahvesinde konuşur gibi kullanması biraz kötü durmuş :) Yine "format" kelimesi de bunlardan biriydi.

Raisoo kim bu arada? Bir anda bu isim çıktı, hatta geçmiş yazıları da kontrol ettim acaba takma isim falan mıydı da unuttum diye ama yok.

Bunların dışında yine güzel ve detaylı bir bölümdü. Anlatımınızın da her bölümde daha da geliştiğini söylemem gerek.


22. Bölüm: Mektupta ne yazdığını tahmin edebiliyorum sanırım :D İlerleyen bölümlerde göreceğiz, buadan spoiler vermemek için ne düşündüğümü yazmıyorum :D Yine bir anda akıp gitti bölüm. Güzeldi ve göze batan bir eksiklik yoktu.


23. Bölüm: İşte aranılan bölüm :D Dövüş sahnesi güzel ama yarım kaldı. Heyecanla devamını bekliyorum ki yorumun hemen ardından okumaya devam edeceğim bu yüzden :) Sonraki bölüm de merak unusurunu tepelere yükseltti.


24. Bölüm: Son bölüm itibariyle iyice ilginçleşti hikaye diyebilirim. Mühür olayının üstünde çok durulmadı. Bu genelde yazacak çok çok şeyi olup, güzel bir kurguya sahip yazarların düştüğü durum olarak gözlemlemişimdir :D Yazmak istediklerini bir an önce verebilmek için üstün körü her şeyi azar azar yazma sendromu mu diyelim artık :)

Lyner ve Joshua arasında çok nadir ve özel bir durum var ve "hadi seni de buz ejderhası eğitsin" denilerek bitmesi bu muhabbetin, gerçekten garipsetiyor okuyucuyu. Neymiş, kimlerin başına gelmiş, vay be demek bundan sonra bir arada olacağım insan sensin, nasıl birisin gibi detayların ve heyecanların ağır basmasını bekledim.

Mektup düşündüğüm gibi çıkmadı :D Rylie onların içi rahat olsun ve eğitimlerini tamamlasınlar diye "burada sorun yok" diyecek sandım ama öyle olmadı. Yine de onlar da eğitim bitmeden dönmemek gibi doğru kararı verdiler sonuçta.

Amiral ile Xze'nin dövüşü, tıpkı diğer savaş ve dövüş sahneleri gibi çok güzeldi. Büyücü sınıfının yine fazla güçlü oluşunu gördük burada. İki kişinin kapışmasıyla bile onlarca insanın, dövüşün içinde olmasalar da nasıl zarar gördükleri bunu anlatmaya yetti bile.

Son bölüme bu kadar eleştiri yazmamın nedeni bu seriyi ve son bölümü sevmemden kaynaklanıyor. Yani insan sevdiğine takılırmış misali benimkide :D Daha iyi olsun, daha çok keyifle okuyayım istiyorum.

Genel olarak o her zamanki anime tadını alarak, zevkle okudum bölümleri. Ellerinize sağlık. Yeni bölümleri okumak dileğiyle.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 29 Ocak 2015, 14:37:56
25. Bölüm – 6 ay sonra

“Eğitimin sonunda tamamlandı Joshua” dedi buz ejderhası. Türüne ters bir biçimde oldukça yumuşak konuşuyordu ve o bir kadın ejderhaydı.

Kadın ejderhalar kutsanmış ejderhalardır. Erkek ejderhalardan çok daha dayanıklıdırlar ve çok daha uzun ömürleri vardır, lakin erkekler kadar iri olamazlar. Her on yumurtadan sadece bir tanesinde kadın ejderha çıkabilir. Bünyelerinde taşıdıkları aura miktarı, erkeklerden kat ve kat fazladır.

Buz ejderhası orta yaşlarında bir ejderhaydı. İnsan dilinde konuşmayı pek sevmezdi. O yüzden de Joshua’yı antik dili konuşması için hayli zorlamıştı. Josh Lyner’in yardımları olmadan asla bu katı ejderhaya ilk başlarda dayanamazdı. Lakin son altı ayda onu yakından tanıdıkça, sert kabuğunun ardındaki yumuşak kalbi fark etmişti Joshua.

“İnsanları pek sevmiyorsun, anlaşılan.” Demişti Joshua, eğitimin başlarındayken. Her yeri yara bere içindeydi. Karşılayamayacağı bir büyü ile saldırılmış, karşılayabildiği kadarıyla büyüyü karşılamıştı genç.

“Sende iş varmış.” Diye cevap verdi ejderha. Adı Lillia’ydı. “Bu eğitimi karanlık ejderhaya olan saygımdan kabul etmiştim, ama sende gerçekten bir iş varmış.” Şeklinde tamamlamıştı sözünü. İnsanlara dair konuşmuyordu dahi, onları tamamen yok saymayı tercih ediyordu. Joshua bu yüzden ikinci kere sormayacaktı bunu.

Lillia orta yaşlı bir ejderha olabilirdi. Çok korkutucu da görünmeyebilirdi. Fakat söz konusu büyü olduğunda, en iyilerden biriydi.

Esail ve Lyner, öte yandan, eğitimlerini birkaç gün önceden tamamlamış, Joshua’yı bekliyorlardı. Beklemek zorundaydılar çünkü mühür yüzünden Lyner ondan çok uzağa gidemezdi. Fakat üçü de, antik dili öğrenmişti artık. Özellikle Lyner’ın dili bu dile çok dönüyordu. Karmaşık cümleler tasarlayıp bunları büyü olarak kullanabiliyordu. Karanlık büyünün her alanında çok iyiydi, ancak ustalaştığı ve tek büyü şeridiyle kullandığı alanda çok daha iyi olmuştu.

Karanlık ejderha, Lyner eğitimini tamamladığında ona kendisinden bile güçlü olduğunu söylemişti. Lyner’ın tek eksikliği deneyimdi. Çok güçlü olabilirdi, ama aklıyla savaşmayı bilmiyordu. Rakibinin hamlelerini önceden göremiyordu. Akılsız değildi, sadece umursamaz biriydi ve bu özelliği tecrübesizliğiyle harmanlanıyordu.

Esail ise Lyner’ın tam tersiydi. Pek çok savaşı görmüş, bu savaşlarda olan bitenleri çok iyi incelemişti yıllardır. Gözlemleme yeteneği çok iyiydi. Elbette ki bir kral olarak, özellikle de tek büyü şeridini açtığı andan beridir muhteşem bir büyücüydü. Fakat onun gücü Lyner gibi kalbinden gelmiyordu, onu o yapan aklıydı.

Joshua’ya gelirsek, en tuhaf olan oydu. Bazen çok iyi, bazen çok saçma büyüler yapardı. İşin esprisinde miydi, yoksa gerçekten saf mıydı kimse bilmiyordu. Ama egolarını bastırmadan, sürekli ne yapmak isterse onu yapıyordu. Büyüyü çok seviyordu, ama birkaç ay kadar öncesine kadar kendisine eğitim teklif edilse kabul etmezdi. Burada olma sebebi eğitim değildi, Lyner’dı.

Sıradan bir öğretmen ve yetenekli bir büyücüyken bir göreve gönderilmişti ve ne olduğunu hala anlayamadıkları bir mühürle bağlanmıştı Lyner’la. Mührün ne anlama geldiğini yarım yamalak biliyordu. Bir anda burada kalıp eğitim görmesi teklif edilmişti. Çok ani ve içten pazarlıklı bir durumdu. Sanki işin içinde bir bit yeniği var gibiydi. Tek bildiği, Lyner’a çok bağlanmıştı ve Lyner onun yüzünü kolayca güldürebiliyordu. İlk kere bir dost sahibi oluyordu. Yine de espri yapmakta kendisi daha iyiydi.

Sonunda kendisi de eğitimini tamamlamıştı.

Armadiala ise mor, şişman ancak kısa bir ejderhaydı. Vücuduna ters düşecek bir şekilde ejderhalar içinde en hızlı olanıydı. Aylarca seyahat etmek istemedikleri için, ejderhadan kendilerini Resdan sarayına götürmelerini istediler. Ejderha bunu kabul etmişti. Uçmayı severdi. Üstelik Joshua ile sürekli bir muhabbetleri olmuştu ve onun sıcakkanlı, hoş bir büyücü olduğunu düşünüyordu.

Joshua’yı sevmeyen tek kişi Esail’di. Bunun sebebi kıskançlık falan değildi. Kıskanması gereken bir şey yoktu çünkü Lyner Josh geldikten sonra Esail’e olan davranışlarını değiştirmemişti. Onunla olan diyaloğunu da azaltmamıştı. Üstelik Esail her halükarda kıskanç biri değildi ve kendisi aylarca saraya hapsolmuş, yüzlerce evrak imzalarken, Lyner ve Joshua’nın, yeni amiralleri olarak, çok uzak diyarlarda ona hizmet edeceğini biliyordu. Bir kral olarak amirallerini kendi seçecekti ve elinde daha iyi bir seçenek yoktu. Ayrıca, günün sonunda ihtiyar dedesi gibi yalnız bir adam olacaktı, bunu düşünüyordu.

Önceden böyle bir korkusu olmazdı. Bu yenile başlıyordu. Daha çok Lyner’dan kopmak istemiyor gibiydi. Maceralara atılmak, dostuna eşlik etmek, şakalaşıp gülüşmek istiyordu. Tuhaftır ki onunla alkol alıp büyükler tarafından azarlanmak istiyordu. Fakat bu mümkün değildi, kendisini bu yaştan sonra alkol alıyor diye azarlayacak kimsesi yoktu. Hayatı dolu dolu yaşayabilmek gibi şeyler… O an mutlu olduğunu fark ediyordu ve bunu kaybetmekten korkuyordu. Joshua onun için marjinal bir insan gibi görünüyordu ve bir sebepten ona kanı kaynamıyordu sadece.

Hazırlanıp Armadiala’nın sırtına bindiler. Yolculuk bir haftaya yakın sürecekti.

***

Rylei tüm amirallerle birlikte toplantı odasında oturuyordu. Günün konuğu bayan Reba’ydı ama önemli birkaç isim daha vardı. Birkaç soylu, önemli büyü akademilerinden müdürler ve toplantıya katılması gerekli görülmüş kişiler, toplamda yirmiden fazla insanı oluşturuyorlardı.

Amiral Torc masanın başına oturmuştu. Tek ayağını kaybetmiş olan amiral solgun ve oldukça bitkin görünüyordu. Xze ile yaptığı mücadeleden sonra giderek halsizleşmiş, ülkenin en iyi doktorları tarafından bakındıktan sonra zehre karşı kendine savunma koysa da bir miktar zehrin vücudunda çok yavaş bir şekilde dolaştığı söylenmişti. Az bir miktardı, ama durdurulamazdı ve ölümü birkaç ay içinde gerçekleşirdi.

Önünde birkaç mektup duruyordu. Diğer krallıklardan gönderilen, isyancılardan gönderilen ya da Xadirio örgütü tarafından gönderilen mektuplardı bunlar. Onları diğer herkese okumadan önce, genel bir konuşma yapmak istiyordu. Herkes gergin ve tedirgindi. Son altı aydır küçük çaplı pek çok isyan zorlu yollarla durdurulmuştu. Fakat bu küçük isyanları, büyük bir tanesinin izleyeceği su götürmez bir gerçekti.

“Değerli amiraller, soylular ve müdür arkadaşlarım. Bu mektupların birkaçı iki gün önce elimize ulaştı. Özellikle önemli olan ikisini sizinle paylaşacağım. Mektupların tamamı isyankârdır ve talepler yerine getirilemeyecek şekildedir.

Mektuplardan biri Leon krallığı tarafından gönderildi. Son savaşta alınan toprakların kendilerine iade edilmesini, aksi takdirde de Xadirio örgütüyle bir olup Resdan’ın kökünü kazacaklarını ifade etmiş Leon kralı.”

“Bu saçmalık!” dedi soylulardan biri. Adı Garmatleth’di. Kızıl sakallı, kel bir adamdı ve oldukça tıknaz görünüyordu. Sol yanağında büyük bir yara izi vardı. Leon krallığının eski topraklarının iadesi, Leon krallığını kendi topraklarına çok yakın bir sınıra kadar çekecek olduğundan, durumu kendi namına uygunsuz buluyordu.

