Not: uzun zamandır planlayıp yazmaya başladığım kitabın ilk ve yazdıklarım arasındaki en yavaş işleyen bölümlerden biridir. Yazmanın heyecanıyla gözden kaçırdığım imla hataları için kusuruma bakmaz yapıcı eleştirilerinizle ve beklentilerinizle yön verirseniz sevinir, okuma zahmetine katlanan tüm dostlara teşekkürlerimi sunarım. Hepinize saygılar...
ZUAH MÜHÜRLERİ
1.bölüm
DAMMO MAİR
Hayat adil değil… Uzun eğitim yıllarından sonra aldığı her görevi sorguladığında bu sözle karşılaşmıştı. Neden.. Niye… ve cevap hep aynıydı Hayat adil değil. Görevi sorgulamadan itaat ve ölümüne bağlılıktı. Yine de Dammo kendi içinde sorgulamadan edemiyordu. Acaba gerçekten tanrıya mı hizmet ediyoruz diye. Yağan yağmur ve karanlığın altında, zorlukla yaktığı kamp ateşinin başında dinlenirken geçmişini düşünmekten ve sorgulamaktan başka yapacak daha iyi bir şey bulamamıştı.
Beş yaşındayken Doai muhafızları test etmeye gelmişlerdi. Önüne tuhaf nesneler koyup içinden birini seçtirmiş sonra başka nesneler koyup yine seçtirmişler ve bu işlem sürekli değişen nesnelerle birkaç kez daha tekrarlanmıştı. Dammo için o an sadece eğlenceli bir oyundu. Hayatı sorgulamaya ilk o zaman, ailesinden koparılıp Quat Doai’ ye götürüldüğünde başlamıştı. Acaba gerçekten testi geçmişiydi yoksa sadece çocukları almak için testin gerçek olmayan bir bahane mi olduğunu hep merak etse de uzun eğitim yıllarında bunu hiç öğrenemedi. “Geçemeseydim ne olurdu? Ailemle huzurlu bir hayat yaşar mıydım? Ya da eğitimde başarısız olsaydım?...” Doai Muhafızlığı için seçilip sınavı geçemeyenlerde vardı. Onlara ne olduğuna dair sayısız söylenti dolaşıyordu etrafta. Kiminde öldürüldüklerini, kiminde ise ışık için kurban edildiklerini… Ama her söylentideki ortak son aynıydı. Okulda ise kendilerine sadece “Işıkta yönlerini bulamayanlar karanlıkta yürümeye mahkûm oldular” denmişti.
Yağan yağmur iyice arttığında sığındığı ağacın yaprakları bir nebze olsun ıslanmasına engel olsa da yeterli değildi. Günlerdir Islak ormanın derinliklerine doğru ilerlerken ormanın ismini hak ederek kazandığına karar verdi. Yağmursuz tek bir gün bile geçirmemişti ve zemin kaygan yosunlar, çamur ve dökülmüş yapraklarla kaplıydı. En büyük tehlike zemini kaplayan yapraklardı. Her an yaprakların kapattığı bir çukura veya bataklığa yakalanma riski yüzünden oldukça yavaş ilerliyor ve sadece gün ışığında yol alıyordu. Pelerinin başlığını iyice yüzüne çeken Dammo Mair dizleri üzerine yere oturdu.
“Bizlere ışığı veren tanrım keskin kılıcınla inananlarını koru. Karanlığa karşı silahlanmış olan bizleri cesaretle onurlandır ve kalplerimizi korkudan arındır. Sen ışığın değerini anlayalım diye bize geceyi verensin. Ne kadar karanlıkta kalırsak kalalım her zaman ışığın var olduğunu bilelim diye gökyüzünü yıldızlarla taçlandıransın. Yolumu aydınlat ve her türlü sapkınlıktan koru.”
Gece duasını bitirdikten sonra uyumak için yaşlı ağacın gövdesine sığındı. Bu yolculuğa çıkmayı hiç istememişti. Nedeni korku ya da gideceği yerin aylarca sürecek bir yolculuğu beraberinde getirecek olmasından değildi. Bu sefer hedefi doğaüstü olarak adlandırdıkları ve hepsine ifrit dedikleri canlılardan biri yerine insandı. Nantia’ nın kuzey batısındaki yalnız adada yaşayan ve zaman dışı salonu yıkarak içindeki kötülükleri serbest bırakmakla suçlanan bir kadın. Yüce rahip görev için kendisini seçtiğinde başka seçeneği olmasa da itiraz etmişti ama kardeşlikteki en iyi Doai Muhafızı olduğu için bu göreve uygun görülmüştü. Ben insan öldürmem şeklinde itirazları yeterince ikna edici olamamıştı. Yine de önünde zaman sınırı yoktu. Sadece görevi bitmeden Quat Doai ye dönemeyecekti. Evim diyebileceği tek yer. Yaz diyarı topraklarının güney batısında kalan ufak ada.
