Kayıt Ol

İletileri Göster

Bu özellik size üyenin attığı tüm iletileri gösterme olanağı sağlayacaktır . Not sadece size izin verilen bölümlerdeki iletilerini görebilirsiniz


Konular -

Sayfa: [1] 2 3 ... 5
1
Her ne kadar "eş anlamıyla veya zıt anlamıyla" desem de anlamsız bir oyunla yine karşınızdayım.

Kitap isimlerindeki sözcükleri eş anlamı veya zıt anlamıyla değiştireceğiz, sonra da tahmin etmeye çalışacağız.

Başlıyorum (eş anlamlılarını mı yoksa zıt anlamlılarını mı kullandığımı söylemeyeceğim ki daha zor olsun):

1. Sıçanlar ve Arka Ayakları Üzerinde Yürüyen Akıllı Varlıklar
2. Kabahat ve Eziyet
3. Yaratığın Seslenişi

Spoiler: Göster
1. Fareler ve İnsanlar
2. Suç ve Ceza
3. Canavarın Çağrısı

2
Başka Kurgular / İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden - Grace Paley
« : 22 Haziran 2017, 18:52:03 »
İnsana Hiç Rahat Yok Kendinden
Grace Paley
Çevirmen: Aylin Ülçer
YÜZ KİTAP, 2016
166 s.

Çevirmeni Aylin Ülçer yüzü suyu hürmetine almıştım bu kitabı. Kendisi ne çevirdiyse, sevdiğim türde olsun olmasın, ilgimi çeksin çekmesin okuyorum/okuyacağım. Onun yerlileştirmeleri, bulduğu karşılıklar bende hayranlık uyandırıyor.

Bu itkiyle okurken birden kitabın kendisini de sevmeye başladığımı fark ettim. Paley'nin günlük hayatı anlatırken kullandığı zaman zaman acıklı zaman zaman alaycı dili hoşuma gitti.

11 Öyküden oluşan eserin tamamında güçlü kadın öykü kişileri öne çıkıyor. Bu "güçlü" sıfatının çok kullanılıp içinin boşaltıldığının farkındayım. O yüzden hemen nasıl "güçlü" olduklarının altını çizeyim:
Tüm baş kişiler kendi seçimlerini yapıyor ve bunların sonuçlarına cesurca göğüs geriyor.

Onlar delice sevdikleri erkeklere canları tak edince "Hadi Güle Güle, Uğurlar Olsun" diyebiliyorlar.

"Hem Genç Hem İhtiyar Bir Kadın" olarak tutkularının peşinden gitseler de olgunlukla dizginleri ellerine alabiliyorlar.

Yeni bir hayat kursalar bile eski eşlerine duydukları sevgi bitmediyse onları sevgiyle kabul edebilecek kadar olgunlar.

Sınıftaki "En Gür Ses"e onlar sahipler ve bu gür ses sadece erkek egemen topluma karşı değil, azınlık olmanın derdiyle de çıkıyor.

"Hayattan Bir Beklenti"leri yok çünkü istediklerini elde edebilecek kudretteler. Eşleri erkekliklerini kanıtlamak için savaşa gitse bile toplumun onlara biçtiği "kadınlık" görevlerinin ötesinde bir varlık gösteriyorlar.

Çocuklarını nasıl yetiştirdikleri hakkında afaki konuşan erkeklerin ağızlarına paylarını bir güzel veriyorlar. O çocuklar ki yeri geliyor annelerinin "karşısında" yeri geliyor "yanlarında" duruyorlar. Her birinin güçlü kişilikleri var.

Bu güzel eserde tek bir öykü var ki kitabın genel çizgisinden sapıyor: "Hepimizi Maymuna Çeviren Zaman"
Başlık her ne kadar yaşlanmaya dair bir işaret verse de öykü "absürt" bir hava içinde akıyor. Baş kişi Eddie'nin ilginç deneylerinin arkasında alaycı bir savaş karşıtlığı seziliyor.

Gerçi tüm öykülerin bir yanı savaşla ilgili. Savaşla dağılan yuvalar ve ekonomik buhran.

Yukarıda az çok anlatmaya çalıştığım halleri daha iyi anlayabilmeniz için bazı alıntılar bırakıyorum. Bu cümleler öyle güzeller ki yerlerinden sökülünce bile etkilerini kaybetmiyorlar:

"Rosie, ah Rosie," dedi bana bir gün. "Gül yüzündeki saatten anladığım kadarıyla, otuzuna gelmiş olmalısın." (s. 17)

Bunu ilk önce annemin yüzünde fark ettim, zamanın çürük elyazısı, yanaklarına bir aşağı bir yukarı kargacık burgacık çiziktirilmiş, alnına ileri geri karalanmıştı ve bu yazıyı bir çocuk bile okuyabilirdi -ihtiyar, ihtiyar, ihtiyar yazıyordu. Ama yüreğimi asıl parçalayan, bu acı gerçeği Vlashkin'in o harika yüz ifadesi üzerine karalanmış görmek oldu. (s. 18)

"Nereye gidiyorsun Peter?" Anna antreden seslendi ona, gürültücü çocukların ve unutulmuş şemsiyelerin yurdundan. (s. 46)

"... O çocukların sesleri pek cılız; hem neden bağırsınlar ki onlar? İngilizceyi, doğuştan sular seller gibi biliyorlar. Melekler gibi altın sarısı saçları var. Oyunda rol almaları o kadar önemli mi sence? Noel... yeryüzünün bütün malı mülkü... hepsinin sahibi onlar zaten." (s. 56)

Zavallı ihtiyar anam, boğazına benden kocaman bir parça düğümlenmiş halde, gözü arkada gitti öbür tarafa. O sırada askerdeydim ama anladığıma göre son sözleri şu olmuş: "Freddy'yi Eleanor Farbstein ile tanıştırın." Kadındaki cürete bakın hele. Beni bir mal gibi vasiyetine eklemiş resmen. Kız kardeşimi asker tıraşlı o reklam yazarına, o gastronomi uzmanına bırakmış. Babamı teyzelerin merhametine terk etmiş. Sıra bana gelince, ki güya onun en kıymetli varlığı, gönlünün buzdolabındaki en iyi et parçasıydım, tutmuş beni de Ellen Farbstein'a bırakmış. (s. 63)

On gün sonra Girard, "Babam nerede?" diye sordu.
"Bana soru sorma ki sana yalan söylemeyeyim." (s. 72)

Benim anlatacak kayda değer bir şeyim yoktu. Hele şimdi, John konuyu böyle gözümün içine içine sokunca, hayatımın yanıp kül olmuş her gününün dumanı utançla tütmeye başlamıştı ve o duman yüzünden güzel geçen sayılı anları bile tam olarak göremiyordum. (s. 75)

Vücudunun bölümleri, ister görünür, ister örtülü olsun, gözü okşuyordu. Çocukluğun ve ihtiyarlığın bütün abartılı kemikleri, genç kızlığın sıcacık ahenginde uykuya dalmıştı. (s. 93)

Gece uyumadan önce farkında olmadan dua ediyorum. Kalktığımda da öyle. Tanrı'ya dua etmiyorum, çocukluğun o birleştirici hatırasına dua ediyorum. Faith, sen ihtiyar dedenin Kadiş duasını okuyuşunu unutabilir misin hiç? Hayır, sonsuza dek kulağında kalacaktır o ses. (s. 112)

Sonra da, Alcatraz hapishanesinde siyah beyaz parmaklıkların ardına hapsedilmiş bir kral gibi ebediyen mezara gömülmüş kalbim, oğlumun kısa, tombul parmaklarının arasından sızan ışıkla çizgi çizgi aydınlandı. (s. 127)



Çeviriye ve düzeltiye diyecek söz yok. Tek bir düşük cümle tek bir yazım hatası bile görmedim. Editör Derya Önder'e de buradan saygılarımı sunuyorum.

