1
Kurgu İskelesi / -Yaratılış Hikayesi- Karanlığın Berraklığı
« : 12 Nisan 2014, 00:53:04 »
Merhaba arkadaşlar...
Kendime misantropi, psikoloji ve fantazya karışımı bir dünya yarattım fakat geçmiş, tarih, kültür, coğrafya ve mekan konusunda dünyayı zayıf hissettiğim için geçmişi zenginleştirmeye çalıştım. Bu işe başlamanın en iyi noktası elbette benim için yaratılış oldu. Temel taşları yerine oturttukça kurgunun içinde geçecek olayların esas zamanına kadar gelen olayların etkileri, tarihin ve kurgunun mitinin zenginliği ilerde esas hikayeyi daha zengin kılacaktır diye düşünüyorum. Hemde zamanımın olmadığı şu günlerde, böyle yazılar el ve zihin becerilerimi ayakta tutmama fayda sağlıyor. Bende bu yazdıklarımı burada yayınlamaya karar verdim, umarım keyifle okursunuz.
Yaratılışın bir parçasını şimdi yayınlayacağım. Zannedersem üç parçada yaratılış kısmı bitecek... İlk bölüm yaklaşık 2000 kelimeden oluşuyor ve sonra gelecek iki bölümünde bu civarda olacağını söyleyebilirim. İkinci ve üçüncü bölümlerde ağabey Sigin veya baba Q'ut'un gözünden yazmayı planlıyorum. Fakat sanırsam ikinci bölüm Q'ut, üçüncü bölüm Sigin'in gözünden olacak.
Daha genç olan bu diyarın üzerinde gün bir defa daha dönerken, güneşin kızılı ve gecenin karanlığı ahenkli bir şekilde dans ediyor, ışığın karanlığa olan karşıtlığının sergilendiği bu yavaş anlarda yine ışığın hükmü kurallarını kabul ettiriyordu.
Âlem yeni ve bilinmezlerle doluyken bu aklının bir köşesine sebebi bilinmeyen şekillerde kazınmış bir bilinçti. Babası bu bilincin, insanlığın kanını sulandıran yağmurlardan, düşünmenin derinliğini engelleyen beşeriyetten ve yaşamayı öğreten karanlığın berraklığından geldiğini savunuyordu.
Herg daha bir çocuktu, zihninde beliren hoyrat sesleri ve düşünceleri engelleyemiyordu, bir sebepten dolayı bu düşünceleri kendi düşüncelerinden ayıran bir çizgi vardı. Kendisinin bilmediği ama özümsediği sesler, yaratılışının kaynağında bulunan unsurlar…
Bu âlemde ağaçları yerlerinden söken rüzgârlar, dağları denizlere indiren dalgalar, göğün tünellerinden düşüp diyarlar gezen taşlara rastlamıştı. Fakat babası ve ağabeyi dâhil olmak üzere tanıdığı hiçbir insan diyara felaketler getiren bu afetlerden zarar görmemişti. Kendini bu koca âlemin merkezine çakılmış gibi hissediyor ve yarattığı soruların boşluğunu dolduramamak düşünmesini engelliyordu.
Bütün bu soruları soran çizginin öteki ucundaki seslerdi, kafasının içinde yankılanan ama kendisine ait olmayan sesler. Bunun sırrını bir gün çözmek istiyordu, belki babası çözmüştü, ama babası bir şeyleri bulmak istiyordu, belki de Herg bu sabah bu sebepten dolayı bu düşünceler içinde boğulmak üzereydi. Evet, boğulmak kelimesi bu düşünceleri sonuna kadar özetleyebiliyordu, dağları denizlere katan dalgalar gibi, bu düşünceler içinde de kendi düşüncelerinin merkezini bulmakta zorlanıyordu.
Büyük kireç taşının arkasından kendini gösteren ağabeyi, Herg’in yakasını kavramayı başarmıştı. Kendisinden elli iki yaş büyük kudretli ve güçlü bir adamdı Sigin, aynı babadan doğma olduklarına bile şaşırıyor, bazen babası ve ağabeylerinin kudreti karşısında kendine güven duymakta zorlanıyor, yalnız bir köşede büyümeyi beklemek daha kolay geliyordu.
Güneşin yansıması ile Sigin’in gözlerinin yansıması oyuğun içinden sadece gözlerinin seçilebilir olmasını sağlıyor, uzun sakalları, heybetli cüssesi ve uzun saçları ile ağabeyini tamamen siyah bir silüet kılıyordu.
Sigin, heybetinden beklenmeyen bir incelikle seslendi, “Seninle konuşabilir miyim Herg? Yüceler yücesi babam hakkında?” Zihninde bir kez daha beliren düşünce âlemin toprağına kötülüğün tohumunun daha düşmediğini bir kez daha yankılıyordu. Kötülük denen bir his acaba ne olabilirdi?
Herg sonunda konuşmayı başardı, “Benimle konuşabilirsin ağabey, buraya gelebilirsin” Sigin kireç taşının üzerinden inip sağlam taşların üzerinden oyuğa girdiğinde aralarında babaları sureti ile oluşturulan bağ nedeniyle onun içindeki vazifeşinaslık hissini tadabildi.