Şimdi ise hedefinden oldukça uzakta başka bir av peşindeydi. Birkaç gün önce geçtiği Akça köyünün güneyindeki Islak ormanda, sık sık kaybolanların olduğunu ve son zamanlarda köyün içinde de kayıplar yaşandığını öğrenmişti. Bazen bir koyun bazen tavuk ve ara sıra yatağından alınmış küçük çocuklar. Kaldığı hanın yaşlı sahibi bunları kendisine anlattığında Dammo yolculuğunun seyrini değiştirip ormana gitmeye karar verdi. Bu onun yaşam amacıydı ve yaşlı hancı hikâyesini zaten bu yüzden anlatmıştı. Bir Doai Muhafızı insanlara zarar veren her şeye karşı savaşmaya yemin ederdi ve hemen her yerde bu yaşam tarzları yüzünden saygıyla karşılanırlardı.
Islak bir gece daha sona erdiğinde Dammo Mair bir parça güneş görebilme umuduyla gökyüzüne baktı. Yağmur dinmiş olsa da iç karartıcı bulutlar hala gece bıraktığı yerde, yağmurla tehdit edercesine duruyordu. Eskiden beyaz olan pelerinini göğüs zırhına bağlayan güneş şeklindeki altın tokayı açıp pelerinini çıkartarak üstündeki suyu sıkarken son zamanlarda bunu ne kadar sık yaptığını düşündü. Pelerininin altındaki ağır plaka zırhı hava kapalı olsa da göz alıcı şekilde duruyordu. Doai Muhafızlarının geleneksel altın kaplama Güneş zırhını kuşanmıştı. Göğüs plakasına değerli ateş taşlarıyla işlenmiş güneş motifi adeta güneşi göğsünde taşıyormuşçasına ışık saçıyordu. Aynı şekilde dirseklikleri ve dizliklerinde de altın güneş figürleri vardı. Çizmelerinin üstüne giydiği ayaklarından başlayıp dizine kadar gelen zırh parçası ise kadim semboller ve yazılarla kaplıydı. Altın kaplama zırhın hemen her yerinde zarif semboller ve koruyucu tılsımlar bulunuyordu. Ayaklıklarda hız ve dayanıklılık duaları, göğsünde cesaret, kollarında güç ve yüzünü tamamen kapatan miğferiyle boyunluğunda ise bilgeliği temsil eden işlemeler. Bir zırhtan daha çok gösteri için yapılmış bir sanat eseri gibi kusursuzdu.
Zırhın metali sadece Quat Doai’ de çıkan bir cevher katılarak yapılıyordu ve bu cevheri çeliğe katmanın yöntemi sadece Doai baş demircisi tarafından bilinirdi. Doai Muhafızları hiçbir krallığa bağlı olmayan kendi katı kanunlarıyla yaşayan bir topluluktu. Dammo Mair ise en üst seviye olan Altın Güneş muhafızıydı ve bu rütbeye en genç ulaşan kişiydi. Yirmi beş yaşında güneş zırhını kuşanmaya hak kazanarak yıldız zırhını çıkartmıştı.
Giydiği değerli zırh pek çok hırsızın ve kanun kaçağının dikkatini çekse de Güneş zırhı kuşanmış bir Doai Muhafızını soymak isteyenlerin bunu en az iki kez düşünmeleri gerekirdi. Çoğu zaman haklarında yazılmış hikâyeler ve destanlar bile bu düşünceleri barındıranları caydırmaya yetmekteydi. Suyu yeterince sıktığına kanaat getiren Dammo zarif bir hareketle pelerinini sırtına atıp altın tokasıyla tekrar yerine tutturduktan sonra gövdesine sığındığı yaşlı ağaca yasladığı savaş çekicini alıp belindeki kemere taktı. Ona yargıç adını takmıştı ve eski dilden harflerle çekicin düz olan kısmına bu isim kazınmıştı. Bir tarafı kırmak ezmek, diğer tarafı ise saplanıp zırh delmek için yapılmış olan çekicin sapı özel olarak kaynatılmış deriyle sarılmış ve daha sıcakken macun kurumadan elinde tutması gerekmişti. Bu can yakıcı olsa da nedenini günler sonra anlamıştı. Sapı tam parmak boğumlarına oturacak biçimde şekillenen ağır çekici çok daha rahat kullanıyordu. Bacağında ise İnfaz adını verdiği çift tetikli arbaleti attığı her adımda tembelce sallanmaktaydı. Aynı anda ya da sırayla iki ok atabilen silahı genelde avlanırken kullansa da gerektiğinde hem yargıcı hem de infazı aynı anda kullanabilecek şekilde eğitilmişti.
Önünden geçen zehirli bir orman yılanını umursamadan elindeki uzun ağaç dalını bir adım önüne vurup zemini kontrol ettikten sonra tekrar ilerledi. Her adımda bunu tekrarlamaktan sıkılmış olsa da yapraklarla kaplı ıslak orman zemininde güvenle ilerlemesinin tek yolu önce kontrol etmek. Aksi takdirde her an bir bataklığa saplanabilir ve üstündeki ağır zırhıyla bu pekte hoş olmayan bir ölüm sebebi olurdu.