Hele baskısı. Ah öyle güzel bir baskısı var ki kitabın. Kapak tasarımı, çizimi, dokusu; sayfaların rengi, dokusu, yazı düzeni; her şeyiyle harika bir baskı. Kapak tasarımı ve çizimini yapan Melis Rozental'ın ellerine sağlık.

3
Eğlence & Mizah / İkiz Kapaklar
« : 14 Haziran 2017, 02:09:27 »
Son yıllarda, özellikle butik yayınevlerinin kapaklara gösterdiği özen mutluluk verici ve hayranlık uyandırıcı. Bunun yanında özensiz demesek de kolaya kaçan yayınevleri de var. Belki bu sebepten belki de tamamen tesadüfen birbirlerinden hayli farklı kitapların kapakları birbirlerine benzeyebiliyor. E, benim de işim gücüm yok, bulup buraya ekliyorum, sizden de beklerim.

04:00 - Hikmet Hükümenoğlu
Boşluk Kuruntusu - Mehmet Erikli

Spoiler: Göster



Çürük ve Harabe 1 - Jonathan Maberry
Beyaz Elmalar - Jonathan Carroll

Spoiler: Göster

4
Diğer Bilimkurgu Eserleri / Bu Ölümsüz - Roger Zelazny
« : 15 Mayıs 2017, 23:36:13 »


Bu Ölümsüz - Roger Zelazny

Özgün adı: This Immortal
Çeviri: Sönmez Güven
1. Basım: Eylül 2000

Dünya nükleer felaketler yüzünden yıkılmış harabe olmuş, insanlar başka gezegenlere göçmüşler hayatlarından da memnunlar. Yeryüzünde sadece değişime uğramış hayvanlar ve insanlar var, o yüzden hem tehlikeli hem de gizemli bir yere dönüşmüş. Bu durum onu başka gezegenlerin ırkları tarafından turistik bir durak olarak algılanmasına sebep olmuş. İnsanlar tarafındansa çok önemsenmeyen tarihi bir miras.

Hikayemiz Dünya'yı gezmek isteyen bir Vegalı (Vega gezegeninden gelen bir ırk) ve ona refakat eden bir ekibin etrafından şekilleniyor. Romanın baş kişisi bu ekibin lideri ve Dünya'daki tarihi mekanlardan sorumlu Conrad Nomikos. Hikayenin başında anlaşıldığı üzere ölümsüz, bu da onu işinde doğal olarak uzman yapıyor. Onun ölümsüzlüğü başka insanlar tarafından sezilen ama kanıtlanamayan bir olgu. Kendisi de gizliyor zaten.

Vegalı Dünya'yı gezerken ekibin başına gelmeyen kalmıyor, hepsi ölümle yüz yüze geliyor, en çok da Conrad. Siyasi meseleler yüzünden planlanan suikastler, güreşçi robotlar, değişim geçirmiş insanlar, devasa yaratıklar... Bu kısımlar büyük bir heyecanla okunuyor ve hızla kitabın sonuna geliniyor ama...

Bu karmaşa okur olarak beni rahatsız etti. Kitap, kullandığı temalar ve dil itibariyle hızlı değişimler gösteriyor. Ana bir tema olmaması da kitaba dair bir okuma tavrı geliştirmenizi engelliyor.

Sanki fantastik temalar işe koşmak istiyor yazar ama bir yandan da bilimkurgu sosu eklemek istiyor. Kabadayı bir tavırla "karar ver artık" diyecek değilim, böyle yazmak istemişse yazarı yargılayamam ama bu hız ve çeşitlilik kitabın akılda kalıcılığını azaltıyor.

Mesela Vega hükümetinin dünyanın bir çok bölgesini satın alması ve insanları Vega'ya kabul ederken onları mülteci konumuna düşürmesine dair siyasi rahatsızlık ve bu rahatsızlıktan doğan gizli bir örgüt var ama hikaye bunun üzerinde pek durmuyor.

Conrad ölümsüz ama neden, nasıl? Bunu anlatmak zorunda değil diyelim, peki kitabın sonunda ortaya çıkan işlev dışında bu ölümsüzlüğün kitaba katkısı ne?

Conrad'ın eşine duyduğu sevgi kitabın başında yoğun ama... Bir dakika tamam tamam her şey aydınlığa kavuştu. Conrad'ın Yunanlı olmasından anlamalıydım, ya da sürekli Yunan efsanelerine gönderme yapmasından.

Bu kitap Oydsseus destanının ya da evinden uzaklaşan kahramanın bin bir badire atlatarak yeniden eve dönmesinin zayıf bir tekrarı. Peki bir Yunan mitini bir bilimkurgu kitabına nasıl taşıyıp o efsanevi yaratıkları nasıl geri getireceğiz? Nükleer bir felaket sonucu Dünya harabeye dönerse ve bu küllerin içinden tavuklar mutasyon geçirip Anka Kuşu gibi ortaya çıkarsa bu destan için gerekenler hazırdır. Kitapta Anka Kuşu falan yok tabi ama değişime uğramış köpekler, timsahlar, yarasalar ve hatta ördekler var. İnsansılar, vampirler, zombiler bile var.

Conrad da güçlü kuvvetli, akıllı bir kahraman, hepsini alt edebilecek yetilere sahip. İşlem tamam. Kitap boyunca kahramanlıkla ilgili onlarca konuşma yapan Conrad açık açık formülü veriyor aslında:
"Pekala, Hasan, seni şanslı kerata," dedim. Şu anda bir adet kendin-yap'lı Kahramanlık Modeli kazanmış durumdasın, canavarı da bedava. İyi şanslar." s. 140

Hatta kahramana eşlik eden roman kişileri bile bir formül üzere kurulmuş. Bu formül de açık açık dillendiriliyor Moreby tarafından:
"Eh, bizim de elimizde bir ozanın dili, iki amansız savaşçının kanı, çok seçkin bir bilim adamının beyni, ateşli bir siyasetçinin safralı karaciğeri, ve bir Vegalının ilginç renkteki eti var -" s. 136

Her ne kadar onlara kişilik verilmemişse de bu ekipte kadınlar da var: Ya erkeğe bağımlı ya da sinsiler. Klişe!

Aslından yazarın, yaptığı mitsel-cover'ı bu denli gözümüze sokması (her ne kadar ben geç anlasam da) kitaba bir mizah duygusu katıyor. Conrad da çok şakacı ve iğneleyici bir roman kişisi. Bu yüzden okurun bu karmaşanın içinden eğlenmiş çıkması olası.

Daha bahsedecek çok şey var ama ben de anlatırken karıştırdım, affedin, sizi kitaba dair karmaşık duygularla bırakıyorum.

Çeviri ve düzelti eki:

Kitabın çevirisi şahane, Sönmez Güven'in eli dili dert bulmasın. Sadece bir bariz hata gördüm "radio"nun "telsiz" yerine "radyo" şeklinde çevrilmesi gibi.

