Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular - Berweuli

Sayfa: [1]
1
Kurgu İskelesi / Berweuli
« : 11 Temmuz 2016, 11:46:33 »
Cadı'dan daha fazla özendiğim ve daha fazla vakit harcadığım başka bir kurgumu göndermek için cesaret buldum sonunda. :) Biraz daha temkinli giden bir olay örgüsü kurmaya çalıştım, umarım beğenirsiniz :)


Davetsiz Misafir   
      
            
Ağır demir kapının açılması, uzun süredir gölgeler içinde oturan kişiyi telaşla döndürdü. Bakışlarını celbeden gelene duyduğu meraktan çok yalnızlığının bölünebileceğine dair hissettiği korkuydu. Kapının, yolunun üzerinden çekilmesiyle içeriye dolan meşalelerin ışığı onu rahatsız ederek başını aksi yöne çevirmesine sebep oldu.

Eflatun üniformalı ihtiyar bir gardiyan, geri çekilerek ardından gelenlere yolu açtı. Kendinden oldukça iri, hareketsizliğine bakılırsa baygın bir bedenin ağırlığı ile sırtı bükülmüş genç olan diğer gardiyan ise kesik kesik soluyarak içeri girdi. Ağır yükünü hücredeki boş yatağa bıraktıktan sonra ağrıyan belini geriye doğru esnetirken söylenmeye başladı.

“Hapishane değil de şifaevi sanki…” Keri, başgardiyanın kaşlarının çatıldığını fark etmemişti. Yaralının üzerine eğilerek, koltuk altına sıkıştırılmış, kurumuş kan lekeleri ile kaplı kumaşa uzandı. İğrenmesine rağmen merakına da engel olamıyordu. İki parmağının ucuyla paçavrayı kaldırmaya yeltendiği sırada, uyarıcı bir öksürük sesi ile elini ateşten çeker gibi yaralıdan uzaklaştı.

“Hemşire olmaya hevesli değilsen, işinin başına dön.” diye emretti yaşlı gardiyan. Öksürüğünün ima ettiğinin açıkça anlaşıldığından emin olmak istiyordu.

Keri, “Peki, efendim…” diyerek telaşla hücre kapısına seğirtti.

İhtiyar Başgardiyan Durwa, adamını takip etmeden önce diğer yatakta hareketsizce oturan kişiyi birkaç saniye süzdü. Yüzünü ikiye bölen,  burun kanatlarına doğru kıvrılmış gür, kırlaşmış bıyıklarının örttüğü ince dudaklar kısa bir an yukarıya kıvrıldı. Ufak tefek beden, beklediği gibi tepkisizdi. Önündeki sabit bir noktaya bakan bakışlarının aksine, hücredeki her bir sesi anında yakalamak için can kulağı ile dinlediğine emindi.

Kapıda bekleyen Keri, benzer kıyafetlere bürünmüş olsa da amirinden oldukça farklıydı. Enine geniş toparlak, kısa bir bedeni, irice bir yüzü ve gençliğine rağmen torba torba şişmiş gözleri ile tam bir tedirginlik örneği olarak kapıda dikiliyordu. Başgardiyan, biri baygınlıktan diğeri inattan sessiz kalan ikiliyi son bir kez süzdükten sonra omuz silkerek hücreden sessizce çıktı ve Keri, demir kapıyı gürültüyle üzerlerine kapattı.


