Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - safir

Sayfa: [1]
1
Çizgi / Çizimlerim
« : 14 Ağustos 2014, 15:31:19 »
       Resim yapmak konusunda iyi değilimdir, ama bazen bir şeyler karalamak güzel oluyor.
Spoiler: Göster

Spoiler: Göster

Spoiler: Göster

Spoiler: Göster

2
Kurgu İskelesi / Kırlangıç'ın Düşü
« : 12 Aralık 2013, 16:43:06 »
KIRLANGIÇ’ IN  DÜŞÜ

       İçimden sabır çeke çeke derin bir nefes aldım.
       “Mağaralar,” dedim yüksek sesle, “kültürümüzde önemli bir yer tutar. Hatırlatırım şehrimizin kurucusu Azrak Han da bir mağarada doğmuştur. Sadece bunu bilmek bile mağaraların; barınma, sığınma, tapınma gibi ihtiyaçların karşılanmasında önemli bir faktör olduğunu anlatır bize.”
       Arkamda beni takip eden yirmi küsur veletle müzenin en karanlık salonuna girdim. Geri dönerek beni dinleyen alık suratlarına yapmacık gülümsemelerimden birini sundum.
       “Müzenin bu bölümünde mağaralarda bulunanları ve mağaraların minyatürlerini görebilirsiniz. İskelet görme sevdasında olanlarınız ise fazla bir şey beklemesin.”
       Salonun içine doğru ağır ağır yürümeye başladım. Siyahı fazla kaçmış gri misali bir loşluğa sahip salon kibirli bir sessizlikle karşıladı bizi. Her adımda arkamızdaki güçlü ışıktan kopuyorduk, tıpkı bir mağaraya girerken olduğu gibi. Kara taşların en ufak ışık parçasını yalayıp yutan kudreti üstümüze ağır ağır çöktü. Elimizde bir meşalelerimiz eksikti. Aslında daha önce onlar da vardı. Ambiyans yapacağız ya, bir şey noksan kalmasın. Tamamen kazara birkaç kişiyi tutuşturmamdan sonra Müdür Bey meşalelerin o kadar da parlak bir fikir olmadığına karar verdi. Üzüldüm tabii.   
       Veletleri beş on saniye kendi hallerine bırakıp, ortamın loşluğuna alışmalarını bekledim. Üzerimizde aynı okulun formasını taşıyorduk. Seçme şansımız olduğundan değil; Şehirde başka okul yoktu.  Kim bilir, dört beş sene sonra içlerinden biri benim şu an durduğum yerde olurdu. Dört beş sene sonra ben nerde olurdum acaba?   
       Fısıltıların yerini cırtlak sesler almaya başladığında sürüyü toplayıp, yeniden peşime taktım. Taş çatlasa ancak on bahar görmüş olan kuzucuklar arkamdan ağı ağır gelirken, bende muhtemelen kapıdan çıkmadan unutacakları şeyleri anlatmaya koyuldum.   
       “Mağaralar, yaratılış destanlarında ‘ana karnı’ işlevini görür. İlk insanın hayat bulduğu yerdir. Türeyiş tasarımlarında da önemli yerleri vardır.” Başımı çevirip, omzumun üzerinden yan yan baktım. “Varsayıyorum ki ödevlerinizi güzelce yaptığınızdan bahsettiğim bu destanları biliyorsunuz. Ha?”
Laf dinleyen çalışkan bebeler oldukları belli olan birkaç veledin gözleri ışıldarken kafalarını hararetle salladılar. Çoğu onaylamış olmak için kafalarını şöyle bir eğme zahmetinde bulundu. Kalan bir avuç şey ise sorduğum soruyu anlamaya çalışmakla meşguldü.
       Bence iş görürdü.
       Sırıttım. “Güzel.”
       Ay perisi diye bilinen bir tozla güzelce aydınlatılmış cam bölmelerden birinin önünde durdum. İçindeki özenle sıralanmış ok başlarına benzeyen kenarları sivriltilmiş taşları, hayvan kemiklerini gösterdim.
       “Sığınak olarak kullanılan mağaralarda bu tip eşyalara ve,” karşı duvardaki tabloyu işaret ettim, “günlük hayatı betimleyen resimlere sık rastlanır. Örneğin bu resimde büyü yapamayan insanların bir boğayı…”
       “Aa!,” diye cıyakladı çocuklardan biri. “Bakın, burada bir iskelet var!”