Bayıldığım yerlileştirmeler vardı:
"Trip and break your neck."
"Umarım boynun altında kalır."
s. 138

"Therefore, we must plan an escape, else we will be served up on a chafing dish."
"Dolayısıyla, ya bir kaçış planı düzenleriz, ya da akşam yemeğine köftelik kıyma oluruz."
s. 138

Procrustes kicked him several times, and me once for good measure.
Procrustes onu birkaç kez, hatırım kalmasın diye beni de bir kez tekmeledi.
s. 153

Bu güzel karşılıkların yanında anlamadığım bir yerlileştirme vardı:
Hasan adındaki roman kişisi Conrad'ı (çok) eskiden beri tanıyor ve ona Conrad yerine Karacı diyor. Bunu anlamamıştım. Conrad o uzun ömründe bir çok isim almıştı ama Karacı ne demek? Özgün metne baktım: Karagee

Neden Karacı diye çevrilmiş anlamadım. Hasan, Conrad'la ilk karşılaştığında Conrad'ın adı Karaghiosis'miş, çevirmen bu ismi Karagozis şeklinde Türkçe'leştirmiş, olabilir, güzel bir karşılık.
Özgün metinde Karagee, Karaghiosis'in kısaltılmış hali muhtemelen. Dolayısıyla Karacı gibi Türkçe'si de anlamlı bir karşılık yerine Karagi kullanılabilirdi.

Off, buna mı taktın diyebilirsiniz, "işim gücüm yok" diye karşılık veririm.

Kitabın düzeltisi de çok iyiydi, sanırım sadece üç yerde yanlış yazımla karşılaştım. Şu anki yayınevlerinin Metis gibi nitelikli yayınevlerini örnek alması gerek. Bu kitap 17 yıl evvel böyle tertemiz yayınlanmış ama şimdi "büyük" dediğimiz bir çok yayınevi (örneğin İthaki), son okuma yapmadan yayınlayabiliyor bazı kitaplarını.

Milliyetçi ek:
"Karagozis eski Yunan gölge oyunundaki bir karakterin adıdır, Avrupa'nın Punch ve Judy oyunlarındaki Punch gibi. Kılıksızın ve soytarının tekiydi." s. 84

Yahu pes! Kahveye, baklavaya bizim dediniz, hadi neyse ama güzelim gölge oyunumuzu kaptırmayız!

5
Başka Kurgular / OZ - Adam Fawer
« : 13 Ocak 2017, 22:51:23 »


OZ
ADAM FAWER

Çevirmen: Algan Sezgintüredi
384 s.
April Yayıncılık
2016


“OZ Büyücüsü” adlı kitabı ve filmi çoğunuz bilir. “Alice Harikalar Diyarı’nda” gibi bilinen bir eserdir. Adam Fawer bu bilinen hikâyeyi kitabına temel olarak almış. Bunu yaparken yaratıcı öğeler de eklemiş ama temelde hikâye aynı.

Bilinen bir hikâyeyi yeniden yazdığınızda onu “yeni” bir esere dönüştürmek için yapılacakların sınırı yok. Hikâyeyi tersten anlatabilir, parodisini yapabilirsiniz; hikâyenin geçtiği coğrafyayı, zamanı, değiştirebilir, roman kişilerini yeniden başka biçimlerde ve kişiliklerde oluşturabilir, hikâyeyi başka bir karakterin bakışından aktarabilirsiniz.

Bu tür yeniden yaratımlar okuyucuyu heyecanlandırır. O çok iyi bildiği hikâyenin neye dönüştüğünü merak eder; benzerlikleri ve farklılıkları keşfetmek için heyecan duyar.

Fawer’ın OZ’u okuyucuda bu heyecanı ve zevki yaratmada eksik kalıyor çünkü yazarın neyi amaçladığı belirsiz. Eser, ufak değişikliklerle “OZ Büyücüsü”ndeki olay örgüsünü ve karakterleri aynen koruyor. Okurken nerede farklılaşacak diye sayfalarca bekledim ama olmadı. Bunların hepsinin hayal olduğunu, filmi izlemiş genç bir kızın hayal dünyasında yarattığı çarpık bir versiyon olduğunu düşündüm ama değildi. Karakterler ters yüz edilmiştir belki de dedim; iyiler kötü, kötüler iyi olmuştur. Ama bu da değildi.

Bilinen hiçbir yeniden yaratım türüne uymadığı için okur olarak hikâyenin içine girmekte zorlandım, beklentilerim boşa çıktı. Kitabın ortalarına doğru Adam Fawer’ın ne yapmaya çalıştığını biraz olsun anladım. Tamamıyla fantastik öğeler taşıyan özgün hikâyedeki bu öğelerin hepsini bir mantığa oturtmaya çabalamış. Bunun için kuantum fiziği, paralel evren teorisi, temel fizik, psikoloji, yapay zeka ve biyoloji gibi alanları kullanmış.

Aslında bu yaklaşım, özgün hikâyedeki Büyücü karakterinin yaptığı olağanüstü şeylerin ardında basit makinelerin olduğu gerçeğini destekliyor. Kitabın tamamı bu şekilde ilerleseydi daha doyurucu olabilirdi ama maalesef her olanın sebebi bilimle açıklanmıyor.

Bilinen dünyayla benzerliklerde parodi havası var. Örneğin aslanın adı Liberace. Bu, 1950’lerden 70’lere kadar Amerika’daki gösteri dünyasında etkin olmuş ünlü birinin adı. Giydiği kürkler ve abartılı giysilere bakıldığında onu hikâyedeki aslana benzetmek kolay. Büyücünün adı Stephen Jobos, yardımcısınınki Iris (iPhone Siri). Mesela “What does the fox say?” (https://www.youtube.com/watch?v=jofNR_WkoCE) göndermesi çok hoştu. Bunun gibi esprili göndermeler var ama kitap boyunca değişen üslubun içinde eriyip etkisini yitiriyor.

Dehşete düşüren olaylar var kitapta, insanlar parçalanıyor, kafalar kesiliyor, ayaklar kesiliyor, deriler yüzülüyor. Bu bölümler bir korku romanından fırlamış gibi. Bununla ilgili bir sorunum yok. Ama bir yandan komik göndermeler yapılırken bir yandan dehşete düşüren olayların gerçekleşmesi okuru garipsetiyor.

Kitaptaki karakterler ve olayların geçtiği mekanlar çoğunlukla özgün hikayedeki gibiyse de zaman zaman gerçek hayattaki öğelerle karşılaşıyoruz: Arabalar, elektronik eşyalar, televizyon, borsa, hastaneler vs. Yazar her şeyi olduğu gibi bırakmakla onları gerçek hayatla bağlantılı kılmak arasında kalmış gibi. Bu çok rahatsız edici.

Tüm bunlara rağmen hızla okunan farklı bir kitap. Yarım yamalak da olsa bir çok tat barındırıyor. Sırf bunlar için okunabilir.

Ve çeviri:
Algan Sezgintüredi’ye saygım büyük, kendisini hem yazar hem çevirmen olarak takip ediyorum. Okuduğum birçok eserde imzası var. OZ’un çevirisi de güzel olmuş. Özgün metni inceleyemedim ama çevirinin sadık olduğunu düşünüyorum. Özellikle kelime oyunlarında harikalar yaratmış. Zihni dert bulmasın.