***

Tekrar sessizliğe ve karanlığa bürünen hücrenin sahibi, yaralı konuğunu hoş karşılamakta isteksizdi. Bakmaz ise varlığını unutabileceğine inanıyor olmalıydı ki bakışları kapının karşısındaki duvardaki tek ışık kaynağına, parmaklıklı küçük bir pencereye dikildi. Bir süre sonra inlemeye başlayan yaralı karşısında kör olmak yeterli değildi artık,  sağır da olunmalıydı. Adeta bir iskelete ait parmaklar hınçla kulaklarını tıkadı. Yüzünü az önce yaslandığı duvara dönen beden o kadar uzun süre kıpırtısız durdu ki orada uyuyup kaldığı sanılabilirdi. Yaralı tekrar inlemeye cüret ettiğinde öfkeyle ayağa kalktı. Kapı ile duvar arasındaki kısa mesafede volta atarken, inlemeleri bastırmak için şarkı ile şiir arası melodisi olmayan sözler mırıldanıyordu.  Sesi bir fısıltı ile çıkıyor, kah konuğunun inlemesinin şevki ile hücreyi çınlatıyordu. Kilitte dönen anahtarın tanıdık sesini kendi gürültüsünün arasında yakaladı ve telaşla kapıya döndü. Fakat odayı dolduran ışığın yolundan çekilip istemsizce gölgelere sığındı.

Elinde ahşap bir tepsi ile gelenin Durwa olduğunu seçince, Başgardiyanın önünü öfkeyle kesti. “Onu buradan götürmelisin.”  Sesi çaresizlikle boğuktu.

Önündeki engeli yana attığı bir adımla rahatlıkla geçen Durwa “Bir ok yarası var. Sağ koltuk altından girmiş, Hala metal ucu içeride. Sanırım bunu kolayca halledebilirsin. Ayrıca birkaç önemsiz yara daha.” diyerek elindeki tepsiyi yatağın üzerine bıraktı.

“Kulaklarının iyi olduğunu biliyorum Durwa!”

Başgardiyan aldığı cevapla bir an gülümsedi. Arkasını dönünce peşinde dolanan ince bedenle yüz yüze geldi. Kara gözlerde yanan ateşi ilk defa bu kadar yakıcı görüyordu. Onlar konuşurken Keri, amirinin emri ile iki meşaleyi hücrenin duvarlarındaki haznelere yerleştiriyordu.

 “Çok geç olmadan onu bir şifacıya götürmelisin…” Ufak tefek mahkûm şifacı kelimesinin üzerine basıyor,  sesi inatçı bir şekilde çıkıyordu.

 “Uli… Neden bu kadar huysuzsun bugün?”  diyen Durwa onu endişe ile süzdü.

“Belki artık bir yabancı için çabalamaya değmeyeceğini düşünüyorum.”

“Belki de düşündüğün gibi değildir.”

“Durwa, lütfen… Artık istemiyorum.”

“Yani ölmesini mi istiyorsun?”

Durwa, cevap olarak uzun süren bir sessizlik alınca, başını sallayarak onları yalnız bırakmaktan başka çaresi kalmadığını anladı. “O sana emanet…”  Yanı sıra gelen ince bedene aldırmadan yardımcısının koridora çekilmesini sağlayarak kapıyı kapattı. Anahtarları döndürürken içeriden gelen boğuk sesi yakaladı.

“Bu sefer elimi bile sürmem… Duydun mu beni?”


***

Başgardiyan Durwa ve Keri, koridor boyunca ara ara yerleştirilmiş demir kapıların yanından geçiyorlardı. “Dediğini yapar mı, gerçekten?” diye sordu Keri endişeden çok merakla.

“Bilmiyorum. Hiç onu böyle görmemiştim …”

Uli’nin inatçılığı çok ender su yüzüne çıksa da o damarı tuttu mu, sonuçlarının hiç iyi olmadığına birkaç kere şahit olmuştu. Yaralının o anlardan birine rastlaması adamın kötü şansıydı. Yine de Durwa'nın, Uli’yi onunla yalnız bırakmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu.

