(Normalde Aylık Öykü Seçkisi'ne yollayacaktım ancak Maden temasının seçilmesinin sebeplerine uymadığı için buradan yayınlamaya karar verdim.)
Kayıp Eşya Dükkanı
''Olmaz!'' diye bağırdı. Sesi apartman boşluğunda yankılanırken evine varmasına altmış basamak kalmıştı. Hızlıca ilerliyor, telefondaki adamın sinir bozan sesini dinliyordu. '' Çocuklar öldü, kabullen artık. Kaç yıl geçti üstünden.'' yine bağırmıştı. Sustu, adamı dinledi. Kafası telefondan ve loş, yeni yağmış yağmurun ıslaklığını taşıyan apartmandan uzak, boşlukta öylece geriye doğru savruluyordu. Anılar birbiri üstüne gelirken adamın sesi kesildi. Anılar dağıldı. Sakinlemiş, kaç basamak kaldığını unutmuştu. Yılların getirdiği alışkanlıkla hareket ediyordu. Uzun sessizlikten sonra kısık ve ağırlığını bütünüyle hissettiği bir tonla konuştu. ''Bir daha aramamanı istiyorum.Elli defa söylediğim gibi...''
Kapıya geldiğinde telefonu kapamış anahtarını arıyordu. Çantasının içi karmakarışık olsa da anahtarı her zaman koyduğu yerdeydi. Elleri biraz önceki konuşma yüzünden titriyordu. Bir türlü denk getiremediği deliğe bir kaç küfür ettikten sonra durdu. Uzun süre öylece bekledi. Ağlamaya başlamıştı. Yere çömelerek ellerini dizlerinde kavuşturdu. Makyajı yüzünden kayıp gitmişti. Bilmiyordu ama makyajı böyleyken daha güzel oluyordu. Çoğu kişi bilmezdi bunu, yağmur yüzlerindeki boyayı söküp ataken, kendilerini saklamaya çalışırlardı.
Bir vakit, güneşin yerini aya bırakacağı uzunlukta bir vakitten sonra içeri girmeye karar verdi. Camda bir resimmiş gibi duran ay görülüyordu. Yaydığı ışık sadece camın yeni yapılmış olduğunu hatırladığı çerçeveleri aydınlatıyordu. Tahtadan çerçeveler pekte yeni gibi değildi ama önemsemedi. Yorgundu. Hantalca ışığın otomatını aradı. Duvarın soğukluğunu ilk defa fark etti. Şimdi yorguluğun üstüne üşüme de eklenmişti. Bir an önce eve girip dinlenme isteğiyle duvarı daha hızla yokladı. Kapıyı bulup elinde olan anahtarla açtı. Adım atacakken az kalsın düşüyordu. Dengesini sağlayabilmek için duvara tutundu. Dairesinin olması gereken yerde bir boşluk vardı. Sokağın kızıl mavi ışıkları kadının yüzüne zar zor ulaşıyordu. Ağlamamak için kendini zor tuttu. Ağlasa ne olacaktı. Her nasıl olduysa olan olmuş, evi bütünüyle gitmişti. Dışarıdan nasılda fark etmemişti. Lanet telefon yüzünden olmalıydı. Aşağı indi, komşuları çoktan apartmanı terk etmiş kendilerine kalacak yer bulmuş olmalıydılar. Neden bunları düşünüyorum diye sordu kendine, birinin dairesi kaybolduğunda ne düşünür bilmiyordu. Şaşkındı ama şaşırmaktan başka ne yapabilirdi. En iyisinin polisi aramak olduğuna karar vererek telefonuna uzandı. Çekmiyordu. Ne zaman işi düşse böyle yapardı bu meret. Sigarasını bulup bir tane yakmaya karar verdi. Canının sıkkınlığını boşlukta kaybolup giden dumanlara üfleyecekti. Çocukları öldüğünde başlamıştı sigaraya. Gidip sokakların griliğini içine çekmiş, büfeye uğrayıp eskiden babasının içtiği o eski kokulu paketten almıştı. Bütün griliğini o dumanlar sayesinde kusuyordu şehrin yüzüne. Trafik, ışıklar, sesler hepsi kayboluyordu. Şimdi de böyle yapmalıydı, aşağı, sokağa inip apartmana baktı. Kimsenin ışığı yanmıyordu. Evinin yokluğunda oluşan boşluk oradaydı. Bina o ev hariç sağlam duruyordu. Garipsedi, yürüdü, en yakın polis merkezine gidecekti. Böyle bir olayın duyulmuş olmasını umuyordu. Etrafına baktığında sokakların boş olduğunu fark etti. Evine giderken şimdikinin aksine sokak boyunca uzanmış apartmanların ışıkları yanıyor insanların tek düze varlığına işaret ediyorlardı. Biraz daha temkinli yürümeye başladı. Belli ki birşeyler olmuş veya oluyordu. Herkesin, birden şehri terk etmesi pekte olağan değildi. Polisler dedi onlar birşeyler biliyordur.