Buna karşın bazı sıkıntılarım var. Çevirmenin tercihlerine saygı duyuyorum ama yerlileştirmelerin sıklığı ve bazı az kullanılan yapılar, beni rahatsız edip zaten garipsediğim hikayeyi daha da garip hale getirdi.

Yerlileştirmeler bir çeviriyi kültürümüze yaklaştırıp onu daha tanıdık kılar. Böylece metni daha iyi anlayıp daha rahat okuruz; lakin bu çok fazla yer alırsa metin tanıdık olmak yerine yabancılaşma yaratır.

Roman kişileri “valla” diyebilir, “kıyak, şekerim, bacım, karı, yok ya, şıpınişi, abla, çek bir porsiyon” gibi ifadeleri tabi ki kullanabilir. Bu tür yerlileştirmeler eserden daha çok zevk almamızı sağlar.

Mesela sayfa 308’de su molekülleri şöyle derler: “Cam çek ablama un ufak olsun!”. Harika bir örnek, hem bizden hem kelime oyunu güzel yansıtılmış. Ama aynı su molekülleri “Kayna yavrum kayna! Oyna gülüm oyna!” (s. 320) gibi ifadeleri sürekli kullanınca rahatsız edebiliyor. Ya da ergen konuşmalarına benzeyen karşılıklar okurken sizi hikâyeden uzaklaştırabiliyor: “Büyücüyü görmeye geldik derken?” (s. 160)

Bir de kitaptaki neredeyse herkesin alaycı konuşurken kullandığı “şekerim” ifadesi var, o denli sık kullanılıyor ki bu karşılık, roman kişileri birer kokoş hanıma dönüşüyor.

Bu yerlileştirmelerin yanı sıra şu cümledeki bağlaç kullanımının sık sık karşımıza çıkması günlük hayatta az karşılaştığımız için yadırgatıcı olabiliyor:
“Saman oğlan Jak’in talimatlarını dikkatle dinliyordu ya, yumurtaların çoğu ya yanmıştı ya pişmemişti.” (s. 153)

Diğer yandan günlük hayatta sık karşılaşmadığımız bazı ifadelerin sık sık kullanılması :
“Liberace… Eh, işte kedi çevikliğiyle atıldı.” (s. 202)

Sanırım özgün metindeki çoğu “well” ifadesi “eh” diye çevrilmiş. Bu karşılık çok kullanılıyor ama Algan Bey’in daha bizden bir karşılık bulmasını isterdim.

Bir de “başıyla evetlemek” ifadesi var. Sanırım “nod” sözcüğünün karşılığı. Bu da çok kullanılıyor, hem çeviri hem de telif eserlerde. Ama metinde sık sık geçtiği için rahatsızlık veriyor. Farklı karşılıklar bulunabilirdi.

Çeviride kaybolan bir espri paylaşayım. Dipnot verilmemiş. muhtemelen gerek duyulmamıştır.
“Bundan sonra sana Ten-Ten diyeceğiz. Bayağı metalden yapılmış görünüyorsun sonuçta.” (s. 191)
Çizgi roman karakteri Tenten’in özgün adı Tintin’dir. “Tin” İngilizce “teneke” anlamına gelir.

Tekrar ediyorum: Çeviriye dair tüm bu söylediklerim tercihlerle ilgilidir, okur bu tercihleri beğenir ya da beğenmez. Bu çevirinin sadakatine gölge düşüremez tabi. Çevirmenler başımızın tacı. Onların emekleri asla hafife alınamaz.

6
Başka Kurgular / Kızıl Şebeke - Ayfer Kafkas
« : 29 Kasım 2016, 21:50:11 »

Kızıl Şebeke
Bir Osmanlı Polisiyesi / Eşrefzade İdris Bey'in Maceraları


Ayfer Kafkas
Portakal Kitap
(Timaş Yayınları)
432 s.
2016
   

Tanıtım haberimiz için tıklayınız.


“Bir solukta okuyacağınız bir roman değil. Nereden baksan 75.000 kelime...
Kimse nefesini o kadar tutamaz.”
-Mecmua-ı Konstantiniyye-


Yukarıdaki ifade arka kapakta yer alıyor. Yabancı gazeteler üzerinden esprili bir yorum. Gülümsetiyor ama tüm roman boyunca beni sarmalayan sıkıntıyı da ele veriyor: Roman gereğinden fazla uzun.

Romanın hemen girişinde (s. 16) Kadı'nın da belirttiği gibi bu bir "kilitli oda muamması". Yani cinayet içeriden kilitli bir odanın içinde işlenmiş. Gaston Leroux, Edgar Allan Poe, Arthur Conan Doyle, Agatha Christie gibi büyük yazarların da eser verdiği önemli bir polisiye durum. Cinayet var ama katil yok, kapı ve pencereler içeriden kilitliyse katil nasıl çıkmış olabilir, intihar ihtimali de yok, tanıklar hiçbir şey görmemiş; tam bir muamma, çık işin içinden çıkabilirsen.

Kızıl Şebeke'de işlenen cinayetlerin hepsi böyle. Maktullerin boğazları kesilmiş, ağızlarına hemen katılaşan bir yağ dökülmüş ve alınlarında bir not: "Sultanım çok yaşa!"

Kilitli oda muammasını temel alan romanların sunduğu zeka dolu çözüm heyecan vericidir çünkü dedektif üstün gözlem gücü ve çıkarımlarıyla olayı çözer. Bu kitaplar çoğunlukla kısadır. Bir çırpıda hayranlıkla okuruz. Uzun olduğu zaman okur olarak sabrımız taşar, canımız sıkılır.

Kızıl Şebeke'deki dedektifimiz Eşrefzade İdris Bey de olayı layıkıyla çözüyor; getirilen açıklama da gerçekten tatmin edici. Ama hafiyemiz bunu akıl yürüterek değil, bildiğin soruşturma yaparak buluyor. Şüpheli şüphesiz herkesi sorguluyor, delil topluyor, gözlem yapıyor, yem atıyor, takip ediyor, iz sürüyor. Dahiyane çıkarımlarla değil odanın dışında başka meselelerle uğraşarak hasbelkader keşfediyor çözümü.

Buna da diyecek bir şey yok belki de. Her ne kadar kapalı oda polisiyesi gibi sunulsa da ismindeki "şebeke" sözcüğüyle işin içinde başka meselelerin olduğu da ima ediliyor aslında. Bu açıdan cinayetlerin nasıl işlendiği değil de neden işlendiği sorusu daha önemli hale geliyor. Dedektif de bu soruya yöneliyor. Böyle olunca roman da uzadıkça uzuyor. Nedene giden yolda nasıl sorusuna da cevap bulunuyor ama böyle olunca kapalı oda muamması romanda ikincil konuma düşüyor. Okur olarak bunu doğru bulmadım, kandırılmış hissettim.

Tabi okur beklentilerime uymuyor diye bir kitabın iyi olmadığını söyleyemem. Kandırılmış hissini kenara attığımda romanı iyi bulduğumu söyleyebilirim. Keşke saha kısa olsaydı. Sürekli tekrarlanan ifadeler, hikayeye hizmet etmeyen ayrıntılar, olmasa da olur diyebileceğimiz roman kişileri...