Daha güneş doğmadan, ödül avcısı Rebu ve adamları, Ngola Lu hapishanesine yaralı kaçağı bıraktıklarında, Başgardiyan Durwa postasının (vardiyasının) başındaki nöbetini yeni devralmıştı. Bir kanun adamı olmamasına rağmen Rebu'nun daha önce de yakaladığı adamları hapishanelerinde bir süre bıraktığına şahit olmuştu. Adamın kıta üzerinde kolunun uzanamadığı hiçbir krallık ya da beylik yoktu. Tıpkı Başgardiyanı olduğu bu hapishanenin kapıları gibi sarayların, en seçkin konakların parlak, süslü kapıları ya da yer altı kanallarının kirli olanları da ödül avcısı için kolayca açılırdı. Elbette onu bu kadar sosyal bir o kadar da dokunulmaz yapan iz sürücülüğündeki yeteneğini yönlendiren kurnazlığıydı. Üç Göz olarak da anılan adamın müşterisi ile pazarlığın istediği yönde gitmemesi ise kaçak için bırakıldığı yeri bir hüküm bekleme durağına dönüştürüyordu.


Uli kapanan kapının arkasından umutsuzlukla baktı. Durwa onu dinlememişti bile. Yaşlı gardiyanın, gözünün önünde olduğu sürece yaralıya acıyacağını, sonunda dayanamayıp iyileştireceğini düşündüğüne emindi. Bu zamana kadar hep öyle olmamış mıydı? Buna daha fazla devam edebileceğini zannetmiyordu. Hücresine getirilen her yaralı, iyileşip ayrıldıkça, ömür boyu mahkûm olduğu bu hücrede geride kalmaya katlanamıyordu artık. Gidişlerini izlemektense, gelmelerine hiç izin vermemeliydi.

Geriye döndüğünde, artık meşaleler ile iyice aydınlanan hücrede, adamın yüzü gözüne çarptı. Terden ıslanmış, kızıl uzun saçları geniş alnına yapışmıştı. Çıkık elmacık kemikler, kemerli uzun bir burun ve şu anda acı ile kaybolmuş ince dudaklara, yaklaşık birkaç haftalık kızıl sakal da eklenince, adam perişan görünüyordu. Tek tek bakıldığında göze hoş gelebilecek bu alın, çene, burun ya da yanakların bir araya geldiklerinde oluşturdukları yüz, yakışıklı sayılmazdı. Hücre yatağına sığmayan, uzun ve yapılı vücudu ile savaşta düşmanlarınınkini korkudan hoplatacağı ise kesindi. Üzerinde ne bir zırh ne de bir silah yokken, savaşçı olduğu ya da olabileceği fikrine nasıl kapılmıştı bilmiyordu. Burada olduğuna, hücresini onunla paylaştığına göre ancak bir suçlu olabilirdi.

 Adamı inceleyen bakışları yaranın olduğu yere kayınca, içinde bir yerlerin hareket ettiğini hissetti. Adam sanki Uli’ye daha fazla işkence etmek istercesine kızıl kirpiklerle çevrili gözlerini bu esnada aralamış, anlaşılmaz sözler mırıldanarak tekrar baygınlığın uyuşturucu kollarına dalmıştı.

Durwa’nın bıraktığı tepsiyi yatağından kaldırıp, yere, ayağının dibine bıraktı. Yaşlı kaçık her seferinde olduğu gibi yine hiçbir şeyi atlamamıştı; temiz bezler, su dolu geniş bir kâse,  küçük kaplarda çeşitli merhemler, bitkiler ve keskin-sivri bir bıçak, bir oku çıkarmak için gerekli olabilecek her şey. Yatağına sırt üstü uzanırken, adamın ölüp ölmemesinin onun sorumluluğu olmadığına iyice kendisini inandırmıştı.

2
Kurgu İskelesi / Cadı
« : 17 Mayıs 2016, 14:11:51 »
CADI
Savaş Çığırtkanı


Önü keskin bir uçurum, arkası köknar ağaçlarının iç içe geçtiği küflü bir ormandı. Kışın ilk karı doğunun alçak tepelerine düşerken dizlerinin dibine yaktığı küçük ateş, döne döne düşen kar tanelerini iştahla yalayıp yutuyordu. Kalın elbisesi ve hayattayken bir kurdu zemheride bile sıcak tutan gri kürkü sırtında olsa da üşüyor, katlayıp üzerine oturduğu pelerinin yokluğunu şiddetle hissediyordu. Ellerini ateşe doğru uzatarak beyhude yere ovuşturdu. Birazdan diye düşündü, ne soğuk ne de iliklerime işleyen bu rüzgâr bana ilişemeyecek.