Herg ayağa kalktığında ancak Sigin’in beline kadar geliyor, ona uzun süre bakabilmek gerçekten büyük bir tahammül edebilme yeteneği istiyordu. Sigin hiçbir zaman düşüncesiz bir insan olmamıştı, eğildi ve pürüzsüz, düz bir taşın üzerine oturdu. Konuşmaya başladığında sesinde coşku veya üzüntüye dair bir işaret olmamasına rağmen aynı karmaşık düşünceler ondada vardı, bu belliydi, “Senin hissettiklerinin aynılarını, belki daha olgun hallerini bende hissediyorum, bununla yaşamak zor. Bilme ihtiyacı bizim yaratılışımızın köklerinde yoktu, babamız bunu hissetmiyor fakat bizim yaratılışımızdaki beşeriyetin kirliliği onun yüreğine sancılar veriyor, bunu biliyorsun. İşte o gün geldi, ölümlülüğün çamurunun karıldığı yerin bilgeliğine ulaşma, beynimizdeki boşluğu doldurma vakti geldi ve bundan ötürü babam konuşmalarımızda senin yanımızda olman gerektiğini düşünüyor”
Bu garip bir sürpriz sayılırdı, bugüne kadar ancak çocukluğunun gereğini yerine getirerek bu diyarın tüm bilgeliğine muktedir olmaya çalışırken büyüklerin meclisinde, onların düşünceleri ışığında düşüncelerini yönetmek zorlayıcı ve korkutucu olabilirdi.
Herg, “Sizlerin arasında düşünmek ve kendime bir yol açmak için fazla küçük olduğumu düşünüyordum” dedi.
Sigin, oğlanın göz hizasına eğilerek konuşmaya devam etti. Bugünün özel bir gün olduğunu Herg anlamıyormuş zannediyor gibiydi, ama belki de anlamadığı başka bir şeydi, dinlemeye devam etti. “Önemli olan düşünceler değil. Babamız bundan dolayı bir yolculuğun hazırlığına aniden başladı ve bu uzun süre boyunca bize bilgelik edebilecek kimse olmayacak, her insanın düşünceleri kontrollü olamayacak kadar dağılabilir. Bundan dolayı babamız her oğlu, her kızı ile konuşmak istiyor.”
“Bu durumda benim babamın eteklerinin kenarında bilgeliğinin ışığında aydınlanmam ve bilgeliğinin ışığında kör olmamam için gölgelenmem gerekiyor, ben hazırım ağabey.” dedi Herg. “Yüceler yücesi babamız nerede?”
“Şu an yalnız, büyük tepenin üzerinde, karşıdaki dağları izliyor ve kendine bir yol arıyor, düşüncelere dalıyor ve bir anda çıkıyor. Onun huzurunu bozan varlıklar, biz düşünmeyi bilmeyen, aklı karışan ve yanlışlar yapan oğullarıyız, bundan dolayı onun dizlerine varmalı, bilgeliğinin son damlasını içmeliyiz. Bu fırsatı kaçırırsan, o dönene kadar zihnini serinletmek için bir yol bulamayabilirsin ve bu nedenle kendini deliliğe teslim eden kardeşlerimiz olduğunu asla unutmamalısın, bu bir lütuf.” diye öğüt verdi Sigin. Düşüncesinin bu kadar berrak olması, kelimeleri ve konuşmalarının mükemmelliği onu bilge bir kişilik yapabiliyordu. Herg bu kadar berrak düşünemiyor, düşündüklerini anlatmakta zorluk çekiyor ve bundan dolayı kendini kötü hissedebiliyordu.
Herg ayağa kalkarak, “Bir an önce onu görmek en iyisi olacak” dedi ve ağabeyinin elinden tutarak oyuktan dışarı çıktı. Sigin’in saçları omuzlarına kadar iniyor ve düzensiz bir vaziyette dalgalanıyordu, gözleri bu diyarın yeşili ve toprağın rengi ile hayat doluydu, ortası gecenin karanlığı kadar siyahtı. Her insanda bu böyleydi, her insan karanlığın bir parçasını içinde taşıyordu, bunu hissedebiliyordu. Önemli olan gözlerdeki karanlığın eylemsizliği değil, zihinlere çöreklenmiş olan sisin ve karanlığın tüm insanları alıp götürme riskiydi.
Hiçbir insan, babasından, âlemin gördüğü ilk insan olan, kendine Q’ut diyen yüceler yücesinden başka bilgeliğin ışığında aydınlanacak başka kimseyi bilmiyordu. Bunun için kendini başını kaldırmaya zorladı, oraya gitmeli ve konuşmalıydı, fakat bunu yaparken zorlanıyordu. Her taşın ona anlattığı başka bir şey, güneşin yansıttığı başka bir anı, gecenin boğduğu başka bir düşünce vardı.
Bu engellerin arasından yansıyan bilgelik ışığını takip etmek için daha fazla hızlandı. Sigin’in elini tutarken koşmaya başladı, içine doğan bu istekten dolayı belki bir süre uçan kuşların hissettiği dinlenme hissini yaşamıyordu, belki içine çektiği soluk hiç bitmiyordu ama Herg bir sürü oyuğun içinden geçerek büyük tepeye doğru delice koşuyordu.