Mesela Ali Cengiz. İdris Bey'in Kütahya'ya ayak basar basmaz kullandığı bir yöntemle bulduğu zeki bir sokak çocuğu. Ali Cengiz, isminin işaret ettiği üzere uyanık bir çocuk, İdris Bey onun bu yönünü soruşturmada kullanabilir. Harika diyorsunuz, Sherlock Holmes'ün sokak çocuklarından oluşan çetesi ve onların lideri Wiggins geliyor aklınıza.

İkisi birlikte harika işler yapacak diyorsunuz. Ama daha tanışma faslından başlayarak Ali Cengiz karakteri o kadar eğreti duruyor ki. Hikayenin önemli hiçbir yerinde yok, çözüme hiçbir faydası yok. Sadece yemek yiyor ve uyuyor. İdris Bey'i sürekli şunu söylerken buluyoruz: "Ali Cengiz dışarıda bekle ama fazla uzaklaşma, bir yere kaybolma." Bu roman kişisi hep orada bir yerlerde uzaklaşmıyor ama hikayeye de dahil olmuyor. O kadar sinir bozucu ki.

Sonra araba ve arabacılar. İdris bey soruşturma için şüpheli gördüğü insanların evlerine gidiyor sürekli. Bu evler birbirlerine ve İdris Bey'in kaldığı yere bir hayli uzaklar. Hal böyle olunca atlı arabalara biniyorlar. Kitabın ana karakterlerinden rol çalacak kadar çok bahsediliyor bu arabacılardan: Arabacıya parasını verdik, beklesin diye yüklü bahşiş verdik, arabacı akşam oldu diye isteksizdi, araba aradık, arabacı korkmuştu, arabacı olayı gördü mü, araba çok sallanıyordu, arabacıyla pazarlık yaptık, ah arabacı vah arabacı... Bıktım desem abartmış olmam. Bir yerden bir yere gidilecekse ve gitme yöntemi hikayeye hizmet etmiyorsa bahsetmeye değmez. Roman kişileri bir yerden çıkarlar bölüm biter, diğer bölüm başında onları yeni mekanda buluruz. Bu böyle olur benim bildiğim. Sadece bir yerde arabacının teki biraz sorgulanıyor bunun dışındaki tüm araba ve arabacılardan beyhude bahsediliyor.

Ve hava. Off. Anlatıcı yerli yersiz havadan sudan bahsediyor. Vallahi. Bir ara gerçekten Kütahya'nın suyundan bahsedildi. Hadi burayı yazarın Kütahya'lı olması hasebiyle tatlı bir gönderme sayalım ama sürekli havadan niye bahsediliyor. E bu kadar havadan bahsedilince ne oluyor?

İdris Bey hasta oluyor. Soğuk algınlığı mı grip mi bilmem kitabın bir bölümünde hafiyemiz yataklara düşüyor. Bu neden oluyor bir türlü anlamıyorum. Hastalığı o denli gereksiz ki "e şimdi ne oldu?" diyiveriyorsunuz. Günlerce bilinçsiz yatıyor, daha evvel gördüğü rüyaların yoğunluğu hastayken artıyor. Ama ne rüyalar ne de hasta olduğundaki bilinçsizlik hali veya soruşturmadan uzak kalışı hiçbir şeye hizmet etmiyor.

Klişeler. Kesik parmaklardan tutun dedektifin mercek kullanmasına kadar. Bunlar eğer klasik dedektif hikayelerine göndermeyse affedin ne olur, ben anlamadım. Basit akıl yürütmeler, dedektifin unutamadığı aşkı, karanlık geçmişi...

İdris Bey'in kendisi. Akıllı, hazırcevap, ciddi, komik, yakışıklı, sempatik, çekici, kuvvetli, kıvrak, hissiz, iletişim becerileri yüksek, sert yahut gizemli değil hafiyemiz. Hiçbir çekici, akılda kalıcı, hayranlık verici özelliği yok. Ali Cengiz'e şevkatle yaklaşan İdris Bey, gencecik bir kızın canice öldürüldüğünü duyunca o denli hissiz davranıyor ki. Hatta romanın bir yerinde (s. 227) cinayet mahalline ilk o varıyor ve bu olaydan daha sonra bahsettiğinde "Nihayet kan görmek nasip oldu." diye saçmalayabiliyor.

İdris Bey’e yardım etti diye Subaşı tarafından Kütahya kolluk kuvvetlerinden kovulan ve o vakitten sonra her türlü işte İdris Bey'e yardım etmeyi onur sayan Musa Bey bile daha ilginç bir roman kişisi.

Bunca fazlalığa rağmen kitap kendini okutuyor ve merak duygunuzu diri tutuyor. Sona doğru olayların seyri daha büyük çapta (Kızıl Şebeke) bir meseleye yöneliyor olsa da hikaye mantıklı bir şekilde sonuca bağlanıyor. Cinayetlerin neden kilitli odalarda işlendiğine dair mantıklı bir açıklama da getiriliyor. Her şey açıklığa kavuşuyor anlayacağınız. Tabi bunu bir kurgu başarısı mı yoksa başta ortaya atılan kilitli oda cinayetine sunulan dolambaçlı bir çözüm mü saymak lazım, bilemiyorum.

Romanın "Osmanlı" kısmı pek yoğun olmasa da eski sözcükler, kimi tarihi mekan ve geleneklerle bu doku az çok yansıtılıyor. Keşke bu yoldan gitseymiş yazar. Yani batının cinayet çözme teknikleri ve Osmanlı'yı birleştirmeye değil de saf bizden bir polisiye yazmaya odaklansaydı o zaman bambaşka bir tadı yakalardı belki.

Keşke...

7
Eğlence & Mizah / Anagramı Anlamlı
« : 24 Şubat 2016, 13:27:00 »
TDK Büyük Türkçe Sözlük

anagram Fr. anagramme
a. Bir kelimedeki harflerin yerleri değiştirilerek elde edilen kelime: Bakla kelimesinin anagramı ablaktır.

Quizup adlı internet sitesinde (ve telefon uygulaması) oynadığım bir oyun anagram. İngilizce sözcüklerin anagramlarını soruyor oyunda. Bir süre sonra farkettim ki anagramlar ile asıl sözcükler arasında esprili bir bağ var. Çok zekiceydi. Soruları hazırlayanları takdir ettim ve buraya koştum. Belki biz de burada benzerini hazırlayabiliriz.

Oyundan örnekler:
software = swear oft
considerate = care is noted

Bu da benden:

İhsan Beye gelsin:

Son Kurtadam = okursan at dm :)



Ortaya:

fantastic = satan fict


8
Eğlence & Mizah / Aforizma Kuluçkası
« : 24 Şubat 2016, 13:03:11 »
Sosyal medyada kitaplardan alıntılar paylaşırken okurların en çok meylettiği aforizmaların çoğunun pek de anlamlı olmadığını düşünüyorum. İlk bakışta çok etkileyici dursa da bir kaç saniye sonra hiçbir anlam ifade etmediğini farkediyor insan.

Bizim neyimiz eksik dedim ben de. Biz de uydururuz ne var bunda. (İlla uydurmanız gerekmez tabi, dilediğiniz gibi at koşturun, maksat eğlence.)

1. "Aforizma uydurmak tavukları kandırıp vaktinden evvel yumurtlamalarını sağlamak gibidir, yumurta ilk başta hoş görünse de sonradan lezzetsiz olduğunu anlarsınız."

2. "Kalın bir kitap okumak maraton koşmaya benzer, sürekli bitişi düşünürseniz koşudan keyif alamazsınız."