Sigarası bittiğinde polis karakolunun olduğu sokağa gelmişti. Omuzları ağrıyordu. Çantası taşıdıkça ağırlaşıyor kendisine yük oluyordu. İlerledi polis karakoluna gitmeli herşeyi bir çözüme kavuşturmalıydı. Aslında kirada oturuyordu, eşyalar ev sahibinindi ama benimsemişti. Alışkanlık olmuştu o ev. Hem şehrin bu ıssızlığını da merak ediyordu. Bir savaş mı çıkmıştı yoksa bir fırtına mı gelecekti bilmiyordu. Buralarda o fırtınalardan pek olmazdı, savaş desen bu üşengeç insanlara göre değildi. Aslında kendisi için uzun zamandır ne olduğu önemli değildi. İsterse uzaylılar dünyayı istila etsin. Fark etmezdi. Yürüdü, gökyüzü açıktı demek ki bir fırtına gelmeyecekti, uzaylılarda pek olası gözükmediğine göre tahminleri gerçekleşmeyecekti. Polis karakolunun kapısına geldi, ışıklar yanmıyordu. Kapalı. Yerden bir taş alıp cama doğru savurdu. Pencereyi temizleyip içeri girdi. Birşeyler bulma umuduyla bilgisayarlara doğru yöneldi, kayıtlara bakacaktı. Açmaya çalıştığı bilgisayar açılmayınca, ışıkları yakamayınca ve dahili telefonun çalışmadığını görünce elektriklerin gittiği anladı. Aralık kapının ardında, koridorun çaprazındaki camdan sokağa baktı. Lambalar hala yolları kırmızı mavi ışıklarıyla aydınlatıyordu. İlerde, kaldırımlar değişmiş, küçük, yuvarlak taşların oluşturduğu bir hale bürünmüştü. Bazı taşların rengi farklıydı ve bir desen oluşturarak sürüp gidiyordu. Gözleri zar zor seçebildiği bu desenleri takip eden kadın, kaldırım ardında, incelikle işlenmiş oyma tahtaların oluşturduğu, içinden sarı, sıcak bir ışık saçan evi gördü. Ev mi değil mi bilmiyordu, tabelaya benzeyen bir direk önünde uzanıyor, rüzgarla beraber sallanıyordu. Mistik bir şarkının mırıldanışını andıran gıcırtılar buraya kadar geliyordu.
Binanın yanına vardığında bu sallananın bir tabela olduğunu gördü. Biraz önceki uzun binalar gitmişti. Samimi, garip şekilde ürkütücü küçük evler sırasıyla sokağı hatta mahalleyi dolduruyordu. Canı sıkıldı, yorgunluk gitgide daha fazla hissedilir oluyordu. Artık her şeyi boş vermişti, büyük ihtimal deliriyordu. Sığınacak yeri kalmayan beyni, kendisine böyle, seveceğini bildiği hayallerden oluşan bir sığınak inşa ediyordu. Çoğunlukla böyle olurdu. Aşkın dayanağa muhtaç insanın buna inatla karşı çıkışından sonra oluşan halüsinasyonlar kendi aşkınlığını yaratmaya çalışmanın göstergesiydi. Çoğu buna dayanarak hayatlarını belli bir süre idare edebilse de bir zaman sonra kendi zekalarının acziyetiyle tekrar dünyaya dönüp yeni şeyler keşfedebilmeyi arzuluyorlardı. Ancak bu dönmek istedikleri dünyanın kendi kafalarında zaman geçirdikleri dünyadan daha yapay ve ikircikli olduğunu görüyor, gittikçe münzevileşen bir yaşam sürüyorlardı. Dünyayı böyle yapan insanlardı onlara göre ve dünya bu insanlardan arınamıyorsa bir insandan arınması daha uygundu. Düşüncelerinin vardığı noktada ölmekten başka çare bulamıyorlar ve intihar ediyorlardı. Saçmaydı, tek bir inkarla zevk derecesine varan bir kibir ve ardından gelen varoluş sancısı. Kendisine de böyle olacaksa bundan haz duymaya çalışacaktı. Etrafa boş boş bakarken delirmesinin tahlini yapmıştı. Şimdi düşüncelerinden sıyrılmış vaziyette bu önünde duran tabeladaki yazıyı okuyordu;
''Kayıp Eşyalar Dükkanı.''. Altında küçük yazılarla notlar düşülmüştü;