“Neden saçma olsun ki?” dedi Rylei. Piposunu tüttürüyordu ihtiyar. Oldukça da endişeli görünüyordu. “Kendilerine ait olandan fazlasını talep etmiyorlar. Ülkedeki isyanlar yeterince uğraşılmaz bir durumdayken, bu tip bir müttefike asla müsaade edilemez!”

“Yine de riskli bir hamle. Topraklar geri verilirse daha fazlasını almak için yine Xadirio’yla anlaşırlar.” Dedi Torc. Oldukça halsiz konuşuyordu. “Fakat önemli olan ikinci mektup. Xadirio örgütünün lideri tarafından gönderilmiş.”

“Ne diyor?” diye sordu Rylei.

“Önümüzdeki günlerde saraya hakim olun, diyor. Bir nevi ültimatom veriliyor.”

“Hiçbir istekte bulunmadan savaş bayraklarını çekmişler.” Dedi Rylei. “Amaçları nedir, en ufak bir ipucu bırakmıyorlar.”

İhtiyar üzgün bir ifadeye büründü. Öğrencisi ve kralın savaşa yetişemeyeceğini düşünüyordu. Bu savaş onlar olmadan kolayca kazanılamazdı.

***

Yağmur giderayak kuvvetlenerek Lyner’ın başına vuruyordu. Gökyüzünde geçirdiği altıncı geceydi. Resdan sınırlarındaydı çoktandır ve gece yarısına kadar saraya ulaşacaklarını hesaplamıştı.

Ejderha çok yorgun düşmüştü. En son yere indiklerinden bu yana bir gün oluyordu. Uğradıkları Mesgard adlı köyde, Josh eski bir dostuyla tanışmıştı. Ungway ve Fordun adı verilen ve geçtiğimiz ay yapılan iki isyandan haberdar olmuşlardı. Ülkede işlerin iyice kızıştığını ve Xadirio’nun tüm ülke tarafından bilindiğini söylemişti bu dost. Köy köy dolanıp kendilerine müttefik ediniyorlardı. Barış ve mutlu bir ülke vaat ediyorlardı.

Lyner bunun üzerine oldukça huzursuzlanmıştı ve ejderhadan bir an önce kendilerini saraya ulaştırmalarını istedi.

“Tabi, siz değilsiniz kanat çırpan!” demişti ejderha. Epeyi yorgun hissediyordu artık, hızı da kalmıyordu. Lakin yine de elinden geldiği kadar çabuk gitmişti. Artık pek yakındaydılar ve gerilim iyice artıyordu.

Lyner üşüyordu. Vücuduna çarpan her bir su damlasıyla içi ürperiyordu. Yağmur gittikçe şiddetleniyor, arkalarından esen rüzgârla – ki bu ejderhanın hızlı gidebilmesi açısından iyi bir şeydi – tir tir titriyordu. Josh ise halinden pek memnundu. Kışın ortasında, göbeği yırtık kısa kollusu ve etkisiz beyaz şalvarıyla hiç üşümüyordu. Sıcağı pek sevmezdi, onunkisi alışkanlıktı.

“Üşüyor musun Lyner?” diye sordu pis pis sırıtırken. “Sana verebilecek ceketim olsa ne iyi olurdu… Ama şu üstümdekini de verebilirim, sana pek yakışır.”

“Çok şakacısın.” Dedi Lyner. O tarafa bile bakmıyordu. Kasvetli havaları o da severdi, ama ıslanmak onu deli etmişti.

Esail ise oldukça iyi giyinirdi neyse ki. Kazaklar, kabanlar, pelerinler… Bir çanta dolusu valizle yolculuğa çıkmıştı ilkten, lakin atı yorulduğunda onları bir köye hediye niyetine bırakmıştı. Yine de en sevdiği siyah kabanı üzerindeydi, onu koruyordu. Ayak dirseğine kadar uzun ve kalındı, yağmuru geçirmiyordu. Yolculuklar sırasında kirlenmiş ve yırtılmıştı, lakin hala onu pek önemsiyordu genç kral.

O da gözlerini Lyner’ın diktiği yere dikmişti. Ta çok uzaktan yükselen dumanları seyrediyordu.

“İsyan mı, yoksa yangın mı dersin?” diye sordu Esail.

“Ha, ne?” Joshua gözlerini onların baktığı yere dikti. Dumanları şimdi görebiliyordu.

“Korkarım başkentte yangın olmaz.” Dedi Lyner. “Öyle olsaydı büyücüler çoktan söndürürdü. Bu bir savaş işareti. Savaşın tam ortasında yetiştik.”

Ayağa kalkıp Ejderhanın üzerinde durdu.

“İlk ben gidiyorum.” Dedi. Hemen sonra ortadan kayboldu. Işnlanmıştı.
Başlık: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 31 Ocak 2015, 12:33:36
Bölüm 26 – Rylei / Namar Savaşı

Geceyi aydınlatan tek şey kalabalığın ellerinde tuttukları meşalelerdi. Sarayın önündeydiler. Bahçeye girmemişlerdi. Yollardaydılar, sokaklarda, tüm caddelerde! Şehri tamamen kuşatmış durumdaydılar. Kalabalıklaşma sabah başlamıştı. Gittikçe çoğalıyor, ülkenin her yerinden insanlar gelip şehre doluşuyorlardı. Şehir nöbetçileri ortalarda yoktu nedense. Zira sebepsizce öldürülmüş ya da kalabalığa karışmışlardı. Amirallerin tüm uyarılarına rağmen dağılmamıştı bu toplanan kalabalık. Sindrath onları öldürme için harekete geçmeye karar vermişti bir vakit fakat diğer amiraller ona engel oluyordu.

Akşam saatlerinde kalabalığın içinden çıktılar siyah cübbeleriyle. Biri en önde, ikisi onun gerisinde, diğerleri ise onların da gerisindeydi. Sarayın bahçe kapısı hışımla arkaya doğru devrildi. Önce liderleri girdi kapıdan. Diğer büyücüler de onu izliyorlardı. Xadirio uyarısını verdikleri şeyi gerçekleştirmiş, saraya kadar gelmişti. Birkaç adım attıktan sonra devasa bir bariyere takıldılar. Görünmez bir bariyerdi bu ve o bariyerden içeri geçilmiyordu.

Xadirio lideri birkaç büyü denedi. Lakin bariyeri kıramadı. O anda, yaklaşık dört yüz metre uzunluktaki bahçenin öteki tarafında, sarayın kapıları sonuna kadar açıldı. Kapıdan Rylei çıktı. Sol elinde ince fakat uzun bir baston tutuyordu. Bastonun en üst ucuna altı tane taş yerleştirilmişti. Bu taşlar önceden kolyesinin içinde bulunan ve birini kanatlara sahip olması için Josh’a verdiği taşlardı.

İhtiyar hızlı adımlarla ilerlerken arkasından amiraller çıktı. Aralarında Reba da vardı. Tek ayağıyla Torc, en son çıkmıştı kapıdan. Hepsi çıktığında kapı arkalarına kapandı.

Deprem oluyormuş gibi yer sarsılmaya başladı bir anda. Saray korkunç bir gürültü ve hızla yerin altına gömülmeye başladı. Bu büyüyü yapan Torc’du. Büyücülerin arasında sırıtıyordu tüm heybetiyle. Büyüyü yaparken bir an ağzından kan geldi. Hastalığı yüzünden fazla bir enerjisi kalmamıştı.

Saray tamamen yere gömüldüğünde Rylei birkaç adım daha attı.

“Bana adını bahşet!” diye bağırdı. Doğrudan Xadirio örgütünün liderine bakıyordu.

Kızıl saçlı adam kapüşonunu indirdi. İhtiyarı şöyle bir süzdü. “Adım Namar” dedi. Ardındaki kendi büyücüleri bile şaşkınca ona bakıyorlardı. Onlara adını bu kadar erken söylememişti çünkü. Bu rakibine değer verdiği anlamına mı geliyordu, yoksa adını hatırlayacak kadar yaşayamayacağını mı düşünüyordu? Namar’ın yüzünde her zamanki donukluk vardı ama ellerindeki hafif titremeyi fark etmişlerdi diğer büyücüler. Korkuyordu!

Rylei birkaç adım daha attı. Düşmanı kalkanı delmek için hiçbir mücadeleye girmemişti henüz. Rylei bunu adamın konuşmak istediğine yoruyordu.

“Neden bu sarayı yıkmak istiyorsun?” diye sordu Rylei.

“Ben adaleti getirmeyi amaçlıyorum.” Diye yanıt verdi Namar hemen.

Rylei dudağını kıvırdı. İhtiyar bir adam olarak insanların yüz ifadelerini iyi yorumlardı. Yeterince şey söylediğini sanıp hiçbir şey ifade edemeyen sıkıcı tiplerdendi Namar.

“Eski bir amiral olarak kralların şu ana dek yaptıklarının tamamını onaylıyor değilim.” Dedi. “Ama kral değişiyor, önyargılarını kırman senin için iyi olur.”

Namar dirseğiyle görünmeyen kalkana çarparken, ağzından tek bir kelime çıktı: “Uummia!”

Kalkan görünür olup bir anda cam kırıkları gibi parçalanarak yere devrildi. Antik ejder dilinde “kırıl” demek oluyordu bu kelime. Aynı anda Rylei asasını ters çevirdi ve yere vurdu.

Asa yere çarparken tüm taşlar kırıldı asayla birlikte. Rylei’nin mühürlediği tüm güçleri bir anda taşlardan çıkarak avcuna yükseldi. Bu mühürleri bir gün bozacağı aklına gelmezdi. Fakat antik ejder dilini kullanarak yaptığı bu kalkan ancak antik ejder diliyle bozulabilirdi ve rakibi bu dili biliyorsa Rylei’nin elinden bu güçleri uyandırmaktan başka bir şey gelmezdi.

Taşlar kırılıp da Rylei gücüne kavuştuğu anda yeryüzü korkunç bir şok dalgasıyla sarsıldı. Bununla birlikte tek şeritli onlarca büyü halkası bir anda ihtiyarın önünde belirdi. Halkaları oluşturmak için herhangi bir el hareketi yapmamıştı. Ellerini sırtında tutmuştu tam tersine. Halkalar o kadar çabuk oluştular ki sanki ateş böceklerinin parıldamaları gibi bir anda oldu her şey.

Orada bulunan büyücüler kuşkusuz bu ülkenin en güçlü büyücüleriydi, lakin çoğu tek şeritli bir büyü halkasının varlığından haberdar bile değildi. Namar’ın iki yoldaşı bu güce sahipti ama onlar bile Rylei’nin saldığı devasa enerjiyle bir anda korkuya kapıldılar.

Namar kendine büyük bir tek şerit büyü halkası açtı. Rylei’nin on küçük büyü halkasından daha büyüktü. Rylei’nin büyü halkasından beş iri ayna görünümünde maddesel büyü öbekleri çıkarken bunlar her yere dağıldı. Oluşturduğu halkalar kaybolurken, aynalardan birinden devasa bir ağaç gövdesi çıktı ve yere yapıştı. Aynanın öteki tarafından ağacın dalları çıkmaya başladı. Günün sonunda, devasa ve şekilsiz bir ağaç oluşturmuştu ve dört ayna bağımsız bir şekilde havada bir oraya, bir buraya uçuyordu.

Namar dudağını ısırdı. Rakibinin büyüsünü anlamlandırmaya çalışıyordu. Ağacın ne tarz bir yansıtma büyüsü olduğunu anlamıyordu ama yarattığı aynalardan onun yansıtma üstüne ustalaşmış bir aydınlık büyücüsü olduğunu varsaymıştı. Bu büyük bir hataydı. Ağacın kara büyüyle oluştuğunu yorumlayamamıştı. Bunu kim olsa yorumlayamazdı, bir büyücünün iki büyü üstünde ustalaşması mümkün değildir.

Namar’ın yarattığı devasa büyü halkası bir anda kaybolurken Rylei ve amiraller boğazlarını sıkarak eğildi. Bir anda hepsi birden nefessiz kalmışlardı. Bu bir hava büyüsü olmakla birlikte alandaki oksijeni azaltıyordu.

Rylei’nin beynine giden kan durmuş sayılırdı. Oksijensiz kalan vücudu işlevini yitirdi. Ardına dönüp baktığında diğer büyücülerin de savunmasız bir durumda olduğunu fark ediyordu.