Sonunda tepenin, daha doğrusu tepe sayılabilecek dev bir tümseğin eteklerine geldiklerinde durması gerektiğini biliyordu. Ölüm kadar hızlı adımları birden bire yaşam kadar yavaş ve kendiliğinden adımlara dönüştü. Ölümü hiç yaşamamıştı… Görmemişti bile, fakat bir kuşun, bir kertenkelenin hatta bir ağacın bile beşeriyetinden süzülüp yok olan enerjiyi hep hissetmişti. Doğanın dilini kavramış, bu dile cevap vermekte pek fazla gecikmişti.
Nihayet Herg adımlamayı kestiği vakit, Sigin hayat doluluğundan tek bir zayiat vermeden oğlanın yanında durdu, “Hazır mısın?” diye sordu. Herg ağabeyinin bu sorunun cevabını bildiğini biliyordu. Kendi isteği ile gelmemiş olduğunu mu düşünüyordu? Herg bunu asla bilemezdi. Bilmediği tek şey, insanın bu kadar akilane bir varlık olduğu halde hislerinin bu kadar güçsüz ve sınırlı olmasının şaşırtıcılığıydı. Doğada bulunan denge unsurunu, gece ile gündüzü, ateş ve suyu, denizi ve karayı yalanlayan bir gerçekti bu. İnsanlığın hikayesinin bu kadar sıkıcı olduğunu düşünemezdi, fakat bunlara bir cevap verecek olan birisi varsa o da babasıydı. İlk defa aralarından ayrıldığı gün, ilk defa bir açıklamasına tebliğ olacağı bu sıradan gün… Belki o gün bu gündü.
“Ben hazırım ağabeyim” dedi Herg ve tepeye doğru dik ve taşlı tepeye baktı, “Bizi ne bekliyor ağabey?” diye sordu, gözlerinde korku mu, yoksa merak mı olduğunu merak ediyordu.
“Belki bilgelik, belki felaket… Ama şu an sadece öğrenilecek birkaç gerçek. Gerçekler ne kadar zor görünse bile tek yoldur. Ayağının taşa takılıp tökezleyeceğin gerçeğini bilsen bile bu tepeyi tırmanmaktan vazgeçmeyeceğini biliyorsun, işte gerçek böyledir. Gerçeğin farkında olmak seni sonuca, mutluluğa ve bilgeliğe ulaştırabilecek tek histir. Kendini tüm dalgınlığından arındır, ardından huzura çıkalım ve diğer kardeşlerimizi bekleyelim.” dedi Sigin ciddi ciddi. Yapması gereken vazifelerin en önemlisi ve gerçekleştirmek istediği yegâne unsur gibiydi.
Düşüncelerin yoğunlaştığı, bastığı taşların üzerinde tüten bilgelik kırıntılarını bile hissedebildiği küçük tepede yavaşlama ihtiyacı hissetti. Acele etmeye gerek yoktu, acele edilecek bir durumda yoktu. Yavaş yavaş tepeye tırmanmaya başladıkça göğsünün içini dolduran yaşam enerjisinin hareketlendiğini adeta çıkmak için bir oyuk aradığını hissetti. Kaynayan eriyik alevlerin denizlerle buluşma isteği gibiydi, heyecan verici ve korkutucu bir histi, elbette eriyik alevlerin sulara erişmesi gibi kaybolacağını biliyordu ama o alevleri izlemesi o kadar zevkliydi ki bunu içinde hissetmek için defalarca nöbet tutmuş, doğayla tekrar bütünleşmek için gözlerini kırpmamıştı.
“Nihayet varmak üzereyiz Herg” dedi Sigin ve parmağını kaldırarak sırtı dönük duran Q’ut’u işaret etti. “Bak orada, sırtı bize dönük ve diğer kardeşlerimizde gelmişler, onlara katılmalıyız.”
Tepe keldi ve epeyce rüzgâr alıyor, bu onu özgür hissettiriyor, içindeki heyecanı alabora ediyordu. Ama Herg bu heyecanın kollarına öyle sıkıca sarılmıştı ki rüzgar onu uzaklara götürse bile bunu fark edemeyecek gibiydi. Dik ve taşlı tepeyi çıktıktan sonra büyük bir taşın üzerinde bekleyen babalarının varlığı ile aralarında sadece düz bir mesafe vardı.
Q’ut’un, insanlığın her şeyinin sırtı dönüktü, boynuna kadar inen saçlarının tepeleri dökülmüştü. Sigin babasının saçlarının zamanla grileştiğini iddia ediyordu fakat Herg varlığından emin olduğundan beri Q’ut’un saçları kül grisiydi.
Düz araziyi adımlayıp büyük taşın önüne geldiklerinde simsiyah gözleriyle Q’ut, oğullarına ve kızlarına bakıyordu. Gözleri irkiltici derece kara olmasına rağmen yüz hatları yumuşak ve sevgi doluydu. Bu onun kudretini tam anlamıyla yansıtamamasına sebep oluyor gibiydi, belki bu doğru değildi ama o bedende var olan kudret ve güç bundan ibaret gibi durmuyordu, belki de Q’ut onu nasıl bulacağını öğrenmeye gidiyordu. Peki, bunu ona kim söylemişti? Q’ut öğüt dinlemezdi, öğüt alacak kimseyi bilmezdi. Zaten yoktu!
Yavaş hareketlerle yakınlaştı, ağırdan alıyordu ve adımlarını nereye atacağını dahi düşünüyor, aynı zamanda düşünmeye gerek yokmuş ve bunu zaten biliyormuş gibi kayıtsızca davranabiliyordu. Gözlerini oğullarına doğru odaklamıştı fakat aklında bambaşka unsurlar dans ediyor gibiydi.