Sonunda aradığı izleri bulduğunda hava kararıyordu. Tekrar yağmur başlayıp izleri örtmesin diye engellere aldırmadan olabildiğince hızlı ilerlemeye başladı. Bir ağaç dalında derine gömülmüş pençe izleri, birkaç adım ötede çamurda perdeli bir ayak izi, bir yerde havada ormana ait olmayan keskin koku, yarısı çürümüş diğer yarısıysa yenmiş kokmakta olan bir tavşan. Her adımın kendisini avına daha da yaklaştırdığını biliyordu. İzler Dammo’yu ormanın ortasında çokta büyük olmayan bir göle kadar getirdiğinde hava tamamen kararmıştı. Bulduğu son ayak izi daha küçüktü ve gölün hemen yanındaki ıslak zemindeydi. Gökyüzünde ne yıldız nede ay ışığı vardı ve birkaç adım ötesinden başka şey göremiyordu. Dammo beline asılı ufak deri çantayı kurcalayıp içinden kullanmayı hiç sevmediği iksirlerden birini çıkardı. Doai rahiplerini asıl ölümcül yapan savaşlardan önce kullandıkları bu iksirlerdi. İçmek alışık olmayan bir insan için her zaman ölümle sonuçlanırdı ama o çocukluğundan beri kullandığı için artık yeterli bağışıklığı kazanmıştı.
Şişenin mantar tıpasını açıp bir yudum aldı. Yakıcı sıvı boğazını adeta parçalarcasına sızlatıyordu. Bir an nefesi kesildi. Yere oturup gözlerini kapatarak duaları ezberden okumaya başladı. Midesine giren kramplar nedeniyle birkaç kez kusacak gibi oldu ama kusmaması gerekiyordu. Eğer kusarsa bir işe yaramayacak ve bütün o acıya boşa dayanmış olacaktı. İksirin yakıcılığı azalırken parmak uçlarından başlayan bir sıcaklık ve karıncalanma hissetmeye başladığında artık hazırdı. Gözlerini açtığında orman günlerdir hiç olmadığı kadar gözleri önüne serilmişti. Şimdi önünde uzanan gölü ve gölün ortasındaki ufak adayı görebiliyordu. Kedi özü diyorlardı içtiğine. Daha hızlı hareket etmesini sağlıyor, tıpkı gece avcısı yırtıcı hayvanlar gibi karanlıkta görmesini sağlıyordu. Normalde göremeyeceği kadar uzakları görüp duyabiliyordu. Göldeki adacıktan gelen çürümüş kokular midesini bulandıracak kadar keskindi artık. Adada ağaç dalları ve yapraklardan yapılmış küçük kubbemsi yerler vardı.
Şimdiye kadar gördüğü en tuhaf yaratıklardan bir topluluktu gördüğü. Kertenkeleyi andıran suratlar, kırmızı pullarla kaplı gövdeler, uzun kuyruklar ve insansı eller. Ellerinde dört parmakları vardı ve hepsinin ucu bıçak kadar keskin bir pençeyle sonlanıyordu. İki ayak üzerinde insan gibi hareket ediyorlardı ama bazıları kertenkele gibi hızla sürünüyordu.
Bir tanesi gölden çıkıp yakaladığı balığı küçük olana uzatarak “yemekisss” diye tıslarcasına konuştu. Duyduğu ses Dammo’nun tüylerini ürpertti. Bir doğaüstü canlıydı. Yaratıcı tarafından değil unutulmuş çağlarda kadimler tarafından yaratılmış türlerden biri. Kadimler kendilerine hizmet etmeleri için pek çok çarpık şey ortaya çıkarmışlardı ve dünyadan göçüp gittiklerinde eserleri nefes almaya ve üremeye devam etmişlerdi. Doai Muhafızları bu çarpıklıklar nefes aldığı sürece herkesin lanetlenmiş olduğuna inanırlardı ve tek amaçları bu çarpık varlıklara son vermekti. Hem rahip hem asker. Kendilerini yaratıcıya adamış kutsal savaşçılar.
“Acsss delimssss adasssss”
Küçük olanın dedikleri daha az insansıydı. Bir aile diye düşündü Dammo. Adassss anne demek olabilirdi. Kendi hallerinde bir tür. Eğer yaratıcı onları gerçekten istemiyorsa neden nefes almalarına izin veriyor. Son zamanlarda bunu daha fazla düşünmeye başlamıştı. Salon yıkılmadan önce her şey daha basitti. Zaman dışı salonla birlikte inancı bir miktar sarsılmıştı. Şimdi başka gezegenlerde başka hayatlar olduğunu biliyordu ve o gezegenlerde aynı yaratıcı tarafından yaratılmıştı. Salon hepsini kendi dünyasında dengede tutuyordu ve yıkılınca denge bozulmuş geçitler kapatılana kadar tüm gezegenlerdeki canlılar ilk yaratılan gezegene çekilmişti.
Kertenkele çocuk isteksizce balığı kemirmeye başladığında kertenkele kadının onun başını okşadığını görünce Dammo gözlerine inanamadı. Bizim gibiler. “Bizleri ışıkla ödüllendiren, doğru olanı yapabilmem için düşüncelerimi aydınlığa taşı.”