“Saldırın!” diye bağırdı Namar ve arkasındaki büyücüler bir adım ileri çıkarak büyü halkalarını açtılar. Orta yaşlı bir adamdı Namar. Pürüzlü sesi o konuşunca yankılanıyordu. Sanki ses telleri alınmış gibi, sesleri direk olarak gırtlağından geliyordu. Kızıl kısa saçları vardı. Kaslı, zayıf, orta boylarındaydı, hafif pürüzlü suratıyla yakışıklı sayılırdı.

Tumbei ise onun sağ kolu yerine geçiyordu. Siyah pelerini, siyah gözleri ve kara saçlarıyla epey uyumluydu. İçlerinden en genç ve en yakışıklı olan oydu. O da tek şeritli büyü halkası kullanıcısıydı. Büyü halkasından çıkan devasa lav birikintisi tüm bahçeyi sardı. Hava bir anda ısınmıştı. Eski çağda kalelerin etrafına düşmanları engellemek için açılan su hendekleri gibiydi bu. Kaynar lav fokurduyor, cızırtılı bir ses çıkartarak havayı dumana buluyordu.

Lanis ise sol koluydu. İri yarı bir adamdı. Kasları yırtık kıyafetlerinin ardından seçiliyor, sağ gözündeki yara ile korkutucu görünüyordu. Sağ gözü yoktu. Büyü halkası yok olurken önünde beyaz cübbeli bir hayalet belirdi. Şeffaftı, ardı görünüyordu. Hayalet elleriyle bir büyü halkası yarattı ve bir anda gökyüzünü bulutlar kapladı.

Nefesleri kesilmişken ilk hamle Reba’dan geldi. Yarattığı halkadan esen bir rüzgâr boğucu havayı yukarı taşıdı. Bir anlığına nefesleri geri gelmişti, fakat neden sonra bulundukları yerdeki oksijen yeniden yok oldu. Bu tip uzman bir büyü bu şekilde alt edilemeyecekti.

“Usi-ir rasser, manmior bultri fo alen malkalisee!” (Gökyüzü düşsün, tüm görkemiyle nefes yeniden hayat bulsun!)

Rylei’nin sözleri tüm görkemiyle geceye karıştı. Boğucu oksijensizlik bir anda kaybolmuştu ihtiyarın güçlü büyüsüyle. Tam o anda devasa bir şimşek ihtiyara gökyüzünden yaklaşmıştı.

Saldırıyı yapan, on büyücüden bir diğeri Emma’ydı. Büyücüler içinden en arkadaydı. Beyaz saçlı bir kadındı, gençti ve güzeldi de. Şimşek saldırısı sıradan bir kalkanı delip geçebilecek kadar bile güçlüydü. Lakin ihtiyarın aynalarından biri ışık hızıyla şimşeğin önüne geçti ve büyü devasa bir hızla kadına geri gönderildi.

Şimşeği Offelia durdurdu. Kızıl kısa saçlı, orta yaşlarda, oldukça çelimsiz bir kadındı. Kemikleri sayılıyordu. Bir büyü halkası yarattı ve halkadan çıkan bir torba şimşeği içine çekerek tamamen yok oldu. Tam o anda yer sallanmaya başladı. Ayaklarının altındaki toprak ufalanmaya başlamıştı Xadirio büyücülerinin. Offelia dengesini kaybederek yere düştü.

Toprak yavaşça içine çekiyordu büyücüleri. Herkes kendini yanlara doğru fırlattı. Offelia da hemen ayaklanıp oradan çekilmişti. Toprak tamamen çöktüğünde yerde devasa bir çukur kalmıştı. Büyücüler dağılırken amiraller de birer birer açılıyorlar, büyük bir dayanışma örneği göstererek gelecek herhangi bir saldırıyı contalamaya hazırlanıyorlardı.

Xze nin ölümüyle on bir büyücüden geriye on kalmıştı fakat bu büyücülerin yetenekleri Xze’yi aratmayacak gibiydi. Tumbei’nin yarattığı lavdan çukur giderek içe doğru genişlemeye başlarken bu durumu ilk fark eden Sindrath olmuştu. Büyücü bir sel yaratarak levhayı doldurmayı denedi. Fakat lavın üzerinden akan su karşıya geçerken lavlar en ufak dahi etkilenmemişti. Bu bir uzman büyünün gücüydü.

Savaş alanı kimin hangi saldırıyı yapacağına ve bu saldırının nasıl durdurulacağına yönelik oluşturulan taktiklerin bir savaşına dönüşmeye başlıyordu. Bir sonraki hamleyi kimin yapacağı, ilk kaybı kimin vereceği akıllardaki sorulardı. Xadirio örgütünün her saldırısında bahçenin dışındaki kalabalık çığlık atıyordu. Spor mücadelesi izleyen seyirciler gibiydiler. Fakat günün sonunda o kadar büyük bir gürültü çıkmış oluyordu ki Rylei’nin aklı karışıyordu.

“Onları duyuyor musun?” diye sordu Namar. Yüzündeki ciddiyet bozulmamıştı ama sesinde bir alaycılık seziliyordu. “Onlar bu ülkenin insanları ve hepsi benim getireceğim barışın meraklıları.”

“Onlar…” dedi Rylei hışımla adamın sözünü keserken. “Kan ve vahşet dolu bir savaşı seyrederken buna tezahürat eden, vahşi bir grup. İçlerindeki şiddet gözlerini bürümüşken barış meraklıları olduklarına nasıl kanıyorsun?”

Namar devasa bir büyü halkası daha oluşturdu.

“Lavlardan çıkan sülfürün kokusunu alıyor musun?” diye sordu. ”Hidrojenle bir araya geldiğinde solunum yetmezliği baş gösterebilir. Ejder diliyle bu büyüyü nasıl durdurabileceğini merak ediyorum!”

Rylei nefesini tuttu. İçine zehirli bir gaz çekmeyi hiç mi hiç planlamıyordu. Akciğerde oksijenin yerini dolduran bu gaz oksijen yetmezliği sonucunda kısa bir sürede bir insanı etkisiz hale getirebilirdi.

Rylei ve amirallerin başı dönmeye başlıyordu. Gazları istediği gibi kontrol edebilen Namar, gerçekten de tehlikeli olabilirdi. Çünkü büyüyü bozmak için antik dilden doğru kelimeleri seçmek mümkün olmayacaktı. İhtiyar, gazların antik dildeki karşıtını bilmiyordu.

Rylei tek şeritli bir büyü halkası oluşturdu. Bir anda, parlayan bir ışık kümesi gecenin karanlığında yol gösterdi. Işık parlayıp sönerken lavlar sönüyor, Lanis’in yarattığı hayalet kaybolurken yeryüzü tiz bir sesle yankılanıyordu. Rylei seçtiği tüm büyüleri yok ediyordu. Hemen sonra Xadirio örgütünün gerisinden bir küçük tümsek çıktı. Lavlar tümsekten havalanmaya başladı ve yeniden bir çember halinde etrafı kuşattı. Lanis’in hayaleti Rylei’nin yanında duruyordu. Yaratılan zehirli gaz ise örgütün olduğu yerde oluşmaya başlamıştı. Rylei’nin yansıtma büyüsü, seçtiği büyülerin hedeflerini ve taraflarını değiştirmişti. Bunun üzerine Namar gazı etkisiz hale getirdi.

Rylei’nin içgüdüleri bir anda harekete geçti. Büyücü yana doğru fırlarken az önce bulunduğu yerde bir patlama meydana gelmişti. Namar’ın yeni büyüsü havada patlayıcı etkiler bırakıyordu. Havai fişek gibi görülen patlamalar pek çok yerde devam etti. Her biri farklı bir büyücüyü hedef alıyordu. Sonuncusu Torc’a isabet ederken adam acıyla haykırdı ve yere düştü.

Patlamalardan çıkan dumanlar bir anda bir araya gelerek büyük bir hızla başka bir amirale çarptı. Çarparken bir şekilde katılaşan duman amiralin kolunu sıyırdı ve yok oldu.

Torc ölmüş, diğer bir amiral de yaralanmıştı. Lakin bu hamlenin hemen ardından aynı patlamalar bu kez Xadirio örgütü arasında gerçekleşirken, on büyücü arasında arkalarda duran bir büyücü tamamen havaya uçtu. Yeryüzünü kan beslerken, Torc’un ölmezden önce açtığı çukurun içinden dikenli bir sarmaşık çıkarak ölü bedeni aldı ve ortalardan kayboldu. Her şey bir anda olmuştu. Dahası, patlamalardan çıkan duman katılaşarak bir diğer büyücüye keskin ucuyla saldırdı lakin isabet edemeyip kayboldu.

Rylei Namar’ın yaptığı saldırıların aynısını kopyalıyordu. Bu duruma giderayak sinir oluyordu Namar. Yeni bir hamle yapmaya başlamadan önce iyice düşünmeye karar verdi. Patlayıcı gazlarla yaptığı sürpriz saldırılar bile kendisine iletilmişti.

Sindrath koyu bir sis tabakasını tüm bölgeye yaydı. Görüş mesafesi bir metreye kadar düşmüştü. Bir diğer amiral seri bir şekilde elektrik akımları üretmeye başladı. Sisi bir iletken olarak kullanacaktı. Rylei’nin takımının olduğu kısımda sis göğe yükselirken, güçlü elektrik akımları sise karıştı ve onlar korundular. Bayan Reba havayı kontrol ederken sisi sürekli bir şekilde döndürmeye başladı. Elektrik akımları bir anda havaya yüklenirken,  büyük bir hızla dolaşarak doğrudan Xadirio takımına çarptı.

Saldırı o kadar beklenmedik ve güçlüydü ki, son ana kadar bunu fark edebilen olmamıştı. Yine de, bu kısacık sürede Namar bir karşı savunma büyüsü geliştirdi. Havayı sisle birlikte yukarıya taşıyacak hava büyüsünü yapmak için ellerini havaya kaldırmıştı ki, asıl saldırıyı fark edemedi. Lanis’in yarattığı ruhani hayalet, Rylei’nin yansıtma büyüsü sayesinde diğer tarafa geçirilmişti. Fakat hiç kimse, ihtiyarın o hayaleti kullanabileceğini düşünmemişti.

Bir ölüyü sonsuz uykusundan uyandırarak onu kendine itaat etmeye zorlamak çok sakıncalı bir büyüdür. Kara büyünün pek çok yüzü vardır ve bu kullanılabileceği en kötü yüzüdür. Elbette geçmişte yaşayan sıradan bir büyücüyü diriltmek çok da önemli değildir. Ama geçmişte yaşayan güçlü bir büyücüyü diriltmek hayli tehlikeli bir durum olabilir.

Rylei büyüyü yansıtmakla kalmamış, aynı zamanda hayalete hükmetmeyi de başarmıştı. Beyazların içindeki saydam hayalet kılıç, daha onlar ne olduğunu anlayamadan büyücülerden ikisini doğramıştı. Namar son anda onu durdurabilecek bir karşıt büyüyle ruhu yeniden uyutmayı başardı. Bunu yapmak için antik dil için bile oldukça eski birkaç kelimeyi hatırlaması gerekmişti.

Torc’un açtığı delikten çıkan sarmaşıklar iki cesedi hızla kaparak ortadan kayboldu.

Namar öfkeyle gözlerini karşıya dikti. 3 büyücüsünü kaybetmişti, lakin sadece bir düşmanı alt edebilmişlerdi ki o da her halükarda ölecek olan bir adamdı. Ellerini yukarıya kaldırırken sisli hava bir anda sonsuz bir hızla havalanarak tamamen yok oldu. Bir baltayla cama vururcasına kırılma sesi geldi. Çatırtılar başladı ve bu sesleri korkunç bir rüzgâr takip etti. Uğultularla birlikte tüm büyücüler etrafına veya gökyüzüne bakarak bir sonraki büyünün nereden geleceğini çözmeye çalışıyordu.

Önce korkunç bir aura salınımı oldu. Ardı ardına iki büyük şok dalgası gibi etrafa yayılırken, olay yerine yakın pek çok insan yere düşüp bayılmaya başlamışlardı. Rüzgârın uğultusu çok derinden geliyor gibiydi.