9
Başka Kurgular / 2666 - Roberto Bolaño
« : 23 Kasım 2015, 22:18:50 »

2666
Roberto Bolaño

Çevirmen: Zeynep Heyzen Ateş

Pegasus Yayınları, 992 s. 2012
Alıntı
Kuzey Meksika'dan Nazi Almanyası'na, Stalin'in Moskovası'na, Drakula'nın kalesine ve denizlerin derinliklerine uzanan çarpıcı bir edebi labirent… Bolaño, ölümle yarışarak yazdığı 2666'da, kötülüğün en yalın halinin günümüz Meksika'sından bir gazete haberiyle başlayan hikâyesini anlatıyor. Hikâyenin geçtiği Santa Teresa sadece Cehennem olmakla kalmıyor, aynı zamanda da bir ayna; "sürekli işe yaramaz bir değişim içinde olan zengin ve yoksul Amerika'nın" hüzünlü bir aynası.


"Kitaplar pek çok işe yarar, sizi bazen çalışmaya bazen eğlenmeye ve bazen de yazmaya teşvik eder. Bolaño'yu okumak bana yazma konusunda ilham veriyor. Tam bir dâhi."
Patti Smith

"Bu yılki okumalarıma çoğunlukla Roberto Bolaño hâkimdi. Bolaño, 2666'da Güney Amerika, ABD ve Avrupa geleneklerini; modernizmin vahşi gerçekçiliği ile suç romanlarını pürüzsüz bir şekilde bir araya getiriyor. Bolaño'nun romanları, yazarı modern edebiyat tarihinde önemli bir yere oturtuyor."
Kazuo Ishiguro

"Bu doğaüstü roman tasvir edilemez; bütün ihtişamıyla yaşanması gerekir. Gelmiş geçmiş en korkunç gerçek cinayet furyasıyla, Juarez (Meksika) ve çevresinde öldürülen 400'den fazla kadınla ilgili olduğunu söylemek belki de yeterli."
Stephen King

"Garcia Marquez'in Yüz Yıllık Yalnızlık'la yarattığı depremden kırk yıl sonra, Bolaño yeri göğü yerinden oynattı. 2666, en yalın ifadeyle, yirmi birinci yüzyılın ilk gerçek başyapıtıdır."
The Complete Review

"Tıpkı Cervantes, Melville, Proust, Musil ve Pynchon gibi Bolaño da totaliter dünyayı romanda yeniden kuruyor."
Neue Zürcher Zeitung

"Bolaño'nun mirası olağanüstü. Kafka, Borges ve Cortázar'ın izinden giderek anlatıların sınırlarını muğlaklaştırıyor. 2666 bunun en güzel örneği.Bir roman bundan daha heyecanlı olamaz."
Frankfurter Rundschau


Benim Yorumum:

Bu devasa romanı tanımlamaya, özetlemeye, yorumlamaya gücüm yetmez ama aylar sonra bile hala içimde yoğun bir heyecan büyüdüğünü söylemem gerek. Onun içindeki yazma ve yaşama coşkusunu hala hissediyorum.

Bağımsız diyebileceğimiz 5 bölümden oluşuyor 2666. Tüm bu bölümler (novellalar) bir şekilde birbirleriyle bağlanıyorlar. Bu bağlantıların şaşırtıcı bir tarafı yok. Zaten bu güzel eseri "sonunda ne olacak" diye değil "bana neler hissettirecek" diye okumak gerekiyor.

Yaklaşık 1 yıl süren okuyuşum aylar önce sona erdi ama size 2666'dan bahsetmek şimdi kısmet oldu. Bölümlerin arasına başka kitaplar girdi; uzun süre okumadığım aylar, oturup saatlerce okuduğum günler oldu. Ama her elime alışımda özlediğimi hissettim. Genellikle acı dolu, karmakarışık bir dünya yaratmıştı benim için Bolaño. Kırmızı kapağın altında bir kalbin attığını duyacağım kadar gerçek (belki bu yüzden acı dolu) olan bu dünyayı özledim her seferinde.

Biraz bölümlerden bahsedeyim, çünkü "çok sevdim, çok güzeldi"den öteye geçemeyeceğim bu gidişle:

Eleştirmenlerle İlgili Bölüm:


Bu bölümde farklı ülkelerden bir grup edebiyat eleştirmeni, Benno von Archimboldi adlı Alman bir yazarın izini sürüyorlar. Hepsi de ona hayran. Ama bu gizemli yazar ortada yok. Nereye gittiğini kimse bilmiyor. Eleştirmenlerin ona duyduğu hayranlık onları birbirlerine yaklaştırıyor. Aralarındaki karmaşık ilişkilere şahit oluyoruz bu bölümde. Tam bir dedektiflik hikayesi, heyecanla deviriyorsunuz bu bölümü.


Amalfitano’yla İlgili Bölüm:

Bu bölümde Şili'li Profesör Amalfitano'yla tanışıyoruz. Santa Teresa'da yaşayan Amalfitano kızı için endişeleniyor çünkü o bölgede sürekli kadın cinayetleri işleniyor. Bu endişe onu deliliğe sürüklüyor. Aklımda çamaşır ipine asılı bir kitap imgesi var şu an, ışıl ışıl. Amalfitano'nun karısıyla olan bağına dair çok ilginç şeyler öğreniyoruz bu bölümde.


Fate’le İlgili Bölüm:

Oscar Fate adlı Amerikalı bir gazeteci, Santa Teresa'ya bir boks maçı hakkında haberi yazmak için geliyor, istemeye istemeye. Santa Teresa'da nerdeyse her gün gerçekleşen kadın cinayetleri Fate'in ilgisini çekiyor ama bu olay hakkında bilgi toplamanın kolay olmadığını anlıyor. Derine daldıkça orasının tam bir cehennem olduğunu kavrıyor.


Suçlarla İlgili Bölüm:

Yüzlerce kadının ölümlerinin, daha doğrusu öldükten sonraki hallerinin anlatıldığı, uzun, acıtıcı, bezdirici, sarsıcı, sıkıcı, şok edici bölüm. Ara ara cinayetleri araştıran polislerin hayatlarına göz atsak da yaklaşık 300 sayfa sürüyor bu işkence. İşin ilginç yanı, başlarda gerçekten acı duysam da sonra bu ölümlere alışmamdı. Belki bilerek yaptı Bolaño, her gün yüzümüzü döndüğümüz cinayetleri yüzümüze çarpmak için. İşin kötü yanı ise bu bölümde anlatılan cinayetler gerçekten olmuş ve ben bunu bu yaşıma kadar duymamışım:
Meksika'nın Ciudad Juárez bölgesinde 370'ten fazla kadın vahşice öldürülmüş ve cinayetlerin failleri bulunamamış. Bu öyle acı bir bilgi ki. İnsan, kendi türünün bu denli vahşi olabileceğini kabul etmediğinden olsa gerek bu cinayetlerin bir seri katil veya örgüt tarafından işlendiğini düşünüyor ama öyle değil. O bölgede kadınlar öyle değersiz ki onları öldürmek, ötesinin düşünülmediği bir eylem. Cinayetler hemen unutulup örtbas ediliyor.

Archimboldi’yle İlgili Bölüm:

Adı üzerinde Archimboldi'nin kim olduğunun anlatıldığı bölüm. Çocukluğundan yazar olduğu zamana kadar ne olmuşsa öğreniyoruz bu kısımda ve doyurucu bir sonla bitiyor roman. Zaten tüm bölümler birbirleriyle bir şekilde bağlı: Bir bölümde okuduğunuz roman kişisiyle başka bir bölümde karşılaşabiliyorsunuz.


