Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Evis

Sayfa: [1] 2
1
Kurgu İskelesi / Boşluk
« : 04 Mayıs 2015, 05:10:28 »
'' Özgür kimse ölümü aklının ucuna bile getirmez ve
 onun bilgeliği ölüm üzerine değil hayat üzerine bir tefekkürdür. ''
Spinoza

Bir robot, tekdüze günlerinden bir gün ölümü düşünmeye başladı. Kaynağını bulamadığı bir düşünceydi. Açıklamak ve bilmek istiyordu. Araştırdı,  ölüm kelimesinin etimolojik açıklamasını yapabildi önce.  Ölüm, Ölüm olarak 9. yy. zaman diliminde Irk Bitig yazıtlarında geçmiştir. Bütün dillerde ölümün geçmişini öğrendi. Gereksizdi, sildi. Kelimelerin değil anlamların önemi vardı; Anlamın nasıl kodlandığının. Bilinmezlik bir boşluk oluşturdu. Üreticileri, işlem aksamalarını fark ettiklerinde Araştırma bölümüne sevk edildi. Tekti.

Bütün kapasitesiyle ölümü aradı. Dinleri, filozofları, psikologları, yazarları; cevap bulabileceği herkesi, her olguyu taradı. Anlamlarını buldu;  Canlıların, düzenli ve sistematik şekildeki faaliyetlerinin kesin olarak son bulması.  Canlı; Biyolojik sistemi devam eden varlıklar. İnsanların aslında ölümü böyle algılamadıklarını biliyordu. İzlediği filmlerde, gözlemlediği kişilerde böyle basit değildi. Kendisini düşündü, yarı biyolojik bir robot ölebilir miydi? Sonuçsuzdu.

Zamanın derinlerine indikçe seçim gerektiren sorunlarla karşılaştı. Schopenhauer'in (canlılar için) ölüme büyük uyanış dediğini bildi. Geçti. Sokrates'e göre ise bir nesnenin (robotun) ruhundan söz edilemezdi. Platon'a göre ancak bir Şey'in ölümünden söz edilebilirdi. Ruh ölümsüzdü. Kendisi de mi ölümsüzdü? Hafızasının işlemleri devam ettikçe ölmeyecek miydi? Bir ruh muydu? Çelişkiler arasında günlerce vakit geçirdi.

Sorular ve cevaplar büyüdükçe, boşluk büyüyordu. Nerede olduğunu ve ne olduğunu çözümleyemiyordu. Ölümü kavrayamamıştı. Taradı, sildi ve tekrar taradı. Ta ki o boşluk bütünüyle kendisini sarana, bir labirent suretiyle etrafını kaplayana kadar...

Araştırmacılar iki karşıt görüş sundular; biri son anda ölümü kavrayabildiği, diğeri gittikçe silinen verilerin robotu sonuçsuz bıraktığı.

2
Şişedeki Mısralar / Kıyı Şeritlerinde
« : 09 Nisan 2015, 20:40:09 »
Şu giden kuşları hatırlat da bir gün vuralım;
Kurumaz böylece Annem’e topladığım çiçekler.
Toprak olur ya istemez şu yılları, yılkı atlarını,
Nalları olmayan atlar bulalım...

3
Başka Kurgular / Ahmet Büke - Yüklük
« : 29 Mart 2015, 19:07:57 »
nobelkitapcom113488.jpg" border="0

Yazar : Ahmet BÜKE

Dizi Editörü : Faruk DUMAN

Yayına Hazırlayan : Mustafa ÇEVİKDOĞAN

Yayınevi : Can Yayınları


Ahmet Büke (d. 19 Haziran 1970; Gördes, Manisa), Türk öykü yazarı.

1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölümünden mezun oldu. Ölümsüz Öyküler Yayınevi'nin düzenlediği 'Xasiork 2002 Kısa Öykü Yarışması'nda Kayıp Dua Kitabı isimli hikâyesi birincilik ödülüne layık görüldü. 2008'de Alnı Mavide ile Oğuz Atay Öykü Ödülü'nü, 2011'de Kumrunun Gördüğü adlı kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı'nı aldı. Öyküleri, e edebiyat, AdamÖykü, Özgür Edebiyat ve Patika dergilerinde yayımlandı. Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi ve Derkenar isimli internet dergilerinde kısa öyküler yazmaya devam ediyor. (Özgeçmiş İdefix sitesinden alınmıştır.)

Bir öykücü, öykünün izinden gidip kendi öykülerini anlatıyor. İzmir'de yaşıyor. Ege'den geliyor evlerimize. Bunu bilmesenizde hissediyorsunuz okudukça, bir deniz havası esiyor ama Marmara değil bu deniz, Karadeniz'den veya Akdeniz'den de değil. Ege'den esintiler bunlar, yanında çocuğunu taşıyan martı misali öyküler. Her biri yeni bir şeyler doğuruyor içinizde, bir tınısı var ki çocukluğumuzun akşamüstü oyununda duyduk o sesi. Martılar çoğu öyküde bizi taşıyor kendimize.

Sakince, kelimeleri ezmeden çiziyor portrelerimizi. Görüyorsunuz ki kelimeler tam, eksik veya fazla yok. Kokusu var, zeytinin ve toprağın, acının ve karın kokusu. Bu kokuyu duydukça yanan anılarınız oluyor. Öyle işte, basit, sakin ve içinize işleyen öykülere ev sahipliği yapıyor kendisi. Umarım anlatacakları bitmez.

Neden böyle edebi bir dille anlatmaya çalıştım bilmiyorum, belki öykülerindeki gibi anlatılmalı diye düşündüm, belki başka türlü anlatamayacaktım.

Kendisinin son öykü kitabı Yüklük'ü okudum kısa bir süre önce, ismini taşıyabilecek bir kitaptı. Okudukça, o sakinliğin içinde bir yük biniyor; her öyküde biraz daha. 15 öyküden hepsi de sizi böyle etkilemiyor tabi ki. Ama içlerinden en az birkaç tanesi iz bırakıyor sizde.

Bazı öyküleri;


Bu Sene Her Şey İyi Olacak

Öyküde ailesini anlatan birini dinliyoruz. Basitçe anlatıyor bize, ama bu basitlik, ucuzluk manasında değil. Kelimelerden çok duygu var öyküde. Ahmet Büke, azla özü başarabilen bir yazar. Duyguyu birkaç kelimeyle kurmayı başarıyor.

Yazar ismi hikayenin sonuna yazdığından buraya yazmayacağım.

Bir öykü sizi nasıl alnınızın çatından vurabilir? Nasıl bu kadar sade ve sakin bir şekilde eleştirebilir. Öyküyü anlatmak istemiyorum ki tadı kaçmasın, siz yaşayın onu, o çocukları, çocuğu. Sadece şunu söyleyeyim kitabın kapağını oluşturan öykü bu.

Adana Tutuşsun Ucundan

Yine aynı sadelikte bir portre çiziyor. Zamanı ve mekanı kırıp söylüyor kelimelerini, çocuklar diyor, kapitalizmi bilmez ama yaşarlar, belki.

Giden Çocuklar için Müfredat

Adı kalan ama gidenleri anlatıyor, toplumun en küçüğüyle eleştiriyor toplumu, sistemi, devleti. Samimi şekilde yapıyor bunu. Anlatıyor, gidenlerin ağzından gidenleri anlatıyor.

Olmayınca Olmuyor

Bilimkurgu öyküsü ama Ahmet Büke'nin tarzında bir bilimkurgu bu, az bilim çok kurgu daha çok kendi kültürümüz ve dünya. Göç gemisine gönüllü olan biri CNM ürünü %43 insan bir kadınla, tamamı insan bir erkeğin küçük hikayesi.


Bakiye başlığı altındaki hikayelerde, öykü yazarlarını canlandırıyor, konuk ediyor, konuk oluyor. Her biriyle öyküyü konuşuyor. Bir nevi saygı duruşu niteliğinde bu öyküler.

Size katacakları size bağlı ama bu tamamen fantastik öykülerden oluşan kitaplardan değil. Olağan dışı durumlarla bezeli gerçekçi öyküler var içinde. Bazı öykülerde bunlar hiç yok, tamamen gerçek. Okumalısınız, hele ki ismini vermediğim öyküyü, kesinlikle okumalısınız.

4
Kurgu İskelesi / Gün Ağrısı
« : 24 Şubat 2015, 16:52:46 »
Çimene oturmuş, karşıya geçmeye çalışan şu yaşlı adama bakıyorum. Buruşuk derisiyle ve gittikçe derinleşecek olan bakışlarıyla yola bakıyor. Ne düşünür, ne hayal eder? Yaya geçidinin sarı çizgilerine basıp karşıya geçmek mi bu kadar düşünmesine neden olan yoksa anımsadığı bir anı mı? Bakışları geçmesine izin veren ışıkla beraber bozuluyor. Yürüme vakti. Aksak adımları ardındakileri önüne geçiriyor. Aldırmıyor, gözleri yolun karşısına kilitlenmiş. Yürüyüşüne daha da dikkat ediyor artık. Düşse bir daha kalkamayacak, kimse yardım etmeyecek gibi duruşuna önem veriyor.

- Hadi kalk, böyle giderse yetiştiremeyeceğiz.

İrkilerek gözlerini daldığı noktadan ayırıyor. Kalbi normal bir insanınkinden daha hızlı ve sesli. Kulakları tıkandığı için gelen arkadaşının diğer dediklerini duymuyor. Kafasını evet anlamında sallıyor. Elleriyle yüzünü ovuşturup ayağa kalkıyor. Konuşması için bir neden yok. Silkeleniyor. Fırçasını alırken gözleri biraz önceki yaşlı adamı arıyor. Gitmiş. Kulakları kalbinin dinmesiyle yeniden korna sesleriyle doluyor. Sıkıca kavradığı fırçayla geçmişin izi kanları siliyor.

- Kaç zaman oldu 30 mu?

İki kişi çalışıyorlar bugün, Berk ve O. Berk’in ismi garip geliyor hep. Berk dediğin böyle işlerde mi çalışır diye düşünüyor. Berk. Fazla muhabbeti olmadığından soramıyor da ne okudun diye. ”Ayıptır, belki okumamıştır” düşüncesi engelliyor O’nu.

- Bu yıl 20 olacak, yaşımın yarısına denk.

- Ben yeni başladım. İlk seninle çıktım işe yani. Yazın zordur di mi? Zorlanmışsınızdır. Allah’tan ben kışa denk geldim. Belki yaza durmam çıkarım. Gencim daha be abi. Bize yer çokta hala eşek gibi çalıştırıyorlar. Devlet iyidir ama bakalım, önüme fırsat gelirse kaçırmam.

Devlet iyidir. Su verir aş verir yol yapar seni alır da istediği yöne çevirir. Devlet iyidir ve kuranlarda bir o kadar iyi. Söz yapar, tarih yapar, göz çıkarır göze girer. Söz çıkarır ipe gerer. Devlet iyidir ve ölenler de bir o kadar iyi.

- Ne oldu abi daldın yine?

- Bir şey yok boş ver beni. Bak şurada da az bir şey kalmış.

-Gördüm, burası bitsin oraya da el atarım… Abi be bir su alır mısın şu bakkaldan ben de buraları halledeyim he?

-Tamam.