Tam o anda, Rylei kolunu sıyırarak geçen bir şeyi fark etti. Ardından derin bir sızı sezdi. Koluna baktığında kıyafeti yırtılmış, derin bir yaradan kan damlıyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan bir diğer kesik karnında oluştu. Bu kesiği yapan bıçak ya da kara büyü değildi. Bunu, rüzgârı bir bıçak kadar keskinleştirerek savuran Namar yapıyordu. Sadece beş saniye geçmişti ama iki derin yara aldı. İhtiyar gerçekten şanslıydı, çünkü bunlar rasgele saldırılardı. Bir üçüncüye imkân tanıyamazdı, ama büyüyü geri yansıtacak vakti de yoktu.

Saniyenin onda biri hızla kendini Namar’ın takımının yanına ışınladı. İki eliyle Emma’yı ve bir diğer büyücü tam boynundan yakaladı. Durumun farkına varan diğer büyücüler büyük bir şaşkınlıkla arkalarına dönerken büyü halkalarını açmaya başlamışlardı. Fakat tam o anda güçlü bir büyünün varlığını sezmiş olacaklardı ki, birer adım geriye zıpladılar.

Rylei omzundan tuttuğu iki büyücüyü toprağa doğru iterken ikisi birden odunun yanarak küle dönüşmesi gibi tozlaşarak diplerindeki kuyunun içine savruldular. Geriye kalan beş büyücü oluşturdukları büyü halkalarından saldırılarını püskürttüler.

Tumbei lav, bir diğeri toprak, bir diğeri yıldırımla saldırmıştı. Namar’ın güçlü ve minyatür tayfunu bu saldırılarla birleşirken, Lanis buna güçlü bir karanlık enerji ile destek verdi. Tüm saldırılar birleşip en fazla üç metre uzaktaki ihtiyara doğru ilerledi.

İhtiyar saldırıyı tek bir kalkanla karşıladı. Kalkanı o kadar hızlı yarattı ki Namar büyük bir şaşkınlıkla yaptığı saldırı büyüsünü kaldırarak daha da büyük bir kalkan yaratmak zorunda hissetti. Çünkü Rylei’nin kalkanı tüm o büyüleri tutmakla kalmamıştı, aynı zamanda da saldırıyı geri püskürttü. Namar geri yansıtılan büyüyü savunurken, Rylei çoktan eski yerine ışınlanmıştı.

Rylei arkasına döndüğünde Namar’ın önceden yaptığı büyünün etkisini görebildi. Amirallerden geriye kalan tek şey kesik uzuvlardı. Yaralı koluyla olayı korku içinde izleyen Sindrath ve omzundan yaralı Bayan Reba dışında herkes Namar’ın birinci seviye hava büyüsü ile lime lime doğranmıştı.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 10 Mayıs 2015, 17:55:58
Bölüm 27 – Rylei / Namar Savaşı – İkinci Kısım

Namar, Tumbei, Lanis ve Offelia’yla birlikte Ujx, Xadirio büyücülerinin oluşturduğu gruptan geriye kalanlardı. Ujx 13 – 14 yaşlarında çok genç bir çocuktu. Kısa boylu minyon bir tipti ve kel bir oğlandı. Gizemli bir şekilde şu ana dek pek büyü kullanmamıştı.

Rylei ise Bayan Reba ve Sindrath ile kalmıştı ve Sindrath’a pek güvendiği söylenemezdi. Lyner ve Esail hakkında düşünmeden edemedi. Joshua’yı gönderse de ondan da bir haber alamamıştı. Mektup ellerine ulaşmış mıydı, bilmiyordu. Onların bu savaşa yetişemeyeceği belliydi daha en baştan. Eğer sarayı kaybederlerse tüm umut onlara kalırdı. Lakin bir işe yaramadan öylece yok olmayı kesinlikle hedeflemiyordu.

“Görüyor musun Namar?” dedi ihtiyar. Nefes alış verişlerinde bir durulma olmuştu. Bu manidar sakinlik ihtiyara dinlenip sohbet edebilmek için fırsat tanıyordu.

“Büyü lanetli bir şeydir. Olağanüstü bir dengesizliği beraberinde getirmiştir. Bizler bu evrenin tanrıları gibi, gücümüzün yettiği her şeye hükmediyor ve güçsüz olanları himayemiz altında tutuyoruz. Böylesine karanlık bir dünyayı yaşarken döktüğümüz her kan hırs ve daha fazlası için dönen gözlerimizi belirtiyor. Her iki tarafın da kurban verdiği bu kadar büyücü ne için öldü? Senin hükmetmeye duyduğun yoğun istek yüzünden mi? Yoksa savaşmanın verdiği sınırsız haz için mi?”

“Hayır, o insanların ölümünün boşuna olduğunu söyleyerek onlara haksızlık edemezsin. Onlar bir hırsın ya da gözü dönmüşlüğün değil, kurdukları hayallerin kurbanı oldular Rylei. Bu hayalleri gerçekleştirecek güçleri yoktu. Hepsi bu.”

“Hayal mi? Uğrunda bu kadar insanın aklının sömürüldüğü, (Bu esnada ellerini açarak ardındaki kalabalık insan grubunu gösterdi Rylei) bölünmüşlük ve acı dolu bir hayalden mi bahsediyorsun? Çünkü hayal dediğin kutsal bir şeydir. İçinde canilik olan şey hayal olamaz, buna ancak ihtiras denebilir.”

Namar gökyüzüne doğru ellerini açarken, duyulmayan bir melodi Rylei’nin ta göğsünün içinde çalıyordu. Kudretli bir huzursuzluğun sesiydi bu. Bir şey yaklaşıyor gibiydi. Ya da yaklaşmak üzereydi.

“Kabii kindu manderis ubarian buhaddee. Uhinios furte mander baar. Anniia babesto kind aa baiskurl!”

Namar cümleleri tamamlarken, anladığı her bir kelimeyle irkildi Rylei. Antik dilin en kudretli kelimeleri derin bir senfoni içinde bir araya getirilerek, yasak bir büyüyü gökyüzüne haykırıyor gibiydi.

“Gökyüzünden yeryüzüne insin kudretli savaşçı. Kan ve vahşet rahminden çıkarak büyüsün. Haksızın yenilgisi, bu savaşla kesin olsun!”

Okunan büyü çok eski bir lanet gibiydi. Okunduğu anda da geri dönülemez bir yola girilmişti. Gökyüzünde bir yıldız gibi parlayan siluet hareket etmeye başladı. Yaklaştıkça büyüyor ve belirginleşiyordu. Belirginleştikçe onlarca ejderhanın büyük bir hızla yaklaştığını gördüler.

Kalabalık irkilerek dağılmaya başladı. Hayatlarında ilk kere ejderha gören insanların kalbine atalarından kalma bir korku yayıldı. Ejderhalar yaklaştıkça Rylei dişlerini sıkıyor ve bir sonraki hamleyi hesaplamaya çalışıyordu.

“Ejder dilini ejderhalara hükmetmek için kullanamazsın!” diye bağırdı Rylei. “Bu yasaklanan, binyıllardır kullanılmayan bir büyüdür. “

Rylei karşıt bir hamle düşünmeye çalışıyordu lakin böyle bir orduya karşı yapabileceği pek bir şey yoktu. Antik dille büyüyü bozup ejderhalara özgürlüklerini geri vermeyi deneyebilirdi lakin ejderhalar serbest kaldıkları anda şehre saldırıp her şeyi yerle bir ederdi. Pek de dost canlısı görünmüyorlardı. Ejderhalar yaklaştı. Ortalamanın altında büyüklükteki genç ve toy ejderhalardı her biri. Gençlik ve agresiflik ejderhalarda ters orantıda olduğu için bu tehlikeli bir durum sayılabilirdi.

Namar antik dili nasıl biliyordu? Ejderhalara hükmetme büyüsünü kimden öğrenmişti? Yeryüzünde yaşayıp bu büyüyü bilen son insan Gaelo’ydu. Eski kral.

Ejderhalar ağızlarında kuvvetli birer büyü biriktirdi. Büyü ışınlarını doğruca ihtiyara yönlendirdiler. Işınlar birleşerek mor bir rengi aldı ve ihtiyara son hızla ilerledi.

“Böylesine büyük bir gücü yansıtamayacağını biliyorum!” dedi Namar. Onlarca ejderhanın hoyratça fırlattığı bu enerji toplarının savuşturulabilir ya da durdurulabilir olması gerçekten de imkansızdı. İhtiyarın tüm aynaları ışının önüne geçti. İlk aynaya çarpan ışın aynayı kırarak ilerledi. İkincisini de kırarak ilerlemeye devam etti fakat yavaşlamıştı. Üçüncüsüne vurduğunda ışın durdu. Üç saniye durduktan sonra aynayı kırarak yoluna yeniden devam etti. Bu esnada Sindrath öne atılarak yapabileceği en güçlü kalkanı ışının önüne attı, lakin ışın ilerlemeye devam etti. Reba’nın halihazırda yarattığı kalkanı da kolayca delip geçti.

Rylei’nin en başta yarattığı ağacın dalları tam da o anda bir sarmaşık gibi uzayarak sivri dallarını enerji ışığının içine soktu. Ağaç bir anda genişlemeye başlarken, ışın öncekinin yarı gücünde ilerlemeye devam etti. Bu, Rylei’nin meşhur hayat ağacıydı. Enerjiyi içine çekebilen devasa bir ağaç. Rylei elini sağa doğru sallarken, ışının geri kalanı havaya geri yollandı.

Hayat ağacının mantığı basitti. Gücünü kullanmak için ölü bir beden gerekirdi ki Rylei savaşın başından beridir hepsini topluyordu. İçine çektiği enerjiyi sahibinin kullanabilmesi için ise bir diğer ölü beden gerekirdi.

Namar hayretle olayı inceliyordu. “Kara büyü? Bu nasıl olabilir? Her ikisinde de ustalaşılamaz!”

“Bu senin bildiğin gerçeklik. Bilmediğin kısım benim bir istisna olmamdır.”

Ağacın dalları sivrileşip dönerek, kalın bir iğneyi andırdı. İçinden çıkan muazzam enerji, beyaz bir rengi alarak doğruca ejderhalara ilerledi.

Ejderhaların kullandığı enerjinin sadece yarısını emebilmişti lakin ilk halinden iki kat daha büyük bir güçle kükredi bu beyaz ışın. Çünkü toy ejderhalar yaptıkları büyü için gereken enerjinin fazlasını göndermişlerdi lakin Rylei enerjileri kullanmakta bir usta sayılabilirdi.

Enerji öbeği genişleyerek ejderhalara ilerledi. Çekilebilenler çekildi lakin yeterince çevik olamayanlar enerjinin içinde kül olarak bir ceset halinde yere yığıldılar. Geriye sadece beş ejderha kalabilmişti.

Namar ihtiyarı süzdü. Gerçekten de rakibine saygı duymak zorunda olduğunu bir kere daha anlamıştı. Çünkü rakibinin yansıtamayacağını iddia ettiği büyü, öyle ya da böyle kendi ejderhalarını katletmişti. Saygıyla eğildi.

“Bu savaşı kazanamayacağımı düşündüğüm anlar oluyor ihtiyar. Neyin nesisin böyle?”

Rylei etrafına aura salmaya başladı. Yayılan aurası bir rüzgar etkisi yaratarak ihtiyarın saçlarını havalandırdı. Hayat ağacı yayılmaya başlarken, oluşturduğu büyü halkasından onlarca ayna daha oluşturdu. Toprak, adamın enerjisiyle çalkalanıyor, öfkesi yüzünden okunan Rylei son derece ciddi görünüyordu.

Gökyüzünde oluşan siyah küreler bir anda etrafa yayılmaya başladı. Sonra, gittikçe küçülerek yok oldular ve yok olduklarında etraflarına geoit şeklinde beyaz halkalı enerji sinyalleri yaydılar. Enerji yayıldığında, enerjinin ortasında oluşan minik kara delikler, etrafındaki havayı içlerine çekmeye başladılar. Herkes şaşkınlıkla bu büyünün ne olduğunu anlamaya çalıştı.

Hava içine çekildikçe delikler büyüdü. Aynı anda, Rylei’nin hayat ağacı giderayak büyüyordu. Her şeyi sona erdirecek son bir büyü için, ihtiyar enerji toplamaktaydı. Rylei’nin havadaki enerjiyi çektiğini fark eden Namar, hemen karşı saldırıya geçti.