Balığı iştahla kemirirken “buss aciiisss.çikinissss. yavru insansssss istiiyr ben yemekkksss.onlardansss getirrr adasssss”
Dammo ettiği duanın karşılığını aldığını düşünürken hem huzur hem öfke hissediyordu. Doğru olana karar verebilmesi için yaratıcı işaret göndermişti adeta. Şimdi ağır çekici yargıcın hüküm verme zamanı gelmişti. Güneş zırhı gölde yüzmesine engel olacak kadar ağırdı. Kendisini karşıya kadar taşıyabilecek bir ağaç dalını kırıp ona yaslanarak serin suya girdi. Boyunu geçmeyen bir derinlikte ayaklarını yerden kaldırarak kütüğün kendisini taşıyabileceğinden emin olduktan sonra sessizce adaya doğru ilerlemeye başladı. Yeterince yavru insan kemirdiniz ifritler diye geceyle konuştu. Onlar artık masum kertenkele anne ve kertenkele çocuk değildi. Tüm doğaüstü canlılar gibi birer ifritti. Yaratıcıya hakaret ve dünya üzerinde siyah bir lekeydiler. Temizlenmesi gereken nefes alan bir leke…
ZUAH MÜHÜRLERİ
2.bölüm
JOLİN Dİ TELLA
“Ben buna damda yürüyen kedi adımları diyorum.”
Jolin muhafızların birkaç adım önüne geçerek, seyrek ağaçların arasından ilerleyen toprak yolda, zarif bir şekilde yürümeye başladı. Her adımda kalçalarını dikkat çekici şekilde hafifçe kıvırarak parmak uçlarında yerde süzülürcesine ilerlerken, el ve ayaklarına bağlı çelik prangalar sanki zarif birer takıymışçasına varlıklarına aldırmaz görünüyordu. Bacaklarını ve kalçalarını tamamen saran dar deri pantolonu ve üstüne giydiği kısa ceketiyle arkasından izleyen muhafızların tam olarak nereye baktığını biliyordu. Koyu kestane, omuzlarının biraz üstünde kesilmiş saçları attığı her adımda dans edercesine dalgalanırken, güneş ışıkları ceketinin açıkta bıraktığı esmer teninde gölge oyunları oynuyordu.
“Seni tıkacakları delikte bu kedi adımlarıyla yürürsen mart ayında köşeye sıkışmış dişi bir kediden farkın kalmaz” diye homurdandı, muhafızlardan gençlik yıllarını oldukça geride bırakmış olan. Gür sakalları tamamen beyazlamış, gözlerinin etrafında yılların bıraktığı hatıra çizgileri iyice ortaya çıkmıştı. Oldukça uzun boylu olsa da yılların vermiş olduğu yükle biraz kambur yürüyordu. Siyah deri üzerine yuvarlak çelik plakalar yerleştirilmiş örgü zırhının çelik plakaları yer yer kararıp sökülmüştü. Genç olanın ismi Daerun’ du. Mağrur ve yaptığı işten keyif alır bir hali vardı. En fazla yirmi beş yaşında olmalı diye düşünmüştü Jolin genç muhafızı ilk gördüğünde ve yolculukları sırasında tahmininde yanılmadığını öğrenmişti. En çok yaşlı olandan çekiniyordu. Adam hiçbir hareketi kaçırmayan gözlere sahipti adeta.
Jolin yirmi iki yaşındaydı ve birçok kez atıldığı hücrelerden kaçmayı başarmıştı. Doğumu sırasında annesi ölmüş ve yedi yaşına geldiğinde üvey babası tarafından köle olarak satılmak üzere Mirhu denen adaya götürülürken kaçmıştı. Hırsızlığa çocuk yaşlarda başlayıp önceleri yemek, sonra para, daha sonra ise eğlence için çalar oldu. İlk hücreye atıldığında on iki yaşındaydı. Parmaklıklar o yaştaki bir çocuk için yeterince dar değildi ve çırılçıplak soyunup gelen yağlı yemeğe vücudunu bulayarak parmaklıklar arasından süzülerek kaçmıştı. On dört yaşında Sisorin şehrindeki hapishaneden tavandaki bir çıkıntıya tutunup hücresinin boş görünmesini sağlayarak dikkat dağıtıp içeri giren nöbetçiye saldırarak kaçtı. On yedi yaşında ün salmaya başlamıştı ve yakalayanlara ödül verileceği söylenir olmuştu. Ödül avcılarına pek çok kez yakalanan Jolin’i ne Yeşil göz kulesinin yüksek hücresi, ne Çakal Gediği hapishanesinin aşılmaz duvarları ne de Rudver’in derin göl hapsi uzun süre tutamadı. Yirmi yaşında tüm yaz diyarına adını gölge ayak olarak duyurmayı başaran Jolin kendince bir şöhrete sahip olmanın gururunu yaşamaktaydı. Son yakalanışında ise Asbemar diyarındaki kadim Örümcek kalesindeki İmparatorluk asasını çalmak üzereydi.
“Sen yaşlı ve sıkıcı bir adamsın Magrus neden biraz durup eğlenmiyoruz.” diye sorduğunda hala damda yürüyen kedi adımları dediği şekilde salınarak ilerliyordu. İki haftadır yoldaydılar. Jolin atları zehirleyerek ilerleyişlerini yavaşlatıp kaçmak için kendisine vakit kazandırmıştı ama pekte başarılı olamamıştı. Günlerdir yürüyorlardı.