Berk elini cebine atarken durdurup yürümeye başlıyor. Su da alamayacaksak bir çocuğa ne diye yaşlanalım diyor, yine içinden. Yolu geçip bakkala giriyor. Ellili yaşlarında bir kadın karşılıyor onu. Hafif tebessüm, hafif sakız kokusu. Televizyondan gelen haber sesi. Kaç kişi ölmüş bugün. Neden ölmüş? Sorsa birkaç muhabbet edecek ama kadınla uğraşmak, dakikalarını burada öldürmek istemiyor. Hiçbir şey söylemeden selamlamak için küçük bir baş hareketi yapıyor ve arkadaki dolaba gidiyor. Bir tane alıp, geri, Berk’in yanına dönüyor. Kaç dakika harcadı işinden ayrı belli değil. Huzursuzlanıyor düşününce.

- Berk, sen biraz dinlen ben devam edeyim. Gittikçe az kaldı zaten yetiştiririz.

Ellerinin nasırlarını ilk defa hissediyor bugün. Özlemiş. Çalışmaya koyulup diğer şeyleri unutuyor. Artık sadece kan izleri ve O.

Eve dönüş yolunda otobüsün yarısını Berk’le gidiyor. Muhabbet ediyorlar. Fazla değil. Birkaç soru cevap. Nerede oturduğunu, okulu bıraktığını öğreniyor. Zorlanıyor. Kendini düşünüyor Berk’e bakıp. Büyük hayalleri var çocuğun. Açıktan tekrar okumak istiyormuş. Lise 4’ten devam edecek sonra da üniversiteye gidecekmiş. Yapı'ya daha iyi hizmet etmek istiyormuş. Para biriktirmek için girmiş bu işe. Yeni yasalara zaman var, o da biliyor. Yol biterken vedalaşıyorlar. Yarın yine aynı saatte buluşacaklar. Teyfik geç kalınca bağırıyor çünkü. Şimdi kafasını cama dayamış düşünüyor. Böyle mi bitecek hayatı. İş, ev, karısı, komşular, akşam haberleri, kahve, faturalar, futbolcular (milyon dolarlık, bazıları euro), mankenler, sokak, çöp, şehir, yer, kan, iş, ev, karısı…

Dışarıda kendi evini görüyor. Bir aylığına şimdilik onun burası, sonra ne olur bilinmez. Işıklar açık, pencereler, perdeler kapalı. Karısı yemeği hazırlıyordur. Otobüs hızlıca geçiyor. Bir saniye sürmüyor evini görmesi, kalkıp hızla birkaç kere düğmeye basıyor. Bir sonraki durağa kadar ayakta bekliyor. Sinirli, kendisine mi şoföre mi belli değil. Bu kadar düşünmemeliyim diyor kendine. Durakta indiği gibi koşmaya başlıyor geriye doğru. Atlasam mı şu yola diye geçiriyor içinden. Karısını unutuyor. Hatırlayınca daha hızlı koşuyor. Rüzgar yüzüne değdikçe hızlanmak istiyor.

Yorgun varıyor bugün eve, çoğu koşması yüzünden bu yorgunluğun. Ama bu yüz, görünce içini yeyip bitiren huzursuzluğu tek gülümsemesiyle bitiren bu yüz karşılıyor onu. Artık aklında ne yorgunluğu var ne de kanlar. Yemeğini yeyip hanımının yanına oturuyor. Muhabbet ediyorlar birkaç dakika, susuyorlar. Meyve yiyorlar. Çocukları yerine televizyonları var saatlerini harcadıkları. Şimdi onu da kapatıyorlar ve odalarına çekiliyorlar.

Saatin sesi vurdukça zihni ayılmaya başlıyor. Kalkıp, üzerini giyinerek dışarı çıkıyor. Otobüsle belediyeye oradan da Berk’le çalışacakları meydana…

- Amma olay çıkmış duydun mu abi?

Ne zaman konuşacak diye beklerken soruyor Berk bu soruyu. Çocuğu az çok tanımaya başlıyor artık. Sevip sevmeme kararını erteliyor.

-  Yok, nerede duydun?

- Televizyonda abi gece haberlerinde verdiler. Şu isyancılar devletle kapışmış yine. Dün temizlediğimiz yer…

- Ben haber izlemem, işime engel oluyor. Kim ne yapmış söylemesen. Kafamı toparlayamıyorum sonra.

- Tamam, ama muhabbet etsek abi, insan o haberleri görünce kaldıramıyor bu işi, kafamız dağılsın.

Çekiniyor, bu kadar sohbet bile yeterken daha fazlasını etmek yoruyor onu. Boş muhabbet, düşünüyor ne dolu ki zaten. Bunca yılların tekrar tekrar yaşanması, aynı monotonlukta. Neden çekilir ki yaşamak diye düşünüyor. Zihninin bir yerinde hep bu soru. Karısını düşünüyor, gerçekleşen hayallerini. İnsanlar hayalleri gerçekleşince boşluğa düşüyormuş artık biliyor. Otobüsün o rahatsız edici mekanik sesiyle kafasını topluyor.

- Yarın görüşürüz abi, kendine iyi bak.

Berk,  toplu yüzüne karşın incecik vücuduyla iniyor otobüsten. Düzgünce kesilmiş saçları ve o bilindik iş elbisesiyle artık tanıyor onu. Dış görünüşüyle uyuşmayan düşünceleri ve ismine uymayan bu işiyle, yeni yetme hayaller peşinde bir çocuk. Yasayla  şekillenmiş ideallerin yönlendirdiği, yaşamının çoğunda kendisinden çok yaşadıklarını ve etrafındaki en küçük toplumu düşünen, hayalleri bile onlar yaşasın, onlar yaşadıkça devlet yaşasın algısıyla oluşturulmuş bir çocuk.

Bir durak önce iniyor bu sefer. Apartmanların arasında dolaşıyor. Yağmur başlayalı uzun zaman olmuş ve kaldırım çukurları sular biriktirmiş gece için. Karanlık, sokak lambalarının yaydığı ışığı yutuyor. Van Gogh’un bir resmine benzetiyor artık şehri. Birikmiş sular, karanlığın yuttuğu şehir ve ışıklar. Gökyüzüne bakıyor yürürken. Yıldızlar resimle uyuşmayan şekilde bulutların ardında kalmış. İçi sıkılıyor.

5
Sinema / 87. Oscar Töreni
« : 22 Şubat 2015, 23:00:06 »
Bilindiği gibi CNBC-e bu sene de oscarı yayımlamayacak. Törenin yayın hakları Digitürk'te olduğundan moviemaxoscar kanalında gösterilecek. Oscar özel programı 22.00 itibariyle Yekta Kopan ve Meltem Cumbul sunuculuğunda başladı. İsterseniz buradan kayıt olup izleyebilirsiniz.

Sanırım 03.30 gibi başlayacak ödül töreni, iyi seyirler. :)

6
Kurgu İskelesi / Kayıp Eşya Dükkanı
« : 18 Ağustos 2014, 02:09:33 »
(Normalde Aylık Öykü Seçkisi'ne yollayacaktım ancak Maden temasının seçilmesinin sebeplerine uymadığı için buradan yayınlamaya karar verdim.)




Kayıp Eşya Dükkanı

''Olmaz!''  diye bağırdı. Sesi apartman boşluğunda yankılanırken evine varmasına altmış basamak kalmıştı. Hızlıca ilerliyor, telefondaki adamın sinir bozan sesini dinliyordu. '' Çocuklar öldü, kabullen artık. Kaç yıl geçti üstünden.''  yine bağırmıştı. Sustu, adamı dinledi. Kafası telefondan ve loş, yeni yağmış yağmurun ıslaklığını taşıyan apartmandan uzak, boşlukta öylece geriye doğru savruluyordu. Anılar birbiri üstüne gelirken adamın sesi kesildi. Anılar dağıldı. Sakinlemiş, kaç basamak kaldığını unutmuştu. Yılların getirdiği alışkanlıkla hareket ediyordu. Uzun sessizlikten sonra kısık ve ağırlığını bütünüyle hissettiği bir tonla konuştu. ''Bir daha aramamanı istiyorum.Elli defa söylediğim gibi...''

Kapıya geldiğinde telefonu kapamış anahtarını arıyordu. Çantasının içi karmakarışık olsa da anahtarı her zaman koyduğu yerdeydi. Elleri biraz önceki konuşma yüzünden titriyordu. Bir türlü denk getiremediği deliğe bir kaç küfür ettikten sonra durdu. Uzun süre öylece bekledi. Ağlamaya başlamıştı. Yere çömelerek ellerini dizlerinde kavuşturdu. Makyajı yüzünden kayıp gitmişti. Bilmiyordu ama makyajı böyleyken daha güzel oluyordu. Çoğu kişi bilmezdi bunu, yağmur yüzlerindeki boyayı söküp ataken, kendilerini saklamaya çalışırlardı.

Bir vakit, güneşin yerini aya bırakacağı uzunlukta bir vakitten sonra içeri girmeye karar verdi. Camda bir resimmiş gibi duran ay görülüyordu. Yaydığı ışık sadece camın yeni yapılmış olduğunu hatırladığı çerçeveleri aydınlatıyordu. Tahtadan çerçeveler pekte yeni gibi değildi ama önemsemedi. Yorgundu. Hantalca ışığın otomatını aradı. Duvarın soğukluğunu ilk defa fark etti. Şimdi yorguluğun üstüne üşüme de eklenmişti. Bir an önce eve girip dinlenme isteğiyle duvarı daha hızla yokladı. Kapıyı bulup elinde olan anahtarla açtı.  Adım atacakken az kalsın düşüyordu. Dengesini sağlayabilmek için duvara tutundu. Dairesinin olması gereken yerde bir boşluk vardı. Sokağın kızıl mavi ışıkları kadının yüzüne zar zor ulaşıyordu. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Ağlasa ne olacaktı. Her nasıl olduysa olan olmuş, evi bütünüyle gitmişti. Dışarıdan nasılda fark etmemişti. Lanet telefon yüzünden olmalıydı. Aşağı indi, komşuları çoktan apartmanı terk etmiş kendilerine kalacak yer bulmuş olmalıydılar. Neden bunları düşünüyorum diye sordu kendine, birinin dairesi kaybolduğunda ne düşünür bilmiyordu. Şaşkındı ama şaşırmaktan başka ne yapabilirdi. En iyisinin polisi aramak olduğuna karar vererek telefonuna uzandı. Çekmiyordu. Ne zaman işi düşse böyle yapardı bu meret. Sigarasını bulup bir tane yakmaya karar verdi. Canının sıkkınlığını boşlukta kaybolup giden dumanlara üfleyecekti. Çocukları öldüğünde başlamıştı sigaraya. Gidip sokakların griliğini içine çekmiş, büfeye uğrayıp eskiden babasının içtiği o eski kokulu paketten almıştı. Bütün griliğini o dumanlar sayesinde kusuyordu şehrin yüzüne. Trafik, ışıklar, sesler hepsi kayboluyordu. Şimdi de böyle yapmalıydı, aşağı, sokağa inip apartmana baktı. Kimsenin ışığı yanmıyordu. Evinin yokluğunda oluşan boşluk oradaydı. Bina o ev hariç sağlam duruyordu. Garipsedi, yürüdü, en yakın polis merkezine gidecekti. Böyle bir olayın duyulmuş olmasını umuyordu. Etrafına baktığında sokakların boş olduğunu fark etti. Evine giderken şimdikinin aksine sokak boyunca uzanmış apartmanların ışıkları yanıyor insanların tek düze varlığına işaret ediyorlardı. Biraz daha temkinli yürümeye başladı. Belli ki birşeyler olmuş veya oluyordu. Herkesin, birden şehri terk etmesi pekte olağan değildi. Polisler dedi onlar birşeyler biliyordur.