Yanındaki çantadan çıkardığı küçük bezden keseyi kucağına aldı. Ardından her biri bir ceviz büyüklüğündeki gece kadar siyah üç taşı avuçladı.  Bulunduğu yer yüksek olmasına rağmen uçurumun ardında neler olup bittiğini göremese de az sonra beklediği işaret gri gökyüzünde havalandı ve kırmızı tüylü bir ok başının üzerinden geçerek arkasındaki ağaca saplandı.

İşareti alır almaz başını eğdi, çenesine zar zor ulaşan siyah dalgalı saçları solgun yüzünü örtüyordu. İnce uzun bedeni ile bir ateşin önünde bağdaş kurmuş olan kadını izleyen birisi olsaydı, bu havada o tepede ne yaptığını anlayamayarak onun bir deli olduğuna hükmederdi. Neyse ki o, gözlerden uzak ama yapacaklarını da tüm vadiye ulaştıracak bir yer seçmişti kendisine.

Sağ avucunun içinde döndürdüğü taşların üzerine eğdiği başı bir iki saniye kıpırtısız kaldı. İnce dudakları sessiz sözlerle aralandı ve keskin bir nefes üflediği taşları huşuyla ateşe attı. Alevden dillerin kar tanelerini yararak havalanmalarını sessizce izledi. Ardından kıpırdadıkça dudaklarının arasından kaçan dumanla birlikte sözleri havaya karıştı. Keseden aldığı siyah bir saç tomarını alevlere atarken sesi ateşle birlikte hararetlendi. O anda rüzgar sanki birinden emir almışçasına şiddetlendi, kadının çevresinde bir tur attıktan sonra kar tanelerini de yanına katarak bir kuşun çevikliğiyle göğe fırladı. Kadın başını ve ellerini yukarı kaldırırken sesini daha da yükseltti. Artık haykırıyordu. Arzuladığı ne ise gelmesi için yalvarmıyor adeta onları tutkuyla emrine çağırıyordu.
Her sabah olduğu gibi güneş bu sabah da doğudan doğmuştu ama bulutların ötesine geçemeyerek dünyayı sıcaklığından ve aydınlığından mahrum bırakmıştı. Hava soğuk ve insanı yorganın altında kalmaya sevk eden bir kasvetle yüklüydü. Bunlar yetmezmiş gibi o anda kadının üstünde toplanan kara tekinsiz bulutlarla tepe ve önündeki vadi iyice karardı.

Bulutları ortadan yarıp ürpertici bir uğultu ile aşağıya inen rüzgar kadının önündeki ateşin üzerine kapandı ve sönmesi gereken alevler aynı anda daha da harlanarak yükseldi. Kadının emriyle siyah taşlar ileriye fırladı. “Gidin, geçtiğiniz yerlerde düşmanın yüreğine korku salın. Gidin ve dostlarımı şahlandırın, atlarını hızla, kollarını kuvvetle, yüreklerini ise çıktığınız ateşle canlandırın.”

Görünmez ama bir gece esintisi gibi hissedilen etkisi de taşları takip ediyordu. Kadın yerinde sessizce oturmaya devam ederken kırmızı ışıkların parladığı gözlerini tatminle ateşe dikti.

Beklediği etki kısa sürede kabarık saçlarının arasına gizlenen kulaklarına ulaştı. Sevgili taşları geçtiği yerlerdeki sesleri, acı dolu çığlıklara karışan zafer naralarını ona taşıyordu. Birbirleri ile çarpışan çelikler, kemikleri kılan baltalar, rüzgârları yaran mızraklar. Biliyordu ki vadide çarpışan iki koca ordu iç içe geçecek ama o ve büyüsü arkalarında olduğu sürece kazananlar her zaman olduğu gibi Sedarlılar olacaktı.  İzlemesine gerek yoktu: yine o kazanmıştı.