Yaşlı gardiyan cevap vermeye bile tenezzül etmeyince genç olan Daerun’a “Bari sen bir şey söyle balım. Öyle tatlısın ki bu sessizlik sana hiç yakışmıyor. Ben bu durumuna Ketum ve kasvetli adını veriyorum.”
“Bende senin bu numaralarına basit ve ucuz diyorum”
“Ama balım yapma böyle.” Dedi cilveli bir şekilde sözcükleri ağzının içinde yuvarlayarak “Bana nasıl baktığını, gözlerinin vücudumda nasıl gezindiğini hissedebiliyorum. Pantolonumun altına girip eğlenmek istemediğini söyleme bana.”
Daerun’ un yüzü kızarmıştı “ Sen sen çok ahlaksızsın” diye kekeledi.
Jolin alayla gülümseyerek Daerun’a dönüp ilerlemeye başladı “Demek ahlaksızım. Ne bekliyorsun ki ben bir hırsızım değil mi?” adım adım Daerun’ a yaklaşırken ellerini kendi bedeninde okşarcasına gezdiriyordu. “İstersen sana çok daha ahlaksız şeyler yapabilirim tek yapman gereken beni bırakmak. Kaçtığımı söylersin. Bunun için kimse seni suçlayamaz. Belki şu yaşlı ve sıkıcı haricinde, ama eminim onunla baş edebilecek kadar güçlüsündür.”
Magrus yaşından dolayı kimsenin kendisinden beklemeyeceği bir hızla Daerun’ la kızın arasına girip sert bir yumrukla Jolin’i yere savurdu. Kızın biraz önceki cilveli bakışlarının yerini öfke ve nefret almıştı.
“Tek bir kelime daha edersen seni kırbaçlarım”
Magrus’un sözleri tehditkâr değildi. Adeta hava bugün çok güzel dercesine sıradan bir tonla söylemişti. O tehdit etmekten çok söylediklerini yerine getirmekten zevk alan bir mizaca sahipti. Daerun bir şey söyleyecek gibi oldu. Bir meydan okuma… Bir sorgulama… Ama ne diyecekse bundan vazgeçmişti ve Jolin erkeklere karşı en etkili silahının yaşlı gardiyan varken bir işe yaramayacağını yüzünün ortasına yediği yumrukla birlikte anladı.
Birkaç saat sonra üç kardeş kulelerinin sınırına ulaştılar. Üç yüksek kule birbirine bakan üç farklı dağ sırasının zirvesine bir üçgenin köşeleri misali inşa edilmişti. Kulelerin arasındaki geniş ve düz arazinin tam ortasında yükselen otuz metre yüksekliğindeki surlar Asbemar’ın kadim örümcek kalesinden esinlenerek insanlar tarafından inşa edilmiş ve buraya da benzer bir isim verilmişti. Örümcek ağı.. Bir kez ağa düşenin bir daha asla canlı çıkamadığı söylenirdi.
Örümcek Ağının ilginç bir hikâyesi vardı. Uzun zaman önce Tarihe geçmiş en büyük hırsız Zolan sırf kendine ün kazandırmak için bilerek yakalanır ve kapatıldığı her yerden kaçarmış. Jolin için Zolan bir kahraman ve örnek aldığı tek kişiydi ama hakkında bilinenler çok azdı. Sonunda Zolan bir kez daha yakalandığında bizzat o dönemin İmparatoru tarafından yargılanarak ellerinin kesilmesine ve bacaklarının ezilerek kırdırılmasına karar verilmiş. Zolan ise imparatora başka bir seçenek sunarak Öyle bir hapishane tasarlayacağım ki içine atılan hiç kimse bir daha kaçamayacak demiş. Zolan’ın tasarladığı hapishanenin yapımı on yıl sonra tamamlandığında İmparator yapıdaki ince zekâya hayran kalmış ve Zolan’ı ödüllendirmek istemiş. Ne istediği sorulduğundaysa kendi tasarladığı hapishaneye atılmak istemiş. Bu orada bulunan tüm soyluları eğlendirse de onun ciddi olduğunu anlayan İmparator nedenini merak ederek sorduğunda, Bir insan adının efsaneleşmesini istiyorsa kendi zekâsını aşmanın bir yolunu bulmalı ve önce kendisine karşı zafer kazanmalıdır, cevabını almış. Hikâyenin bundan sonraki kısmı ise sürekli değişirdi. Kiminde Zolan, Örümcek Ağında yaşlanıp ölüyor, kimindeyse kendi zekâsını aşmanın yolunu buluyor ve bir daha izine rastlanmıyordu.
Hapishanenin dışındaki surlar geniş arazi boyunca altıgen biçimde uzanıyordu ve bir hapishaneden daha çok kaleye benzemekteydi. Mimarisi Asbemar’ daki kalenin taklidiydi. Tek farkı kapısı yoktu ve surların dışında başlayan ve otuz metre boyunca tırmanan bir merdiveni çıkmaları gerekiyordu. Tüm kalelerin aksine bu kale dışardan içeri girenleri durdurmak için değil içerden dışarı çıkmaya çalışacakları durdurmak içindi. İç yüzeyi kaygan granit ve mermerle pürüzsüzce kaplanmış böylece içerden yukarı tırmanmayı imkânsız hale getirmişti. Surun yüzeyinde altıgenin her köşesine birer nöbetçi kulübesi yerleştirilmiş, en büyük kulübeye iki kişi tarafından yönetilen makaralarla destekli bir asansör yapılmıştı. Mahkûm nöbetçiler tarafından aşağı indirildikten sonra asansör tekrar yukarı çekiliyordu ve yukarı çıkmanın tek yolu bu asansördü. Kendisine eşlik eden muhafızlar onu kuleye kadar götürüp orada teslim ettikten sonra kendi yollarına döndüler.