Sigarası bittiğinde polis karakolunun olduğu sokağa gelmişti. Omuzları ağrıyordu. Çantası taşıdıkça ağırlaşıyor kendisine yük oluyordu. İlerledi polis karakoluna gitmeli herşeyi bir çözüme kavuşturmalıydı. Aslında kirada oturuyordu, eşyalar ev sahibinindi ama benimsemişti. Alışkanlık olmuştu o ev. Hem şehrin bu ıssızlığını da merak ediyordu. Bir savaş mı çıkmıştı yoksa bir fırtına mı gelecekti bilmiyordu. Buralarda o fırtınalardan pek olmazdı, savaş desen bu üşengeç insanlara göre değildi. Aslında kendisi için uzun zamandır ne olduğu önemli değildi. İsterse uzaylılar dünyayı istila etsin. Fark etmezdi. Yürüdü, gökyüzü açıktı demek ki bir fırtına gelmeyecekti, uzaylılarda pek olası gözükmediğine göre tahminleri gerçekleşmeyecekti. Polis karakolunun kapısına geldi, ışıklar yanmıyordu. Kapalı. Yerden bir taş alıp cama doğru savurdu. Pencereyi temizleyip içeri girdi. Birşeyler bulma umuduyla bilgisayarlara doğru yöneldi, kayıtlara bakacaktı. Açmaya çalıştığı bilgisayar açılmayınca, ışıkları yakamayınca ve dahili telefonun çalışmadığını görünce elektriklerin gittiği anladı. Aralık kapının ardında, koridorun çaprazındaki camdan sokağa baktı. Lambalar hala yolları kırmızı mavi ışıklarıyla aydınlatıyordu. İlerde, kaldırımlar değişmiş, küçük, yuvarlak taşların oluşturduğu bir hale bürünmüştü. Bazı taşların rengi farklıydı ve bir desen oluşturarak sürüp gidiyordu. Gözleri zar zor seçebildiği bu desenleri takip eden kadın, kaldırım ardında, incelikle işlenmiş oyma tahtaların oluşturduğu, içinden sarı, sıcak bir ışık saçan evi gördü. Ev mi değil mi bilmiyordu, tabelaya benzeyen bir direk önünde uzanıyor, rüzgarla beraber sallanıyordu. Mistik bir şarkının mırıldanışını andıran gıcırtılar buraya kadar geliyordu.

Binanın yanına vardığında bu sallananın bir tabela olduğunu gördü. Biraz önceki uzun binalar gitmişti. Samimi, garip şekilde ürkütücü küçük evler sırasıyla sokağı hatta mahalleyi dolduruyordu. Canı sıkıldı, yorgunluk gitgide daha fazla hissedilir oluyordu. Artık her şeyi boş vermişti, büyük ihtimal deliriyordu. Sığınacak yeri kalmayan beyni, kendisine böyle, seveceğini bildiği hayallerden oluşan bir sığınak inşa ediyordu. Çoğunlukla böyle olurdu. Aşkın dayanağa muhtaç insanın buna inatla karşı çıkışından sonra oluşan halüsinasyonlar kendi aşkınlığını yaratmaya çalışmanın göstergesiydi. Çoğu buna dayanarak hayatlarını belli bir süre idare edebilse de bir zaman sonra kendi zekalarının acziyetiyle tekrar dünyaya dönüp yeni şeyler keşfedebilmeyi arzuluyorlardı. Ancak bu dönmek istedikleri dünyanın kendi kafalarında zaman geçirdikleri dünyadan daha yapay ve ikircikli olduğunu görüyor, gittikçe münzevileşen bir yaşam sürüyorlardı. Dünyayı böyle yapan  insanlardı onlara göre ve dünya bu insanlardan arınamıyorsa bir insandan arınması daha uygundu. Düşüncelerinin vardığı noktada ölmekten başka çare  bulamıyorlar ve intihar ediyorlardı. Saçmaydı, tek bir inkarla zevk derecesine varan bir kibir ve ardından gelen varoluş sancısı. Kendisine de böyle olacaksa bundan haz duymaya çalışacaktı. Etrafa boş boş bakarken delirmesinin tahlini yapmıştı. Şimdi düşüncelerinden sıyrılmış vaziyette bu önünde duran tabeladaki yazıyı okuyordu; ''Kayıp Eşyalar Dükkanı.''. Altında küçük yazılarla notlar düşülmüştü; ''Kayıp ettikleriniz, kayıp edilenler,kayıplar ve herşey burada. Unutmayın dünyada kaybedilmeyen şey henüz bulunamamıştır. ''

İçeriden gelen sıcak çikolata kokusu bu pespaye İstanbul sokağına yabancıydı. Hoş, bu yuvarlak taşlı kaldırımlar Oz filminden kaçmış gibi duruyor, insanın nerede olduğuna dair şüpheye düşmesine neden oluyordu. İlerledi, yürüken çatırdayan taşlar dikkatini dağıtıyordu. İçeride ne olduğuna, nasıl bu hale geldiğine veya nelerle karşılaşacığına dair bir fikri yoktu. Etrafındakilerin kendi hayal ürünü olduğunu biliyor, ancak sonunu bilmediği rüyalardaki ilgiyle devam ediyordu. Koku keskinleşmişti, ağzına çikolata tadı geliyordu. Tahta, üstteki yarısında cam ve camın üstünde desenler bulunan kapıyı açtı. Gelen müşteriyi haber veren çan kapının çarpmasıyla çınladı. İçerisi eski, büyük bir kütüphaneyi andırıyor olsa da farklıydı Bu fark bariz şekilde fark ediliyordu ama tam olarak nerede olduğu belli değildi. Kitaplar vardı, aralara serpiştirilmiş alakasız eşyalar masalarda veya vitrinlerde duruyor, arkalardaki içerisi şeffaf, yoğun sıvılarla kaplı şişelerin görülmesini zorlaştırıyorlardı. Sağlı sollu masaların arasında ince işçilikle yapılmış havuz çeşmesi vardı. Sular gümüşi renkte sonsuza dek sürecek bir döngüyle akıyordu.  Elini havuzun gümüşi sularına değdirmek istedi. Civa mı su mu emin olamıyordu. Ama bu istek derinlerden ve karşı konulamaz şekildeydi. Havuzun yanına geldiğinde elini hafifçe suya soktu. İrkildi. Gümüşi renk havuzun dibini gösterecek kadar saydamlaşmıştı. Elini hissetmiyor sanki orada doğduğundan beri bir boşluk varmış gibi geliyordu. Daldırdıkça eli sanki yokmuşçasına gözükmüyordu. Şaşkınlıktan sıyrılarak elini çekti. Birilerini arayarak etrafına baktı. Tezgaha doğru gitti, kapı çanının çalışından beri kimse gelmemişti. Demek ki boştu ama bir daha denemekten zarar gelmezdi. Tezgahın üstündeki zile basarak bekledi. Bir kere daha ve yine kimse yoktu. Orada öylece boş beklerken çikolata kokusunun kesildiğini fark etti. Ne zamandır duymuyordu, veya duymuş muydu? Etrafta çikolataya dair herhangi bir işaret yoktu. Bir kere daha zili çaldı ve kitaplara doğru ilerledi. Eski ciltli kitapların üzerinlerindeki yazılar silikleşmiş, zar zor okunur hale gelmişti. Al... H.r.....r D.....n.a, K...p G..m.ş, D.n'. B.lm. Y.n..e.l.r.i vb. şekilde silinmiş, hatta hiç okunmayan kitaplarla doluydu. Dökülecek diye içlerini açmaya korkuyordu. İleride rafların sonuna doğru cildinde hiçbir çizik olmayan, sanki yeni basılmış gibi duran bir kitap bütün göz alıcılığıyla köşeye sinmişti. Yaklaştı, solak olmasına rağmen demin suya soktuğu sağ elini uzatarak (sol elini birşey olur korkusuyla sokmamıştı.) kitabı aldı. ''Kayıp Eşya Madenciliği''

- Hoş geldiniz Hanımefendi nasıl yardımcı olabilirim?

Eli bir anlık korkuyla gevşedi, kitap yere düşerken daha da irkilerek dondu. Adam yere düşmüş kitabı almak için yaklaşırken, kadının eli göğsünü yerinde tutmaya çalışıyor gibi kalbinin üzerindeydi.

-Beni korkuttunuz. Az kalsın ölüyordum ya hu, biraz insaf, biraz dikkat.
Önce yerden aldığı kitaba sonra uzun uzun kadına baktı. İnsanın içini okuyabilecek derinlikte bakışlardı bunlar.

-Neye bakıyorsunuz öyle?

-Hiç öyle dalmışım, siz neye bakıyorsunuz?

-Buraya, insanlar nerede? Yani dışarıdaki sokakta kimse kalmamış.

-Bilmem, sokağa çıkmıyorum ben. Dışarıda neler olup bittiğini bilmiyorum. Ne olmuş?

-Sokaklar boş, telefonlar çekmiyor, elektrikler burası hariç yok, insanlar gitmiş. Nereye gittiklerini gördünüz mü? Camdan da olsa dışarıyı izliyorsunuzdur herhalde?

-Pek sayılmaz, aslında camlarım arada sırada bu kadar net görür dışarıyı. Kimim demiştiniz?

- Boş verin benim kim olduğumu, önemli biri değilim, her günü aynı monotonlukta geçen sıradan bir İstanbul insanı. Arada iki kaza atlatırım. Ya da bir kavgaya şahit olurum. Bir iki akşam arkadaşlarımla dışarı çıkarım. Bunları neden anlatıyorum bilmiyorum. Siz kimim demiştiniz? Hatırlıyorum da burada ne size ne de garip taşlı yolu olan bu dükkana rastladım. Aslında evimin kaybolmasını da ilk defa yaşıyorum. Aslına bakarsanız ne sizin ne de burasının gerçek olduğunu düşünüyorum. Büyük olasılıkla bir uykudayım, ya da bir yerlerde baygın olarak yatıyorum. Bu kadar şeyin aynı anda ve bu gariplikte başıma gelmesi başka türlü açıklanamaz. Bir fikrim daha var ama bunu kabul etmek istemiyorum doğrusu. Belki delirmişimdir. Benim durumumdaki bir insan için pek zor değil bu.

Konuşurken dükkanı geziyordu. Rafları, masaları, düzgünce sıralanmış dosyaları inceliyor etrafını tanımaya ve önceden nerede gördüğüne dair tespitlerde bulunmaya çalışıyordu. Ama gördüğü şeyler o kadar derinlikte olmalıydı ki ne bunları bu şekilde hatırlıyor ne de bir tanıdıklık hissi duyuyordu. Adam arkasında, aynı dikkat ve hareketlerle dükkanını inceliyordu. Sanki neyine şaşırdığını öğrenmeye çabalıyor gibi bir hali vardı ve bu onu bilmiş bir havaya sokuyordu.Güldü, içten, samimi bir tebessümü vardı.

- Buralısınız yani? Bu mahallede yaşıyorsunuz? Peki insanlar nasıl, gördükleri şeyleri es geçmeye meraklılar mı hala?

Kadın insanları düşündü. Mahallelinin ne yaptığını tam olarak bilmiyordu. Sabahları işine gitmek için çıkıyor, akşamları eve yorgun dönünce kimseyle muhattap olmuyordu. Aslında evin deniz manzarasını kira fiyatı olmasa fark etmeyecekti bile. Çocukların gidişinden beri dikkat etmiyordu böyle şeylere. Sahi çocuklar şimdi neredeydi?

