Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Erad Jil

Sayfa: [1]
1
Şişedeki Mısralar / Yalnız Ölme Korkusu
« : 03 Eylül 2017, 19:57:34 »
Koca şehrin anıtları dikilidir bu gündüz vakti,
Misafirleri dizilidir önlerinde.
Tarih kokuyor denen sokaklar,
Ki aslında çöplük kokuyordur,
Çaresiz insanlarla doludur kim bilir.
Bazı tepelerinde bu koca şehrin,
Güneşin güzel manzarası izleniyordur.
Kıyıya vuran denizinin başında
İki sevgili sarılıyordur koyun koyuna.
Araba sesleri, korna sesleri uzun trafikte şimdi,
Sinirli insanları küfürleşiyordur araba camlarında.
Dilencileri bu koca şehrin,
Cami avlularında ya da üst geçitlerde dua dağıtıyordur.

Vakit geç bir ikindidir.
Bazı pencerelerden içeri kızıl bir güneş giriyordur.
Perdeleri sonuna kadar açık bazı odaların kapıları sıkı sıkı kapalıdır.
Bazı yatakların çarşafları kirlidir
Duvarları rutubet içindedir.
Bazı odaların kirli yataklarında bazı insanlar vardır.
Sokağın sesine kulak kesilmişlerdir.
Unuttukları günleri baştan yazıyorlardır kafalarında,
Unuttukları yüzleri baştan çiziyorlardır.

Vakit geç bir ikindidir bu koca şehirde.
Ve birisi kirli bir yatağın içinde yalnız başına ölüyordur.
Kim bilir?

2
Kurgu İskelesi / Kimsesiz Düşler Ormanı
« : 03 Eylül 2017, 19:52:53 »
Artık eskimeye başlamış bir kısa öyküm.

Kimsesiz Düşler Ormanı

Kimsesiz düşler ormanı denirdi, ağaçların yükselmekte yarıştığı, kelebeklerin eksik olmadığı, hayallerin yanıtsız bırakılmadığı bir diyardı. Çiçeklerin tükenmek bilmeyen tatlı kokusu, yeşilin binlerce tonunu barındıran biçimli otlar ve doğanın bir başka armağanı, kıvrımlı patikalar ile cennette yürüdüğünüzü sanırdınız. Yukarıda, ağaç yapraklarının ardından gülümseyen bir güneş veya matemli bir ay bulurdunuz. Yıldızlar da tüm azametiyle sizi izlerdi. Bazen gözlerinize ceylanlar veya tavşanlar takılırdı, bazen de minik karıncalar ya da uçuşan kuşlar. Sessizliğin arasına ince bir dilim salam gibi serilen tatlı uğultuda minik böceklerin parmağı vardı. Eğer orada olsaydınız ormanın masumiyeti karşısında utanır, kızarırdınız.

Güneşin gülümseyerek tahtına kurulduğu günlerden biriydi, renklerin krallığında görülmemiş bir şey oldu. Yükselen kudretli ağaçlardan birinde, yeşil yaprakların arasında, gece gibi siyah bir çiçek filizlendi. Hem de öylesine siyahtı ki çevresinde toplanan karanlık, yaprakları yutuyordu. Dünyaya henüz gözlerini açmış bir bebekten farksızdı hâli. Temiz havanın okşayan dokunuşları ile narin gövdesi salınıyordu. Ağacın gövdesine bilinçsizce tutunurken hayat kadehinden sarhoş kalmıştı sanki. Ormanı alabildiğine süsleyen renklerden hangisine benzediğini ne de çok bilmek isterdi. Hemen yanı başındaki yeşil yaprağa uzanıp sordu.

“Renginiz hiç solmasın, söyler misiniz acaba, ben de sizin gibi yeşil miyim?”

Yaprak korkusundan irkildi, belki de rüzgarın işiydi bu. Güzellik tanrıçaları, çiçekler siyah olur muydu hiç? Yaprak gördüğü karanlık karşısında dehşete kapıldı ve kısa bir titreme ile kopuverdi tutunduğu dal parçasından. Aşağıya doğru süzülen yeşil yaprağı izlerken, siyah çiçek ölümü ilk kez görüyordu. Doğmaya devam edecek olan güneş, düşen yaprağın artık umurunda olmayacaktı. Minik kuşlar nazlı nazlı okşatmayacaktı artık kendilerini. İnatla yukarıya tırmanan tırtıllara rastlamayacaktı. En kötüsü de rüzgâr son kez dansa kaldırmıştı onu. Ölüm, meleklerin elinden gelemeyecek kadar korkunçtu.