       Cümle tamamlanmadan çocuk güruhu o tarafa doğru akmaya başlamıştı bile.
       “Tabii ya,” diye mırıldandım. “Orada ölmüş biri varken buradaki çöp adamların binlerce yıllık resmini kim ne yapsın?”
       Çocukların peşlerine takıldım. Meraklı kafalar ileri uzanmış, ağızlar açık, birbirlerini itiştire kakıştıra cam haznesinin içinde yatmakta olan iskelete bakıyorlardı.
       “Lütfen ellerinizi ve suratlarınızı cama yapıştırmayın,” dedim şişko birini camdan kazırken. Bir ikisini daha iteleyince istediğim hizaya girdiler. Kiremit rengi örtünün üstünde anne karnındaki bir bebek gibi kıvrılmış yatan iskeletten gözlerini alamıyorlardı.
       “İsmini bilmediğimiz için ona ‘Kırlangıç’ diyoruz.” Cam kaidenin hemen üstündeki mağara resmini işaret ettim. “Adı bulunduğu Kırlangıç Mağarası’ ndan geliyor. Bin beş yüz yıllık olmasına rağmen hemen hemen sizin yaşlarınızdayken ölmüş olan bir erkek çocuğudur kendileri.”
Hayret nidaları yükselirken gözler daha bir açıldı.
       “Neden ölmüş peki?” diye sordu bir kıvırcık kafa.
       “Kesin olarak bir şey söyleyen yok. Hastalanıp ölmüş de olabilir boğulmuş da. Sizin için önemli kısım mağaraların ölü barınağı olarak da kullanıldığına dair güzel bir örnek olması. Kırlangıçlar bu mağarayı yuva olarak kullanırlar. Muhtemelen çocuğun ailesi kırlangıçların onu koruyup, ruhuna rehberlik edeceğini düşündükleri için çocuğu bu mağaraya bırakmışlardır.”
       “Yani,” dedi saçlarını diken diken dikmiş, artist kılıklı bir velet, “bu iskelet gerçek mi?”
       Kaşlarımı kaldırdım. Acaba bir gün bu çocuk beyninin bedeniyle doğru orantıda gelişmediğini fark eder miydi? Büyük ihtimalle etmezdi.
       “Tabii ki gerçek.”
       “Ya,” dedi ağzını burnunu eğerek. “Nereden biliyorsun?”
       “Nasıl bilmem.” Eğilip yüzümü yüzüne yaklaştırdım ve fısıldadım. “Aramızda kalsın, en son senin sorduğun soruyu soruyordu.”
       Fındık beyniyle ne demek istediğimi tam kavrayamamış olsa da rengi kaçan suratından nefesimi boşa harcamamış olduğumu anladım. Keyfim yerine geliverdi. Anlaşılmak güzel şey.
       “Pekala, devam edelim.”
       Arkamı dönmüştüm ki yumuşak bir patırtı duydum. Geriye döndüğümde az önceki artist boylu boyunca yerde yatıyordu. Yere eğilmiş yirmi şaşkın surat aynı anda bana baktı.
       Ellerimi kaldırdım.
       “Ben yapmadım.”
       Bir şangırtıyla yerimizden zıpladık. Biri düğmeye basmışçasına tüm çocuklar çığlığı koyuverdi. Özellikle bir kız vardı ki evlerden ırak. Aklım şöyle bir gitti geldi.
       “Sessizlik!”
       Ben bağırınca sesleri kesildi. Yarısı ‘eğlenceyi bozdun ama’ gibisinden bana bakıyordu. Daha korkak birkaçının gözleri sağa sola kafalarından hızlı dönüyordu.
       “Kimse kıpırdamasın,” dedim sakince. “Sanırım cam kırıldı. Korkacak bir şey yok.”
       “Hayır,” dedi incecik bir kız. Minik parmağını ileri uzatmış, iskeleti gösteriyordu. “Kıpırdıyor.”
       Gerçekten de kıpırdıyordu. Kabustan uyanmaya çalışan biri gibi, hızlı kesik hareketlerle olduğu yerde doğrulmaya çalışıyordu.
       Şaşkınlık korkuya doğru meylenirken çığlık seli geldim geliyorum diyordu. Hayır, o sese bir daha katlanamazdım. Gücümü yoğunlaştırıp, sesime yükledim.
       “Sakın!” Sesim her öğrencinin zihninde tok bir güçle titredi. “Her kim çığlık atarsa onu buraya gömerim! Anlaşıldı mı?”