Sonunda Q’ut yanlarına vardığında bir sürü kendinden büyük kardeş ve Sigin çevresinde toplandılar, ilginçti ama babası Sigin’den bile heybetli duruyordu. Bunu daha önce nasıl fark edemediğini, daha da önemlisi babasını her gördüğünde neden bu kadar şaşırdığını düşündü.
Q’ut ayakta dururken bütün kardeşleri ve kendisi saygılarının delaleti olarak onun çevresinde oturdu ve bağdaş kurdular. Babalarını dinlemeye hazır olduklarını andıran gözler talepkâr bir halde ona bakıyordu.
Q’ut sakin ama güçlü sesi ile konuşmaya başladığında çevrede soluk sesi bile kalmamış gibiydi, “Beni dinlemeye geldiğiniz için size borçluyum evlatlarım, bu koca yerde herkesin başka bir şey tercih etmeye hakkı var, sizin tercihinizin benim mutluluğumdan ve kendi mutluluğunuzdan yana olduğunu görmek sevindirici. Benim arayışımın amacında hepinizin mutluluğu ve çocuklarımın mutluluğunun ışığının yansımasında aydınlanmak amacıyla kendi mutluluğum var. “ dedi ve bir süre soluklandı. Sanki evlatlarına düşünebilip, çözümlemeleri için zaman tanıyor gibiydi.
Herkesin gözlerinin içine baktı, Q’ut kendisine bakarken, Herg ruhunu daha fazla hareket ediyormuş gibi hissetti. Ruh mu? Bunu zihnine kim fısıldamıştı yine?
Derin bir nefes alarak tekrar konuşmaya devam etti, “İçinde bulunduğunuz boşluğu doldurmak için bedenimi dolduran gücün kudretini sizlere sonuna kadar aktarmaya karar verdiğim günü hatırlıyorum. Ardından konuşmayı ve ihtiyaçlarınızı belirtmeyi öğrendiniz, ayağa kalkıp koşmanın, engin derinliklerde özgürlüğün doruklarına dokunmanın zevkini tattınız.” diyerek ayağa kalktı. Gri elbisesinin etekleri toprağa bürünmüştü ama bu onu kirli gösteren bir unsur değildi.
“Ama hiçbir zaman varoluşunuzun sırrını bilemediniz ve bu zihninizdeki boşluğun dolmamasını sağladı. Öğrenmezseniz asla dolmayacak, kasvete sürükleneceksiniz, kendinizi kaybedecek ve hatta yok olacaksınız. Bunu öğrenemezseniz her birinizin düşünceleri rüzgârda savrulan yapraklar gibi sürüklenecek, kiminiz o yapraklar gibi kuruyup yok olacak, kiminiz denizlerin dibindeki taşlar gibi derin düşüncelerinizde boğulup yok olacaksınız.” dedi Q’ut aynı zamanda hem kasvetli, hem coşkulu ve düşünceli olmayı başararak.
Herg bunu her zaman düşünmüştü, elbette bütün bunlara dalmak ile saatler ve günler harcadığını biliyordu, belki babası bunların cevabını verirdi, gözlerini ondan ayırmamak ve dinlemek en doğru olan şey gibi görünüyordu.
Q’ut tekrar ağzını açtı, Herg’e sırıtıyordu ama gözleri aynı zamanda farklı bir ışıkla parlıyordu. Sigin karşısında hareket edemiyor gibi duruyordu. Bu ayrıntıyı fark etse bile kendisi de gözlerini ayıramıyordu.
“Hislerini gözlerinde okuyabiliyorum oğlum. Bütün bunları merak ettiğini biliyorum, bu bilinç bana bahşedilmedi, yaratılışımın bana verdiği bilme yetisinin bir getirisi. Evet, yaratılış… Buna yaratılış deniliyor evlatlarım. Benim yaratılışımda bilmek, sonsuza kadar yaşamak ve berraklık var. Sizin yaratılışınız da ise beşeriyet var, düşüncelerinizin berraklığını bulandıran bir bulanıklık kanınızı lekelemiş diyemeyiz. Çünkü sizi var eden unsur karanlığın içindeki berraklıktır, berraklığı bulandıran, beşeriyetin kaynağı, ölümlülüğün efendileridir. Bedenimden gelen yaşamın içine ruhlarını oturtan, ruhların efendileridir.” diye haykırdı Q’ut gözlerinden yaşlar gelerek. Herg onu gözlerinden yaşlar gelirken ilk defa görmüştü, herhangi bir insanı böyle ilk defa görmüştü.