Lanis iki hayalet daha çağırırken, bir yandan da onların kontrollerini kaybetmekten korkuyordu. Tumbei ise korkusuzca saldırıya geçti. Açtığı büyü halkasından sonra, yeryüzünden bir ok misali uçuşan lavlar karşı tarafa seyretti. Yüzlercesi aralıklarla yerden yukarı fışkırıyor, adeta ölüm saçıyordu. Aynı anda ejderhalar ağızlarından yarattıkları enerji toplarını ihtiyara yönlendirdi.

Namar ise yarattığı büyü halkasından çıkan tayfunu ihtiyara fırlattı. Tayfun ilerlerken etrafındaki havayı bıçak misali savuruyor, toprağa ya da taşa çarpan keskin hava her şeyi gücü yettiğince kesiyordu.

Tüm bu saldırılar Rylei’ye ilerlerken, Ujx adındaki çocuk bir şey söyledi. Söylediği şeyi Rylei tam olarak anlayamadı, ama antik dil olmalıydı. Yüksek ihtimalle ihtiyarın bilmediği bir kelimeydi. Çocuğun saçları tayfundan esen rüzgârla sallanırken, Rylei birden geri yalpaladı.

Tayfun bir anda öncekinin neredeyse üç katı bir hıza ve güce ulaştı. Dahası, sadece tayfun değil, ejderhaların ağzından çıkan enerji topları ve lavların şiddeti de artmıştı. Büyük ihtimalle büyülerin gücünü artıracak bir şey söylemişti Ujx, ki Rylei böyle bir şeyi yapabilmenin mümkün olduğunu şu an ilk kere görüyordu.

Lanis’in yarattığı hayalet büyücülerden biri, son derece şiddetli bir yıldırım yarattı. Öyle ki, şimşeğin sesi defalarca yankılanırken, ilerledikçe, yere temas etmese de etrafını yakıyordu. Hayalet, eski Oak imparatorlarından biriydi, güçlü, efsanevi bir büyücüydü.

Tüm bu saldırılar Rylei’ye ilerlerken, ihtiyarın ağzı kıvrıldı.

Rylei sadece güçlü bir büyücüden fazlasıydı. Gerçekçiydi, akıllıydı ve cesurdu da. Matematiksel hesaplamalar iyi olduğu bir konu değildi. Ama sadece Sindrath ve Reba gibi hiçbir işe yaramayan bu iki büyücü ile birlikte bu kadar güçlü büyücüye karşı dayanması, şu andan itibaren beş dakikadan fazla süremezdi. Bir mucizeye ihtiyaç duyuyordu.

“Baetralmeanfe”

İhtiyarın ağzından çıkan kelimenin anlamı basit ama etkisi büyüktü. Anlamı “Dur” olan bu kelime söylendiği anda, kendisine doğru ilerleyen lav, şimşek, hava ve ejderha saldırılarının hepsi birden, kendinden en fazla bir metre ileride aniden durdu.

Asla, kimsenin o an tahmin edemediği bir büyü yaptı Rylei ve saldırının tamamını ışınladı. Her şey çok hızlı olmuştu. Bütün bu saldırılar, Namar’ın tam ayaklarının altından, toprağın içinden fışkırdı yukarı doğru. Şimşekler ve yoğun bir lav örtüsü, Namar’ın yarattığı tayfunla etrafa saçıla saçıla ta en yukarıya kadar ulaştı. Ejderhaların enerji saldırısıyla da bütünleştiklerinde, kusursuz bir saldırı olmuştu bu.

Rylei aslında dakikalardır böyle güçlü bir kombo saldırısı bekliyordu ve rakip onun beklediği hatayı yapmıştı. Gurur ve merakla etrafına bakındı ihtiyar. Rylei’nin hayat ağacı bir anda kurumuştu neredeyse. İnsanın kendi bedenini ışınlaması ile, böyle büyük bir enerjiyi ışınlaması farklı şeylerdir. Başka şeyleri ışınlamak çok daha büyük enerji harcar, fakat neyse ki hayat ağacı bu enerjiyi karşılamıştı. Üstelik Rylei’nin kara delikleri sürekli havadan enerji çekmeye devam ediyor, aynalar etrafta dolanarak kendisini koruyordu.

Saldırı binlerce metre yukarı çıktıktan sonra yok oldu. Ülkede bunu görmeyen olamazdı. Saldırının etkisi bittiğinde dikkatlice o bölgeyi izliyordu Rylei.

Yere bomba atılmış gibi, bir yanardağın ortasını andıran iri bir iz kalmıştı yerde. Dumanlar yükseliyordu. Dumanlar azaldıkça, yerde yatan iki cesedi gördü Rylei. Saldırı Lanis ve Offelia’yı öldürmüştü, hayalet de yok olmuştu. Fakat diğerleri bir şekilde kendini korumayı başarmıştı.

Namar’ın ifadeleri değişti bir anda. Nede olsa sağ kolunu kaybetmişti. İlerlemeye başladı. Öfkeyle yürüyordu, Tumbei ve Ujx ise onu takip ediyordu.

“Sana duyduğum hayranlık çocukluğuma dayanır, Rylei” dedi Namar. “Görkemini bu kadar yakından deneyimlediğimde, gerçekten de seni örnek aldığıma seviniyorum. Babam senin öğrencilerinden biri ve benim öğretmenimdi. Belki adını bile unutmuşsundur, bunun bir önemi de yok zaten. Babam güçlü bir asker değildi ama fazla akıllıydı.”

Rylei birkaç adım atarak Namar’ın hikâyesini merakla dinlemeye koyuldu.

“Kral Gaelo babamla sırlarını paylaşır, bazı taktikler alırdı. Bir gün, çok önemli bir sırrı babamla paylaştı. Ortada ciddi bir sorun var gibi görünüyordu ve babam bunu çözebilecek hiçbir şey düşünemiyordu. Birlikte bir seyahate çıktık. Kadim kitapları aradık, antik ejderhaların yaşadığı dağlara gittik. Kendimizi ejderhalara köle olarak sunduk ve karşılığında onlardan bilgi almaya çalıştık. En sonunda ise, istediğimiz bilgiye ulaştık.”

Namar alnından akan teri sildi. İsmi Ujx olan çocuk aniden Namar’ın kolunu çekiştirmeye başlamıştı.

“Hazırım! Hazırım!” dedi genç oğlan.

Namar ağzını kıvırarak ihtiyara baktı.

“Yine de babam öldü ve ben kral olup, bahsettiğim sorunu çözmeliyim!”

“Neden üstü kapaklı konuşuyorsun?” dedi Rylei. “Sorunun ne olduğunu söylersen bunu birlikte çözebiliriz.”

“Bunu yapamam. Adını söylediğim anda hepimizi öldürür. Ona ulaşmanın tek yolu kral olmak.” Bir yandan da Ujx’a dönüp gülümsedi. “Üzgünüm ihtiyar, ama ölmen gerek.”

Her şey çok çabuk oldu. Önce Namar, Ujx’a bakıp kafasıyla bir işaret yaptı. Hemen o anda Ujx ortadan kayboldu. İhtiyarın gerisine, Reba ile Sindrath’ın yanına ışınlanmıştı.

Rylei nedense, o anda öleceğini anladı. Çocuğun ışınlandığı saniye, kalbinin derinliklerinden bir yerden hissetmişti, ya da bir yardımcı ruh ona bunu bir şekilde hissettirmişti, kendi de bilmiyordu. Fakat bir şekilde anlamıştı, çocuk hepsini öldürecekti.

Sindrath ve Reba’nın kulaklarına bir kelimeyi fısıldadı. Fısıldanan kelimeyi duyamadı ihtiyar, fakat ne olduğunu hissediyordu. Kendinin bile bilmediği, antik ejderha dilinin belki de en güçlü kelimesiydi bu.

Sindrath ve Reba yere yığılırken, çocuk aynı anda Rylei’nin yanına ışınlandı. Rylei, karşı karşıya olduğu şeyi biliyordu.

“Degdarnis.”

Kelime çocuğun ağzından dökülürken, Rylei’nin hayatı o anda sona ermişti. Yaşayan hiçbir ejderhanın dahi hatırlamadığı bu eski kelime, ölmeyi emrediyordu.

İhtiyar yere düşerken, bir ölüydü artık. Fakat ölümü o kadar aniydi ki gözleri hala gördüğü son görüntüleri beynine iletiyordu. Hemen yanına ışınlanan Lyner’i görürken, Rylei’nin yüz kasları kasılmış, bir nevi tebessüm etmişti ihtiyar. Düşündüğü son şey;

“Görevimi yerine getirdim.” olmuştu.
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 23 Mayıs 2015, 16:19:36
Bölüm 28 – Rylei

Rylei daha küçük bir çocukken pek somurturdu. Oyunu severdi, arkadaşlarıyla sürekli dışarıda oynardı. Etrafta idman yapan büyücüleri seyreder, imrenir, hep iyi bir büyücü olup köyün kahramanı olduğunu hayal ederdi. Bir savaşçı olan babası onunla gurur duyacak, annesi oğluna hep gösterdiği ilgi ve şefkati sürdürecekti.

Fakat bu hayallerin hiçbiri gerçekleşemedi. Bir kahraman olacaktı belki, ama bununla gurur duyan hiç kimsesi olmayacaktı. Çünkü büyük bir savaşa sürüklenen ülkesinde, arkadaşlarıyla oynamak için buluşulan sokaklar boşaldıkça boşalıyordu. Çoğu daha güvenli bölgelere göç etmiş, köyünü korumak için kalmaya karar verenlerse elindeki tırmıklarla savaşan birkaç zayıf köylüden başka bir şey değildi.

Beklenen savaş Rylei’nin köyünden geçti pek kısa bir sürede. Kendisine büyüyü de öğreten kişi, Juarmia, köyde kalan son büyücü olarak savaşmıştı. Rylei için büyük anlamlar ifade ederdi o yaşlı adam. Fakat Juarmia başaramadı ve prens Gaelo köydeki herkesi öldürdü.

Henüz reşit olmadığı için Rylei’ye acımış mıydı, yoksa kaderin nasıl değişebileceğini mi hissetmişti bilinmez, Gaelo öldürmemişti onu. Onuru kirlenen Rylei kendini öldürmeye kalkmış, fakat uzaklardan oraya yeltenen siyah beyaz devasa bir ejderha o kendini öldüremeden orada bitmişti.

“Bitti, genç büyücü, bu ülkenin işi artık bitti!” diye kükredi ejderha. “Fakat sen ayaktasın ve karşımda duruyorsun. Senin için bir ümit varsa, bu ülke için de vardır.”

Ejderha Rylei’yi yıllarca eğitti. En kadim büyüleri, en büyük sırları paylaştı. Eğitim bittiğinde Rylei, ilk halkada uzman, ender derecede güçlü bir büyücüydü. Yine de ejder kral, bir ejderha için bile fazla yaşlıydı. Öldü. Öleceğini önceden biliyordu, o yüzden de kendine bir mirasçı seçmişti. Fakat mirasçısı neden insan ırkından biriydi, kimse buna mantıklı bir açıklama bulamıyordu. Yine de kader ağlarını örmüş, Rylei’nin mirasçı olma sebebinin, Lyner’a mirası vermek olduğunu fark ettirmişti.

Yıllarca içinde biriktirdiği öfke ve intikam hırsıyla, kendini Resdan krallığında buldu. Gençliğinin de verdiği cesaretle sarayı yıktı, amirallerin çoğunu öldürdü. En sonunda da onunla karşılaştı. Gaelo.

Savaşları dillere destandı. Lakin Rylei’nin en büyük eksikliği tecrübeydi. Öfkesi kararlarını etkiliyor, taktik kurmakta sıkıntı çekiyordu. Rylei yenilmişti. Rylei yenilmeden hemen önce havaya bir altın para atmıştı Gaelo.

“Eğer bu savaşı kaybedersen, 40 yıl bana itaat edeceksin!” diye buyurmuştu kral. Koşulu yerine gelecekti.

“Neden kaybettin biliyor musun Rylei?” diye sormuştu Kral. “Çünkü öfkelisin, intikam aklını bürümüş. Yine de benden sana tavsiye şudur. Geçmişi ne intikam ne de öfke değiştiremez. Geçmişten sadece ders çıkartılmalıdır. Sen, bir daha hiçbir çocuğun anne ve babasını ölürken görmediği bir dünya hayal etmeli ve bunun için çalışmalısın. Yaşamanın ancak o an bir anlamı olur.”