- Evet. Galiba ben de öyleyim. Affedersiniz çocuklarımı gördünüz mü? Biri 9, biri 14 yaşında. Kızıl saçları var ikisininde, ateş gibi. Görmüşseniz kesin hatırlarsınız.

Kitaplar, ne çok kitap vardı burada. Bazıları hala cildini ve ismini korumuş ama çoğunluğu silinmiş.

- Çocuklarınız var demek ne güzel. Ama malesef görmedim. Sanırım sizde uzun zamandır görmüyorsunuz değil mi?

Yine aynı bilmiş tebessüm ne ince ne de tombul olan yüzünde belirmişti. Meraklı ve hevesli gözlerle kadını izliyordu.

- Aslında...

Düşündü, çocukları öleli kaç yıl olmuştu hatırlamıyordu. Neden o aptal soruyu sormuştu ki zaten. Bu yer kafasını daha da bulandırıyordu. Kendini toplamalıydı. Delirmenin böyle bir şey olduğunu sanmıyordu. Bilinç altına gerçekleri hatırlatmalıydı ki geri dönebilsin.

- Öldüler, 5 yıl oluyor. Ben de bu mahalledeki evime taşındım. Eşimden ayrıldım 2 yıldır konuşmuyorduk. Bu akşam üzeri aradı. Aramamasını söyledim. Evimin kaybolduğunu görmeden önce evimin katında durmuş ağlıyordum.

Evet dedi içinden, hala oradaydı. Bütün o yorgunluk bünyesine ağır gelmiş uyuya kalmıştı. Tek yapması gereken uyanması ve bu saçma sapan rüyaya son vermesiydi. Ani bir acı yeterli olacak. Gözleri etrafta bunu yapabilecek bir şeyler aradı. Bir cam parçası bile yeterli olurdu. Kapıya doğru ilerlemeye başladı. Adam dikkatle kadını izliyordu.

- Hanımefendi yerinizde olsam düşündüğünüz şeyi yapmam. Boşuna bu acıya katlanacaksınız ve bitmeyecek. Ben buradan çıkmadığıma göre sizde hastaneye gidemeyeceksiniz. Yapacaksanız bari kendinizi öldürecek derecede yapmayın.

-Sen, bunu yapmam için yeterli bir kanıt gibi gözüküyorsun. Nereden bildin böyle bir şey yapacağımı. Ya zihin okuyorsun ya da bilincimde bir yerlerde dolanıyorsun veya ben dolanıyorum.

-Doğruyu söylemek gerekirse zihin okuyamıyorum. Sadece anılar, zihninin diğer bilgilere yer açmak için bir köşeye attığı unutulmuş anılar. Ve sen bunları düşündükçe zihninde imgeler canlanıyor. Beynin o imgeleri diğer imgeler için gerilere attıkça ben bunları buluyorum. Aslında bir bakıma zihin okuyorum denilebilir ama bu fazla kolay olurdu. Ben bunları görmek için uğraşıyorum. Hatta bazen öne çıkardığım bile oluyor. Zihin okuyucu demek basit ve zahmetsiz kalır yani. Sen bana Anı Madencisi de, Kayıp Bulucusu de istediğini seçebilirsin ama o düşündüklerini sakın öldürücü riskte yapma. İkimizi de zor duruma sokarsın.

-Saçma, ve bir kanıt daha. Hem benim ölmem sizi neden bu kadar endişelendirsin ki? Aklımda da değilsiniz. Sizin için bir sorun oluşturmaz değil mi?

- Ah, o durum biraz karışık aslında anlatmak isterdim ama bilmenizi ve korkmanızı istemem. Bu sefer daha fazla panikleyecek ve eyleminize devam edeceksiniz.

- Ne eylemi? Siz kimim demiştiniz? Kitaplar ne kadar da çoklar değil mi sizin mi bunlar?
Adam bu ani değişim karşısında istifini bozmayarak gülümsedi.

- Neden gülüyorsunuz? Komik bir şey mi söyledim? Neresi burası, eşimi gördünüz mü? Yeni evlendik, ama bakın şimdiden benden kaçıyor. Şöyle 26 yaşlarında sarı saçlı. Çalı süpürgesi gibi saçları var. Hep diyorum tara diye ama dinlemiyor. Pardon duyuyor musunuz?
Bir yandan kadını dinliyor bir yandan zaten düzgün olan kitapları alıp üstünü siliyor ve tekrar raflardaki yerine koyuyordu. Gülümsemesi sarı ışıklı dükkanın içini ısıtıyor gibiydi.

- Duyuyorum, çocuklarınızın babası sanırım bahsettiğiniz kişi, sarı saçlı demek. Çocukların kızıllığı kime çekmiş acaba? Neyse. Görmedim. Sizin de neden kendisini bulmak istediğinizi merak ettim doğrusu. Bu kadar nefret ederken, garip.

Kadın donmuştu. Neler olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Söyledikleri sözlerin şimdiki olanlarla hiçbir ilgisi yoktu ama bir anlık gerçekten eski kocasını bulmaya çalışıyor gibiydi. Aynı o günlerde duyduğu duyguları yaşamış ve heyecanla konuşmuştu. Kafasını toparlamak için oturacak bir yer aradı. Bu saçma sapan geceyi atlatsa herşey bitecekti ama nasıl bitireceğini bilmiyordu. Cam. Uyuyordum ben. Kalktı, adama doğru merakla baktı. Uykudaysa bu daha önce görmediği adam kimdi? Ya da konuştuğu onca şey hakkında neden yalan söylüyordu. Yalan mı söylüyordu. Soruların üstüne üstüne gelmesine izin verdikçe daha çok bunalıyordu. Kapıya gidecekken tezgahın arkasına doğru geçen adama gitti. Sorularının cavabını alacaktı.

- Bu sefer bir cevap istiyorum. Kimsiniz ve burası neresi?

- Hmm, bakalım etrafımıza, kitaplar, bir havuz çeşmesi, masa, şişeler, oturacak yerler ve evet bir tezgah. Hoş geldiniz hanımefendi burası bir Kayıp Eşya Dükkan'ı, tabelada okuduğunuzu sanıyorum.






Devam edecektir.

7
Kurgu İskelesi / Parka
« : 15 Haziran 2014, 01:35:28 »
Sesler; nereden gelip nereye gittiği belli olmayan sokaklarda yankılanıyor. Bir hengamedir kopmuş kaldırımların üzerinde. Koşuşan insanların varacağı yerlere karşı ikircikli, hevesli adımlarını taşıyorlar. Kimin kim olduğu belli olmayan bu döngünün ortasında kalmış biri; ilerliyor. Hızlı yürüyüşünden belli yetişeceği  randevusu. Gözleri özenle döşenmiş mermer kaldırımlarda. Aklında bini bir yapan bir soru, omuzları çökük ve elleri görenlerin şaşırdığı parkasının cebinde.

Sola döndü. Hangi sokağa gireceğini bilmeyen bir acemilik. Sesleri duymamaya çalışıyor. Sesler? Yeni fark ediyor bu cığırtkan ezgiyi. Karşı koymaya çalışsa da zor geliyor. Hayatları boyunca birbirlerini takip etmişler. Duruyor biraz ilerde. Sağındaki, kendisini karanlığa gömen binaya giriyor. Sokağa hakim olan griliğin aynısıyla karşılaşıyor. Sesler. Acele etmeli. Hızlanıyor ama düzgün, ritmik hızlanışın ardında nereye gideceğine, niye gideceğine dair karamsar bir belirsizlik. Etrafı cam duvarlarla çevrili koridorun ortasında duruyor. Hatırlıyor ki bu binada çözmesi gereken bir meselesi var. Bakınıyor cam duvarlara. Garip. Herkesi açık eden bu camlar soğuk geliyor. Sesler daha mı yüksek?  İlerliyor, camların arasından geçip başka koridorlara giriyor. Bir oda kapısının önünde duruyor uzunca bir süre. Kapı bilmediği ama tanıdığı birşeyle yapılmış gibi, üzerinde ‘’Ayrıştırma’’ yazıyor. Hatırlamıyor. Bilincini zorlamaya çalışıyor ki yanından geçenlerin konuşmalarına misafir olmuş. Aşağılayan bakışlardan sıyrılmak için koşuyor. Koştukça artan geri dönüşsüz misafirlikler, aşağılamalar, korkular ediniyor. Koştukça kulağı sağır edecek şekilde artan sesler. Yavaşlıyor, aynı anda sesler duruluyor. Düzenin arasındaki yerine geçmiş, gideceği yere ilerliyor.  Ne kapı aklında şimdi ne de cam koridorlar. Sesler kesildi mi, duymuyor mu bilmiyor. Varacağı yere yaklaştıkça ağırlaşan adımları var artık. Beraberinde bir boşlukla yeni girdiği koridorun sonuna varıyor. Koku, hatırlıyor bir yerden. Öncekiyle aynı. Kapıyı açtığında içerideki insanları görüyor. Odanın ortasındaki havuzda kahverengi, yumuşak, sert parçalar. Eskiler toprak diyormuş, biliyor bunu. Üstünde çıplak bir adam; babası. Sesler hızlanmak yerine ağırlaşıyor bu sefer. Kafasının içinde hiç bilmediği bir yere özlemle ilerliyor. Havuzun etrafında dezenfekte giysileriyle dört kişi. Robotik bir tonda konuşuyorlar. ‘’Yaklaşma, Tehlikeli.’’ İlerlerken dinlemiyor. Uzun zamandır yaptığı ilk aykırılığı, yürüyor. Sesler daha da ağırlaşıyor sırtındaki eski parkayı çıkarırken.  Düşünmenin verdiği hazzı eski bir dost gibi karşılıyor. ‘’Toprak gibi kahverengi, ne güzel yakışırdı sana.’’ diyor içinden. Gözleri babasının cesedine kilitlenmiş. ‘’Giyer, ellerin ceplerinde gezerdin gün boyu. Hatırlıyorum. Deli diye bakarlardı, bu devirde bu mu giyilirmiş. Aldırmazdın. Ne derlerse desinler derdin. Dünya değişti diye parkayı değiştirecek değilim.’’ Sesler sağır edecek şekilde geliyor artık. Zar zor ayakta duruyor. Dinlemeden seriyor parkayı cesedin üstüne. Bekliyor,  uzun, boşuna bir bekleyiş bu.   Biraz sonra apar topar giriyorlar odaya. İki kolundan tutup dışarı sürüklüyorlar. Aynı grilik bu odayı da kaplamış ve sesler hala olduğu yerde duruyor.

8
Kurgu İskelesi / Manzara
« : 28 Mayıs 2014, 18:15:15 »
‘’Bu şehrin hangi manzarasına aitim bilmiyorum. ‘’

‘’Şurada, perdeleri açık olan evlerin orası mı?’’

‘’Sanmam, çıplak gibi hissediyorum perdeleri açtım mı. Olduğu gibi gözüküyor, ürkerim öyle binalardan.’’