Jolin asansörle aşağı doğru ağar ağar indirilirken kulelerin görüş açılarını, güneşin hareketlerine göre hangi kuleye ışıkların göz alıcı şekilde yansıyacağını hesaplamaya çalışıyordu. Fakat aşağı inince görmeyi beklediği diğer mahkûmlar yerine gardiyanlardan oluşan başka bir gurupla karşılaşınca şaşırdı. Asansörden indiğinde kendisini teslim alan muhafızlardan yetkili olanı “Yeni bir örümcek maması” diye alay etti. Bu sefer çapı hemen hemen beş metreyi bulan bir kuyuyla karşı karşıyaydı. Sürekli kuleleri ve duvarlardaki zayıf noktaları aramaktan kuyuları ilk başta fark edememişti. Bulunduğu yerde dâhil dokuz kuyu saydı. Nöbetçiler üstünü ararken ellenmedik yerini bırakmıyorlardı ama Jolin onlara aldırmıyor nasıl bir yere düştüğünü anlamaya çalışıyordu. Sonunda arama ve mıncıklama işleri biten nöbetçiler belinden ve koltuk altlarından kalınca bir halata bağlayarak Jolin’i kuyudan aşağı sarkıtmaya başladılar.
İpin aşağıya doğru her salınışında Jolin’ in kaçabilme umutları biraz daha yıkılıyordu. Kuyunun içi tıpkı bir kum saatinin tabanı gibi kubbemsi bir yapıya sahipti ve mermer kaplıydı. Derine doğru indikçe genişliyordu. Burada ne bir pencere ne bir parmaklık vardı. Duvarlar düz olsa bile tırmanmak imkânsız denecek kadar zor olacakken bu kubbemsi oval yere tırmanmak için hiç şansı yoktu. Hepsini başarsa bile önünde daha bir sürü nöbetçi ve onları da geçse otuz metrelik tek çıkışın sürekli yukarda tutulan asansör olduğu sur vardı. Kahramanı ve ilham aldığı kişi olan Zolan’ ın hikâyesinin sonunu şimdi gerçekten tahmin edebiliyordu. Kendi yarattığı cehennemin içinde çürüyüp geberdi diye düşündü.
Zemine varmak üzereydi ve aşağıdan kendisine bakan meraklı gözleri artık görebiliyordu. İçlerinde kadınlarda vardı, hatta çocuklar. Belki de burada doğmuş çocuklar. Örümcek ağına yakalanmış bir sinekten farkım yok diye düşündü. Üstelik bu tek sorunu da değildi. Dokuz krallıktaki en toplum dışı iflah olmazların atıldığı yerdi örümcek ağı. İnşa edildiğinden beri idam cezası kaldırılmıştı. İdam etmeye gerek yoktu. Suçlular birer böcekti. Bırakın böceklerin sonunu örümcek getirsin. Kanlarını kurutsun. Bir deri bir kemik kalana kadar zayıflatıp kalplerini yaptıklarından dolayı pişmanlıkla doldursun…
“Şimdi kendini çöz” diye seslendi aşağı doğru kalın halatı salan muhafızlardan biri. Henüz zemine varmamış üç metre yüksekte sallanmaktaydı. Jolin söyleneni yaparken anlaşılan kalan kısmı düşerek tamamlayacağım diye aklından geçirdi.
Kısa bir uğraştan sonra kendisin bağlayan halatın düğümleri arasından sıyrılarak iki eliyle tutundu. Kendisini yere bırakmadan önce dengesini ayarladıktan sonra beni öldürmeyen şey daha güçlü kılar diyerek halatı bıraktı.
Çizmelerinin yumuşak tabanı düşüşünü yumuşatmıştı ama ayak tabanları sanki yüzlerce karınca kemiriyormuş gibi sızlıyordu. Ayağa kalkıp üstüne çeki düzen verirken giderek artan meraklı bir kalabalık etrafını sarmaktaydı. Bir an sonra mahkûmlardan oluşan bir çemberin ortasında buldu kendini. Hepsi sefil haldeydi. Kimisinin altında sadece yırtık pırtık bir pantolon, bazılarında dizlerine kadar inen kirli tunikler ama pek çoğu ilk doğum anlarındaki gibi çıplaktı. Kirli ve zayıftılar. İçerisi rutubet, ter ve lağım kokuyordu. Sarkıtıldığı delikten süzülen gün ışığı mermer duvar yüzeyinde yansıyarak içeriyi aydınlatıyor, bulunduğu çukura bağlanan farklı yönlerdeki iki koridoru belli belirsiz görmesini sağlıyordu.
“AÇILINNN!!”