Kralın kendi kendiyle çelişen bu sözleri, Rylei’yi pek derinden etkilemişti.

***

Henüz on yıl geçmeden namı tüm krallığa, hatta öteki krallıklara yayıldı Rylei’nin. Girdiği her savaşı mutlak galibiyete sürükleyen Rylei, bir diğer amiral olan, Bayan Reba’nın babası Mika ile mühürlenmiş, ikisi bir olunca gücüne güç eklemişti. Yine de isteksizce katıldığı bu savaşlarda öldürdüğü her bir şahıs Rylei’nin vicdanını mahvediyordu.

Stratejik önemi olan bir savaşta, Rylei Mika’yı kaybetmişti. Tuzağa düşürülmüşlerdi ve bu Rylei’nin aptallığından kaynaklanmıştı. Rylei uzun yıllar düzenli bir uyku uyuyamadı. Vicdanı, kalbine bir taş gibi oturmuş, her geçen gün sızlıyordu ve kalan son duygusu öfkeydi. Savaşlardan ölesiye nefret ediyordu ki, sonunda ağır bir ruhsal çöküşe geçti.

Gaelo’nun bu durumu fark etmesi çok sürmedi. Rylei’yi amirallikten alıp doğanın ortasında bir yer verdi ona. Tek görevi, savaşlarda yetim kalan çocukları eğitmekti. Bu çocukların pek çoğu, savaşlardan sonra kaçırılan başka krallıkların çocukları olacaktı. Çocuk bakıcılığını üstlenerek Rylei günahlarından arınıp vicdanını rahatlatabilirdi, ya da Gaelo böyle umuyordu.

Uzun yıllar Rylei çocuklarla ilgilendi. Onları eğitti ve savaşa gönderdi. Duygusal olarak bağlandığı o pek çok çocuğun savaşlarda öldüğü haberlerini alırdı sürekli. Fakat, öğrencilerinden özellikle birini çok sevdi.

Şeytan çocuk olarak anılırdı Ryner. Leon krallığından esir getirilmişti. Leila aynı esir grubundaydı. Fakat Ryner aslen Leon krallığının da çocuğu değildi. Çok daha uzak bir krallıktan kaçmıştı Leon’a, babasıyla birlikte. Zira geldikleri yerde, ataları vahşet içinde birbirini öldürürdü. Sebebiyse, sahip olunan gözleriydi. Leon krallığında paralı askerlik yapan Ryner’in babası savaşta ölmüş, Ryner ise Resdan krallığına esir olarak kaçırılmıştı.

Rylei’nin Ryner’i sevme sebebi farklı ya da güçlü olması değildi. Tanıdığı herkesten daha nazik olmasıydı. Sürekli diğer öğrencilerle ilgilenir, bir şeyler konuşur, destek olur, yardım ederdi. Fakat diğer çocuklar onunla pek ilgilenmez, hatta dışlarlardı. Ona şeytan lakabını bile takmışlardı. Ryner’e karşı nazik olan tek kişi, Leila’ydı.

Yıllar geçerken Ryner’in şefkatli yüreği kırılıyordu. 16 yaşına geldiğinde askere gitmek durumunda kaldı ve bir süre sonra Leila ile evlenmeye karar verdiler. Birkaç yıl içinde kendini kanıtlayan Ryner amiral olacaktı. Ancak, savaş alanında öldürdüğü her bir askerle içinde bir karanlık büyüyordu. Gözlerinin bedeli buydu.

Ryner’in içindeki karanlığı gören Rylei harekete geçerek, kendini Oak imparatorluğunda buldu. Ejderhaların saklı kütüphanesine girerek, bu gözlerin sırrını aradı. Lakin hiçbir ipucu bulamadı. Büyük bir risk aldı ve Ryner’in doğduğu yer olan Abdastremeth krallığına gitti. Yanına Ryner’in sevgilisini, Leila’yı almıştı.

Yolculuk aylar sürdü ama Abdastremeth’e ulaşmışlardı. Ulaştıklarında bunu anladılar, çünkü bu ülkede asla güneş doğmuyordu. Lavdan nehirler, çok uzaklardaki pek çok yanardağdan çıkarak yeryüzünü aydınlatıyor, kan kokusu resmen havada dolanarak insanın tüylerini diken diken ediyordu.

Rylei ve Leila kendilerini fark ettirmeden araştırmaya koyuldular. Aradıkları bilgi yeraltında, korunan bir kütüphanedeydi. İçeri sızmayı başardıklarında, kitapların pek çoğunun zaten yakılıp yıkıldığını görmüşlerdi.

Bilgiye ulaşmak kolay oldu. Hemen her kitapta ülkenin geçmişi ve gözlerin hikayesi yazıyordu. Kitaplardan biri durumu güzel özetlemişti:

“…Ejderhaların gözünü kan bürümüştü. Barddariadis adını verdikleri bir planı uygulamaya koydular. Bu çirkin toprakları bırakıp güneye inmeyi, insanoğlunun topraklarını işgal etmeyi istediler. Nüfusları çok değildi ancak fazla güçlüydüler. Ama, insan kahraman Aes bu işgali durdurmak için pek çok büyücüyü topladı. Ejderhaların savunma büyüleri çok kudretliydi. Hiçbir kuvvetli büyü yeterli olmazdı.

Aes bunu bildiği için bir koşul büyüsü uyguladı. Büyü ejderhaları değil, insanları etkileyecek, böylece ejderhaların savunma büyüleriyle uğraşılması gerekmeyecekti. Koşul, ejderhaların geri çekilmemesi durumunda insanların sonsuz güce erişebilmesine olanak sağlayacaktı.

Büyüyü blöf sanan ejderhalar saldırmaya devam ettiler. Ön saflarda savaşan insanlar, büyünün etkisiyle sonsuz güce eriştiler. Bu büyü şeytanla anlaşma yapmak gibiydi, ya da büyünün kendisi şeytan olarak ifade edildi. Sonsuz güce ulaşan insanoğlu etraflarına o kadar büyük bir öfkeyle saldırdılar ki, sadece ejderhalar değil, insanlar da kaçıştılar.

Güç duygulardan doğduğu için, sonsuz güce ulaşan insanların duyguları büyüdü. Öfkeli olanlar şeytana yenildi ve kendilerini kaybederek her şeye nefret duydu. İnsanoğlu için bu,  ejderhalardan bile büyük bir tehditti. Ama içinde hiç öfke barındırmayan birkaç sonsuz güç kullanıcısı, sonsuz güce sahip olan herkesi kilitledi ve bir daha aynı şeyin yaşanmaması için bu olayı diğer insanların aklından silmeyi başardı. Abdastremeth ise sonsuz güce sahip insanların kendilerini kilitlediği topraklar olarak, herkes tarafından unutuldu.”


Rylei ve Leila kitapta yazanlarla irkildiler. Kaybolan tarihi bulmuşlardı. Okumaya devam ettikçe, sonsuz güce sahip olanların çocuklarının sonsuz güce sahip olmasa da, sıradan insanlardan güçlü olduklarını öğrenmişlerdi. Yine de öfkeye bir kere yenik düşünce ruhlarının sözde “Şeytan” tarafından işgal edildiği yazıyordu. Özellikle de birbirlerini öldürdükçe, öfkelerinin çok fazlalaştığını deneyimlemişlerdi. Lakin tuhaf olan, sevdikleri birine zarar verdikleri zaman, vicdan duygusuna yenilerek inme geçiriyorlardı.

Leila karnını tutmuştu bu sırada. Doğacak olan bir bebeği vardı ve ya bir “şeytan”, ya da bir “melek” olacaktı.

Ülkelerine döndüler ve Leila kimseye bir şey söylemeden kırsal bir bölgeye gitti. Çocuğunu doğanın içinde, sadece merhamet duygusuyla büyütecekti. Ryner’e haber vermedi. Tam tersine, ondan kaçmaya koyuldu. Lyner o sırada doğmuştu.

Bütün bu olanları çözemeyen Ryner’in öfkesi gün geçtikçe büyüyordu. Kendi gücünü de araştırırken, gözleriyle ilgili bir bilgi bulmuş, “Aynı göze sahip olanların birbirini öldürmeleri” gibi bir olaydan haberdar olmuştu. Bir oğlu olduğunu da öğrenen Ryner, annesinin bu sebeple Lyner’i kaçırdığını yorumlayarak senelerce onu aramıştı.

Sonunda Ryner Leila’yı buldu. Fakat olaylar istediği gibi gitmedi ve Leila öldü. Bunun üzerine de Ryner inme geçirerek hayatını kaybetti. Lyner ise, bir anda Rylei’nin yanında belirmişti.

Lyner’ı Rylei büyütmeye başlamıştı. Fakat hiç kimseyi öldürmeyeceğinden emin olmak için, Lyner’a gözleriyle ilgili yalan hikâyeler anlattı, ve ilk başlarda gözlerini mühürledi. Yine de, Dean’in ölmesiyle birlikte de, anlattığı hikâyelerin tutarlılığı bozulmuştu.

Lyner’i kimseyi öldürmemesi için kandırırken, onu herkesin iyi olduğuna ve merhamete inandırarak büyütmüştü. Öfkeye ve ihtirasa hiç yer vermiyordu. Belki de bu sebeple Lyner, Dean’i öldürdüğünde vicdan azabı çekse dahi inme geçirmeden önce kendine gelmişti. Çünkü Leila ve Rylei’nin Lyner’e verdiği merhametin bir karşılığı olarak, Lyner’ın büyük bir hayali vardı.

Lyner, kimsenin savaşlarda ölmeyeceği bir Dünya yaratacaktı.

Rylei’nin yarım kalan hayallerini, Lyner devralacaktı, tıpkı hikayenin Rylei tarafından biten kısmında, Namar ile olan savaşı devraldığı gibi. Rylei ölürken, ölmeden önce düşündüğü son kelimeler ağzından döküldü. Bir insanın öldükten sonra konuşabilmesinin mümkünü yoktur. Ama sanki ne olacağını önceden biliyormuş gibi, ölmeden hemen önce Ujx’a konuştu:

“Adras”

Çocuğun ölmeyi emretmesine ihtiyar şöyle yanıt vermişti:

“Sen de.”
Başlık: Ynt: Lyner
Gönderen: Death Symbol - 22 Haziran 2015, 22:51:57
Bölüm 29 – Lyner’ın Gücü

Lyner kendini bomboş araziye ışınladığında gecenin karanlığı bir matemin kokusuyla harmanlanıyordu. Xadirio örgütünün sadece bir an kazandığını sandığı savaş farklı bir yöne doğru ilerlemeye başlayacaktı. Rylei ölürken Ujx yere yığıldı. Namar, Tumbei ve Lanis’in buğulu bakışlarla baktıkları saray arazisinin önünde bir anda yaşlarla dolan gözleriyle Lyner duruyordu.

Rylei’nin yüzündeki ölüme meydan okuyan gülümsemeyle Lyner irkilmişti. Rylei’nin hayat ağacı yok olurken, hayat ağacına aldığı onlarca ceset üst üste yığıldı. Lyner ustasıyla gurur duyuyordu, üçü hariç tüm Xadirio büyücülerini ebediyen durdurmayı başarmıştı. İhtiyarın yüzünde bıraktığı gülümseme bu yüzden miydi, yoksa son gördüğü şeyin Lyner olmasından mıydı bilemiyordu ve içinde oluşan burukluk hayatında ikinci kez yaşadığı bir duyguydu, Dean’i kaybettikten sonra. Günübirlik yaşayan Lyner aynı duyguların tekrar tekabül edeceğini hiç düşünmemişti ama o an fark ediyordu ki hayatının belirli dönemlerinde bu duyguyla yüzleşmeye mahkûmdu herkes.

Bir öğretmeni değil, bir anne ve bir babayı, bir arkadaş ve bir dedeyi kaybediyordu ve ilk seferde olduğu gibi kimse onu tokatlamayacaktı.

Elini yumruk yaptı Lyner ve kendi suratına bir yumruk vurdu. Sağlam vurmuş olacak ki geriye sendeledi, tökezleyip düştü. Kendine yerde vurmaya devam etti. Sadece Namar ve iki yoldaşı değil, sarayın etrafına çömüp de olayları izleyenler de ona anlam vermeye çalışıyordu.