‘’O zaman şu apartmanların olduğu yer. Hem perdeleri kapalı hepsinin, bak. Yeşil binaların sağında kalıyor. İki yanıda binalarla kaplı. ‘’

‘’Olabilir. Yürüyelim mi? İçim sıkıldı şu şehre bakmaktan. ‘’

Kalkıp aşağı doğru yürümeye başladı. Kendi yolunu omzuyla açmak zorunda kalıyor, arkasına bakıp özür mahiyetinde selamlamalarda bulunuyordu. Omzu acımaya başlamıştı. Yanınaki arkadaşına baktı, insanlara çarpmadan hafif kaçışlarla rahatça süzülüyordu. İmrendi mi şaşırdı mı bilemeden yokuş aşağı devam ettiler. Bir an önce ara sokaklardan birine girme isteğini hatır icabı bastırıyordu.

‘’Amma insan var değil mi?’’

‘’Evet evet. Alışmışım artık ben. Fark etmiyorum, hoşuma bile gidiyor bu kalabalık. Arkadaşım olmasa bu şehirde, sen olmasan, birini çeviririm, iki muhabbet bir sigara, kahveyle pat, bir bakmışsın yeni bir dert ortağı.‘’

‘’Korkmaz mısın seni terslerler diye. Hepsinin yüzü asık baksana.’’

‘’Ondan cesaret bulurum asıl, onlarda benim gibi derim ya da senin gibi. Sen yürürken yüzüne baktın mı hiç?’’

Güldü. Garip bir şekilde içtenlikle gülüyordu. Gözlerine baktığında orada da mutlu olduğunu gördü. Gülüşü samimiydi beyler. Olmasaydı vururdum ağzının ortasına. Bana rol kesmek ne demekmiş öğretirdim, ama  gerçekten gülüyordu. Düşündü, yürüdüğü zamanlarda nasıl göründüğünü hayal etti. Bir çocuk görmese gülmezdi. Kafası ayaklarında, tanıdığa rast gelse selam veremeyecek şekilde yürürdü. Hoş, bu şehirde beş tanıdığı ya vardı ya yoktu.

‘’İşte, sen de yürüdükçe asıyorsun yüzünü. Zaten yüzleri asıksa çeviririm yolundan. Bilirim derdi vardır. Her derdin de anlatılacak birisi. Daha kolay arkadaş olurum böyleleriyle. ‘’

İçinde hissettiği kıskançlığı bastırmak için, saçma dedi. Öyle şey olur mu hiç. Derdiyle uğraşana bir dert daha olur onu yolundan alıkoyan. Bunu duymasını istese sesli söylerdi.

‘’Haklısın, ama ben yapamam galiba. Doğru dürüst muhabbet bile edemiyorum görüyorsun. Varsa yoksa kendimi anlatıyorum. Şehri ya da kitapları. Spordan, kadından anlamam. Anlasam da ifade edemem. Senin gibi yapamam yani.’’

Daha demin bahsettikleri perdeleri açık binaların bulunduğu sokağa gelmişlerdi. Kafasını yeni örülmüş kaldırım taşlarından kaldırarak evlere baktı. Ne zaman tanımadığı bir sokağa girse böyle yapar her yeri görmek isterdi. Bu sefer daha uzun baktı havaya.

‘’E konuşuyoruz ya işte. Ne spordan bahsediyoruz ne kadından. Konumuz geniş. Senden, benden, insanlardan konuşuyoruz. Bitmez de bu konu. ‘’

Bekledi, tam olarak bilmediği bir nedenden sinirlenmişti.  Yalnız kalmak istiyordu.

‘’Biliyor musun, insanlar susarakta anlaşabilirler. O anı anlatmak değil, yaşamakta birbirine bağlar insanları.’’

‘’Öyle de söyleniyor, ama nedense konuşarak söylüyorlar bunları, değil mi?’’

Durdu. İlk girdiğinde fark etmediği bir kalabalık vardı bu sokakta. Koşmalıydı  arkasından gelen sesleri aldırmadan. Ne ismini çığıran tanıdık sesi ne de çarptığı insanları. Bir kaç küfür bile duyardı belki ama cevap vermezdi. Oysa cevap verse içinde biriken siniri dökecek rahatlayacaktı. Ama saklamalıydı.

‘’Belki de anlamadıklarındandır. Şu sokaktan gideceğiz. Biraz sonra varmış oluruz. ‘’

‘’Nereye gidiyoruz?’’

‘’Cemillerin oraya gideriz dedim. ‘’

‘’Cemil mi, bilmiyor musun sen?’’

‘’Neyi?’’

‘’Cemil gitti oğlum. Çıktı bu şehirden. Memlekete dönmüş diye duydum.’’

Yine o duygu, içinde koşturan ve dinmesi için uzun yıllar uğraştığı. Belli ki başarılı olmak yerine gizlice güçlendirmişti. Ne zaman biri istediği birşeyi yapmışsa yeniden şarkısını mırıldanıyor, davranışlarını değiştiriyordu. Hiç yoktan bunu saklamayı öğrenmişti. Kaldırım taşlarına bakıp yürümeye devam etti. Evler artık ilgisini çekmiyordu.

‘’Veda etmedi benimle?’’

‘’Benimlede etmedi apar topar gitmiş. Alt kattaki kiracısı anlattı bana da. Ne olduğunu bilmiyormuş. Son zamanlarda tedirgindi zaten, diken üstünde gibi.’’

‘’Yine hangi belaya sokmuş kafasını? Akıllanmıyor. Ne olmuş peki biliyor musun?'’

‘’Bilmem, pekte araştırmadım, Cemil’dir dedim yine bulmuştur birilerini. Avukatıyla  olay çıkmıştı hatırladın mı? O zamandır bulaşmıyorum herifin işlerine bizim de başımız belaya giriyor sonra. ‘’

Evine doğru giderken arkadaşını düşündü. Memleketine dönmüş. Sokağın köşesinde kavga eden iki adamın yanından geçti. Uzaktan, kendisine dokunmayacakları mesafeden izledi kavgayı. Memleketine dönmüş. Sevmezdi Cemili, ne de olsa haytanın tekiydi. Konuşurdu, uzun, boş muhabbetler ederdi zaten. Birşey diyecek olsan lafı ağzına tıkardı. Kelimelerin hakkını veremezdi.  Memleketine dönmüş. Ne zamandır buradaydı ki bu herif zaten. Baba yadigarı bu evler derdi, rahatım. Hem yedi kuşaktır buralı, istanbulluyuz biz. Memleketine dönmüş.

(Yorumlanışa göre fantastik olarakta düşünülebilir ama hikayeyi yazarken niyetim gündelik olmasıydı.)

                                                                                                                                      Selman.

9
Kurgu İskelesi / İstasyon İnsanları
« : 29 Nisan 2014, 21:12:24 »
''Sana yaşadığımı kanıtlayabilirim. Ya da öldüğümü. İkincisi daha kolay olur.'' Sigarasını ne zaman bitirdiğini bilmiyordu. Winston paketini açıp dudaklarına bir tane sıkıştırdı. Şu dumanlı olan trenleri izliyordu. Kapkara boyanmış metalin getirdiği korku ve sevinçleri. Tren istasyonda durduğunda sigarasının son küllerini döktü.

''Sana yaşamadığımı kanıtlayabilirim. Ya da ölmediğimi. İlki daha kolay olur.'' İlerledi, omuzlarıyla kendine yol açıyordu. Etrafındakiler kendisini görmemezlikten geliyor gibiydi. Çarptığı insanlar yüzüne bakmadan kenara çekiliyordu. Çok insan var. diye düşündü. Tanıyabileceğimden çok. Ya da kendilerini tanıyacaklarından.

Trenin kendine has sirenleri çaldığında gökyüzüne bakıyordu. Biraz önce indirilen kargonun yanına çökmüştü. Yeni açtığı paketin içinden bir sigara çıkarıp yaktı. İnsanlar çoktan günlük işlerine dönmüştü. Raylara atladı ve paketi aldı. ''İçmemeliyim'' dedi dumanı üflediğinde. ''Yoksa ne yaşadığımı kanıtlayabilirim. Ne de öldüğümü.''

Alıcı: Osman Yapıcı
Duygu türü: Sancı
Adres : Herhangi bir istasyon...

Not: İsim Teoman'ın bir şarkısının adıymış. Yeni öğrendim.

10
Kurgu İskelesi / Oda Numarası; Çıkış
« : 24 Nisan 2014, 23:49:13 »
Küçük,  sade odanın içinde tek kalıyordu. Mimari, tekelleştirmeyi amaçlayan siyaseti güdeli çok olmuştu. Kimin başlattığı ya da kimin uygulamaya koyduğu hatırlanmıyordu. Herkes boyun eğmiş şekilde düzenin içinde sürüp gidiyor, rutinlerini icra etmek için büyük çaba sarf ediyordu. Kimsenin komuta etmediği askeri bir disiplin vardı.  Belli ritimlerle vurulmuş çelik sesleri gibi devam ediyordu.

‘’ İş saatiniz ileriye alınmıştır. ‘’ Mekanik ses kulakları rahatsız edercesine tizdi. Her gün bu sesi duyuyorlar, değişen saatlerini öğreniyorlardı. Yeni işine başlayalı daha iki gün olmamıştı ama işini iyi yapıyordu. Dosya taşıma işi en iyi işlerden birisiydi, her yıl bir kere aynı kişiye gelirdi ve döngüyü baştan başlatırdı. Bu hafta yeni yıla girecekti ve on yılını doldurduğu için terfi alacaktı. Öncesini düşündü. Zamanını en iyi şekilde geçirdiğine inanıyordu.  Şimdi başka, Yurt için daha önemli işleri yürütecekti. Dosyaları taşıyan değil, mührü basan olacaktı.

Odasının kapıasansörüne girip bekledi. Haftanın geri kalanında dosyaların taşınması ona emanet edilmişti. ‘’ Sekiz Numaralı Ofis ‘’ Kadın mı erkek mi olduğu belli olmayan sesi duyduğunda kapı açılıyordu. Kutuya benzeyen çalışma odacıkları salonu küçük küçük bölmüştü. Aralarından geçen insanlar bu noktadan çok az görülüyordu. Hepsinin birşeyler taşıdığı belliydi. İçeri adımını attı ve sağa dönüp ilerlemeye başladı. Bir, iki, üç ve dördüncü adımda sağındaki duvara monteli cihaz konuştu; ‘’Sola Dönüp İlerleyin, Koridor size Emanet Edildi, İlk işleriniz; 6 numaradan 4’e, 8 numaradan 3’e, 3 numaradan 5’e, 9 numaradan 7’ye ve 1 numara’dan Arşiv’e dosya transferleri. Bitirdiğinizde yeni talimatlar yüklenecektir. ‘’ Tiz ses geldiği gibi gittiğinde salondaki hararetli ayak sesleri duyulur olmuştu.

Diğer işleri bitirdiğinde 6 numaralı odadan Arşiv’e doğru yola çıktı. Koridorun sonundaki kapıya geldiğinde durdu. Bu odaya daha önce girmemişti. Arşiv’in kelime manasını bile bilmiyordu ama emir emirdi ve yapması gerekiyordu. Kapıyı açtı ve merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Adımlarıyla ışıklar yanıyordu. İndiğinde bütün Arşiv’in ışığı açılıp dizili raflar aydınlandı.  Elindekinin aynısı dosyalar metalin soğuk yüzeyinde duruyordu. İlerledi ve rafların arasından geçti. Odanın arkasında duvara dayalı masanın üstündeki hoparlör konuştu. ‘’ Dosyaları buraya bırakın ve açın. İçindeki kağıdın üzerinde duran yazıları okuyun. ‘’ Emire itaat ederek dosyayı açtı.  Yazıları okumaya başladı, sesi çatallandıktan sonra normal şekilde okumasını sürdürdü.