Kubbeli mermer duvarlarda gümbürdeyerek yankılanan ses, etrafını saran mahkûm kalabalığının aralarındaki fısıldaşmaları bıçak gibi kesti. Adamın sesi her yerden yankılandığı için Jolin nereden geldiğini tam olarak kestirememişti.
“Evime kim gelmiş açılında bakıyım”
Tüm mahkûmlar itaatkârca bir kenara açıldığında Jolin şimdi neden herkesin çıplak olduğunu görebiliyordu. Çukurun bir köşesine yığılmış elbiseler bir tepe misali yükseliyordu ve üstünde oturmakta olan iri adam tahtında oturmakta olan bir kral gibi elbiselerin oluşturduğu tepenin üstüne tünemişti. Tepenin etrafındaki çıplak kadınlardan biri çarpık ve eksik olan dişlerini göstererek Jolin’ e sırıtmaktaydı. Bir diğer kadının göğsü olması gereken yerde büyük bir yara izi vardı ve kalan tek göğsüyle yaşlı bir ucubeye benziyordu. Genç ve güzel vücudu olan bir başkası ise adamın ayaklarına masaj yapmaktaydı.
Jolin iri adamın kendisini uzun bir süre boyunca süzmesine sessizlik içinde tahammül etti. Bir şekilde konuşmaması gerektiğinin farkındaydı. Bunu anlaması için etraftaki ürkek mahkûmların neredeyse nefes almaya çekinerek durduklarını görmesi yetmişti. Elbise tepesi tahtında oturan adamın kolları neredeyse Jolin’ in beli kadar kalındı. Adam her biri birbirinden uyumsuz giysilere bürünmüştü. Başına oldukça küçük gelen bir miğferi tam kafasının tepesine bir taç misali oturtmuş, yağlı ve kirli kıvırcık siyah saçları miğferin altından kıvrılarak çıkıyordu. Üstüne giydiği ceket için oldukça iri bir göbeği olduğundan göğsü tamamen açıktaydı ama öyle kıllıydı ki Jolin adamın herhangi bir elbiseye ihtiyaç duymayacağını düşündü. Altında ise birbirinden farklı birkaç pantolonun birleşimi gibi, farklı renkleri solmuş, yamalı bir pantolon vardı.
Bir müddet sonra izlediğinden sıkılmışçasına “Soyun” dedi. Söylediği her şeyin anında yapılmasına alışık olduğu belliydi.
Jolin zihninde ucube sirkine benzettiği bu manzaraya daha fazla dayanamayıp içten bir kahkaha attı. Etrafındaki mahkûm kalabalığından yükselen onaylamaz mırıltılar umurunda bile değildi. Birisi “Dikkatli ol kızım” demişti, kalabalıktan bir diğeri “Yazık çok genç” Bir başkası “Sen ne yaptın.”… ama o hiçbirine aldırmadı.
Adam ayaklarını ovan kızı bir tekmeyle elbise tepesinden aşağı yuvarlayıp öfkeyle doğruldu. Elbiseler arasında yalpalayarak aşağı doğru inerken “Ben Garc’ ım ve burası benim çukurum. Ben ne dersem onu yapacaksın.”
Aşağı indikten sonra kalabalığı yararak Jolin’ in üstüne yürümeye başladı. Yoluna çıkanları iterek bir kenara savuruyordu. Bakışlarını, kızgın bir boğanın başka her şeyi görmezden gelen gözleriyle, Jolin’ e sabitlemiş hızlı adımlarla yaklaşmaktaydı.
Kendisine Garc diyen iri adam tam yanına varmak üzereyken Jolin pişman olmuşçasına ellerini kaldırarak “Lütfen dur, beni dinle” dedi telaşlı ve ürkekçe.
Garc kendisine doğru eğilip küçümsemeyle bakarken adamın vücudundan yükselen ter ve derin soluklarının ağır kokusu kızın yüzüne tokat gibi inmişti. Jolin iğrenç kokudan tiksinerek bir adım geri çekildi.
“Affınıza sığınırım kirli çamaşırlar lordu isminiz neydi” sesinin tınısındaki ince alayı adamın fark etmemesini umdu.
“GARC” diye yüksek sesle homurdandı adam neredeyse yarısı kadar olan Jolin’ in karşısında.
Jolin gülmemek için kendisini zorladı. “Peki bu hangi hayvanın sesi.” Diye alay etti.
Garc’ ın kızın ne demek istediğini anlamadığı belliydi “Hıııı!”
Çokta zeki sayılmazsın koca hödük diye aklından geçirdi Jolin ama ağzından dökülen sözler “Diyorum ki ya baban ya da annen bir ayı olmalı. Belki ikisi de. Yoksa iki insanın beraber yapamayacağı kadar iri, güçlü ve korkusuz görünüyorsun” oldu.
Garc kızın kendisine hakaret mi ettiğine, yoksa övdüğüne mi karar veremeden bir an şaşkınlıkla hiçbir şey yapmadan durdu. Karmaşık cümleyi zihninde ölçüp biçtiği her halinden belliydi.
“Ya kendin soyunursun, ya da seni soymalarını onlara söylerim” diğer mahkûmları işaret etti. “Eğer iyi hizmet edersen seni kıyafetlerle ödüllendirebilirim, aksi takdirde seni ödül olarak bir başkasına veririm ve emin ol bundan çok hoşlanacak kişiler var burada” Bir ayağını sabırsızlıkla yere vuruyor, zeminden çıkan boğuk tok ses duvarlarda yankılanıyordu.