Ve çeviri:
Özgün metinle karşılaştıramam belki ama çevirmen Zeynep Heyzen Ateş'in Bolano'yu çok sevdiğini düşünüyorum. Facebook'ta yaptığımız kısa sohbet sırasında edindim bu izlenimi. Zeynep Hanım, İngilizce'den de çeviri yapıyor. Hatta "Yolun Sonundaki Okyanus"tan tutun "Bey Mercedes" ve "22/11/63"e kadar, tanıdığımız bir çok eseri o çevirdi. Ama İspanyolca'sının İngilizce'sinden daha iyi olduğunu her zaman dile getiriyor. Başka bir Bolano eseri olan "Tılsım"ı çevirirken çok zorlandığını ama çok içine sinen bir çeviri olduğunu belirtmişti konuşmamız sırasında. Ben zerre kadar rahatsız olmadım 2666'yı okurken. Hiçbir yazım hatasıyla cümle düşüklüğüyle karşılaşmadım. Belli ki düzelti ve son okuma da fevkalade yapılmış.

Anlatmaya çalışırken kırıp döktüm. Bunun olacağını biliyordum aslında. O yüzden bu kadar geciktirdim belki. Ama okurken hissettiğim coşkuyu aktarabildiysem ne mutlu bana. Hani derler ya, bu roman için sözcüklerin gerçek ve bayağılaşmamış anlamlarını düşünerek tekrar ediyorum: Anlatılmaz, yaşanır.

10


Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar

Rebecca Solnit

Çeviren: Asude Küçük

Encore Yayınları - 2015

144 s.

Tekrar tekrar okumak istediğim bir kitap bu.

Neden?

Çünkü, Solnit bu kitabında, yakıcı olmayan dürüst bir bakışla bakıyor "kadın"a. Kitap; kadına yönelik şiddete dair, erkek bakışının hakimiyetine dair, içimize sindirip normalleştirdiğimiz erkek egemen yargılara dair bağırmayan, körü körüne eleştirmeyen, sırf soruna odaklı olmayan güzel denemelerden mürekkep.

Okudukça "bilgiçlik taslayan adamlar"dan olduğumu ve bunu doğallıkla kabul ettiğimi gördüm. Utandım, harekete geçtim, değişmeye çabaladım.

Solnit, belki de herhangi bir "kadın hakları savunucusu" yazarın söylediklerini tekrar ediyor, belki de bildiğimizi şeyleri yeniden anlatıyor ama benim peşinde koştuğum şey onun bakışı ve dili. O, kurduğu bağlantılar ve bağırmayı gerektirmeyen dürüstlüğüyle benim has yazarlarımdan olacak. Türkçe'de şimdilik üç kitabı var. Hepsi okunacak. Bu şart.

Lütfen herkes okusun. Solnit harika bir yazar. Bu kitap özelinde düşünürsek tüm erkeklerin bu kitabı okumasını isterim, elimde olsa tanıdığım her adamın eline tutuştururum bu kitabı.


Solnit'in Türkçe baskı için yazdığı önsöz:

    Bu kitap, şiddet kurbanı olmamak için harcanan bir hayattan, okuduğumuz haberlerden, şiddet, özgürlük ve adalet hakkında düşünmekten ve toplumsal cinsiyetten ders çıkarıyor.

    Bölümlerden biri İngiliz yazar Virginia Woolf ve esrarın, karanlığın, bilinemez olanın kullanımı hakkında. Diğer bir bölüm Birleşik Devletler vatandaşı Meksika doğumlu Ana Teresa Fernandez’in resimlerinde anlattığı kadınlar üzerine. Bir üçüncüsü IMF’nin Fransız başkanının, New York’ta Afrikalı mülteciye cinsel tacizde bulunması hakkında. Bir diğeri, Yeni Delhi’de tecavüze uğrayan Jhoti Singh’in öldürülmesiyle başlıyor ve Ohio Steubenville’deki cinsel saldırıyı ve California’nın güneyindeki kadın düşmanı katliamı da anlatıyor.

    Ve bir de ‘bilgiçlik taslayan adamlar’ meselesi var; bu adamlara Berlin’den tutun da Rocky Dağları’na kadar her yerde rastlayabiliriz. Bu, hep karşılaştığımız meselelere dair evrensel bir kitap ya da benim San Francisco’daki kendi öznel konumumdan dünyaya bir bakış.

    Türkiye’deki feminizm ve toplumsal cinsiyet politikaları hakkında pek fazla şey bilmiyorum, ancak biliyorum ki bu meseleler hakkındaki konuşmalar artık evrensel. Bizler, farklı ülkelerde yaşasak da fikirlerimizi, hikayelerimizi, acımızı, ve erkek şiddetinden kurtulmak için duyduğumuz coşkulu arzuyu paylaşıyoruz. Bu şiddet bazı bakımlardan ülkeden ülkeye farklılık gösteriyor, bazı bakımlardansa tamamen aynı. Şüphesiz kadınların tecavüzden, saldırıdan, ev içi şiddetten ya da İtalyan feminist Serena Dandino’nun ‘femicide’ diye adlandırdığı –nefret nedeniyle veya hiçbir hakka, yaşama hakkına dahi sahip olmadığımız düşüncesiyle işlenen– kadın cinayetlerinden çok fazla etkilenmediği bir ülke var.

    Özgecan Aslan’ın korkunç hikayesini takip ettim, ardında büyük bir tepki doğuracak kadar etki yarattı. Dünya üzerinde pek çok defa yaşanan o anlardan biriydi, Hindistan’dan İtalya’ya kadınların, ‘Artık yeter!’ dediği anlardan biri… Ve erkeklerin, -daha önce hiç olmadığı kadar- kadınlarla birlikte ve kadınlar için bir şeyler yaptığı anlardan biri. Erkeklerin dahli giderek artıyor, birincisi öğrenerek ve durumu anlamaya çalışarak, ikincisi bu suçu işlemeyerek ve üçüncüsü buna kişisel olarak ve kolektif yollardan karşı çıkarak. Bence feminist bir devrim içindeyiz. (erkeklerin de bunun parçası olmasına daima ihtiyaç var, kadınlar ayrımcılığı tek başlarına ortadan kaldıramaz, tıpkı beyaz olmayan insanların ırkçılığı beyazların katılımı olmadan yok edemeyeceği gibi.) Ya da belki 1960’larda veya 1840’larda hatta Mary Wollstonecraft’ın Kadın Hakları Savunması’yla 1790’larda başlayan uzun bir başkaldırı sürecinin devamı olan yeni ve güçlü bir isyanın tam ortasındayız. Bu, heyecan verici bir dönem.