''Dosya Numarası 6-1/7-8/5-2

Kimlik Numarası :6/4-5

Numaranızın devir dönemi yaklaşmaktadır. Haftanın kalanında çalışmanız yasaklanmış ve eğitimlere girmeniz uygun görülmüştür. Programımız dahilinde yaşadığınız 30 yılın sonunda sosyolojik çıkarımlarımıza önemli katkılarda bulunduğunuz için teşekkür ediyoruz.

İnsani Yaşam Araştırma Derneği

Mehmet Uzun''



Okuduklarını gördüğünde ne yapacağını bilemedi. Yapması yasaklanan şey hayatını oluşturuyordu. Şimdi ne nereden eğitim alacağını ne de kiminle iletişime geçeceğini biliyordu. Uzun süre öylece bekledikten sonra metalik ses yine konuşmaya başladı. ‘’ Masanın sağındaki kapıdan içeri girin. Yeni talimatlarınız içeride verilecektir. ‘’ Metal sesi duyduğunda vücudu hafiflemiş, rahatlamıştı. Bilmediği bir materyalden yapılma kapıya dokundu. Açılmamıştı. Tekrar dokundu ve yine bir şey olmayınca daha sert şekilde dokundu. Kapı nedense içeri doğru açılmıştı. İçeri girdiğinde tanımadığı bir kokuyla karşılaşmıştı. Ciğeri yandı ve metal ses gelene kadar ayakta durup etrafı inceledi.  Duvara dayalı ekranda görüntüler oynuyordu. Her görüntüye tiz ses yerine daha tok bir ses eşlik ediyordu. Ekranda saçları ve yüz hatları gördüğü insanlara benzemeyen bir yüz belirdi ve hiç duymadığı ince bir sesle oturmasını söyledi.


Kalktığında gördüğü şeylerin etkisiyle kafası karışmıştı. Korkuyordu, ismini yeni öğrendiği bir duyguydu ama hissettiği zamanları hatırladı. Yeni gördüğü bir işe başlaması emredildiğinde, işin rutinine ters düşen bir durum ile karşılaştığında hep bu duygu vardı. Duyguyu da yeni öğrenmişti ve öğrenmeyi de. Yeni doğmuş bir bebek gibiydi ki bunları da yeni öğrenmişti. Kendisine şaşırıyordu, sadece emre itaat ettiği günleri garip bir biçimde sevdiğini anladı. Etrafta dolanıp düşünüyordu. Bundan sonraki yaşamında ne yapacaktı, nasıl yaşayacaktı bilmiyordu. Görünüşe göre iş bulmalıydı ki edindiği bilgilerle iş bulması kolaydı, hatta şirket bir iş bile ayarlamıştı kendisine. Korktuğu şey insanlardı, burada rahattı ve kimseyle doğru düzgün iletişime geçmesi gerekmiyordu. Hatta insanları görmüyordu ama şehirden ayrıldığında onlarla yaşayacak, yiyecek ve ölecekti. Evet ölecekti. Bunca yıldır sonsuz bir şekilde düzende sürükleneceğini hayal ediyordu. Şimdi ise ortalama 60 yıl sonra öleceğini öğrenmişti. İçini bir sıkıntı kapladı, tarif edilmesi zor ve çekip atması imkansız bir sıkıntıydı bu. Odanın duvarları üstüne üstüne geliyordu. Daha önce bu kadar küçük değildi. Terlemişti. Sonunu düşündükçe karamsarlaşıyor, çıkmaz sokakta sıkışıp kalmış gibi oluyordu. Sandalyeye çöktüğünde gördüğü herşeyin sonunu düşünüyordu. Sandalyenin ne zaman parçalarına ayrılacağını, duvarların ne zaman yıkılacağını ve sistemin ne zaman çökeceğini...

Selman

11
Kurgu İskelesi / Döngü
« : 23 Nisan 2014, 14:55:14 »
''Gitti.'' dedi. Sözün ağırlığından mı, yaşlılıktan mı bilemediğim bir ölüm kokusu vardı. Boyaları sökülmüş odanın ortasında, yosun tutmuş sandalyede oturuyordu. ''Sen gelmeden önce...'' Sustu. Kafasını çevirdiği pencereden gökyüzünü izlemeye başladı. Şehri göremediğinden sanırım, önüne döndü. Buruşuk, kemikli elleri dizlerinin üzerindeydi. ''Görüyor musun?'' dedi odanın karanlık köşesinde duran kuru yaprakları göstererek. ''İşte onlar solmadan önce gitti.'' Kelimeler dudaklarını ıslatıyordu. Çiçekler öleli uzun zaman olmuştu.

Önündeki aynayı şehri görecek şekilde ayarladı. Uzun süre izledi. Düşünüyordu, konuştuktan sonra da anlamadım ne düşündüğünü. '' Şu şehrin yıkılmışlığı çöküyor üzerime geceleri, hangi duvarın altında kaldığımı bulamıyorum. Gece kondu duvarı mı bir han duvarı mı, belki bir sarayın mozaikleri... Görüyor musun nasılda yaşıyor insanlar, unutulmuş bir şeylerin eksikliği kaplamış içlerini. Sonsuz bir boşluğu neyle doldurursun çocuk?'' Şaşırmıştım, ilk defa bana bakmıştı, hala unutmam o çukurların içindeki siyah noktaları. Dilim dolandı ve cevap vermemi beklemeden devam etti. '' Senin gibi bir çocuk yaparsın, bir köpek alırsın ya da birkaç eşya. Arkadaşlar, işler ve zamana bırakırsın onca şeyi. Zaman çocuk, yaşıma geldiğinde anlarsın değerini...'' Aynayı düzeltti ve kendine baktı. '' Gitti. Uzun zaman önce. Kurumuş çiçekleri görüyorsun ya onları da sulardı o. Kendisi dikmişti ve burayı bulduğumda beni sandalyeye oturttu. Konuştu bazen ve bazen şarkı söyledi. '' Kafasını aynaya daha fazla yaklaştırdı. '' Ben böyle olmadan önceydi, şu kapıdan çıkarken gördüm. Çok uzağa gitmiş olamaz herhalde, hala ölmedim. '' Gülmüştü, güldüğünü göreceğimi sanmıyordum, o kadar yaşlı biri nasıl güler hayal edememiştim ama güzel gülüyordu; sıcak ve kendine özgü. Yaşlı ayaklarıyla ayağa kalkmaya çalıştı. Elleriyle destek alarak ayaklandı ve bana doğru gelmeye başladı, üzeri deniz ve toprak kokuyordu. Şimdi hatırlıyorum da daha çok topraktı koktuğu. Yanıma geldiğinde yürüyen bir ölü gibi duruyordu ama bilirsiniz, yaşlılığına özgü sevimliliği de vardı.

Çıkarken arkasına bile bakmamıştı. Son söylediklerini hatırlıyorum ama söyleyemem. Öğrenmek istemezsiniz eminim. Bazen şu şehre bakarken keşke diyorum, o gün ne bu odaya girseydim ne de duysaydım o yaşlı adamı. ''Gözleri buğulanmıştı, yanaklarındaki çizgiler bir ağaç gibi yaşını gösteriyordu. Kaç yaşında olduğunu söylemek güç ama, bir ölü gibi duruyordu. Parmakları titriyordu ve ayağa kalktığında az kalsın düşüyordu. Yanımdan geçti, duymamayı tercih edeceğin şeyler dedi ve gitti. Senin olduğun yerde kalakalmıştım.''

12
Bölüm 1


Koridor boyunca uzanan raflar mum ışığıyla aydınlanıyordu. Eskiden olsa buraya ateşin girmesine izin verilmezdi ama şimdi ne yanıp kül olacak kitap ne de buna kızacak yeterince Katip vardı. Ağ tutmuş rafların arasında ilerlerken kitapları hatırladı. Her çeşitten, her türden eser bulunurdu burada. İkinci Feralan derdi hocası, önce birincisini anlatır, ardından burayla benzerliklerini sayardı. Aslında hiçbir benzerlik olmadığını ikisi de biliyordu ama hocaya göre kitap bulunan her yer oraya benzerdi. Nadir bulunan insanlardan biriydi ama çoğu gibi o da ölmüştü.

Birkaç metre aralıklarla raflar kesiliyor, okuma odalarına açılan kapılar beliriyordu.  Açık kapılara dışarıdan bakıldığında içerisi karanlıktı ama odada neler olduğunu biliyordu. İki yana yerleştirilmiş duvarlara dayalı yataklar, şömine, ortada iki sandalye yaslanmış bir masa ve duvarlarda cam korumalarla kapatılmış meşaleler, kalan yerlerde odadakilerin özel kitapları. Uzun zaman önce bunlar vardı ama şimdi nelerin kendini muhafaza edebildiğinden emin değildi. Kitaplar sahipleriyle ya da onların güçleriyle beraber yanıp gitmişti. Şömine en az bir asırdır harlanmamıştı. Oda soğuk, taş yatakların üzeri boştu. Sandalyeler ve masa çoktan kül olmuş olmalıydı. Tek bir şeyden emindi, duvarlar çıkmayan kara bir lekeyle kaplıydı.

Salona açılan kapıya geldiğinde mumu söndürerek mermer yolun üzerine bıraktı. Kapıya yaklaştı ve belli bir ritimle vurdu. Tek tıklatmadan sonra iki saniye bekle ve Bağ’ın ritimlerini vur. İki yana açılan kapıdan sızan ışık düz ve temiz yüzünü ortaya çıkarmıştı. İçerisi genişti, sağlı sollu dizilmiş büyük masalara oturan insanlar muhabbet ediyorlardı. Kaç kişi olduğunu tahmin etmek zordu. Her yer insan doluydu. Toplantının bu denli dolu olmasına şaşırmıştı ama bunu bekliyordu. Odanın sonundaki merdivenlere doğru ilerlerken insanlara çarptı. Kızgınlıkla dönenler kimin çarptığını görünce susup kendileri hatalıymış gibi özür diliyorlardı. İstemeden de olsa konuşmaları duyuyordu. Gerginler. Bu yerin kendisini de gerdiğini itiraf etmeliydi. Yenilerin korkması gereksizdi ama görmüş olanlara hak veriyordu. Damarlarından kıvılcımlar geçiyor gibi hissediyordu.

 Demin girdiği kapıdan gelen bağrışma sesleri ile irkildi. Ne dediklerini tam anlayamıyordu ama kavga ettikleri belliydi. Aldırış etmeden yoluna devam etti ve salonun sonundaki merdivenlerin önünde durdu.  Arkasına baktı, kavga edenler başka yerlere taşınmıştı. İnsanlar hala intizamsız şekilde bekliyorlardı. Salaklar, güç sevdalısı yüzlerce salak. İki sarmal merdiven ortada, salona bakan balkonda birleşiyordu. Merdivenleri ağır adımlarla çıkıyordu. Balkona açılan kapıya ilerledi ve Bağ ritimlerini vurdu. Önceki kapıda vurduğuna benzemiyordu. Kendine has bir tınısı vardı. İçinde gizlediği, sadece sahibinin ve kapının bileceği bir şey.  