Jolin bir şey demeden önce öksürerek boğazını temizledi. Korku değildi hissettiği. Aslında neşeli bile sayılırdı. Tek başına hücreye kapatılmaktan daha iyi olduğunu düşünüyordu.
“Bak kirli çamaşır lordu sana karşı açık olacağım. Öncelikle gerçekten çok iğrenç ve kabasın. İkinci olarak şunu o koca kafana sok soyunmayacağım ve son olarak beni görmezden gelip kendi işine bakarsan bende kendi başıma takılacağım.”
Gülme sırası adamdaydı. Hem şaşırmış hem eğlenmiş bir halde “Senin o kafanı koparacağım böylece bir başına yuvarlanıp takılabilir.” Diyen Garc ezici bir yumruk savurdu.
Jolin böyle bir saldırıyı bekliyordu. Geriye doğru zarifçe sıçrayarak ağır darbeden kolaylıkla sıyrıldı.
“Ben buna ters zıplayan tavşan diyorum”
Garc daha da öfkelenip ileri doğru atılırken “Senin tavşan bacaklarını kopartıp uğur getirmesi için saklayacağım” diye söylendi. Tam yakalayacağını düşündüğü sırada kız yine kolları arasından sıyrılarak kaçmıştı. Bir an dengesini kaybeden Garc sertçe yere düştü.
“Ah haa işte bu şok güseldii” diye güldü Jolin. Eğlendiği zamanlarda her zaman olduğu gibi şivesi doğduğu toprakların yayvan konuşma tarzına dönmüştü. “Bu naa ökküs tökezleten ya da ayı düşüren diyebilirim gerçekten”
Garc bir öfke patlamasıyla doğrulup daha büyük bir şiddetle saldırmaya başladı. Peş peşe yumruklar, savrulan ezici tekmeler ama her seferinde Jolin kurtulup bir başka isim taktığı hareketi yapıyordu. Takla atan kedi, ayı bağırtan, dirsek burkan, tilki sırtı, balıkçıl dalışı… Böyle bir süre devam etti. Bir ara darbelerden kaçarken uykusu gelmişçesine yaptığı esneme hareketi tüm mahkûmları güldürdü.
“Hey Garc öyle yavaşsın ki” bir yumruktan kaçmak için eğildiğinde sözü kesildi. “Bir kaplumbağayla yarışacak olsan ben tüm paramı kaplumbağaya yatırırdım”
Sürekli kızın alaylarına maruz kalan Garc’ın alnında biriken boncuk boncuk ter damlaları yavaşça yanaklarına ve yüzüne doğru süzülüyordu. Solukları iyice hızlanmıştı. Bir anlık dinlenme için ellerini dizlerine dayayıp beklerken daha fazla tahammülü kalmadığı her halinden belliydi. “Demek öyle” dedi sık nefeslerinin arasında kaybolan sesiyle.
“HEMEN YAKALAYIN ŞU FAREYİİİİİİ” diye kükrerken ağzından etrafa tükürükler saçıldı. Jolin bunu hiç beklemiyordu. O sadece eğlenceli bir oyun oynadığını düşünmekteyken oyun bir anda kaosa döndü. Tüm mahkûmlar yakalamak için adeta birbirleriyle yarışmaya başladı. Birini tekmeledi, bir başkasından sıyrıldı, yerde yuvarlandı, ısırdı ama sonuç kaçınılmazdı. Ellerinden ve ayaklarından iki kişi tutmayı başarmış mengene gibi bırakmıyorlardı.
Garc tekrar doğrulduğunda gülümsüyordu. “Seni öldüreceğim” dedi. Küfür ya da hakaret etmemişti. Hatta başka tek kelime bile söylememişti. Ağzından çıkan kelime biraz sonra yapmaya karar verdiği şeyin söze dökülmüş haliydi. Her hapishanede tam kavga kızıştığında ayıran gardiyanlar olurdu. Jolin umutla sarkıtıldığı deliğe baktı ama ayıracak kimse yoktu. Bağırsa da cevap alamayacağı gün gibi ortadaydı. Burası örümceğin ağı ve yakalananlar kendi hallerinde bırakılır. Garc’ın saçlarını kavrayan parmaklarını hissetti. Acı içinde ayakları yerden kesilirken kendisini tutan diğer iki mahkûm bırakmışlardı. Tekmeler atmaya çalıştı ama bu sadece saçlarının daha fazla acımasına neden oldu. Adamın balyoz gibi yumruğunu havaya kaldırdığını gördü. Yüzünün iki katı kadardı adamın eli. Uzun zamandır dua etmediği tanrılara dua etmek istedi. Ne diyeceğini bilmiyordu. Kurtulmaya dair bir dua anlamsız olurdu. Dövülerek ölmek acı verici olsa gerek diye düşündü ve aklına o an gelen tek şey tanrım günahlarımı affet ve ölümümü acısız kıl oldu. Sonunu beklemek üzere gözlerini kapatırken gülümsüyordu. En azından bu iğrenç kokuya daha fazla tahammül etmek zorunda kalmayacağım…