Ateş eski boyutuna dönse de artık üşümüyor, damarlarında dolaşan büyünün yakıcılığını hala hissedebiliyordu. Taşları savaş alanın üstünde dolandıkça ölümle yüz yüze gelen insanların korkularını yakalayacak ve içindeki ateş bir süre daha yanacaktı. 



Aghon, cüssesinden beklenmeyecek hafiflikte adımlarla sık ağaçların arasından tepeye tırmandığında kadını sönmeye yüz tutmuş ateşin önünde otururken buldu. Saatlerdir milim kımıldamamış gibi, kadının siyah saçları, kürklü sırtı ve dizlerinin üzerindeki elleri ince bir kar tabakası ile beyazlamıştı. Sanki çok uzun süre önce ölmüş de, bulunamayan bedeni burada kuruyup kalmış,  taştan bir heykeli akla getiriyordu.
Emirler basitti: Cadı’yı koru, ama dikkatini dağıtacak kadar yaklaşma, başkalarının yaklaşmasına da izin verme. Birçok kereler şahit olduğu bu sahnede her hangi bir terslik bulamayan Aghon geldiği gibi sessizce uzaklaştı.



Kiana, derin bir nefesle silkindi. Ellerindeki yumruları açtı, taşları her zamanki gibi geri dönmüşlerdi. Ne şekilleri ne de boyutları değişmemiş olsa da bir damar gibi içlerinde atan enerjiyi hissedebiliyordu. Öne eğildi ve güçlü bir şekilde üfledi; “Sön!” diye emretti. Kaybolan ateşten geriye kalan külleri birkaç dakika sonra kar örtecekti. Ancak kendisi gibi bir cadı burayı bulursa yaptıklarının izlerini takip edebilirdi, ölümlü zavallılar için basit bir kamp yerinden öteye geçemeyecekti.

Taşlarını ve bez kesesini çantasına yerleştirdi. Kenarları kalın kürklü peleriniyle başını ve tüm bedenini sardı. Ormanın içinde yürürken, sadece tepeleri beyazlayan ağaçların arasından, kadını ayırmak çok zordu. Koyu yeşil elbisesi ve pelerini ile yürüyen bir köknardan farkı yoktu. Uzun boyu hızını arttırıyor, sağlam bastığı ayakları kuru iğne yapraklarla kaplı eğimli zeminde adeta yürümüyor da kayarcasına ilerliyor izlenimi bırakıyordu. Sessiz adımları bir avcının zarafetine sahipti.

Çok değil birkaç dakika sonra keskin duyuları, uzaklardan kılıcın ve kalkanın birbirlerini döven seslerini yakaladı. Onu, Mickal’ın Cadısı’nı korumakla yükümlü olan ufak birlik, bitmiş bir muharebeden kaçan ya da umutsuzlukla son güçleri ile önlerine gelene saldıran artçılarla karşılaşmış olmalıydılar. Yoksa Zadenalıların muharebe bittikten sonra bile kendisini arayacak kadar aptal olduklarını sanmıyordu.

Aceleye gerek yoktu. Mickal, korumalarının her birini başlarının çaresine bakabilecek maharette savaşçılardan seçmişti. Hele ki liderleri Aghon’un onu küçümseyen bakışlarını hatırlayınca ağırdan almakta hiçbir sakınca görmedi. Adam hiçbir zaman açıkça isteklerine karşı gelmemiş olsa da bir savaş meydanında düşmanıyla dövüşmenin zevkinden, Kiana’nın, bir cadının korumalığını yapmak için mahrum kaldığı için duyduğu hoşnutsuzluğu her fırsatta hissettiriyordu.