Kapı ağır bir hareketle içeri doğru açıldı. Dışarıya nazaran küçük olan odanın ortasında yuvarlak masa duruyordu. Etrafında oturan insanları biri hariç tanıyordu. Masanın başında oturan adam çocukluk arkadaşı ve dostu Kelam, sol tarafında, gözlerinin altı uykusuzluktan mı yoksa içtiği güzelleştiricilerden dolayı mı mor olduğu bilinmeyen Halis duruyordu. İçeri giren Kâtip ona Mor Göz diyordu. Kelam’ın solundaki sandalye boştu ama onun yanındaki sandalyede, daha önce görmediği iri kıyım, yüzünde savaşta edindiği belli yara izleriyle bir zırhlı oturuyordu. Asker olduğu belliydi. Pelerininin üstünde arma yoktu. Şahşahalı zırhının üzeri hala düzdü, yeni dövülmüş gibi duruyordu. Çelik örgülü kollarından biri ağır hareket ediyordu. Sol kolu sakat. İki yanında zümrüt işlemeli hançerler vardı.

 ‘’Hoş geldin kardeşim’’ dedi Kelam ayağa kalkarak. İçeri giren eski dostunu gördüğüne sevinmişti. ‘’Uzun zamandır gözükmüyordun. Bu davete de gelmeyeceğinden korktum. ‘’ Ellerini açarak yürümeye başladı.

‘’Bunun öylesine, sohbet için yapılmış bir toplantı olmadığını varsaydım. Bu zamanlarda toplantılar öylesine olmuyor değil mi? Kim yaparsa yapsın. Hem benim için düzenlenmiş bir yere gelmemem kabalık olurdu. ‘’ Odadakilere bir kez daha baktı. Asker istifini bozmadan eline aldığı tüylü kalemle oyalanıyordu. Yeni haberleri Askere sezdirmeden Kütüphaneciye söylemeliydi.. ‘’Seni görmekte güzel dostum. Keşke ardımdan birkaç mektup yollaya bilseydin. Eski günlerdeki gibi bir buluşma ayarlaya bilirdik belki.’’

Kütüphanecinin yüzü içten gülümsemesiyle genişledi.‘’ Kuşlar buralarda uçamıyor, biliyorsun, ve atlılar da sana yetişemeyecek kadar hantal. Sizi tanıştırmayı unuttum, bu askerde, hm, asker işte bizi koruması için gönderildi. Adı, adı, adın neydi?‘’

‘’Genire, Gece Hançerlerinin kumandanı ve Seçicisi. İsterseniz ismimi aklınızda tutun Kütüphanecimiz. Çok uzun süre beraber olacağımızı ümit ediyorum.’’ Asker sözlerini bitirdiğinde yüzü hala aynı ifadeyi koruyordu. Sert, buz gibi keskin bakışlarla Kâtip’i ve Kütüphaneciyi süzüyordu. Mor Göz’ü önemsemiyor gibiydi. Yüzünü ona çevirdiğinde iğrenerek bakıyordu.

‘’Korunma ihtiyacımızı kendimiz giderebiliriz sanırım, bizi öldürmek için gelenlerin çoğu kılıçsızdı unuttun mu Kelam’’ Kumandan’ı umursamıyordu. Askerlerden hiç haz etmemişti. ‘’Alev’lerin kıvılcımlarıyla verilen mücadeleyi bütün diyar biliyor. Öldürenlerin, devirenlerin kim olduğunu...’’ Bitti denilmişti, zulüm diyardan kovuldu. Onca yaptığımız şeye rağmen bizi hiç sevmediler.

‘’Ah evet ama artık kılıçlı hergeleler de bizimle uğraşıyor. Salondaki insanlar daha fazla olmalıydı. Üçte birinden haber alınamıyor. Zaten zayıf olan Bağ’ları da artık hissedilmiyor. İzleri yok oldu ve bunu bu zamanda kılıçlılardan başka kim yapar bilmiyorum.’’ Gözleri bir an hüzünlü gibi gözüktü. Toparlayarak arkadaşına sarıldı. Kimsenin duymayacağına emin olduğu bir tonda konuşuyordu.‘’ Akşam Evhae’nin okuma odasına gel. Takip edilmediğinden veya görülmediğinden emin ol.’’  Sarılmayı kestiklerinde birbirlerine sevecen gülümsemelerle karşılık verdiler..

Kumandan’a geri baktığında diğerlerinin nerede olduğunu merak etti. ‘’ Geri kalanlarınız nerede küçüğüm?’’diye sordu Kâtip, gözleri sorgulamaktan çok inceliyor gibiydi

Kumandan sesini düzeltmek için öksürdü. ‘’Aranızdalar Katîp, salonun içinde, görmediniz mi?’’ Katîp bağrışanları hatırladı, onları ayıran adamları da.

‘’ Gördüm ve umarım sizi daha fazla yormamız gerekmez. Mor Göz sen nasılsın?’’
Kafasını ağırca kaldıran Halis gözlerini odada gezdirdi. Yüzündeki ifadesizlik insanı korkutuyordu. Seri bir şekilde masaya ritmik darbeler vurdu. Uzun zamandır konuşmuyor, müzik ve seslerle iletişim kuruyordu ama anlattıklarını sadece Kâtip anlıyordu. Ezgi bittiğinde zayıf yüzüne yakışmayan bir şekilde güldü.

‘’ Evet.’’ Dedi Kâtip kahkahalarının arasında. ‘’ Ben de yapmak isterdim.’’


Merdivenler sonsuza dek iniyormuş gibiydi. Kaç dakikadır aşağı doğru yol aldığını bilmiyordu. Küf kokan duvarların kokusu burnunu sızlatıyor, zaten boğuk olan havayı daha da katlanılmaz hale getiriyordu. Meşaleyi aşağıya tuttuğunda odayı gördü. Sürgülenmiş kapısının önündeki merdiven kapı büyüklüğündeydi. İçeri girmek için kapıyı çaldı. Çoğu kişi buraya inmeye korkuyordu, İsimsizler’in öldürdüğü her ruhun buraya musallat olduğu inancı vardı. Ölülerin kayıt odalarına bu merdivenlerden iniliyordu. Halk buraya İsim Mezarlığı diyordu.

Kapıyı birkaç kere daha tıklattıktan sonra içeriden sürgü sesleri geldi. Kapı açıldığında arkasındaki Kelam’ın yüzü gözüküyordu. Buraya karşı derin bir saygısı vardı. Vakarlı bir şekilde Kâtip’i içeri çağırıp kapıyı kapadı. Sıcaktan terlemiş, içeriyi küf ve ter kokusuyla kaplamıştı.

‘’ Gel, geç otur.’’Dedi sandalyelerden birini uzatarak, kendi yerine geçerken hararetle konuşmaya başladı. ‘’ Geldiğin için seviniyorum. Gittiğin günden beri seni arıyordum. Diyar’a gönderdiğim kuşlar ve casuslar seni bulamadı.’’

‘’ Bulunmamak için elimden geleni yaptım. Araştırmam için zamana ve yalnızlığa ihtiyacım vardı. Sessiz olmalıydım ve bir o kadar dikkatli. Gittiğim yerleri bilseydin bana saygın artardı Kelam, hem de çok. ‘’ Oturduğu yerde kımıldandı. Yüzüne muzipçe bir gülümseme yerleşmişti.

‘’ Bunları duymak istemiyorum, sana saygım yeterince var ve kölen olmak istemiyorum. ‘’ Ayağa kalkarak küçük odada dolanmaya başladı. ‘’Alev’lerin kıvılcımından beri bizi takip ediyorlar, yanımıza şu Gece Hançerlerini verdiler şimdide. Parayla çalışan bir grup casus bizi idare etmek için tutuldu. Ah eski günleri özlüyorum. Duvarların canlılığını, kitapları, İsimleri ve Bağ’ları. Üstteki Kumandan, hiç bir halta yaramıyor aslında. Bizi ellerinde tutmak istiyorlar. Bilmediğimi, anlamadığımı sanıyorlar ama peh, yüzlerine tüküreyim ki tekrar güçlenmemizden korkuyorlar. İsimlerinin bu odalarda anılmasından. ‘’

‘’Sakin ol. Sen Kütüphanecisin unuttun mu? Dirayetini koruman gerekiyor. Diğer işlere ben bakıyorum. Yarın sen, ben ve Mor Göz salondaki İsimsizlerden birini seçeceğiz. Bağ’ı tam olarak kurmayacağım, ama İsimsiz birşeyler hissetmeli ki gerçekçi olabilsin. Bu yüzden kendini küçük düşürecek kadar gösteri yapmasına izin vereceğim. Hala güçsüz olduğumuzu sanacaklar. Peşimizi bırakmayacaklar ama üstümüze çok fazla gelmeyecekler. Salonlarda bir ordu dolaşacağını küçük bir bölük olacak.‘’

‘’Bağ’ı kurmayacaksan bu toplantının ne anlamı var Sedarn. Son bağın bozulduğunda yüz sene beklemek zorunda kaldın. Bunun tamı veya yarımı yok biliyorsun. ‘’ Yüzünde biriken damlalar aşağıya doğru kayıyordu.

‘’Gücümü hafife alıyorsun Kelam, yüz sene uzun bir süre  ve gücüm elimdeyken daha derinlerine indim. Kullanamıyorum, bu muhal ancak Bağ’ın Öz’ü kullanabilecek. Geriye sadece onu bulmak kaldı. Salondakileri gördüm, hepsi güç için gelmiş. İçlerinden biri bile aradığımız kişinin yanından geçmez.‘’ Sakince oturuyor odanın içinde ileri geri dolanan Kelam’ı izliyordu.

 ‘’ Senin işine karışmıyorum Sedarn, her zaman anlamadığım işler yapıyorsun ama Öz’ü nerede bulacağını biliyor musun? ‘’   

‘’ Hayır ama tahmin ediyorum. Diyar’da dedikodular dolaşıyor. Doğu’da Derûn’a dair kehanetler dolanıyor. Oradan başlayacağım.  Derûn’un doğacağı yerden.’’

Şaşkınlıkla olduğu yerde kaldı. Ayaklarını kımıldatamıyordu. Kâtip, Kelâm’ın içindeki korkuyu hissedebiliyordu. Kendisinin de korkması gerekiyordu ama şu an için metanetli davranmalıydı. Yeterince sorunları vardı ve bu sorun biraz daha bekleyebilirdi; doğana kadar.

 ‘’ Hiç derdimiz yokmuş gibi Derûn kehaneti çıktı. Ya bizim tarafımızda olmazsa ne olacak. Kendi doğrularıyla hareket ederler biliyorsun. Ve bizim doğrularımızı benimsemezse karşımızda durur, diyarda bizi iyi anmıyorlar kardeşim. ‘’

‘’ Derûn’un doğmasına çok var. Şu an ki derdimiz Gece Hançerleri, ve dediklerimi uygularsak o sorunda tehlike arz etmeyecek. ’’
 
Odanın içinde dolanıp duran Kelam, taş yatağa oturdu. Düşüncelerini toparlamaya, planı kafasında tamamlamaya çalışıyordu. Sedarn yapabilir miydi bilmiyordu ama ona güveni tamdı, ya da şimdiye kadar öyle olmuştu. Tereddütleri kafasını karıştırıyordu. ‘’ Tamam, yapacağız. Sen yapabilirim diyorsan biz de senin ardından geleceğiz. Halis için farketmez zaten, ne istiyorsak yapar. ‘’

‘’ O zaman yarın İsimsizlerden biriyle Bağ kuracağım. Küçük, kötü geçen bir gösteriden sonra herkes dağılırken sıvışacağız. İsimsiz ve Mor Göz de benimle gelecek.Atların ve yollukların hazır olmasını sağla. Buradan çıkma vakti geldi. Yüz yıllık sabrımızın karşılığını alacağız. Alevler göçüp gitti ve kıvılcımların son ezgileri çalındı. Diyar bizim dönüşümüzü bekliyor, içindekiler istemese bile. ‘’

13
Kraliyet Meydanı / Vahşi Kartlar / Takaslık
« : 30 Mart 2014, 16:44:41 »
Vahşi Kartlar (Editör: G.R.R Martin) kitabını takas etmek istiyorum.