''Kayıp ettikleriniz, kayıp edilenler,kayıplar ve herşey burada. Unutmayın dünyada kaybedilmeyen şey henüz bulunamamıştır. '' İçeriden gelen sıcak çikolata kokusu bu pespaye İstanbul sokağına yabancıydı. Hoş, bu yuvarlak taşlı kaldırımlar Oz filminden kaçmış gibi duruyor, insanın nerede olduğuna dair şüpheye düşmesine neden oluyordu. İlerledi, yürüken çatırdayan taşlar dikkatini dağıtıyordu. İçeride ne olduğuna, nasıl bu hale geldiğine veya nelerle karşılaşacığına dair bir fikri yoktu. Etrafındakilerin kendi hayal ürünü olduğunu biliyor, ancak sonunu bilmediği rüyalardaki ilgiyle devam ediyordu. Koku keskinleşmişti, ağzına çikolata tadı geliyordu. Tahta, üstteki yarısında cam ve camın üstünde desenler bulunan kapıyı açtı. Gelen müşteriyi haber veren çan kapının çarpmasıyla çınladı. İçerisi eski, büyük bir kütüphaneyi andırıyor olsa da farklıydı Bu fark bariz şekilde fark ediliyordu ama tam olarak nerede olduğu belli değildi. Kitaplar vardı, aralara serpiştirilmiş alakasız eşyalar masalarda veya vitrinlerde duruyor, arkalardaki içerisi şeffaf, yoğun sıvılarla kaplı şişelerin görülmesini zorlaştırıyorlardı. Sağlı sollu masaların arasında ince işçilikle yapılmış havuz çeşmesi vardı. Sular gümüşi renkte sonsuza dek sürecek bir döngüyle akıyordu. Elini havuzun gümüşi sularına değdirmek istedi. Civa mı su mu emin olamıyordu. Ama bu istek derinlerden ve karşı konulamaz şekildeydi. Havuzun yanına geldiğinde elini hafifçe suya soktu. İrkildi. Gümüşi renk havuzun dibini gösterecek kadar saydamlaşmıştı. Elini hissetmiyor sanki orada doğduğundan beri bir boşluk varmış gibi geliyordu. Daldırdıkça eli sanki yokmuşçasına gözükmüyordu. Şaşkınlıktan sıyrılarak elini çekti. Birilerini arayarak etrafına baktı. Tezgaha doğru gitti, kapı çanının çalışından beri kimse gelmemişti. Demek ki boştu ama bir daha denemekten zarar gelmezdi. Tezgahın üstündeki zile basarak bekledi. Bir kere daha ve yine kimse yoktu. Orada öylece boş beklerken çikolata kokusunun kesildiğini fark etti. Ne zamandır duymuyordu, veya duymuş muydu? Etrafta çikolataya dair herhangi bir işaret yoktu. Bir kere daha zili çaldı ve kitaplara doğru ilerledi. Eski ciltli kitapların üzerinlerindeki yazılar silikleşmiş, zar zor okunur hale gelmişti. Al... H.r.....r D.....n.a, K...p G..m.ş, D.n'. B.lm. Y.n..e.l.r.i vb. şekilde silinmiş, hatta hiç okunmayan kitaplarla doluydu. Dökülecek diye içlerini açmaya korkuyordu. İleride rafların sonuna doğru cildinde hiçbir çizik olmayan, sanki yeni basılmış gibi duran bir kitap bütün göz alıcılığıyla köşeye sinmişti. Yaklaştı, solak olmasına rağmen demin suya soktuğu sağ elini uzatarak (sol elini birşey olur korkusuyla sokmamıştı.) kitabı aldı. ''Kayıp Eşya Madenciliği''
- Hoş geldiniz Hanımefendi nasıl yardımcı olabilirim?
Eli bir anlık korkuyla gevşedi, kitap yere düşerken daha da irkilerek dondu. Adam yere düşmüş kitabı almak için yaklaşırken, kadının eli göğsünü yerinde tutmaya çalışıyor gibi kalbinin üzerindeydi.
-Beni korkuttunuz. Az kalsın ölüyordum ya hu, biraz insaf, biraz dikkat.
Önce yerden aldığı kitaba sonra uzun uzun kadına baktı. İnsanın içini okuyabilecek derinlikte bakışlardı bunlar.
-Neye bakıyorsunuz öyle?
-Hiç öyle dalmışım, siz neye bakıyorsunuz?