Q’ut ara vermeden konuşmaya devam etti, “Evet… Şaşırıyorsunuz… Benimde varlığımın yarısı beşeriyetin tohumlarından oluşuyor evlatlarım. Bu âlemin varlığına ilk tanık olduğumda ben senden daha küçüktüm Herg. Bu âlemi, hayatı ve benim varlığımı gerçek kılan şeyin ne olduğunu da hep kendinize sordunuz. Lakin ben size bunu sormayı öğretene kadar…” diyerek sustu. Uzun bir süre yine konuşmadı, düşünmeye ihtiyacı vardı belki. Belki buna ihtiyacı olan tek insandı. Fakat şu ana kadar açıkladığı gerçekler onu diğer kardeşlerinden farklı kılan bir öğeye sahip olduğunu gösteriyordu ama hala anlayamamıştı…
Kendime misantropi, psikoloji ve fantazya karışımı bir dünya yarattım fakat geçmiş, tarih, kültür, coğrafya ve mekan konusunda dünyayı zayıf hissettiğim için geçmişi zenginleştirmeye çalıştım. Bu işe başlamanın en iyi noktası elbette benim için yaratılış oldu. Temel taşları yerine oturttukça kurgunun içinde geçecek olayların esas zamanına kadar gelen olayların etkileri, tarihin ve kurgunun mitinin zenginliği ilerde esas hikayeyi daha zengin kılacaktır diye düşünüyorum. Hemde zamanımın olmadığı şu günlerde, böyle yazılar el ve zihin becerilerimi ayakta tutmama fayda sağlıyor. Bende bu yazdıklarımı burada yayınlamaya karar verdim, umarım keyifle okursunuz.
Yaratılışın bir parçasını şimdi yayınlayacağım. Zannedersem üç parçada yaratılış kısmı bitecek... İlk bölüm yaklaşık 2000 kelimeden oluşuyor ve sonra gelecek iki bölümünde bu civarda olacağını söyleyebilirim. İkinci ve üçüncü bölümlerde ağabey Sigin veya baba Q'ut'un gözünden yazmayı planlıyorum. Fakat sanırsam ikinci bölüm Q'ut, üçüncü bölüm Sigin'in gözünden olacak.
I
Daha genç olan bu diyarın üzerinde gün bir defa daha dönerken, güneşin kızılı ve gecenin karanlığı ahenkli bir şekilde dans ediyor, ışığın karanlığa olan karşıtlığının sergilendiği bu yavaş anlarda yine ışığın hükmü kurallarını kabul ettiriyordu.
Âlem yeni ve bilinmezlerle doluyken bu aklının bir köşesine sebebi bilinmeyen şekillerde kazınmış bir bilinçti. Babası bu bilincin, insanlığın kanını sulandıran yağmurlardan, düşünmenin derinliğini engelleyen beşeriyetten ve yaşamayı öğreten karanlığın berraklığından geldiğini savunuyordu.
Herg daha bir çocuktu, zihninde beliren hoyrat sesleri ve düşünceleri engelleyemiyordu, bir sebepten dolayı bu düşünceleri kendi düşüncelerinden ayıran bir çizgi vardı. Kendisinin bilmediği ama özümsediği sesler, yaratılışının kaynağında bulunan unsurlar…
Bu âlemde ağaçları yerlerinden söken rüzgârlar, dağları denizlere indiren dalgalar, göğün tünellerinden düşüp diyarlar gezen taşlara rastlamıştı. Fakat babası ve ağabeyi dâhil olmak üzere tanıdığı hiçbir insan diyara felaketler getiren bu afetlerden zarar görmemişti. Kendini bu koca âlemin merkezine çakılmış gibi hissediyor ve yarattığı soruların boşluğunu dolduramamak düşünmesini engelliyordu.
Bütün bu soruları soran çizginin öteki ucundaki seslerdi, kafasının içinde yankılanan ama kendisine ait olmayan sesler. Bunun sırrını bir gün çözmek istiyordu, belki babası çözmüştü, ama babası bir şeyleri bulmak istiyordu, belki de Herg bu sabah bu sebepten dolayı bu düşünceler içinde boğulmak üzereydi. Evet, boğulmak kelimesi bu düşünceleri sonuna kadar özetleyebiliyordu, dağları denizlere katan dalgalar gibi, bu düşünceler içinde de kendi düşüncelerinin merkezini bulmakta zorlanıyordu.
Büyük kireç taşının arkasından kendini gösteren ağabeyi, Herg’in yakasını kavramayı başarmıştı. Kendisinden elli iki yaş büyük kudretli ve güçlü bir adamdı Sigin, aynı babadan doğma olduklarına bile şaşırıyor, bazen babası ve ağabeylerinin kudreti karşısında kendine güven duymakta zorlanıyor, yalnız bir köşede büyümeyi beklemek daha kolay geliyordu.
Güneşin yansıması ile Sigin’in gözlerinin yansıması oyuğun içinden sadece gözlerinin seçilebilir olmasını sağlıyor, uzun sakalları, heybetli cüssesi ve uzun saçları ile ağabeyini tamamen siyah bir silüet kılıyordu.
Sigin, heybetinden beklenmeyen bir incelikle seslendi, “Seninle konuşabilir miyim Herg? Yüceler yücesi babam hakkında?” Zihninde bir kez daha beliren düşünce âlemin toprağına kötülüğün tohumunun daha düşmediğini bir kez daha yankılıyordu. Kötülük denen bir his acaba ne olabilirdi?
Herg sonunda konuşmayı başardı, “Benimle konuşabilirsin ağabey, buraya gelebilirsin” Sigin kireç taşının üzerinden inip sağlam taşların üzerinden oyuğa girdiğinde aralarında babaları sureti ile oluşturulan bağ nedeniyle onun içindeki vazifeşinaslık hissini tadabildi.