Sık dallardan yol bulup etrafına düşen kar tanelerini izlerken önünden aniden kaybolan ağaçlardan geniş bir çayıra adım attı. Tahmin ettiği gibi kısa bir süre önce geniş düzlükte küçük bir arbede yaşanmıştı. Korumaların, cansız bedenlerin arasında dolanmalarını kendini belli etmeden, sessizce kenardan izledi. Aghon yağmalama işini umursamaksızın düz bir kayaya oturmuş iri kılıcını kan lekelerinden temizliyordu. Dağılmış uzun sarı saçlarından adamın yüzünü göremese de her zamanki kibirli ifadesiyle kaşlarının çatılı olduğundan emindi.

Normal bir insanın duyma mesafesinden çok ötedeydiler. Fakat Kiana bir cadıydı ve korumaların sabırsızlıkla ‘lanet cadının’ neden hala gelmediğini birbirlerine sorduklarını duyabiliyordu. Aghon’un seslerini kesmeleri için cadının onları tepeden bile duyabileceğini hatırlatmasını işittiğinde keyifle gülümsedi. “Beni hafife almamakla akıllık ediyorsun Aghon.” dedi fısıltıyla.

Tüm korumaları gibi Aghon da giydiği siyah deri zırhının arasına serpiştirdiği çelikten parçaları, omuzluk ve kollukları bulutların arasından çıkmaya çalışan birkaç parça ışık huzmesi üzerlerine düştükçe puslu çayırlıkta bir işaret feneri gibi parlıyordu.

O esna da Aghon, kılıcını kaldırıp sağa sola doğru çevirerek temizlendiğinden emin olmak için kontrol ederken çelikten akseden ışık bir an Kiana’nın gözünü aldı ve keskin bir acı başına saplandı. Kaçınmak için bir adım geriye çekildiğinde varlığı Aghon tarafından fark edilmişti. “Tuhaf.” diye mırıldanan Kiana’nın arzusundan önce fark edilmesi ile açıklığa doğru ilerlemekten başka seçeneği kalmamıştı. Kendisini karşılayan Aghon’un başıyla verdiği selama karşılık verme zahmetine girmeden yanından geçti.

“Toplanın!” Aghon’un boğuk ve kalın sesi çayırda yankılandı. Adamları liderlerinin komutları ile hızlıca toparlanmaya başladılar.

Kiana etrafından dolanmak yerine cesetleri inceleyerek aralarından yürümeyi tercih etmişti.  Çayırda yatan on beş Zedanalı artık evlerine, kadınlarına ya da çocuklarına dönemeyecekti. Birinin önünde durdu; adamın kara saçlı kara bıyıklı yüzünün yarısı kendi kanıyla kızıla boyanmıştı. Solgun eli adamın alnına düşmüş saçları geriye taramak için uzandığı an Cadı ayak bileğine yapışan bir el hissetti. Ölü olması gereken adamın gözleri dehşetle açılmıştı. Aghon’un yanında hareketlendiğini fark eden Kiana elinin bir hareketi ile adamı durdurdu ve yaralının kulağına eğildi. “Şişşş!” diye fısıldadı. “Korkma!” sakince söylenmiş sözler adamı yatıştırırken kadın elbisesinin kolundan eline kayan küçük bir bıçağı Zadenalının boynuna yavaşça sapladı. Bileğindeki el gevşedi, ışığı sönen siyah gözler kapanamadan kadının başının üzerindeki bir noktaya sabitlendi. Kiana, Aghon’u şaşırtan bir şefkatle gözlerini kapattı. Ayağa kalkıp bileğini kurtardığında bıçak ortaya çıktığı hızla gözden kaybolmuştu.
 
Atların arasındaki siyah beygiri sabırsızca toprağı toynakları ile dövüyordu. Onların yanına yürürken hayvanların burunlarından havaya karışan nefesleri ve vücutlarından buharlarla çıktıkça Kiana’nın gözünde hava daha da soğuyordu.

Orist, oldukça iri yarı bir savaşçı, Aghon’un işareti ile kadının atına binmesine yardımcı olmak için eğildi. Eyerine yerleşen Kiana diğerlerinin atlarına binmesini beklemeden yola koyuldu. Savaş alanının gerisine kurulan kampa gidip ısınmak için sabırsızlanıyordu.

Sayfa: [1]