       Etrafa şöyle bir atıp kafaların sallandığın emin oldum.
       “Güzel. Şimdi koşmadan, hızlıca kapıya gidin. Hadi, kıpırdayın.” Ellerimi çırpıp, onları kışkışladım. “İtişmeden insan yavrusu, itişmeden. Kırmızılı çantalı iskelete değil, önüne bak. Kız çocuğu sen de.  Oğlum, arkadaşının üstüne basmasana. Çocuk zaten baygın, bir de kemiklerini mi kırıcan?”
       Yolun ortasında baygın yatan artistin yanına gittim. Artık o kadar da artist görünmüyordu. Başının olduğu tarafa geçip, koltukaltlarından tuttum. Sonra onu burada bırakmanın daha çok hoşuma gideceğini fark ettim. Korkudan arkama bakmadan kaçtığım için onu burada bırakmak zorunda kaldığımı söylesem pekala herkes yerdi. Birden hareketlenen bin beş yüz yıllık iskelet hayra alamet olacak değildi ya!
Ben böyle kararsızlık içinde beli yarı bükük dururken, iskelet efendi son bir çabayla çevresindeki camı tuzla buz ederek doğruldu. Küçük kafasındaki iki kara delikte minik sarı ışıklar yanıyordu. Sağa sola baktı, sonra bana baktı. Biraz daha etrafına göz atıp, dikkati yeniden bende sabitlendi. Şöyle biraz bakıştık. İlginç bir deneyim olduğunu söyleyebilirim. Hayaletleri görmezden gelmeye alışıktım ama, bu iskelete ne yapacaktım ki ben?
       Sanırım o da kendi içinde bir ikilem yaşıyordu. Benden tarafa eğildi. Doğruldu. Çocukların arkasından baktı ve yeniden bana döndü. Sonunda kararını vermiş olacak ki cam bölmeden atlayıp, çocukların peşinden tökezleye yalpalıya koşturmaya başladı. Alınmadım desem yalan olur.
       “Hey!” diye bağırdım önümden geçerken. “Sen nereye gittiğini sanıyorsun?”
       Büyümün işlemesi için istemem yetti. Salonun kapıları kapanmaya başladı. Ah, ama şu sivri zekâlılar yok mu? Kapanmasına milim kalmış kapılar açıldı ve içeri diğer görevliler daldı. Bir anda iskeletle burun buruna gelen adamlar o şokla donup kaldılar. İskelet efendi hiçbirini takmayıp, rahatlıkla zıpladı. Adamların başlarının üstünden geçti. İnişi de havada süzülüşü kadar ustaca olsaydı tüm alkışlarım ona olurdu. Kafa üstü çakılmasına ramak kalmıştı. Ama dengesini iyi topladı. Ayakları yere değer değmez, koştur koştur gözden kayboldu. 
       Beş dakika sonra müdürün odasındaydım.
       Müdür Bey’ i tek kelimeyle tarif etmem gerekirse, seçeceğim kelime ‘yusyuvarlak’ olurdu. Yusyuvarlak kafa, yusyuvarlak göbek. Kardan adam gibi, yalnız bu herif her daim somurtuyordu. Olanları anlatmayı bitirdiğimde hayatında hiç somurtmadığı kadar somurtuyordu. On-on beş saniye suratıma boş boş baktı. Sonra soruyu anladığımdan emin olmak için kelimeleri heceleye heceleye yavaşça sordu.
       “Zeren, kızım, Kır-lan-gıç yü-rü-yüp git-ti mi?”
       “Ev-vet,” dedim onu taklit ederek. Fakat sinir krizi geçirmenin eşiğindeki bir adamcağızla dalga geçmenin pek de olgunca olmadığına karar verdim, özüme döndüm. “Kendi gitti.”
       “Ne?!”
       İç çektim. “Yani; ayaklarını kullanarak bizzat kendisi, öz iradesiyle kapıdan çıktı gitti. Benim gördüğüm bu.”
       Müdür ağzı açık bana bakakaldı. Kaşları çatılırken suratı kıpkırmızı oldu. Sonra hafiften sarıya doğru kaydı. Yine kızardı. Rengi mora çalarken koltuğuna çöküp nefesini bıraktı.
       Adamcağızı ayıplamıyordum. Onu anlıyordum. Kırlangıç yuvadan uçup gitmişti. Müdür Bey’ in itibarını, benim de iki yıllık okul stajımı yakarak.
       Annem beni kesin öldürecekti.

Sayfa: [1]