Herg ayağa kalktığında ancak Sigin’in beline kadar geliyor, ona uzun süre bakabilmek gerçekten büyük bir tahammül edebilme yeteneği istiyordu. Sigin hiçbir zaman düşüncesiz bir insan olmamıştı, eğildi ve pürüzsüz, düz bir taşın üzerine oturdu. Konuşmaya başladığında sesinde coşku veya üzüntüye dair bir işaret olmamasına rağmen aynı karmaşık düşünceler ondada vardı, bu belliydi, “Senin hissettiklerinin aynılarını, belki daha olgun hallerini bende hissediyorum, bununla yaşamak zor. Bilme ihtiyacı bizim yaratılışımızın köklerinde yoktu, babamız bunu hissetmiyor fakat bizim yaratılışımızdaki beşeriyetin kirliliği onun yüreğine sancılar veriyor, bunu biliyorsun. İşte o gün geldi, ölümlülüğün çamurunun karıldığı yerin bilgeliğine ulaşma, beynimizdeki boşluğu doldurma vakti geldi ve bundan ötürü babam konuşmalarımızda senin yanımızda olman gerektiğini düşünüyor”
Bu garip bir sürpriz sayılırdı, bugüne kadar ancak çocukluğunun gereğini yerine getirerek bu diyarın tüm bilgeliğine muktedir olmaya çalışırken büyüklerin meclisinde, onların düşünceleri ışığında düşüncelerini yönetmek zorlayıcı ve korkutucu olabilirdi.
Herg, “Sizlerin arasında düşünmek ve kendime bir yol açmak için fazla küçük olduğumu düşünüyordum” dedi.
Sigin, oğlanın göz hizasına eğilerek konuşmaya devam etti. Bugünün özel bir gün olduğunu Herg anlamıyormuş zannediyor gibiydi, ama belki de anlamadığı başka bir şeydi, dinlemeye devam etti. “Önemli olan düşünceler değil. Babamız bundan dolayı bir yolculuğun hazırlığına aniden başladı ve bu uzun süre boyunca bize bilgelik edebilecek kimse olmayacak, her insanın düşünceleri kontrollü olamayacak kadar dağılabilir. Bundan dolayı babamız her oğlu, her kızı ile konuşmak istiyor.”
“Bu durumda benim babamın eteklerinin kenarında bilgeliğinin ışığında aydınlanmam ve bilgeliğinin ışığında kör olmamam için gölgelenmem gerekiyor, ben hazırım ağabey.” dedi Herg. “Yüceler yücesi babamız nerede?”
“Şu an yalnız, büyük tepenin üzerinde, karşıdaki dağları izliyor ve kendine bir yol arıyor, düşüncelere dalıyor ve bir anda çıkıyor. Onun huzurunu bozan varlıklar, biz düşünmeyi bilmeyen, aklı karışan ve yanlışlar yapan oğullarıyız, bundan dolayı onun dizlerine varmalı, bilgeliğinin son damlasını içmeliyiz. Bu fırsatı kaçırırsan, o dönene kadar zihnini serinletmek için bir yol bulamayabilirsin ve bu nedenle kendini deliliğe teslim eden kardeşlerimiz olduğunu asla unutmamalısın, bu bir lütuf.” diye öğüt verdi Sigin. Düşüncesinin bu kadar berrak olması, kelimeleri ve konuşmalarının mükemmelliği onu bilge bir kişilik yapabiliyordu. Herg bu kadar berrak düşünemiyor, düşündüklerini anlatmakta zorluk çekiyor ve bundan dolayı kendini kötü hissedebiliyordu.
Herg ayağa kalkarak, “Bir an önce onu görmek en iyisi olacak” dedi ve ağabeyinin elinden tutarak oyuktan dışarı çıktı. Sigin’in saçları omuzlarına kadar iniyor ve düzensiz bir vaziyette dalgalanıyordu, gözleri bu diyarın yeşili ve toprağın rengi ile hayat doluydu, ortası gecenin karanlığı kadar siyahtı. Her insanda bu böyleydi, her insan karanlığın bir parçasını içinde taşıyordu, bunu hissedebiliyordu. Önemli olan gözlerdeki karanlığın eylemsizliği değil, zihinlere çöreklenmiş olan sisin ve karanlığın tüm insanları alıp götürme riskiydi.
Hiçbir insan, babasından, âlemin gördüğü ilk insan olan, kendine Q’ut diyen yüceler yücesinden başka bilgeliğin ışığında aydınlanacak başka kimseyi bilmiyordu. Bunun için kendini başını kaldırmaya zorladı, oraya gitmeli ve konuşmalıydı, fakat bunu yaparken zorlanıyordu. Her taşın ona anlattığı başka bir şey, güneşin yansıttığı başka bir anı, gecenin boğduğu başka bir düşünce vardı.
Bu engellerin arasından yansıyan bilgelik ışığını takip etmek için daha fazla hızlandı. Sigin’in elini tutarken koşmaya başladı, içine doğan bu istekten dolayı belki bir süre uçan kuşların hissettiği dinlenme hissini yaşamıyordu, belki içine çektiği soluk hiç bitmiyordu ama Herg bir sürü oyuğun içinden geçerek büyük tepeye doğru delice koşuyordu.
Sonunda tepenin, daha doğrusu tepe sayılabilecek dev bir tümseğin eteklerine geldiklerinde durması gerektiğini biliyordu. Ölüm kadar hızlı adımları birden bire yaşam kadar yavaş ve kendiliğinden adımlara dönüştü. Ölümü hiç yaşamamıştı… Görmemişti bile, fakat bir kuşun, bir kertenkelenin hatta bir ağacın bile beşeriyetinden süzülüp yok olan enerjiyi hep hissetmişti. Doğanın dilini kavramış, bu dile cevap vermekte pek fazla gecikmişti.