Lyner dudağının altını ısırırken “Aptal” diye bağırdı. Artık hiç kimsenin ona moral veremeyeceği, kimsenin hatırını tutup da sözüne itaat edemeyeceği ve çok uzaklarda olsa bile kimsenin onu umursamayacağını bildiği yeni bir hayata mı başlayacaktı? “Aptal ihtiyar, böyle mi öleceksin?”

Lyner ayağa kalkarak rakiplerine doğru ilerledi. Ellerini önünde birleştirirken Namar ve büyücüler ona acınası gözlerle bakıyordu. Lyner’ı kalabalıktan çıkagelen bir Rylei dostu sanmışlardı. Fakat Lyner ellerini birleştirdikten sonra ortaya çıkan tek şeritli büyü halkasını gördüklerinde irkilerek pozisyon aldılar. Gözleri bir anda kızıl bir rengin ötesinde parladı. Bunu istem dışı olarak yapıyordu ve art arda Lyner’dan yükselen enerji şeritleri uzarken yerdeki toprak siyah bir renkle kazındı. Enerjiye farklı reaksiyon gösteren toprak çatlayıp parçalanırken yerçekimi kuramlarına meydan okudu. Minik parçalar halinde ayrılan toprak yavaşça yukarıya yükseliyor, adeta evrenin yönünü şaşırtıyordu. Bu devasa enerji miktarına çiçekler ve ağaçlar kuruyarak, insanların ten renkleri solarak reaksiyon veriyordu.

“Şu ana dek hiç kimseyi öldürmeyi bu denli büyük bir hırsla arzulamadım. Ama hayatım pahasına, en azından bir intikamı hak eden bu adam için canınızı alacağım!”

Lyner’ın oluşturduğu büyü şeridi yok olurken topraktan siyah renkte devasa sarmaşıklar çıkarak en kısa zamanda tüm araziyi kapladı. Sarmaşıklar gece renginde çiçekler açarak havaya lanetli polenleri aktardı. Lyner daha savaşa başlar başlamaz uzman gücünü kullanıyordu.

Ölüm bitkileri gücü hayat enerjisini ölüm enerjisine çevirerek bu enerjiden farklı fonksiyonları olan bitkiler üretilmesi olarak özetlenebilir. Ölüm enerjisinin kendisine hayat vermek inanılmaz zor olmakla birlikte, inanılmaz da bir enerji sarfiyatı gerektirir. Lyner’ın enerji dolu gözleri onun bu büyüye ulaşmasında kilit rol oynadığı için, Lyner aynı zamanda gözlerinin enerjisini kullanmakta ustalaşmak için de fazlasıyla gayret sarf etmişti.

Namar hayatında ilk kere gördüğü bu büyüye nasıl bir karşılık verebileceğini bilemiyordu. Büyünün ne olduğunu da anlamamıştı ama büyünün uğultusunu kulakları iyi işitiyordu. Etrafa rüzgar saçarak ne olduğu belirsiz polenlerden korunmaya çalıştı. Ama polenler bir saldırı özelliği taşımıyorlardı zaten. Bir anda havada birleşip siyahi bir renkte yeşillendiler. Değişik şekillerde bitkilerin kimisi havada süzülmüş, kimisi toprağa bağlanmıştı ve tüm sarayın bahçesini tam anlamıyla bir ormana dönüştürmüşlerdi. Koyu renklerde pek çok çiçek açarak tuhaf bir görüntü oluşturmuşlardı bu esnada.

Namar etrafa yayılan enerjiyi sezdikçe, kendisinin böyle bir büyüyü yapmış olsaydı çoktan ölebileceğini fark ediyordu. Bu inanılmaz miktarlarda enerjinin, inanılmaz miktarda enerji harcanarak ölüm enerjisine dönüştürülerek, yine inanılmaz miktarlarda enerji kullanılarak yeniden hayat verilmesi gibiydi. İmrenmeden ve kıskanmadan edemedi Namar. Lyner’a baktığında görebileceği en berrak kırmızılıkta gözleri onu bir şeytan gibi gösteriyordu.

İlk karşıt hamle Tumbei’den geldi. Açtığı devasa bir hendekten çıkan lavlar doğruca ormanı yok etmek üzere harekete geçtiler. Bunun üzerine Lyner’in önceden yaratmış olduğu koyu yeşil renkteki çiçekler açarak, siyahımsı bir su fışkırtmaya başladılar. Binlerce çiçekten birleşen bu lanetli su lavlara çarptığı anda bir soğuma sesi gelirken, havaya her yeri kör eden bir duman yayıldı. Dumanlar dağıldığında lav tamamıyla soğuyarak olduğu yerde katılaşmıştı. Metrelerce uzunluktaki donmuş lav katmanının içinden bir anda daha pek çok siyah ağaç ve bitki çıkarak, farklı renkte çiçeklendiler. Tumbei dudağını ısırdı. Saldırısının böyle kolay bir şekilde aleyhine döndürülmesi hoşuna gitmemişti.

Birkaç dal sarmaşık irileşip kuvvetlenerek uzadılar ve doğru Namar, Lanis ve Tumbei’ye doğru harekete geçtiler. Sarmaşıklar onlara ilerleyince geriye kaçan üç büyücünün beklemediği üzere, yere çarpan sarmaşıkların içinden yeşeren başka sarmaşıklar yeniden saldırıya geçti. Büyücüler bu saldırıdan da kaçınmışlardı. Fakat ıskalayarak toprağa çarptıktan sonra, sarmaşıkların bir asit misali toprağı eritip siyah bir iz bıraktığını gördüler.

“Bu şeylerin neyin nesi olduğunu bilmiyorum” dedi Namar. “Ama tek bildiğim onlarla temas etmememiz gerektiği.”

Namar hem yolunu açmak için, hem de kendini savunmak için bir büyü yapmayı denedi. Oluşturduğu halkadan çıkan keskin ve ince bir hava akımı ormana doğru ilerleyerek dalları kesti. Yeryüzüyle bitevi ilerleyen akım, Lyner’ın oluşturduğu ormanın yarısını kökünden kazımıştı. Ancak daha Namar’ın saldırısının tamamlamasını beklemeyerek, kesilen bitkilerin yerine yenilerini oluşturdu Lyner. Namar aynı kesme işlemini birkaç kere daha tekrarladıysa da, bitkiler yeniden çıkıyorlardı.

Lanis yere bağdaş kurarak oturdu. Her iki elinde de baş parmak ve işaret parmaklarını bileştirip yuvarlak yaparak meditasyon yapmaya başladı. Güçlü bir ruhu çağırmak için hazırlıklarına başlıyordu. Ağzından antik dilden kalma eski kelimeler dökülürken, etrafında pek çok halka oluşup oluşup yeniden yok oluyordu.

“Bu, bugüne kadar gördüğüm en muhteşem savunma büyüsü sayılabilir” dedi. “Özel gücün geçilemez bir bariyer gibi. Ama aynı anda da müthiş bir saldırı potansiyeline sahip. Böyle bir güçte nasıl ustalaştığını merak ediyorum.” Dedi Namar.

“Gerçekten de burada durup birbirimizin büyülerine iltifat mı ediyoruz?” dedi Lyner. Aslında Lyner kendi benliğinde olsaydı, savaşmak yerine konuşmayı gerçekten de tercih ederdi. Ama şu an öfkeliydi ve içi kanıyordu. Doğru düşünerek hareket etmiyordu ve bu bir hata yapmasına sebep olacaktı. Bunun kendi de farkındaydı. Bu sebeple düelloya savunmasını son nebzeye kadar artırarak başlamış ve henüz saldırıya geçmemişti.

Lyner’ın yapmaya çalıştığı şeyi anlıyordu Namar.

“Herkes bir şeyler için savaşır” dedi Namar. “Yenilenen her bir duyguda insanlar tavırlarını yenilerler. Ben senin ustanın katili değilim. O kendi inançlarını savunurken öldü, ben de kendi inançlarımı savunuyorum. Bu uğurda ölseydim ölümümden kimseyi suçlamazdım. Bu bir oyun değil çocuk.” Dedi Namar.

“İnanç mı? Benim inancım başkalarına inanmaktı. Ben herkesten daha iyisini bilemem, daha iyisini düşünemem. Herkesten daha iyi olduğuma kendimi inandırmak için zorlayamam. Ama bildiğim şey, senin inancın yanlış. Sorunları çözmenin yolları vardır. Yakıp yıkmak bir yol değil, ancak bir yolsuzluk sayılabilir. Gerçekten de bu krallıkla alıp veremediğin nedir, merak ediyorum. Vergiler mi? Savaşlar mı? Toprak mı? Eşitsizlik mi? Güvensizlik mi? Canına mı kastedildi yoksa sevdiklerinin canına mı mal oldu? Bunun hıncını, başkalarının sevdiklerini öldürerek mi alıyorsun? Eğer öyleyse, senin inancın bir inanç değil, sadece ve sadece bir inançsızlığın ürünü olabilir.”

“Amacım yakıp yıkmak olsaydı bu söylediklerine hak verir, bu savaşı sonlandırırdım. Amacım bu ülkeyi kurtarmak.”

“Bunu ülkenin başına kaba kuvvetle geçerek mi başaracaksın?”

“Hayır, ben bir ülke yönetemem. Amacım yönetmek değil. Sadece doğru yönetilebilmesi için yapılması gereken bir savaş bu. Başka açık yol göremiyorum.”

“Senin görememen olmadığı anlamına gelmiyor.” Dedi Lyner. “Belki senin görüp benim göremediğim şeyler vardır. Ya da senin göremediğin ve benim görebileceğim. Bunun çözümü bunları konuşmanla sağlanabilir. Konuşmandan bu krallık ile ilgili iyi bir şey yapmaya çalıştığını düşündüğünü anlıyorum. Ama şu ana kadar pek iyi bir şey yapmışa benzemiyorsun. Bunu konuşarak, hep birlikte sağlamamız daha mantıklı olabilirdi.”

Çok kısa bir sessizlik olurken kimse konuşmadı. Bunun üzerine Lyner yeniden söze girdi.

“Söyle bana, amacın nedir Xadirio örgütü olarak? Şöyle düşün. Yolda gelen iki arkadaşım daha var. Bunlardan biri Kral, diğeri de gelecekteki muhtemel amiral, benimle savaş mührünü paylaşan kişi. Her ikisi de benimle aynı güce sahip ve antik dili biliyorlar. Son on dakikadır boş yere uğraşıp Rylei’yi çağırmaya çalışan kara büyücünden anladığım kadarıyla sen de antik dili biliyorsundur. Ama bu savaşı kazanmana ihtimal yok. Öleceksiniz ve gerçekten de bu krallık için iyi bir planın varsa, unutulup gidecek.”

Lyner’ın söyledikleri üzerine Lanis durdu. Rylei’yi kendi safında dirilterek psikolojik bir savaş başlatmak hedefindeydi. Rakibi bunu anlamış mıydı? Bunu o kadar rahat söylemişti ki, bu büyüyü başaramayacağına kesin emin gibiydi. Nasıl bu kadar rahattı? Başaramayacağını nereden çıkarmıştı? Kendine göre bir önlem mi almıştı?

Konsantrasyonu bozulan büyücü ayağa kalkarak Namar’a baktı. Namar durmasını işaret etti.

Bu süreç boyunca tek konuşmayan kişi olan Tumbei, rakibine müthiş bir saygı beslemeye başladığı için konuşamıyordu. En doğruya ulaşmak için kendi egolarından vazgeçen, en barışçıl yolu izlemeye gayret gösteren bu kişi yeni kralın en iyi arkadaşlarındandı. Yeni kral ile ilgili hiçbir şey bilmiyordu. Belki de iyi bir kral olacaktı? Belki o da en barışçıl yolda ilerleyecekti? İhtiyar Rylei’nin söyledikleri ve şimdi de Lyner’ın söyledikleri kafasını karıştırmıştı. Gerçekten de izledikleri yol birçok insanı birbirine düşürüp, pek çok masumun ölmesine sebep olmamış mıydı? Bütün bunlara rağmen hem Rylei, hem de ustasını daha yeni kaybetmenin acısını taşıyan Lyner onları dinlemek, barışçıl ve kimsenin zarar görmeyeceği bir yolda uzlaşmak için uğraşmamışlar mıydı?