-Buraya, insanlar nerede? Yani dışarıdaki sokakta kimse kalmamış.
-Bilmem, sokağa çıkmıyorum ben. Dışarıda neler olup bittiğini bilmiyorum. Ne olmuş?
-Sokaklar boş, telefonlar çekmiyor, elektrikler burası hariç yok, insanlar gitmiş. Nereye gittiklerini gördünüz mü? Camdan da olsa dışarıyı izliyorsunuzdur herhalde?
-Pek sayılmaz, aslında camlarım arada sırada bu kadar net görür dışarıyı. Kimim demiştiniz?
- Boş verin benim kim olduğumu, önemli biri değilim, her günü aynı monotonlukta geçen sıradan bir İstanbul insanı. Arada iki kaza atlatırım. Ya da bir kavgaya şahit olurum. Bir iki akşam arkadaşlarımla dışarı çıkarım. Bunları neden anlatıyorum bilmiyorum. Siz kimim demiştiniz? Hatırlıyorum da burada ne size ne de garip taşlı yolu olan bu dükkana rastladım. Aslında evimin kaybolmasını da ilk defa yaşıyorum. Aslına bakarsanız ne sizin ne de burasının gerçek olduğunu düşünüyorum. Büyük olasılıkla bir uykudayım, ya da bir yerlerde baygın olarak yatıyorum. Bu kadar şeyin aynı anda ve bu gariplikte başıma gelmesi başka türlü açıklanamaz. Bir fikrim daha var ama bunu kabul etmek istemiyorum doğrusu. Belki delirmişimdir. Benim durumumdaki bir insan için pek zor değil bu.
Konuşurken dükkanı geziyordu. Rafları, masaları, düzgünce sıralanmış dosyaları inceliyor etrafını tanımaya ve önceden nerede gördüğüne dair tespitlerde bulunmaya çalışıyordu. Ama gördüğü şeyler o kadar derinlikte olmalıydı ki ne bunları bu şekilde hatırlıyor ne de bir tanıdıklık hissi duyuyordu. Adam arkasında, aynı dikkat ve hareketlerle dükkanını inceliyordu. Sanki neyine şaşırdığını öğrenmeye çabalıyor gibi bir hali vardı ve bu onu bilmiş bir havaya sokuyordu.Güldü, içten, samimi bir tebessümü vardı.
- Buralısınız yani? Bu mahallede yaşıyorsunuz? Peki insanlar nasıl, gördükleri şeyleri es geçmeye meraklılar mı hala?
Kadın insanları düşündü. Mahallelinin ne yaptığını tam olarak bilmiyordu. Sabahları işine gitmek için çıkıyor, akşamları eve yorgun dönünce kimseyle muhattap olmuyordu. Aslında evin deniz manzarasını kira fiyatı olmasa fark etmeyecekti bile. Çocukların gidişinden beri dikkat etmiyordu böyle şeylere. Sahi çocuklar şimdi neredeydi?
- Evet. Galiba ben de öyleyim. Affedersiniz çocuklarımı gördünüz mü? Biri 9, biri 14 yaşında. Kızıl saçları var ikisininde, ateş gibi. Görmüşseniz kesin hatırlarsınız.
Kitaplar, ne çok kitap vardı burada. Bazıları hala cildini ve ismini korumuş ama çoğunluğu silinmiş.
- Çocuklarınız var demek ne güzel. Ama malesef görmedim. Sanırım sizde uzun zamandır görmüyorsunuz değil mi?
Yine aynı bilmiş tebessüm ne ince ne de tombul olan yüzünde belirmişti. Meraklı ve hevesli gözlerle kadını izliyordu.
- Aslında...
Düşündü, çocukları öleli kaç yıl olmuştu hatırlamıyordu. Neden o aptal soruyu sormuştu ki zaten. Bu yer kafasını daha da bulandırıyordu. Kendini toplamalıydı. Delirmenin böyle bir şey olduğunu sanmıyordu. Bilinç altına gerçekleri hatırlatmalıydı ki geri dönebilsin.
- Öldüler, 5 yıl oluyor. Ben de bu mahalledeki evime taşındım. Eşimden ayrıldım 2 yıldır konuşmuyorduk. Bu akşam üzeri aradı. Aramamasını söyledim. Evimin kaybolduğunu görmeden önce evimin katında durmuş ağlıyordum.
Evet dedi içinden, hala oradaydı. Bütün o yorgunluk bünyesine ağır gelmiş uyuya kalmıştı. Tek yapması gereken uyanması ve bu saçma sapan rüyaya son vermesiydi.