    Dün Washington Post gazetesine baktım; okuduğum haberler arasında Pennsylvania’daki bir kolejin erkek grubu hakkında bir haber vardı. Uyuşturucu verilmiş ve bilinci yerinde olmayan, bazıları cinsel saldırıya uğramış kadınların fotoğraflarının yer aldığı bir Facebook sayfası açan bu grubun önde gelenlerinden biri sayfayı şikayet etmişti. Yine aynı gazetede, kampüs tecavüzlerini takip edip bunları istismar eden bir grubun haberi vardı. Ayrıca kitle tarafından dövülen, sürüklenip ezilen ve yakılan bir Afgan kadının hikayesi. Kuran’da yazılan yükümlülük ve geleneklere uygun olmadığı halde olayı protesto eden kadınlar, kadının tabutunu taşımışlar. Çoğu zaman gazeteye baktığımda pek çok erkek şiddeti ve kadına şiddet haberi görüyorum. Şiddetin yayılması o kadar normal ki, hayatlarımızın her günkü arka planını oluşturuyor ve nadiren sorgulanıyor. Birleşmiş Milletler son raporlarıyla, kadınlara ve çocuklara karşı şiddetin milyarlarca belki de trilyonlarca dolara mal olduğuna dikkat çekti.

    Bu şiddetin olmadığı ya da radikal bir biçimde azaldığı ve böylece ölümün, yaralanmanın, korkunun, sessizliğin, tehdidin, kısıtlamanın olmadığı bir dünya hayal edebiliyor muyuz? Kadınların güven içinde yaşadığı, erkeklerle eşit haklara sahip olduğu bir dünya hayal edebiliyor muyuz? Edelim ya da edemeyelim; içinde bulunduğumuz bu 10 yılda hayalimizi gerçekleştirme planına yeniden başlayabiliriz. Başladık bile. Bu, bizi canlandıracak olan çok önemli bir şey.

    Jhoti Singh’lerin, Özgecan Aslan’ların ve adlarını bildiğimiz ya da bilmediğimiz diğer kadınların hayatlarını huzur içinde, dolu dolu yaşayacakları bir dünyaya!

    Bu kitabı seçtiğiniz için teşekkürler.

Rebecca Solnit, Mart 2015


11
Eğlence & Mizah / Adaş Kitaplar
« : 05 Ağustos 2015, 23:41:05 »
Sahafları dolaşıp kitap sırtlarına bakarken gözüm bir isim yakalıyor, seviniyorum ah istediğim kitabı buldum diye, lakin hüsranım gecikmiyor: Aynı isimle başka bir kitap. Böyle ola ola adaş kitaplar birikir oldu zihnimde. Ben de her zamanki gibi buraya koştum, bu hiçbir işimize yaramayacak ama eğlenceli olacağını umduğum konuyu açmak için.

Başlıyorum:

1.
Spoiler: Göster


2.
Spoiler: Göster

12
Kendimizi dilimizle tanımlıyoruz malum. Lakin hep aynı şeyleri söylemeye başladığımızı farketmiyor muyuz? Herkes birbirinden aynı şekilde özür diliyor, birbirine aynı şekilde teşekkür ediyor ve hep aynı ifadelerle duygularını paylaşıyor. Bir gazete yazısı, televizyon programı yahut reklam ifadesi hep aynı şekilde başlıyor. Kendini diliyle tanımlayan insan yaratığı bir süre sonra onun içinde kilitli kalmıyor mu?

Yazan insanlar olarak biz de bu tuzağa düşüyoruz, sanki başka türlü olmazmış gibi hep aynı ifadelerle tanımlıyoruz mekanı, insanı, hareketleri. Bunu uzun zamandır düşünüyorum ve aklıma böyle bir başlık açmak geldi. Böyle uzun uzun açıklama yapıyor oluşum, sanki ortaya çok mühim bir şey koyuyorum havasında olduğumu düşündürmesin size. Maksat eğlence.

Bu eğlence etkinliğinin asıl çıkış noktası ise bir kitap aslında, onun hakkını teslim etmeliyim: Oulipo ve 'Patafizik (bu arada ifadenin başındaki kesme işaretini özellikle koydum, bu edebi akımın yazılışı böyle) meraklısı Özcan Doğan'ın Ayakları Pürdikkat Refakatçi Haydutlar adlı kitabı.

Bu kitap kısmen fantastik ortamda garip karakterler arasında geçiyor ve bir bölümde bir sayfa boyunca fantastik tamlamalar okuyoruz. Kitabın güzel ismi de o kısımdan alınmış. Özcan Doğan bunu niye yaptı bilmiyorum ama sanırım dilin bizi sınırlayan taraflarını kırmak, beton mantığımızı yerinden oynatıp farklı düşünme ve hayal etme biçimleri ortaya koymak olabilir amacı.

Her neyse, başlayalım en iyisi. İster bir tamlama yazın, ister cümleler dizin buraya, maksat zihnimizi farklı çalıştırmak. Maksat eğlence!

Kedi kuyruğu gölgesi, çorba makarnası, yalnız odun, cehennem ortaklığı, kara çeşit, doruk peyniri. Kısa kısa baktım doktorun mektebine, ağır geldi tabi, düşündü doktor, düşüp düşündü. Rüyasını anlatmasını istedim, kustu. Kusmuğunu katladım, daha sonra üzerine not düşeceğim, belki. Ya da düşürdüğüm tüm notları içinde biriktireceğim. Sonra uyudum. Geyikler otluyordu düşümde. Evler yapılıyordu. Yürüyen insanlar, üreyen insanlar, nisanlar ve diğer aylar. Olur böyle şeyler, dedim. Olmaz mı da?

13
Eğlence & Mizah / Anlamlı Tashih (Kitaplar)
« : 27 Mayıs 2015, 01:09:13 »
"Yine Bülent yine gereksiz bir başlık" dediğinizi duyar gibiyim.

ekşi sözlük'te vardı böyle bir başlık. Buraya da taşıyayım istedim kitaplar üzerine. Belki sonra filmler üzerine de yaparız.
Hani bazen bir kitap, gazete vs. okurken basım yanlışı görürüz: Ya yanlış harf basılmıştır ya da eksik.
İşte bu tashih olayının anlamlısını düşünelim istedim. Kitaplara böyle bakınca güleriz dedim.

Bir de "one letter out" diye bir olay vardı internette bir ara, o da geldi aklıma, birleştirdim açtım başlığı.

Başlıyorum:

Harry Potter ve Sırlar Ovası (Harry yaz tatilini Adana'da geçirmektedir.)

İneklerin Tanrısı (Amerika'ya varacağım diye Hindistan'ı bulan inek tüccarının hikayesi)

Hurma Kız (Hac ibadeti sırasında bir hurma ağacına sevdalanan kızın ibret verici öyküsü)


Not: İhsan beyden müthiş şeyler bekliyorum.

14
Duyurular / Kitapyurdu En Beğenilen Kapak Çekilişi
« : 14 Mayıs 2015, 22:29:23 »
Kitapyurdu en beğenilen kapağı seçen üç kişiye 150 TL'lik hediye çeki verecekmiş.

https://social.kitapyurdu.com/kapak/

Ben "İçeriden Ölmek"i ekledim ama görünmüyor şu an, sanırım belli bir sayıya ulaşınca bazı kapaklar listede çıkmaya başlıyor.

15
Eğlence & Mizah / Hangi Kitabın Kapağı?
« : 13 Mayıs 2015, 14:20:05 »
Yabancı bir internet sitesinde görmüştüm, eğlenceli olur diye düşündüm, olmaz mı?

Bu kapaklar hangi yazarların hangi kitaplarına ait?
(Kolay bir soruyla başlayalım)
Spoiler: Göster



Evet, cevaplar:
Spoiler: Göster
1. Stephen King - Tepki
2. Haruki Murakami - Sahilde Kafka
3. Murat Menteş - Dublörün Dilemması

Sayfa: [1] 2 3 ... 5