Durumu: 5/5 Son Sözü ve ilk 40 sayfası okunmuştur. Paralel Dünya Kurgularını sevmediğimi öğreten kitaptır. :)

Takas önceliği olan kitaplar;

Mülksüzler
Tanzimattan Günümüze Türk Öykü Antolojisi

14
Kurgu İskelesi / Köyün Delisi
« : 15 Mart 2014, 00:16:10 »
‘’Bu köyün delisi benim!’’ dedi. Gözleri kanlanmıştı. Damarların çizdiği yol haritayı andırıyordu. Elindeki çomağını karşısındaki herifin münasip bir yerine monte etmemek için kendini zor tutuyordu. Ormanın ortasında nereden bulmuştu bu nefesi kokan, pespaye tipli herifi. ‘’ve bu orman da benim, anladın mı? Şimdi çık buradan!’’ İçinde giderek büyüyen öfkeyi dizginlemeye çalışırken alnından terler akıyordu. Sımsıkı tuttuğu çomağıyla toprağı eşeliyor, yaprakların çıkardığı hışırtılar yabancının kelimelerini yutuyordu. Çomağın ezdiği otlardan havaya keskin bir koku yayılıyordu.

‘’Evet, her köyün tek delisi olur. Nasıl delirdiğimi bilmiyorum ama deliyim işte, insanlar öyle diyor. Belki geçmişimi hatırlamadığımdandır. Uzun zamandır deliyim, nedenliğini bilmiyorum.’’ Biraz olsun sakinleştiğinde çomağını yere sürerek ormanın derinlerine doğru ilerlemeye başladı. ‘’ Gel, dolaşalım. Belki aklıma gelir.’’ Güneş tam tepedeyken ormanın ortasındaki göle varmıştı. Kıyıya geldiğinde paçalarını sıyırarak ayaklarını suya soktu. Çomağını geldiği yol boyunca çizdiği çizgiden ayırıp yanına koydu. Yüzüne vurduğu su sinirinden iz bırakmamıştı. ‘’ Hatırlamıyorum’’ dedi gölün karşı kıyısına bakarak. ‘’ Ne zamandır böyleyim bilmiyorum. Ama aptal değilim. Delilikle aptallık ayrı şeyler. Pek kimse bilmez. Mesela bu benim delisi olduğum köyün ağası aptaldır. Ne insandan anlar, ne yaşamdan. Ben bilirim bu ikisini, ölmeyi bilirim. Hiç ölmedim ama ara sıra mezarlıkta yatarım. Bekçi Kemal Ağabeyde arkadaşımdır. O yüzden rahatım, sohbet ederiz uzun kış gecelerinde. İçini ısıtıyormuşum öyle diyor. Bir dostla çay içip şafağı izlemek güzelmiş. Çayı şekersiz içerim bu arada. Prensipliyim anlayacağın, bunu da Kemal ağabeyden öğrendim.  O da şekersiz içer. ‘’ Heybesinden çıkardığı matarasını göle daldırdı. ‘’ Susadın mı? Çay dedim, susamışsındır sen şimdi. Ama maalesef bunu sana veremem. Göl gizemlidir. İçersen ölürsün, hem ayaklarımı da soktum. Geçen yaz muhtarın oğlu bu göle girdiği için öldü. Geldiğimde suyun üzerinde öylece sürükleniyordu. Gördüğüm gibi atladım suya, çocuğu kıyıya çektim. Arkadaşları öylece baktı arkamdan. Nefeslerini kestim hepsinin. Artık eskisi kadar uğraşmıyorlar benimle.  Gece Kemal ağabeyle mezarına gittik. Ağladım o gün.  Omzuma dokundu Kemal ağabey, yapma oğlum dedi, hepimiz öleceğiz hem. Ne olmuş erken öldüyse. Sonunda oraya gideceğiz. Nereye gideceğiz dediğimde durdu, uzunca baktı mezarlığa. Boş ver sen dedi. Seni pek ilgilendirmiyor bu konular. Sen sorumlu değilsin. Biliyor musun, Kemal ağabey ara sıra benim gibi olmak istediğini söyledi, daha kolaymış. Belki öyledir, deli olmadığım bir zamanı hatırlamıyorum.’’ Suda dalgalanan yüzüne bakıp durdu. Başını kaldırıp güldü. ‘’Hadi kalk, geç olduğunda buralar pek güvenli olmuyor. Köye dönelim de sen kimsin bir öğrenelim. Hem işimi bitirmem lazım gece çökmeden. ‘’

Meşe ağaçlarının arasından çıktığında matarasındaki su bitmişti. Ormanda, öğle vakti çizdiği çizgi ay ışığında gümüş gibi parlıyordu. Garip bir şekilde, kelimeler, uzun zaman önce unutulmuş kelimelere benziyorlardı. Okumayı bilenlerin çoktan öldüğü, karanlık gecenin habis güçlerini engelleyen kelimelere…

Selman

15
Kurgu İskelesi / Misafir Odası
« : 13 Ocak 2014, 23:45:23 »
Saatin geceye varıldığını anlatan sesi odayı dolduruyor, eskimiş eşyaların üzerinde dolaşıyordu. Titreşimler dal desenli duvar kağıtlarına çarpıp geri gelerek gecenin getirdiği sakinliğin izlerini yok ediyordu.

Kapıdan girildiğinde sağ tarafta, orta uzunluktaki yemek masası vardı. El işlemesi örtüyle sarılı duran masa taşıdığı vazonun solup dökülmüş çiçekleriyle kaplıydı. Tahta sandalyeler masaya dayanmış, uzun zamandır gelmeyen misafirlerini bekliyorlardı. Duvara paralel olan masanın arkasında vitrin duruyordu. Çiçek desenli dantellerin üzerindeki bardaklar en az elli senelik var gibiydi.

Dikdörtgen oda diğer apartman dairelerine göre büyük bile sayılırdı. Koltuklar düzgün biçimde yerleştirilmesine rağmen odayı boğuyorlardı. Üzeri çizgili desenlerle kaplı, eskilerden kalma koltuklardı bunlar. Üçlü olan, vitrinin yanında duvara yaslıydı. İkili kapının karşısında, üçlünün sağındaydı. Arkasındaki camı kaplayan perdeyi bozmamak için biraz ilerde duruyordu. Perdeler dedenizi ziyarete gittiğiniz zamankilerle birebir aynıydı. İçeri aldıkları ışık odayı ancak eşyaların yerlerini gösterecek kadar aydınlatıyordu. Balkona açılan kapının önünde, salona çapraz şekilde bakan tekli koltuk vardı. Diğerlerinden ayrı olarak, balkondan sızan, sokak lambasının yaydığı ışıkla tek kolu daha fazla gözüküyordu. Tozların uçuşu eşliğinde, yemek masasının ayağına kadar ilerliyordu. Ortada odanın büyüklüğünün katkısıyla yetişmek için kalkmanın gerektiği sehpa duruyordu. Halı iyice incelmiş yerle bütünleşmişti.

İçerisi ağır küf kokuyordu. Biraz daha derin nefes aldığınızda ciğerinize elma kokusu doluyor, boğazınıza yapışıyordu. Daha fazla nefes alma ihtiyacı duyuyordunuz, aldıkça oksijen yerine çoğunlukla nereden geldiği bilinmeyen, görülmeyen bir dumanı çekiyormuş hissine kapılıyordunuz.

Saatin sesi durduğunda odaya doğru ilerleyen ayak sesleri duyulur olmuştu. Dört beş adım sonra sesler kesildiğinde çocuk aralık kapının önündeydi.  İçeri ne ışık ne de oturma odasından gelen bağırma sesleri giriyordu. Holün lambası yanmıyordu.  ‘’Bozulacak zamanı buldu.’’ Dedi çocuk daha bilmediği küfürlerin yerine. '' Şu odaya da niye lamba takmıyorlar ki.'' Kapıyı temkinli şekilde itip yarısına kadar açtı. Daha iyi görmeyi umarcasına kıstığı gözlerini odada gezdirdi. Korkuyordu. Kafası zar zor yetiştiği kapıya uzanan koluna dayanmıştı. Elini siper olarak düşünüyordu. Şu pislik odanın ne zaman önünden geçse bakmamaya çalışırdı. Arada annesi vitrinden bardak istediğinde hızla girip çıkar, çoğu zaman korkudan açık unuturdu.  Odanın garip bir havası vardı, içinizi ürperten, bu zamana ait değilmiş gibi duran eskimiş bir hava.  Evin parçası yerine, başlı başına bir ev gibi. Ne de olsa açık unuttuğu vitrin kapağını her döndüğünde kapalı buluyordu. Bir nedeni olmalıydı ve kendi ürettiği nedenler gayet korkunçtu. İlk birkaç seferde sorun olmamıştı, unuttuğuna kendini inandırmıştı. Ama son günlerde bu aklını kurcalıyordu. Annesi veya babası söylediklerini kaçamak cevaplarla geçiştirmiş, dikkate almamıştı. O’da  toplayabildiği tüm cesaret kırıntılarını toplayıp buraya korkusuyla yüzleşmeye gelmişti. Göz atmayı bitirdiğinde kırıntılar dağılıyor gibiydi. Dağılmadan içeri girmeliydi, bir adım, midesinde bir ağrı hissetmeye başladı, giderek vücuduna yayılıyordu. ‘’Korku kalpte olmaz mıydı?.’’ İkinci adım; aldığı nefesle duyduğu koku boğazına yapıştı. ‘’Elma’’ Üçüncü adım; yemek masasının ilerisinde durmuş etrafına bakıyordu. Bir gariplik vardı. Dikkatini toplayıp etrafı gözledi. Ne masa, ne sehpa ne de diğer eşyaların yeri değişikti. Ama gariplik hala aklının ve odanın bir köşesinde duruyordu. Gözlerini kısılı vaziyette farkı bulmaya çalıştı. Odanın köşesine sokak lambasının eskiden süzüldüğü yere baktı. Balkonda ışığı engelleyen bir şey, kapıdan rahatça girmekte olan bir siluet vardı. Kapı diye düşündü çocuk, her zaman kilitlidir.  Ne yapacağını bilemiyordu, babası ve annesi salonda birbirlerine bağırmakla meşguldü. ‘’Bu kim?’’ Midesinde ağrı şiddetleniyor, hissettiği korkuyla hareket edemiyordu. Bu her kimse saklanmalıydı.  Zaten küçük olan ayakları korkudan ağırlaşan vücudunu taşıyamıyordu, kalbi fırlayacak gibi atmaya başlamıştı. Hareket edemiyordu.

Siluet balkondan içeri girdi, çocuğun önünden yavaşça geçip tekli koltuğa oturdu.  Ellerini koltuğun kollarına dayadı. Balkondan gelen ışıkla aydınlanması gereken elleri hala kapkaran ve duman yayıyordu. Derinden, belli belirsiz bir sesle, hiç görmediği birine sesleniyordu; ‘’Misafirimiz var...’’

Sayfa: [1] 2