Nihayet Herg adımlamayı kestiği vakit, Sigin hayat doluluğundan tek bir zayiat vermeden oğlanın yanında durdu, “Hazır mısın?” diye sordu. Herg ağabeyinin bu sorunun cevabını bildiğini biliyordu. Kendi isteği ile gelmemiş olduğunu mu düşünüyordu? Herg bunu asla bilemezdi. Bilmediği tek şey, insanın bu kadar akilane bir varlık olduğu halde hislerinin bu kadar güçsüz ve sınırlı olmasının şaşırtıcılığıydı. Doğada bulunan denge unsurunu, gece ile gündüzü, ateş ve suyu, denizi ve karayı yalanlayan bir gerçekti bu. İnsanlığın hikayesinin bu kadar sıkıcı olduğunu düşünemezdi, fakat bunlara bir cevap verecek olan birisi varsa o da babasıydı. İlk defa aralarından ayrıldığı gün, ilk defa bir açıklamasına tebliğ olacağı bu sıradan gün… Belki o gün bu gündü.
“Ben hazırım ağabeyim” dedi Herg ve tepeye doğru dik ve taşlı tepeye baktı, “Bizi ne bekliyor ağabey?” diye sordu, gözlerinde korku mu, yoksa merak mı olduğunu merak ediyordu.
“Belki bilgelik, belki felaket… Ama şu an sadece öğrenilecek birkaç gerçek. Gerçekler ne kadar zor görünse bile tek yoldur. Ayağının taşa takılıp tökezleyeceğin gerçeğini bilsen bile bu tepeyi tırmanmaktan vazgeçmeyeceğini biliyorsun, işte gerçek böyledir. Gerçeğin farkında olmak seni sonuca, mutluluğa ve bilgeliğe ulaştırabilecek tek histir. Kendini tüm dalgınlığından arındır, ardından huzura çıkalım ve diğer kardeşlerimizi bekleyelim.” dedi Sigin ciddi ciddi. Yapması gereken vazifelerin en önemlisi ve gerçekleştirmek istediği yegâne unsur gibiydi.
Düşüncelerin yoğunlaştığı, bastığı taşların üzerinde tüten bilgelik kırıntılarını bile hissedebildiği küçük tepede yavaşlama ihtiyacı hissetti. Acele etmeye gerek yoktu, acele edilecek bir durumda yoktu. Yavaş yavaş tepeye tırmanmaya başladıkça göğsünün içini dolduran yaşam enerjisinin hareketlendiğini adeta çıkmak için bir oyuk aradığını hissetti. Kaynayan eriyik alevlerin denizlerle buluşma isteği gibiydi, heyecan verici ve korkutucu bir histi, elbette eriyik alevlerin sulara erişmesi gibi kaybolacağını biliyordu ama o alevleri izlemesi o kadar zevkliydi ki bunu içinde hissetmek için defalarca nöbet tutmuş, doğayla tekrar bütünleşmek için gözlerini kırpmamıştı.
“Nihayet varmak üzereyiz Herg” dedi Sigin ve parmağını kaldırarak sırtı dönük duran Q’ut’u işaret etti. “Bak orada, sırtı bize dönük ve diğer kardeşlerimizde gelmişler, onlara katılmalıyız.”
Tepe keldi ve epeyce rüzgâr alıyor, bu onu özgür hissettiriyor, içindeki heyecanı alabora ediyordu. Ama Herg bu heyecanın kollarına öyle sıkıca sarılmıştı ki rüzgar onu uzaklara götürse bile bunu fark edemeyecek gibiydi. Dik ve taşlı tepeyi çıktıktan sonra büyük bir taşın üzerinde bekleyen babalarının varlığı ile aralarında sadece düz bir mesafe vardı.
Q’ut’un, insanlığın her şeyinin sırtı dönüktü, boynuna kadar inen saçlarının tepeleri dökülmüştü. Sigin babasının saçlarının zamanla grileştiğini iddia ediyordu fakat Herg varlığından emin olduğundan beri Q’ut’un saçları kül grisiydi.
Düz araziyi adımlayıp büyük taşın önüne geldiklerinde simsiyah gözleriyle Q’ut, oğullarına ve kızlarına bakıyordu. Gözleri irkiltici derece kara olmasına rağmen yüz hatları yumuşak ve sevgi doluydu. Bu onun kudretini tam anlamıyla yansıtamamasına sebep oluyor gibiydi, belki bu doğru değildi ama o bedende var olan kudret ve güç bundan ibaret gibi durmuyordu, belki de Q’ut onu nasıl bulacağını öğrenmeye gidiyordu. Peki, bunu ona kim söylemişti? Q’ut öğüt dinlemezdi, öğüt alacak kimseyi bilmezdi. Zaten yoktu!
Yavaş hareketlerle yakınlaştı, ağırdan alıyordu ve adımlarını nereye atacağını dahi düşünüyor, aynı zamanda düşünmeye gerek yokmuş ve bunu zaten biliyormuş gibi kayıtsızca davranabiliyordu. Gözlerini oğullarına doğru odaklamıştı fakat aklında bambaşka unsurlar dans ediyor gibiydi.