“Pekala, şu can sıkıcı ormanı kaldır da konuşalım.” Dedi Namar. Bu savaşı kazanmaya dair ümitleri tükenmek üzereydi.

Bitkiler yavaş yavaş toprağın altına girerek ortadan kayboldular. Xadirio’nun üç büyücüsü ve Lyner birbirlerine yürüyerek yaklaşarak, kısa bir menzilde durdular. Xadirio büyücüleri temkinli görünürken Lyner pek rahattı.

Tam bu esnada gökyüzünden süzülen bir ejderha yere indi ve Esail ile Joshua ejderhadan indiler. Şaşkınlıkla etrafa bakındılar. Arazi harabeye dönmüş, saray hiçbir yerde görünemiyordu. Lyner müthiş bir soğukkanlılık ile rakiplerinin karşısında dikiliyken amirallerin ve Rylei’nin cesedi bir köşede görünebiliyordu. Lyner’ın kırmızı gözlerinde biriken doğal kızarıklıklar içinin kan ağladığını gözler önüne sererken, o sakince rakiplerini inceliyordu.

Üç Xadirio büyücüsü ve üç krallık büyücüsü karşı karşıya durmuşlar, herkes sessizliği kim bozacak diye bekliyordu. Sessizliği Namar’ın gırtlağından gelen gür sesi bozdu.

“Yüzyıllardır süregelen bir hikâyedir bu.” Dedi Namar. “Hiçbir kralın gerçekten bir kral olmadığı ve her kralın aynı kral olduğu bir krallığın hikâyesi.

Yüzyıllar önce bu krallığı yöneten zalim bir kral, diğer tüm krallıklara korku ve zulmü aşılamış. Var olan her şeyi hükmetmeye olan tutkuyla asla yenilmemiş ama asla kimsenin yenemeyeceği bir düşmanla yüzleşmiş. Ölümle. Ölümsüzlüğün formülünü aramış lakin bulamamış. Bir gün bir cadı ona yardım edebileceğini söyleyene kadar.

Kâinatın en nadir malzemelerinden yapılan bir ilacı içmiş kral ama ölümsüz olmayı umarken, ilaç onu orada öldürmüş.”

“Bu hikâyeyi herkes bilir.” Dedi Esail. “Kral Jill’nin hikâyesi tarih derslerinin vazgeçilmeyen hikâyelerindendir.”

“Öyle, ama bu, hikâyenin bilinen yüzü. Bilinmeyen bir yüzü daha var. Cadı, kralı öldürme suçuyla idam edilmiş. Ama bu boşunaymış. Çünkü cadının yaptığı büyü, aslen gerçekten de ölümsüzlüğü getirmiş. Jill’in ruhu saraya bağlanarak, taç giyen her kralı hükmü altına almış. Ama o kadar uzun yıllardır bir ruh gibi yaşayan Jill yalnızlığıyla zulmüne zulüm, öfkesine öfke, acısına acı ve gücüne güç eklemiş. Onunla savaşmaya çalışan krallar, özellikle de Gaelo, onu yenememişler. Bir ölümsüzü öldürmek mümkün değildir.

Gaelo babamdan o düşmanı öldürmek için bir yol bulmasını istedi. Çünkü emirlerine itaat ettiği Jill, Gaelo’ya pek çok masum insanı öldürtmüş, pek çok krallığa savaş açtırmış. Gaelo hep zalim bir kral olarak anıldı ama her gününü, her anını ve her saniyesini Jill’den kurtulmak için harcamış. Her seferinde kaybetti, ama çok güçlü bir adam olduğu için Jill onu hiç öldürmedi. Kendini de öldürmedi çünkü ondan sonra tahta geçecek olan oğulları çok daha zalimdi. Tek sevdiği ve güvendiği torununun tahta geçmesi için elinden geleni yaptı ve umudunu kaybetmedi.

Jill’i öldürmenin bir yolu yoktu ama babamla güçlü bir mühür bulduk. Bu mührü uygulayabilmek için babam saraya gelse de, Gaelo tarafından öldürüldü. Hemen sonra Gaelo’dan bir mektup aldım. Mührü biliyorsa o ölene kadar beklememi, saraydaki herkesi öldürmemi, Jill’in kimseyi kontrol etmediğinden emin olmamı söyledi. Hiç kimseye güvenmememi ve babam için hayatının sonuna kadar çekeceği vicdan azapları içinden en büyüğünü duyacağını söyledi.”

Esail, Lyner ve Joshua şaşkınlık içinde Namar’ı dinliyorlardı.

“Bu, bu mümkün olamaz!” dedi Esail.

“Bunu hiç anlatmamıştın” diye atıldı Tumbei.

“Bunu anlatmak büyük riskti. Çünkü saraya girdiğimiz andan itibaren Jill sırrını bilen herkesi öldürecektir. Esail’i hakimiyeti altına alacak ve tarih kendini tekabül edecek. Ülkenin en güçlü büyücülerini toplayıp ona bir şekilde direnmek, mührü uygulamayı amaçladım.”

“Eğer Jill’in ruhu saraya bağlıysa, neden sarayın kendisini mühürleyip başka bir yere taşınmıyoruz?” dedi Lyner. “Neden Gaelo saraydan uzaklaşıp Jill’den kurtulmayı denemedi?”

“Bu da mümkün değil. Jill güçlü bir büyücü. Mührünün sabit olduğunu sanmıyorum. Sabit olsa bile sürekli başka yerlere taşıdığına eminim.”

“O halde şu anda bizi dinliyordur.” Dedi Joshua. “Hey, Jill, gel bak seni çekiştiriyoruz!” diye bağırdı Joshua.

Herkes ona ters ters bakınca Joshua kızararak yere baktı.

“Bütün bunları anlatman için diğer tüm amiralleri ve ustamı öldürmen mi gerekiyordu?” diye sordu Lyner. “Neden? Şimdi ne yapmam gerek? Sana inanıp öylece yardım mı etmeliyim?”

“Her şey Gaelo’nun planıydı. Bana gönderdiği mektuba göre Jill’i Esail’i ele geçirememesi için uyutacak bir iksir hazırlamıştı. Bu büyüyü yapabilmek için tam yüz üç ejderhanın tüyüne ihtiyacı vardı ve onları toplamıştı. Böylece onu kısa süreli bir uykuya daldırabilecekti. Fakat ölümsüz ruhların hisleri çok güçlüdür. Herhangi birinin herhangi birine bu hikâyeyi anlatması ya da hatta yazması durumunda Jill bunu mutlaka duyup uyanır diye korkuyordu. Gaelo bana bu mektubun ulaştığı sırada kalp krizi teşhisiyle ölmüştü. Bu da şunu doğrular, Gaelo önceden mektubu hazırlamış, Jill ile karşılaşmış, ölmeden hemen önce bu mektubu bana ışınlamış ve onu uyutmay denemişti. Jill’i uyutmayı başardı mı bilmiyorum, ama Esail hala ele geçirilmediğine göre yüksek ihtimalle Jill uyuyor. Ya da uyuyor-du. Artık uyandığına eminim.”

“Gaelo’nun bir zamanlar bir ejderhayı mühürleyip götürdüğüne şahit olmuştum.” Dedi Lyner. “Ama yine de, bu yaptığını doğru kılmıyor. Usta Rylei…”

“Rylei şu an bizi dinliyorsa onu öldürmemden onur duymuş olmalı. Rylei önümdeki son engeldi. Onu geçince saraya ulaşabilirdim. Bu hikâyeyi herhangi birine paylaşmayıp Jill’in uyanmayacağından emin olmak istediğim için herkesi öldürmek zorundaydım. Böylece saraya girecek, o daha ne olduğunu anlamadan mührü yapacaktım. O bu durumu hissedip uyansa bile küçük bir ihtimalle şaşkınlığından faydalanıp mührü tamamlayacaktım.

İşte her şey, bu küçük ihtimal içindi. Hikâyeyi herhangi birine anlatmam o küçük ihtimali de yok edebilirdi. Yine de kaderin cilvesi, öyle oldu. Son anda siz buraya ulaştınız ve eğer ben ölürsem mührü bilen kimse olmayacağı için Jill’in hâkimiyetinin devam edebilirliği kesindi. Şu an anlatmak zorunda kalmamın sebebi budur.”

Namar derin bir iç çekti. “Ben mektup yazarak sarayı boşaltmanızı söylemiştim. Elbette ki bana güvenilmedi, farklı yorumlandı. Güvenilmediği için kimseyi suçlayamam. Ama işlerin bu noktaya kadar gelmesi bize büyük bir dezavantaj sağladı. Çok sayıda halktan insan dışarda olduğu için buraya çıkıp kendini göstermek istemiyor ama biz saraya girer girmez biz daha ne olduğunu anlamadan Esail dışında herkesi öldürecektir.”

“Bütün bu kalabalığı toplamanın sebebi buydu.” Dedi Esail. “Her şeyi düşünmüşsün. İşlerin bu noktaya gelebileceğini düşündüğün için halkı buraya topladın. Böylece Jill dışarı çıkıp kendini göstermeyecekti.”

“Bu doğru.” Dedi Namar.

“Benim uzmanlığım mühürler üstüne. Onu kısa süreli mühürlesem bu asıl mührü yapmak için yeterli zamanı tanıyabilir bize.”

“Bildiğim kadarıyla sıradan büyüler üstünde etki etmiyor. Antik dil etki edebilir ama Jill antik dili o kadar iyi biliyormuş ki, yapılabilecek her tür büyüyü aleyhimize çevirecektir. Aklımızın alamayacağı kelimeleri biliyor. Onu kimse yenemez. O, binlerce yılın deneyimini ve doygunluğunu tatmış bir ruh. Müthiş bir öfke duygusunu saymıyorum bile.”

“O halde ejderhalardan yardım isteyelim.” Dedi Lyner.  “Söz konusu antik dil olunca, Armadiela’dan daha iyisini bulamazsın.”

Kendilerini buraya taşıyan ejderha’yı işaret etti Esail.

“Jill dediğiniz adamın adını hatırlıyorum.” Dedi ejderha. “Binlerce yıl öncesinden saçtığı dehşet anlatılırdı. O öldüğü zaman ejderhaların dünyanın her bir yanında mutluluk gösterileri yaptığı anlatılır. O adam bir ejderha katilidir. Ejderha kemikleriyle ölüleri dirilterek, milyonlarca ölüden oluşan ordusuyla tüm dünyaya korku salardı. Şu ana kadar o derece güçlü bir kralın olmaması dünya için büyük bir şans olmuş.”

“Şu an ne yapacağımı bilemiyorum.” Dedi Lyner. “Anlattığınız gibiyse onu yenmek mümkün değil.” Dedi Lyner.

“Bu sebeple uyanmaması için bu kadar uğraşmıştım” dedi Namar.

“Belki Rylei olsaydı, o bir şeyler düşünürdü.”

“Rylei öleli çok uzun bir zaman olmadı.” Dedi Lanis. “Yeterli hayat enerjisi toplanarak kısa bir süreliğine geri getirilebilir. Ayrıca Namar’ın bahsettiği mührü Esail ve Rylei’ye öğretebiliriz, aydınlık büyücü olarak daha hızlı ve etkili bir şekilde mührü yapabileceklerdir.”

“Ne? Sen ciddi misin?” dedi Lyner. Büyük bir sevinçle adama bakıyor, ciddi olduğunu tekrar duymak istiyordu.

“Evet, bu mümkün. Bedeni henüz soğumadığı için birkaç saatliğine geri getirilebilir.”

“Bir dakika, Lanis.” Dedi Namar. “O kadar fazla hayat enerjisini kullanmak senin mutlak ölümün demektir.”

“Bu görevde yararlı olmamın tek yolu budur. Başka türlü bir fayda getirebileceğimi sanmıyorum. O adam bilge, güçlü ve zeki.”

Lanis fikrinden vazgeçmeden, acele olmak istiyordu. Gözlerini kapatırken ağzından çıkan tek kelime “Bae” oldu. Antik dilde yeniden doğ anlamına geliyordu. Tekrar etti. “Bae. Bae. Bae.”…

O kelimeyi sürekli tekrar ederken, diğerleri de kelimeyi tekrar etmeye başladılar.