Ani bir acı yeterli olacak. Gözleri etrafta bunu yapabilecek bir şeyler aradı. Bir cam parçası bile yeterli olurdu. Kapıya doğru ilerlemeye başladı. Adam dikkatle kadını izliyordu.
- Hanımefendi yerinizde olsam düşündüğünüz şeyi yapmam. Boşuna bu acıya katlanacaksınız ve bitmeyecek. Ben buradan çıkmadığıma göre sizde hastaneye gidemeyeceksiniz. Yapacaksanız bari kendinizi öldürecek derecede yapmayın.
-Sen, bunu yapmam için yeterli bir kanıt gibi gözüküyorsun. Nereden bildin böyle bir şey yapacağımı. Ya zihin okuyorsun ya da bilincimde bir yerlerde dolanıyorsun veya ben dolanıyorum.
-Doğruyu söylemek gerekirse zihin okuyamıyorum. Sadece anılar, zihninin diğer bilgilere yer açmak için bir köşeye attığı unutulmuş anılar. Ve sen bunları düşündükçe zihninde imgeler canlanıyor. Beynin o imgeleri diğer imgeler için gerilere attıkça ben bunları buluyorum. Aslında bir bakıma zihin okuyorum denilebilir ama bu fazla kolay olurdu. Ben bunları görmek için uğraşıyorum. Hatta bazen öne çıkardığım bile oluyor. Zihin okuyucu demek basit ve zahmetsiz kalır yani. Sen bana Anı Madencisi de, Kayıp Bulucusu de istediğini seçebilirsin ama o düşündüklerini sakın öldürücü riskte yapma. İkimizi de zor duruma sokarsın.
-Saçma, ve bir kanıt daha. Hem benim ölmem sizi neden bu kadar endişelendirsin ki? Aklımda da değilsiniz. Sizin için bir sorun oluşturmaz değil mi?
- Ah, o durum biraz karışık aslında anlatmak isterdim ama bilmenizi ve korkmanızı istemem. Bu sefer daha fazla panikleyecek ve eyleminize devam edeceksiniz.
- Ne eylemi? Siz kimim demiştiniz? Kitaplar ne kadar da çoklar değil mi sizin mi bunlar?
Adam bu ani değişim karşısında istifini bozmayarak gülümsedi.
- Neden gülüyorsunuz? Komik bir şey mi söyledim? Neresi burası, eşimi gördünüz mü? Yeni evlendik, ama bakın şimdiden benden kaçıyor. Şöyle 26 yaşlarında sarı saçlı. Çalı süpürgesi gibi saçları var. Hep diyorum tara diye ama dinlemiyor. Pardon duyuyor musunuz?
Bir yandan kadını dinliyor bir yandan zaten düzgün olan kitapları alıp üstünü siliyor ve tekrar raflardaki yerine koyuyordu. Gülümsemesi sarı ışıklı dükkanın içini ısıtıyor gibiydi.
- Duyuyorum, çocuklarınızın babası sanırım bahsettiğiniz kişi, sarı saçlı demek. Çocukların kızıllığı kime çekmiş acaba? Neyse. Görmedim. Sizin de neden kendisini bulmak istediğinizi merak ettim doğrusu. Bu kadar nefret ederken, garip.
Kadın donmuştu. Neler olduğu hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Söyledikleri sözlerin şimdiki olanlarla hiçbir ilgisi yoktu ama bir anlık gerçekten eski kocasını bulmaya çalışıyor gibiydi. Aynı o günlerde duyduğu duyguları yaşamış ve heyecanla konuşmuştu. Kafasını toparlamak için oturacak bir yer aradı. Bu saçma sapan geceyi atlatsa herşey bitecekti ama nasıl bitireceğini bilmiyordu. Cam.
Uyuyordum ben. Kalktı, adama doğru merakla baktı. Uykudaysa bu daha önce görmediği adam kimdi? Ya da konuştuğu onca şey hakkında neden yalan söylüyordu. Yalan mı söylüyordu. Soruların üstüne üstüne gelmesine izin verdikçe daha çok bunalıyordu. Kapıya gidecekken tezgahın arkasına doğru geçen adama gitti. Sorularının cavabını alacaktı.
- Bu sefer bir cevap istiyorum. Kimsiniz ve burası neresi?
- Hmm, bakalım etrafımıza, kitaplar, bir havuz çeşmesi, masa, şişeler, oturacak yerler ve evet bir tezgah. Hoş geldiniz hanımefendi burası bir Kayıp Eşya Dükkan'ı, tabelada okuduğunuzu sanıyorum.
Devam edecektir.