Sonunda Q’ut yanlarına vardığında bir sürü kendinden büyük kardeş ve Sigin çevresinde toplandılar, ilginçti ama babası Sigin’den bile heybetli duruyordu. Bunu daha önce nasıl fark edemediğini, daha da önemlisi babasını her gördüğünde neden bu kadar şaşırdığını düşündü.
Q’ut ayakta dururken bütün kardeşleri ve kendisi saygılarının delaleti olarak onun çevresinde oturdu ve bağdaş kurdular. Babalarını dinlemeye hazır olduklarını andıran gözler talepkâr bir halde ona bakıyordu.
Q’ut sakin ama güçlü sesi ile konuşmaya başladığında çevrede soluk sesi bile kalmamış gibiydi, “Beni dinlemeye geldiğiniz için size borçluyum evlatlarım, bu koca yerde herkesin başka bir şey tercih etmeye hakkı var, sizin tercihinizin benim mutluluğumdan ve kendi mutluluğunuzdan yana olduğunu görmek sevindirici. Benim arayışımın amacında hepinizin mutluluğu ve çocuklarımın mutluluğunun ışığının yansımasında aydınlanmak amacıyla kendi mutluluğum var. “ dedi ve bir süre soluklandı. Sanki evlatlarına düşünebilip, çözümlemeleri için zaman tanıyor gibiydi.
Herkesin gözlerinin içine baktı, Q’ut kendisine bakarken, Herg ruhunu daha fazla hareket ediyormuş gibi hissetti. Ruh mu? Bunu zihnine kim fısıldamıştı yine?
Derin bir nefes alarak tekrar konuşmaya devam etti, “İçinde bulunduğunuz boşluğu doldurmak için bedenimi dolduran gücün kudretini sizlere sonuna kadar aktarmaya karar verdiğim günü hatırlıyorum. Ardından konuşmayı ve ihtiyaçlarınızı belirtmeyi öğrendiniz, ayağa kalkıp koşmanın, engin derinliklerde özgürlüğün doruklarına dokunmanın zevkini tattınız.” diyerek ayağa kalktı. Gri elbisesinin etekleri toprağa bürünmüştü ama bu onu kirli gösteren bir unsur değildi.
“Ama hiçbir zaman varoluşunuzun sırrını bilemediniz ve bu zihninizdeki boşluğun dolmamasını sağladı. Öğrenmezseniz asla dolmayacak, kasvete sürükleneceksiniz, kendinizi kaybedecek ve hatta yok olacaksınız. Bunu öğrenemezseniz her birinizin düşünceleri rüzgârda savrulan yapraklar gibi sürüklenecek, kiminiz o yapraklar gibi kuruyup yok olacak, kiminiz denizlerin dibindeki taşlar gibi derin düşüncelerinizde boğulup yok olacaksınız.” dedi Q’ut aynı zamanda hem kasvetli, hem coşkulu ve düşünceli olmayı başararak.
Herg bunu her zaman düşünmüştü, elbette bütün bunlara dalmak ile saatler ve günler harcadığını biliyordu, belki babası bunların cevabını verirdi, gözlerini ondan ayırmamak ve dinlemek en doğru olan şey gibi görünüyordu.
Q’ut tekrar ağzını açtı, Herg’e sırıtıyordu ama gözleri aynı zamanda farklı bir ışıkla parlıyordu. Sigin karşısında hareket edemiyor gibi duruyordu. Bu ayrıntıyı fark etse bile kendisi de gözlerini ayıramıyordu.
“Hislerini gözlerinde okuyabiliyorum oğlum. Bütün bunları merak ettiğini biliyorum, bu bilinç bana bahşedilmedi, yaratılışımın bana verdiği bilme yetisinin bir getirisi. Evet, yaratılış… Buna yaratılış deniliyor evlatlarım. Benim yaratılışımda bilmek, sonsuza kadar yaşamak ve berraklık var. Sizin yaratılışınız da ise beşeriyet var, düşüncelerinizin berraklığını bulandıran bir bulanıklık kanınızı lekelemiş diyemeyiz. Çünkü sizi var eden unsur karanlığın içindeki berraklıktır, berraklığı bulandıran, beşeriyetin kaynağı, ölümlülüğün efendileridir. Bedenimden gelen yaşamın içine ruhlarını oturtan, ruhların efendileridir.” diye haykırdı Q’ut gözlerinden yaşlar gelerek. Herg onu gözlerinden yaşlar gelirken ilk defa görmüştü, herhangi bir insanı böyle ilk defa görmüştü.
Q’ut ara vermeden konuşmaya devam etti, “Evet… Şaşırıyorsunuz… Benimde varlığımın yarısı beşeriyetin tohumlarından oluşuyor evlatlarım. Bu âlemin varlığına ilk tanık olduğumda ben senden daha küçüktüm Herg. Bu âlemi, hayatı ve benim varlığımı gerçek kılan şeyin ne olduğunu da hep kendinize sordunuz. Lakin ben size bunu sormayı öğretene kadar…” diyerek sustu. Uzun bir süre yine konuşmadı, düşünmeye ihtiyacı vardı belki. Belki buna ihtiyacı olan tek insandı. Fakat şu ana kadar açıkladığı gerçekler onu diğer kardeşlerinden farklı kılan bir öğeye sahip olduğunu gösteriyordu ama hala anlayamamıştı…