Toprak misafirini ağırladığında siyah çiçek tedirgindi. Yaprağın ölümünde pay sahibi olduğunu biliyordu bilmesine ama anlam veremiyordu. Oyun oynarken pahalı vazoları kırmış çocuk kadar ürkek ve çekingendi. Varlığı yavaşça fark ediliyordu ormanda. Binlerce yeşil yaprak onu görmüştü ve korkularından titrerken bir uğultu başlamıştı ormanda. Belki başlatan şey sadece rüzgardı. Onların sesine, ağaçları yuva sayan minik böceklerin korku çığlıkları eşlik etti. Bir köşede dinlenmekte olan hayvanlar uykularından sıçrayıp dört bir yana koşturdular. Toprağı döven toynaklar ve patiler arasında yer, zelzeleye tutulmuş gibi sarsılmaya başladı. Ağaçlar tüm dallarını uçan kuşları kovmak ister gibi savuruyordu. Karmaşanın kıvılcımı, korku alevlerini pek çabuk tutuşturmuştu. Ağacın gövdesine hayli yakın, güneşten arındırılmış bir yerde, siyah çiçek hüznü sardı kendine. Gözyaşları dökemese de mahzun hâli sinmiş bedeninden aşikârdı.

Rüzgâr sonunda dinmişti. Hayvanlar duraklamış, yapraklar daha sakindi. Zamanın yavaşladığı anlardan biriydi işte. Dünyaya henüz gözlerini açmış çiçek kırgınlığını dillendirdi.

“Nefretinizi kazanacak ne marifetim oldu, söyleyin? Korkmanıza sebep olacak kaç katliamda suçlandım? Hem kaç defa var oldum ki ben, henüz kendimi tanımıyorken suçlu bulundum. Özlem duyduğum yaşamı hak etmiyorum demek, peki ama neden? Neden ben de sizin gibi olamadım? İstenmediğimi bilmiyordum, özür dilerim.”

Sonra, kırılan incecik gövdesinden bir ses yankılandı. Güneşi örten dal ve yaprakların koyu gölgesinden kurtuldu çiçek. Karanlığın da onunla birlikte düşmemesi ne acı, siyah asılı kaldı olduğu yerde. Görenler derdi ki, her şeyin suçlusu o ağaçtı, çiçeğe bir damla güneşin bile dokunmasına izin vermedi. Siyah gölgenin içinden aşağıya kar tanesi gibi beyaz bir çiçek süzülüyordu. Karanlığın esaretinden kurtulan, kusursuz bir orkide.

Ve kelebekler kanatlarını süsleyen beyaza bakıp utandılar. Çiçeklerin bazıları grileşip soldular. Tüyleri beyaz olan kimi hayvanlar kirlendiğini düşünüp sulara gizlendiler. Var olamayacak kadar büyülü bir beyaz yere düşüyordu. Bakmaya cesaret edemedi kimileri. Yeşil otların bazıları gözyaşlarına boğuldu. Rüzgar, düşmesine engel olamıyordu işte beyazın. Asırları devirmiş ağaçlar eğilmeye başladı gördükleri manzara karşısında. Güneş, düşüşünü görmemek için bulutları çağırıyordu önüne. Mavi gökyüzünün rengi griye çalıyor, gözleri doluyordu. Dünya desen, dönmeyi unutacak kadar korkuyordu. Çünkü beyaz yere düşüyordu. Çünkü ihanet telafi edilemeyecek cinstendi.

Sonunda her şey bitti. Çiçek yere düşerken hüzünden başkasını göremedi. Toprak istemese de çürümesini izledi beyazın. Yapraklar ilk defa dökülmeye başladı. Sonsuzdan gelen yaz yerini sonbahara bırakıyordu ve bundan sonra sonsuz bir kış bekliyordu bu diyarı. Aydınlığın çağı kapanırken yıldızlar evreni terk etti. Güneşin sıcağı da eskisi gibi değildi artık. Geceler, karanlığa zaferi getiren sonsuz gölgeye teslim oldu. Düşlerin diyarından umut sonsuza dek kayboldu.

Sayfa: [1]